aldatmak insan ürünü etik/ahlak kavram birisidir. doğada "aldatmak" diye bir kavram yoktur. bu insan ürünü kavramın gerçekleşmesi için fiilin gerçekleşmesi gerekmektedir. öyle "bedenen olmasa da zihnen... :(" gibi bir tanımın içine sığdıramazsınız. zira insansınız. insansınız ve dakikada binlerce düşünce üreten bir beyne ev sahipliği yapıyorsunuz bedeninizde. bu düşüncelerin ne olduğunu çoğunu yakalayamıyorsunuz bile.
biliyorsunuz ki medeniyetler beşiği, maneviyatıyla insanı büyüleyen, yatırlarımızın ve evliyalarımızın dualarıyla ayakta dimdik duran anadolumuz, bazı bazı haber manşetlerine üzücü haberlerle yansıyor.
ateist ve cahil olduğu hepimiz tarafından bilinen bazı sapkınlar, tüm bu cahillikleri yetmezmiş gibi, yaradanın bize nimet olarak sunduğu hayvanlarla cima ederek, yaradanın emrettiklerinin tam aksi istikametinde yaşantı sürüyorlar.
tüm bu geri kalmışlıkları, çağın gerisinde kalmış sosyal yapısıyla biz iman sahibi toplumu gerek kedere, gerek öfkeye boğuyorlar. umarım kısa zamanda yanlışlarını görüp, hak yoluna dönerler.
neyse ki devlet büyüklerimiz konuya el attı. yakın zamanda tarlalarımız olan kadınları nasıl süreceğimizi anayasa maddeleriyle belirleyip, ülkenin manevi değerlerini yasalarla koruma altına alacaklarından dolayı huzurluyum.
az evvel sigara içmek için dışarı çıktığımda farkına vardığım kadın.
oturmuş güneşin alnına, boynunda tülbent, gözlerini kapatıp tuhaf tuhaf duruyor. tahminimce bu beynamaz kadın şeytana tapınıyor. maneviyatım bozulmasın diye tövbe tövbe diyerek mekruh sigaramı yarıda bırakıp oradan uzaklaştım.
o boynundaki tülbenti kafana tak, üzerine farz olan namazını eda et ey münafık kadın. biraz şahadet neferi sagopa kardeşimizin söylediklerine kulak ver: yoga yapacağına namaz kıl rahatla.
atatürk'ün ilke ve inkilaplarının, kurduğu cumhuriyetin temellerinin ters istikametinde hareket eden muhafazakar kızdır.
fakat kendisi tüm bunlara rağmen, atatürk'ün devrimlerinden biri olan "kadınların seçme seçilme hakkı"nı da yüzsüz yüzsüz kullanır. sonra da "çıldırt bizii başkanıııeeemm, laikliği başlarına yıkalıııeeemm" gibi gaza gelirler.
duyduğuma göre islam'ın kalbi sayılan kutsal şehir mekke'de bir grup putperest kendilerine kutsal bir yapı bellemişler. yılın belirli dönemlerinde mekke'ye akın eden bu putperestler bu kutsal yapının etrafında dönerek, sözde yaratıcılarının onlara emrettiği ibadeti gerçekleştiriyorlarmış. hatta ne yalan söyleyim, doğru mu bilmem ama; yaratıcılarının lanetlediği kötü varlığı taşlıyorlarmış.
bunu duyar duymaz elbette sinirim tepeme attı! ne demek oluyor putperestliği lanetleyen bir dinin kalbi sayılan bir şehirde bu tür ritüeller gerçekleştirmek?
müslüman kardeşlerimi göreve davet ediyorum. derhal şehirlerindeki bu putperestlik denen sapkınlığa bir dur desinler. mekke müslümanlarındır ve tavaf edilecek tek şey vardır o da kabe!
geçenlerde bir arkadaş sohbetinde varlıklarını öğrendiğim devlet adamlarıdır.
bu devlet adamları, ellerindeki yetkileri kendi menfaatlerine kullanarak haksız kazanç sağlıyorlarmış. efendime söyleyim; ihaleleri kendi yakın çevrelerine servis ederek, onlara kıyak geçiyorlarmış. devlet dairelerine hep kendi görüşünden insanları alıp, işsiz insanlar arasında adaletsizliğin dibine vuruyorlarmış. yahu bu kadar olmaz dedim ama yine de sizlerle paylaşayım; aralarından oğluna gemi alan bile varmış. amerikalıydı sanırım bu gemi alan, tam hatırlamıyorum.
ben bunları duyar duymaz halimize ve tabi olduğumuz dinimiz islam'a şükür ettim. çünkü islam "komşunu gözet" der. "adil ol" der. "harama bulaşma" der. tüm bu islam ahlakı nedeniyle bizim devlet adamlarımız servet elde etmek yerine, halkını gözetiyor. kendisine gemi alamaz, çünkü ülkede bir müslüman kardeşi ekmek bulamazken onu getirir aklına ve servet yapmak yerine halkına yardımcı olur. yapmazlarsa islam'la çelişirler yoksa! neticede bu dünya hiçbir şey biz müslümanlar için. ve servet denen dünyevi şeylerle işimiz olmaz bizim.
bildiğiniz gibi bu ateist insanlar, yüce allah'ın emir ve buyruklarına uymayarak toplumumuza büyük bir tehdit içeriyor.
bu isyankarlar, haksız kazanç, hırsızlık, adam öldürme, çocuk istismarı, tecavüz gibi suçlar işleyerek ne kadar sapkın olduklarını ve toplumsal yaşamı tehdit ettiklerini apaçık ortaya seriyorlar.
hayır bana inanmıyorsanız, gidin hapisanedeki suçlulara bakın. %95'i allah'a inanmadığını apaçık ifade eden, ahlaksızlığı ve haksızlığı misyon edinmiş insanlar.
şu günümüz için çok büyük ayıptır. yıl 2012 çocuklar! allah'ın izniyle genetik şifreyi çözen islam alimleri sayesinde neredeyse insanlık uzaya açılacak, ama gelin görün ki bu ateist cahiller halen alimlerimizin olanca çabasını yavaşlatmak için vargüçleriyle çabalamaktalar.
benim araştırmalarım sonucu ateist kitlenin büyük bir çoğunluğu ilköğretim düzeyinde eğitime sahipken, çok az bir kısmı ise üniversite ve daha yüksek eğitim kurumlarından mezunlar.
neden acaba???
ey ateistler, acaba zeka tembeli olabilir misiniz? acaba eğitilmemiş olabilir misiniz? acaba koyun olabilir misiniz?
buradan devlet büyüklerime rica ediyorum; bu eğitimsiz, analitik düşünceden bihaber, eski çağ insanlarını hızlı bir eğitime sokalım. yoksa ki, temelinde cahillik ve insanlar arası ayraç görevi gören bu zihniyetleriyle, dünya barışının gelişmesine köstek olarak süreci epey uzatacaklar.
yumruklarını sıkmış, göğsünü şişirmiş bir şekilde bahçe kapısını açtı ve yeşilçamdan tanıdık bir yürüyüşle yanımıza geldi. belli ki bu etkileyici yürüyüşü daha öncesinden kafasında tasarlamıştı. biz ise ergenliğimize bolca boca ettiğimiz kırmızı tuborglarla onu şaşkınca karşıladık. ve evet, bizim şaşkınlığımız da "abi bir şeyler olmuş gibi yürüdün şaşırmayıp kayıtsız kalsak, emeğine ayıp etmiş olurduk" anlamındaydı.
sinirli bir "napıyorsunuz" uzattı masaya. o an masadaki cansız kırmızı tuborglara göz gezdirip "hiiç, içiyoruz" dedim. serhan "noldu lan yarraam" diye atıldı. serhan'ın bu soğuk kanlı duruşu rıdvan'ın tüm tasarımını bozdu:
"fevziler ana bacı sövmüşler arkamdan. o orospu çocuklarını sikmezsem adam değilim" dedi.
"noldu lan" dedik.
"ne bileyim amına koyim, götleri kalktı iyice. hasan'a ileri geri konuşmuşlar benden için" dedi.
"sebep?" dedim.
"sebebini bilmiyorum gidince göreceğim" dedi.
aslında bu cümlenin asıl anlamı "benimle gelin, şunları dövüp gelelim"den başka bir şey değildi. serhan bana baktı; ben de ağzımı hilal şeklinde kıstırarak "bilmem benim için fark etmez" bakışı atmıştım. oysa ki yalan söylüyordum, bir çok şey fark ederdi. misal; özlem, abisini dövdüğümden ötürü her rastlaşdığımızda bana manidar manidar bakıp, elimi ayağımı birbirine dolanmasına sebebiyet vermeyecekti. ve daha kötüsü bu dolanmayan eller, onun eline hiçbir zaman isabet edemeyecekti. ama yapacak bir şey yoktu. "arkadaşlık böyle bir şey!" demekten başka elimden hiçbir şey gelmezdi.
hayatta kalmayı başaran son biraları da katledip, fevzilerin sokağına doğru yürümeye koyulduk. içim içimi yiyordu, bir yanda özlem'le aramızdaki bir şeylerin gelişmesi ihtimali, bir yanda rıdvan'a ispatlanacak "arkadaşlık" örneği, beynimi kemiriyordu. laf taşıyan bir hasan yüzünden kardeşine içten içe eriyip bittiğim bir çocuğu dövecektik. "ananskim.." diye mırıldandım içimden. "he?" diye bana döndü rıdvan. "yoo bişey demedim" deyip yüzümü çevirdim. fevzilerin sokağına girmiştik. apartmanın önündeki kaldırımda 4 kişi dikilmiş "takılmak" denilen eylemi gerçekleştiriyorlardı. 3'e 4 uğursuz bir rakamdı. ama aralarındaki bir çocuk pısırığın tekiydi, muhtemelen bizleri ayırmaya yeltenecekti. aramızdan biri ona tokadı bastığı gibi çekip gidecekti. aslında biz öyle sanıyorduk...
bunların karşısına geçip kendinden çok emin birer "selamun aleyküm" çıkardık, onlar da aynı eminlikte "aleyküm selam"ladılar bizi. birazdan selamun aleyküm'le aleyküm selam birbirine kafa atacaktı. herkes birbirini gözüne kestiriyordu. ben kesinlikle fevzi'ye dalmayacaktım. fevzi rıdvan'ındı. pısırık zaten etkisiz elemandı. az sonra yandaki arsaya "bi gel bişey konuşacaz" denilerek geçilecek ve arbede çıkacak. çıkan arbede ise birilerinin gelip ayırmasına kadar sürecekti. arbedenin başlaması için bir tane "sizin amınıza korum" gerekiyordu. ve gerekli olan rıdvan'da mevcuttu...
şu an yemekte olduğumuz dayağın 4. dakikasındayım. cenin pozisyonunda yere yığılmış gövdemin çeşitli yerlerine tekmeler inmekte, ve her tekmeyi "ouv, uvv" gibi sesler çıkararak, vurana takdirlerimi sunmaktayım. gözlerim arada sokağı gözlüyor; ı ıh bizi ayıracak kimsecikler yok. bu dayakta beklenmedik 2 gelişme var: birincisi; fevzi'nin üst mahallede oturan yaşıt akrabalarının, rıdvan'ın "sizin amınıza korum"undan 1 dakika sonrasında oraya intikal etmeleri. ikincisi ve en onur kırıcısı ise; "pısırık kaçar gider" dediğim çocuğun en çok beni tekmeliyor olması. yerde rıdvan'la göz göze geliyoruz, kollarının arasından gördüğüm kadarıyla canı çok yanıyor. serhan'ı ise hiç göremiyorum. muhtemelen benim tam aksi yönümde yere yığılmış durumda, oraya dönersem koruduğum bölgelerden bir yerime darbe alabilirim. böyle iyi, rahatımı bozmayım...
arsanın dibine kamyonetini park eden adamın bizi ayırması sayesinde dayak 7-8 dakika sürdü. ayaklarımın üzerine basıyor olmaktan anlık bir mutluluk duyuyorum. rıdvan ise hala fevzinin annesine ağır ithamlarda bulunmakta. aralarında anlam veremediğim bir öfke var. zaten yediğimiz dayağın dozajı, standart bir sokak kavgasının biraz üzerinde seyretti. işkillenmiyor değilim.
10 gün sonra...
üsküdar'dan aldığımız cd'leri kurmak için hevesle serhan'ın evine doğru yürümekteyiz. birden "fffiiiiyuuupp" diye bir ıslık sesi duyup, sağa sola bakınıyoruz. yanından geçtiğimiz parkın uzak köşesinden bir kol sallanıyor, dikkat kesiliyoruz. kolun sahibinin rıdvan olduğunu fark ediyorum. ve yanında saçları yüzüne dökülmüş bir kız görüyorum. tanıdık geliyor. derken kız yüzünü kaldırıyor...
şu an dikkatle incelediğiniz, üzerine kır düşmüş ve yer yer kızıllıklar olan sakal, 6 aylık. gözlerinizi kaçırdığınız, rengi her şeye dönüşmeye müsait gözler ise 45 yaşında. evet, kirpiklerim uzundur.
etrafın berbatlığından umarım rahatsız olmamışsınızdır. bu berbatlığı kendi rahatlığım için yarattım. kendimi bildim bileli dağınıklıktan huzur buldum. tertip ve kabul görünün kaidelerinden nefret ettim. ve kirden her daim mutluluk duydum. aynı zamanda çöpten. insanlar çöplerini neden atarlar hiç düşündünüz mü? çünkü çöp; insana her şeyi yiyip tüketmekten başka bir işe yaramayan domuz olduğunu hatırlatır. işte insanlar bu gerçeklerinden kaçmak için, çöplerini kendilerinden olanca uzağa gönderirler. ahh, siktir edin onları. onlar bile kendi gerçeklerinden kaçmayı yaşam olarak addettikten sonra, onların gerçekleriyle vakit harcamak budalalık.
4 yıldır bu güneş görmeyen, bodrum katı dairedeyim. hususi seçimim bu. duvarları rutubetten üzerine kahve dökülmüş dev defter sayfası gibi görünen bu evi ilk gördüğümde aşık oldum. ve hiç pazarlık yapmadan satın aldım bu daireyi. zaten pazarlık denen şeyi yapmama bir gerekçe de yok. kendime bir mezar arıyordum. ve bu muhteşem mezarı kaçıracak kadar aptal bir ölü değilim. bundan önce ise, 11 yıl kadar 2 sokak yukarda oturdum. orası da yine güzel sayılacak bir mezardı. fakat o mezara her ay fidye ödemek canımı sıkıyordu. ve fidyeyi kazanabilmek için gerizekalı ergenlerin bastırılmış kimliklerini okşayan yazılar yazmaktan nefret ediyordum. imdadıma beni dünyaya getiren kadının cesedi yetişti.
evet bir ailem vardı. 15 yıl öncesinden bahsediyorum. çektim gittim işte, ne bileyim; geç bile kalmıştım. yo hayır kavga gürültü falan değil sebebi. zar atmam gerekiyordu. ve onca yıl elimde sıktığım zarlar artık avucumu kanatmaya başlayınca çekip gitme vaktinin geldiğini hissettim. evet, bu evi annemin cesedinden geriye kalan parayla aldım. ve 4 yıldır da o parayla hiçbir şey yapmadan mezarımda yaşamaktayım. annemin babası variyetli bir göttü. neredeyse ölümsüz olduğunu düşünmeye başlamıştım ki kalbi durdu ibnenin.
suyunu çekmez mi, tabii ki çekti. yakındır tamamen sıfıra inmem. ama ne önemi var, daha fazla yaşlanmaya göz yumacağımı mı sanıyordunuz?
benim deli olduğumu düşünüyorsunuz değil mi? haha, neredeyse birbirinizin aynısı hayatı yaşayan sizlerde mi aramalıyım akla dair emareleri?
arkadaş? evet oldu birkaç tane. ama gerçek manasıyla bir arkadaştan bahsediyoruz değil mi? evet, oldu birkaç tane. hayır canım, ne alakası var; 30 yıla yakın bir maskenin altında yaşamış adamdan bahsediyoruz. tabii ki etrafımda sayısız insan oldu. ama ben fikrin ana arterlerde örtüştüğü adamlardan bahsediyorum. sonuncusuna yıllar öncesinde rastladım. onun için bu fikriyatın, bir heves, bir farklılık kaygısı olduğuna emin olduğum andan itibaren onu görmedim. muhtemelen şu anda git gide pörsümekte olan güzel bir amın içine, yasal boşalmalarını gerçekleştiriyordur.
ben mi? kadınları severim. ama en çok da çirkin kadınları severim. çünkü güzel kadınlar, bir erkeğe tanrılığını hissettiremez. güzel kadınların kuralları vardır. onlar yatakta dahi yüceltilmeyi isterler. kuralları vardır, ve de ahlakları. oysa seks başlı başına ilkel bir şeydir. yani ahlaktan çok çok eskidir. freud'un dediği gibi; cinsellik ahlaka kurban edilmiştir. güzel kadın, ancak topluma bir varoluş ispatında kullanılabilir. "bakın ben bu güzel ve bir o kadar da aptal şıllıkla yatıyorum" demekten başka bir şey değildir güzel kadınla birlikte olmak. çirkin öyle değildir oysa. çirkinin pek bir alternatifi yoktur. ve segmentinin çok üstünde bir erkek yakaladığı vakit, yıkmayacağı tabu yoktur yatakta.
şaşırmış taklidi yapmayın. en azından gerçekten kaçmak için doğru yer değil bu mezar. her şey şu duvarda beliren lanet mantar kadar gerçek!
bu zorlu sınavda önümüzdeki 60 yıl daha sınıfta kalacakmışız gibime geliyor. hababam sınıfıyız mübarek. hep şen şakrak, hep bi gerçeklere sırt dönme hali falan filan.
bu konuda "yea hiç önemli değil" deyip geçmek samimi değildir. aksine önemlidir! ama nasıl bir önemi olduğuna değineceğim. "çok önemlidir, bakire olmayan kaltaktır, buna önem vermeyen gavattır" diyense baştan ayağa aptal zaten. o tür insanların üremeye imkan bulamadan, kafalarına uçak düşerek ölmeleri en büyük temennim.
neden önemlidir: öncelikle bekaret denen şeyin kronolojisine baktığımızda; biyolojik bir yapının, tarih boyunca toplumsal yapılanmaya ne denli etki ettiğini göreceğiz. bekaret, tüm semavi dinlerin konusu olmayı başarmış, ve korunmasının öneminin altı çizilmiştir. toplumsal düzeni sağlama misyonu olan bu ilkel anayasalar, kadınları ta o günlerden bu yana "sahip olunan", erkekleri ise "sahip olan" olarak belirlenmesini sağladığı gibi, yüzlerce yıldır garantörlüğünü de yapmışlardır.
dinlerin, açığa çıktığı toplumların mevcut değer yargılarından, günümüzdeki değer yargılarının ise dinlerden beslendiği bir gerçek. hala günümüzde kadının bakire/bakire olmayan olarak tartışma konusu olabilmesi de din temelli ahlak yasalarının sayesinde. aslında konuyu dine indirgemek gibi bir niyetim yok ama bu tür tartışmalarda pek üzerinde durulmayan gizli kahraman din'e inceden değinmeyi de önemli görüyorum. çünkü günümüzde din denen bir şey olmasaydı, ahlak yasaları daha modernize olacak, o toplumda yetişen kişi, canlının en doğal güdüsünden var olan cinselliğe insanlar arası samimiyeti sarsacak kadar bir öneme taşımayacaktı.
samimiyeti sarsmaktan bahsettim evet. çünkü günümüzde her ne kadar bekarete önem vermiyorum diyen kadın veya erkek varsa da (bekarete önem veriyorumcuları artık konudan siktir ettim farkındaysanız, zaten onlar için bu kadar cümle fazla bile) kendileriyle bir çelişki yaşamaktalar. daha anlaşılır örnekler verelim:
bir kadın "bekaretimi buna değdiğini düşündüğüm bir adama verdim" cümlesini kurabiliyorsa, o insan bekarete bir değer yüklediğini açıkça ifade etmiş oluyor. çünkü bekaretini özel hissediyor ve bunun alelade olması kendisini rahatsız ediyor. aynı şekilde, daha öncesinde bir başkasıyla cinsel birliktelik yaşamış bir kadının sonrasında aşık olduğu adama "keşke ilk seninle olsaydı" türünde şeyler söylemesi de aynı kapıya çıkar. tabii ki bu insanları yererken de ataerkil hegemonyanın ahlak sisteminde sıkıştırılmış bir kadın olduğunu unutmamamız lazım. bu durum ona biraz da olsa daha makul eleştiri getirmemizi zorunlu kılıyor. ama bariz çelişkideler ve sayıları epeyce fazla.
toparlamamız gerekirse, cinselliğin ve bekaretin, canlının doğasında default olarak yer aldığını, diğer fizyolojik ihtiyaçlar kadar giderilmesinin doğal olduğu noktasına ulaşana kadar, insanlık bunu tartışma konusu yapacaktır. çok imtihanlarda çok babayiğitler telef olacak, çok cahil gerzeğin ağzından "gavat, cibiliyetsiz" ve hatta plase olarak "meriç" nidaları yükselecektir.
çok eşcinsel tanıdım ama homofobik toplum kadar ibne değildiler.
bu ironik girizgahla tüm öfkeyi kustuktan sonra olaya geçeyim. eşcinsellik tüm dünyada bir "öteki" olmaktan ileri gidemiyor. bunun da ötekilikten çıkmasını beklemek mevcut şartlarda ütopik. eşcinselliğin kanunen suç olduğu ülkeler var! nasıl beklenebilir? hastalık olduğundan tut, sapkınlık olduğuna, zührevi hastalık kaynağı olmasından tut, toplum ahlakını bozduğuna dair vurdukça vurdular. ulan, insanlığın yok olmasına sebebiyet verebileceğini düşünene bile şahitlik ettim. çüş!
kimin kimle ne yaptığı, hazlarının hangi noktada yoğunlaştığı umrumda olmadı şu zamana kadar. fakat ne zaman eşcinsellik konu olsa, yerli yersiz saldıranları görünce deliriyorum. çılgına dönmüş vaziyetteyim misal şu an. daireler çizerek dolanıyorum ortalıkta, haha. neymiş "eşcinsellik bir sapkınlık"mış. ulan gerizekalı ve bir o kadar da cahil leş insan; eşcinsellik insanlığın var olduğu günden bu yana hayatta. ayrıca eşcinsellik sadece senin gibi hıyar türünde değil bir çok canlı türünde gözlenmiş. 3-5 tane canlı türünden bahsetmiyorum, 1000'in üzerinde bir rakamdan bahsediyorum.
eşcinsellik doğaldır. çünkü doğada var, bu kadar basit. normal değil, anomali bir durumdur sadece. ve ayrıca eşcinselliğin de kendi içersinde çeşitlendiği biliniyor. misal; sürekli eşcinsel ilişkiyi tercih etmeyip, araya hetero karıştıranlar var. he onlara biseksüel mi deniyor, tamam. ama bakın aklıma ne geldi; fuhuş yapan bir travestiyle cinsel ilişkiye giren ülkemiz delikanlıları ne kadar heteroseksüeldir? (fuhuş yapan travesti ifadesi bazılarınızın kafasını kurcalayabilir. açıklama getireyim; travesti, fuhuş yapan insanların bir alt kümesi değildir. travestizm başka bir hadisedir. "fuhuş yapan transseksüel" demememin ise apayrı bir sebebi var; ekonomik zorluklar neticesinde hiç mi hiç transseksüel bir eğilimi olmamasına rağmen fuhuş yapan insanlar var. garibinize gitti değil mi? hıhı, anlıyorum)
en eski çağlardan bu yana var olan eşcinsellik her toplumda gözlemlenmiştir. misal türkler! eşcinselliğin epey yoğun olduğu bir millettir türkler. hatta kültürüne ve de edebiyatına gayet etki etmiştir. bakın şöyle bir alıntı yapayım size:
" yaz olunca avratlara, kışın oğlanlara meylet ki, vücutça sağlam olasın. zira oğlan teni sıcaktir, yazın iki sıcak bir araya gelirse vücudu bozar. avrat teni ise soğuktur, kışın iki soğuk, vücudu kurutur "
bu okumuş olduğunuz satır 1082 yılında yazılmış. yani 930 yıl öncesi! nasıl, köklerimizdeki savaşçılıktan dem vurmaktan sıkılanlar için alternatif geliştiriyorum sizlere.
osmanlı'daki eşcinsel yapıya değinelim biraz da. osmanlı'da eşcinsellik neredeyse bir normdu. hemen hemen her padişahın erkek cariyeleri vardı. hatta kimi padişahların bizzat methiyeler düzdüğü eşcinsel insanlar vardı.
"...ey avni! talihin iyi gitti ve o sevgili (veyis) misafirin oldu. fırsatı kaçırma; zira veyis bin cana bedeldir"
kim bu bir erkeğe methiyeler düzen padişah dersiniz? söyleyim; fatih sultan mehmet. sadece onunla sınırlı kalmıyor; diğer padişahlar sancaklardaki şehzedelere saraydan kadın ve erkek cariyeler gönderdiği biliniyor. yahu minyatürlerde dahi yer almıştır bu hadise.
olayı politik kutuplara çekmek istemiyorum. ama eşcinselliği bilip bilmeden cahilce kalıplara sokanlara -eminim ki bunlar tarihlerindeki monarşiye de körü körüne aşıktırlar- aşık oldukları tarihlerini iyi incelemelerini öneririm. zira savaş, işgal ve egemenlik haricinde şeyler de var gördüğünüz gibi. hatta üzerine düşünüp "ulan yoksa ben mi yanlış yapıyorum" diye sordurabilir cinsten şeyler var.
aslına bakılırsa hakkında o kadar methiye düzülecek bir yönetim biçimi değil. hele ki muhteviyatında "yönetilmek" diye bir şey varsa, sırf bu yüzden bile "boktan" yakıştırması yapılabilir; yapan yapsın. berbat bir yönetim düzeneğinin herkesin kıçında aynı güzellikte duracağına inanmıyorum. kaldı ki bunun en net örneği; türkiye! evet, demokrasi üzerimizde çok rüküş duruyor.
bir kere en basit örneği %10 seçim barajı olan bir demokrasiden bahsediyorsak, bu yönetim biçiminin ne kadar yanlış ve farklı amaçlara hizmet ettiğini anlayabiliriz. yaklaşık 75 milyon insanın bulunduğu bu ülkede %10 demek 7,5 milyon insan demektir. tamam 75 milyonun hepsi seçmen olmayabilir ama orantısal büyüklük sabit. neyse, şimdi baktım 53 milyon seçmen varmış türkiye'de. %9,9'u 5,2 milyon civarı bir rakama tekabül ediyor. bu rakamlar: slovenya, irlanda, moldova, norveç, slovakya, danimarka, litvanya, arnavutluk, bosna hersek, hırvatistan, estonya, finlandiya ve letonya gibi ülkelerin nüfusunun ya dengi, ya da biraz fazlası. bu örneği rakamın büyüklüğünü vurgulamak için verdim. hal böyle olunca, 5 milyonun hiçe sayılıp parlamentoda temsil edilmediği bir toplumda adilce yönetimden kimse bahsedemez.
ayrıca hatırlar mısınız bilmem; bir manken "benim oyum dağdaki çobanla bir olamaz" gibi bir şey söylemişti, sonra yerden yere vurdular o mankeni. çünkü çoban kardeşimizin onuruysa mevzubahis, duyarlılık gösterip o mankene tekme tokat girişmeyi gerektirir romantizm. ama son yumruğu atmadan evvel bir daha düşünmek gerek; acaba bu ifadede mankenin bile farkında olmadığı bazı somutluklar var mı?
bakın oscar wilde ne diyor: "iyi bir demokraside herkes aristokrat olmalıdır"
türkçesi: demokrasinin sağlığı, seçmenlerinin idrak ve yorum kabiliyetiyle doğru orantılıdır.
bakınız; şimdi mankeni tokatlayanlarınızdan birisi çıkıp da "torba kömür"den dem vurursa yanlışa düşer. çünkü ülkemizdeki siyasi gelenek, böyle bir demokrasiyi yaşanır kılıyor. doğruya doğru. cahil bırakılmış bir halk varsa, bu cahiliyetten kâr eden otorite, kesinlikle bu cahiliyeti yok etmeye yönelik hareket etmez. aksine daha kendine bağımlı hale getirmeyi hedefler. bazı kesimlerin teokrasi korkusu da bundan dolayıdır.
türkiye lokasyonundan çıkıp genel bir yorum getirecek olursak; insanları bir seçim yaptığına inandırmak da apayrı bir dikta durumudur! seçim öncesi türlü propagandalarla, bölge siyasetiyle ilgilenen ülkelerin gizli servislerinin de yardımıyla yapılan seçim kampayalarıyla uyuşturulmuş halkın seçimi, ne kadar kendi seçimi olduğu tartışılır. bu noktada maalesef ya "sarhoşun mektubu okunmaz" deyişini yalanlayacağız ya da arka çıkacağız. bakın sizi de bir seçime ittim.
olayın farklı bir illüzyonu var ki; o da seçim yapmak. "seçim yapmak" insanın zaafiyeti olduğu noktalardan biridir. birbirinin aynısı iki bok kütlesini öne sürüp bir seçimde bulunulması istendiğinde, seçimi yapacak insan, iki bokun farkını ayırt edemese de birini seçecektir. işte böyle tuhaf bir hadise.
şimdi "kutsal nerede başlar?" sorusuna güzel bir cevap bulabildiğimiz takdirde; ikinci soru olan "hakaret nerede başlar?"la bu konu açığa kavuşur gibime geliyor.
hadi hakarete bir eşik uydururuz; deriz ki aptal'dan sonrası hakaret, "amcık"tan sonrası kaleye geçer. ama kutsalı denkleştirmek çok güç. misal az evvel yeni bir kutsal edindim kendime; perde! evet baktım ki perde'de hayata dair bazı erdemler ve öğretiler var, dedim ben buna iyisi mi tapınayım. nedir bu erdemler: beni dışarıya karşı saklıyor, güvenliğime ve mahremime olumlu yönde katkıları var. ne bileyim, güzel yani. ben etkilendim. gerisi sikimde değil açıkçası. şimdi artık perde benim kutsalımsa, hiçbirinizin perde'ye karşın tek cümle etmemeniz gerek. hiçbir alay unsuru haline getirmemeniz gerek. çünkü kutsal böyle bir şey.
hee "şimdi o senin kutsalın" demeyeceksiniz. çünkü diyemezsiniz. çünkü kutsal denilen şey, inananlarının sayısına göre +- değer kazanmaz. her inanç +1'le başlar. bu demek değildir ki sonradan milyonları peşine sürüklemeyecek. ne yani; islamiyet ilk meydana çıktığında inanan sayısı çift haneli rakamlardayken, daha mı az kutsaldı?
hal böyle olunca; kutsalın bir eşiği olmadığına varıyoruz. he tabii ki inançları eleştirirken "muhammed'in saçını sağa yatırması veya götünde çıban çıkması" tadında değil de, inançlardaki mantıksızlık ve çelişki kapsamında hafiften sarkazma bandırılıp servis edilebilmesi daha vaciptir. perde tarikatı böyle uygun görüyor.
90'ların başında futbol altyapısında işler şu şekildi; rakibi döveceksin.
sanıyorum duymuşsunuzdur "türk futbolu çok sert" diye. bu gerçekten böyledir. çünkü altyapıda verilen eğitim tamamen sertlik üzerinedir. ister forvet ol, ister kanat veya ortasaha, farketmez. rakibin futbol oynamaması için elinden geleni yapacaksın futbolcu olabilmen için. omuz atacaksın, sert dalacaksın. bunları yapmazsan antrenör seni takıma almaz. hatta takımdan uzaklaştırır. antrenörün daha o yaşlarda bile seni, kendi "galibiyet hırsı" için kullanır. türk futbolu veya senin kişisel gelişimin önemli değildir o hoca için. daha altyapıdayken durum böyle olunca, bu zihniyette futbola devam eden sporcular profesyonelliklerinde de bu yapıda devam ediyor. bunun sonucu nerde paldır küldür top oynayan futbolcu var hepsi sahada. futbolun estetik yönünü gösteren futbolcunun az olması da bu yüzdendir.
şunu çok samimi söylüyorum; alex futbola türkiye'de başlasaydı, antrenörün ona söyleyeceği şey şuydu: futbol erkek oyunudur, karı gibi oynayacaksan hiç oynama.
işte bir alex bu yüzden türkiye'den çıkmaz. çıkanı da abdurrahman çelebi muamelesi görür, şımarır, kendine özen göstermez. bunun en net örneği sergen yalçın'dır.
bu yüzden türk futbolunda değişmesi gereken en önemli şey, sikko antrenörleri altyapılardan uzaklaştırmak. futbola imkan tanımak. futbolun en azından o yaşlarda sadece futbol kalmasını sağlamak gerek.
aslında konuyu "politik tartışmalarda baban kimdi bilemezdin eşiği" gibi bir başlıkta irdeleyecektim ama, hem başlık ve anlatılan korelasyonuna kafa yorarak ekstra enerji tüketmek istemedim, hem de "...eşiği" gibi başlıklara bir yenisini ekleyerek yenilikçi tavrıma leke sürülsün istemedim. zaten olayın da bir eşiği yok; bi bakıyorsun tartışmanın ikinci cümlesinde, bir bakıyorsun sonunda karşımıza çıkıyor bu ifade. buna aşağıda değineceğim, gelin.
bu ifadeyi bir kampa dayatarak, ifade üzerinden kampı dövecek değilim. (demek istediğim; ulusalcı zırvası, kemalist hödösü, mısır unu vs.) direkt kullanıcıyla bir işim var görülecek, o işi görüp gideceğim. gelir misin buraya sevgili babankimdibilemezdinci arkadaş, bir şey konuşacağız!
şimdi sen elinde bir joker gibi tuttuğun, konuya bir açıklık getirmek yerine tartışmayı kısırlaştırarak vatanseverlik yapıyorsun ya; işte ben sana çok güceniyorum. evet gücenmekten bahsediyorum çünkü ben naif bir insanım. yumoş ahenginde bir adamım ben. ayrıca hem kötüyüm, karanlığım, biraz da çirkinim. bundan dolayı işi gücü bırakıp sana laf anlatmaya çalışıyorum. şimdi sana şunu soruyorum: bildin de ne oldu? he? cevap ver bildin de ne oldu kardeşim? sana ne gibi bir ayrıcalık kazandırdı? babanın kim olduğunu biliyorsun ama atatürk'le ilgili söyleyebildiğin tek şey bu. aslında buna söylemek de denmez. bu sadece bir refleks.
sana bakınca babasının kim olduğunu bilen bir angut mu olmak iyi, yoksa makul bir piç olmak mı diye düşünmeden edemiyorum. düşünmeden edemiyorsam, öyleyse varım. varsam, varlığım türk varlığına armağan olsun. haha, böyle de ansızın milliyetçi olabiliyorum.
bu insanlara, romantik solculardan, yeşil(!) dostu muhafazakarlara, vatansever ulusalcılardan, akılcılıktan uzak milliyetçilere kadar uzanan skalanın her noktasında rastlamak mümkün. bu insanlar için radyoaktif enerji demek fizyolojisi değişmiş bebek fotoğrafları demek. hiroşima demek. çernobil demek. volkan konak demek. fakat bu duygusallıktan sıyrılıp biraz rasyonel olduğumuz vakit gerçekleri daha net görebileceğiz.
nükleer enerji deyince çevresel duyarlılık yaygarası yapmak çok makul bir eylem değil kanaatimce. çünkü içersinde bulunduğumuz düzen (buna sistem de denilebilir fakat etraf epey fuck the system ergeniyle dolu olduğu için seçimimi düzenden yana kullandım), zaman, konjonktür (evet mutluyum bunu söylediğim için) bu çevreci yaygaraya kulak asmıyor. bakın nükleer enerji sadece çevresel hadiseler ve insan sağlığı açısından incelenmemeli. nükleer enerji bir ülkenin tüm noktalarına etki edebilecek bir hadise. evvela dış siyaset. bakın hala elektirik ithalatıyla cebelleşiyoruz. halen komşu ülkelere bir gebeliğimiz söz konusu. uluslararası siyasi arenada sesimizi yeterince çıkaramıyoruz, çünkü kendi kaynaklarıyla yetinemeyen bir ülkeyiz. sonrasında bu elektirik ithalatı hadisesinin ekonomimize direkt etki edeceğini de bilmemiz gerek. çünkü elektiriği pahalıya alıyoruz, üretim maliyetlerini kafadan yükseltiyoruz. ayrıca sağlıklı uzun vadeli planlamalar yapamıyor oluşumuz da cabası. daha geçen bulgaristan elektirik ihracatını kestiğini açıkladı. buyur burdan yak. yani her şey ticarette olduğun karşı tarafın iki cümlesine bakıyor. e napacak türkiye buradan kaynaklanan enerji kaybını? nasıl subvanse edeceğinin derdine düşmek çok mu akılcı?
şu an dünya arenasında 32 ülkede nükleer santral var. +3 ülkede yapım aşamasında. daha yakınlara göz gezdirelim. bugün bulgaristan'ın 2 tane nükleer santrali var, 2 tane de inşa aşamasında. ermenistan'da dahi 1 tane aktif nükleer santral var yahu. (ermenistan vurgusunu türk-ermeni ilişkisinden dolayı değil, 3 milyonluk nüfusa sahip bir ülke olduğundan dolayı yaptım) amerika'da 80'in üzerinde reaktör var! bu rakam almanya ve fransa'da 20 civarında seyrediyor.
olayın çevre tahribatı noktasına değinecek olursak; evet nükleer atık gayet tehlike riski taşıyor. fakat artık günümüz teknolojisiyle bunların önüne geçmek ve riski minimize etmek mümkün. ayrıca termik santrallerden çıkan gazlar çevreye az mı zarar veriyor sanıyorsunuz?
bundan dolayı 1 tane yetmez 10 tane yapılsın. nükleere doymayalım lan, valla!
hedef kitlesinden memnun olmayan kız olabilir. aynı teoman gibi. teoman da her ne kadar hitap ettiği kitleye yönelik müzik yapsa da kız meslek liselilerin, teenagerların ve de laik müslümanların yoğunlukta olduğu bir kitleye sahip oldu. ahah neyse, konumuz olan bu kız ise, elbette mini eteği kendine yakıştırıyordu. güzel bacaklara sahipti. insanların ilgisinden ve de ortamdaki merkez nokta olmanın keyfini sürmek istiyordu. çünkü başka da bir sikimi yoktu açıkçası.
bakın bu ifademden hizbullah üyesi olduğum düşünülsün istemiyorum. daha geçen yaz bırakma kararı aldım örgütü. dedim abi ılımlı müslüman olacağım, modern islamı yaşayacağım. onlar da sağolsun anlayışlı karşıladılar. eyvallah dediler.
bir insan istediği ebatlarda etek giyebilir.(bakın kadın demiyorum insan diyorum. düşünün bendeki modernliği) bu istediği ebatlarda etek giymesini, istediği amaçlar doğrultusunda kullanabilir. buna ne ben ne de bir başkası ne de rasim ozan kütahyalı karışamaz. rasim ozan karışamıyorsa zaten konu kilit, boşuna burada zaman harcıyoruz ya, neyse...
bu çok bok bir konu. yani "özgürlükler" denen nane o kadar birbiriyle kesişen hadise ki; at özgürlüğü it özgürlüğüne karışmış durumda. bu siktiriboktan denklemi çözmenin en kolay yolu x ve y'ye değer vermek. (x'e değer verdim götü kalktıcılar, hepinize selam heyooo) bu mini etekli kızımız elini milli marş okuyan futbolcu edasıyla vicdanına koyup söylesin; korkmaaa... sdfsd değil. söylesin; bakışlarından rahatsız olduğu y erkeği'ni bize tasvir etsin. lan dur öyle olmasın. şöyle diyelim yahut; 10 birim tahribatında bakan öküz bakışına sahip iki eleman düşünelim. eleman a'yı yüzdeki organların birbirine girmiş olduğu bağrı açık bir mahalle abisi oynasın, eleman b'yi ise kıvanç tatlıtuğ oynasın. (hadi kıvanç'la da şans eseri aynı ortamda bulunmuş olsun)
şimdi sana soruyoruz mini etekli kız, bana bak banaaa, ben erol büyükburç-ahmet çakar kupajı bir canlıyım: aynı birim şiddette olan bakışlardan hangisinde daha çok rahatsız oldun? cevabını en az 10 milyon inananı olan bir dinin kutsal kitabına el basarak söyleyeceksin. bu 1 kilo pamuk mu 1 kilo demir mi sorusunun gayet benzeri bir soru. ama seni burada "ikisi de aynııeee ehe" zekiliğinde görmekten çok, "tabii ki kıvanç ehe" samimiliğinde görmek istiyoruz. çünkü hadisenin kopma noktası burada.
şimdi tamam kadına şiddet kötü bir şey. bu hadise günümüzün tartışılmaz gerçeği olduğu gibi, es geçilen bir konu var.
bakınız, yakın tarihi göz önüne aldığımızda, kadının şiddet görmesinden dolayı haklı bir taraflılığımız söz konusu. fakat gözden kaçan ve de çifte standartı doğuran bir şey de erkeğe şiddet uygulamak.
en az 24290873593 tane filmde erkeğe tokat atan kadın sahnesine yer verilmiştir. ve kadına şiddete hayır diye çemkiren 12349786239846 tane kadının en az yarısı da bir erkeğe tokat atmış, %95'i de erkeğe atılan tokatın meşruluğuna inanmaktadır.
yalan mı?
erkek aldattı. ve siz (kadınlar) buna şahitlik ettiniz, yahut bu bilgiye haiz oldunuz. bundan dolayı sevgilinizeeşinize tokat attınız. kim yadırgar bu eylemi? söyleyim; neredeyse kime. çünkü inceden inceye bilincimize yerleştirilmiştir kadının uyguladığı şiddet. bir şekilde meşruluk kazanmıştır.
"ama o alt tarafı bir tokat" diye düşünenler; fiziksel saldırının nereden sonra şiddete girdiği konusunda bana örneklerini sunsunlar. ("örn.; 1 tokat: meşru, 2 tokat 1 döner tekme: şiddet, 2 tokat 1 diz darbesi 1 pilav üstü döner: sünnet düğünü" gibi)
yahu eyvallah, hadi medyanın ağır bir şekilde susturulduğu\taraf olduğu bir dönemde, çok iyi bir tirajı olmasa da muhalefet yapmaya çalışmasından puan verelim vermesine de, bazen atatürkçülüğü öyle karikatürize ediyor ki evlere şenlik. atatürk yaşasaymış şöyle dermiş tayyip'e, tayyip de "haklısınız paşam düzelteceğiz öbür dönem" şeklinde bir şeyler söyler, kafasını yere eğip "ulan nasıl bir adam olup çıktım ben" diye hayıflanarak kendine çeki düzen verirmiş. komik be abi!
ya hadi, buna ihtiyaç duyanı ve bununla besleneni doyurursun da, birkaç nöron fazlası olanı direkt hadiseden soğutmuş oluyorsun, farkında değilsin. e böyle olunca, ben senin bunu düşünemeyecek kadar aptal olduğunu düşünerekten senle ilişiğimi kafadan kestim. hatta yollarımız kesişse yolumu değiştirme ihtimalim bile epey yüksek.
diyelim ki düşünüyorsun ve kasıtlı yapıyorsun. e öyleyse sen de ekmeğinin peşine düşmüş, ve ekmeğini aptal atatürkçülerden kazanmaya meyletmişsin diyorum, yine seninle işim olmaz. (atatürkçüler aptaldır demedim, atatürkçü kümesinin alt kümesini oluşturan aptal atatürkçülerin altını çizdim)
madonna allah belanı versin, çok ayıp ediyorsun lan.
gördünüz değil mi kandaşlarım, yine türklük gururumuz yerle bir oldu. yine bir amerikan oyunu sayesinde allak bullak olduk. bu madonna denen cisim benim yalnız ve güzel ülkemin jeopolitik öneminden bihaber!
ne demek lan göl, ne demek!!!
30 yıl okul okuduk biz. 30 yıl boyunca kafamıza vura vura kazıdılar "türkiye'nin jeopolitik önemi"ni. ama gel gör ki bu önem sadece bize önemmiş amına koyim. sadece bize jeopolitikmiş. ahaha çılgına döndüm yahu. derhal amerika'ya nota vermeliyiz. incirlik'in kapısını dışardan kapatıp, anahtarı da adana valisine bırakıversinler bi zahmet.
sabah 6-9 saatleri arası binlerce insanın uğrak yeri olan altunizade metrobüs durağındayım. durakta her zamanki gibi bir yığılma var. gelen metrobüslerin alayı sadece 1-2 kişi daha alabilecek kapasitede. kaldı ki o 1-2 kişi de metrobüslerdekilerin götüne yapışıp, kısa süreli bir asalak yaşamı tercih edip biniyorlar. binemiyorum bu dolu gelenlere. boşu bekliyorum.
hemen hemen herkesin kulağında bir kulaklık. hepsinde bir ciddiyet. hepsinin amına koyim sdfsdfds. şaka! koymayim.
boş bir metrobüs geldi. herkeste bir bayram heyecanı. metrobüs ufukta görülür görülmez, itiş kakış başladı zaten olay mahalinde. topsuz alanda acayip bir mücadele var. derken araç geldi, tam önümde durdu. oh.. kafam rahat. önümde bir kişi var, hemen akabinde dalacağım metrobüse ve oturarak gideceğim. fakat! o da nesi? önümdeki orospu çocuğu kapısı açılan metrobüse doğru hamle yapmıyor!! annesi sikişmiş olabilir mi bunun diye düşünüyorum o an? yüzüne açı alıp bakıyorum: yoo.. tam belli olmuyor annesinin seks hayatı.
arkadan itekliyorum götoğlanını. kapıya yığılma oldu. pole pozisyonumuzu kaybettik bu ağır gavat yüzünden. ı ıh! ne kadar itsem de fizik kurallarına aykırı davranıyor cahil orospu çocuğu. annesi yer çekimsiz ortamda fırlatmış götoğlanını.
-bu tür cahil götlerin hızlandırılmış bir istanbul yaşamı kursu görmesi gerekiyor. aksi takdirde tüm sinopluluğuyla tüm hayatı durdurabiliyorlar gördüğünüz gibi-
derhal verdim pencereden titreşimi, su balonu atan çocuğu. ahah pokiyene bak, daha dün sindirimi kolaylaşsın diye ağzına çay kaşığıyla anason çayı verilen velet, bugün türklükten ve de onun gereği olan göstermekten dem vuruyor.
dedim ne o ileti öyle? dedi; yaa arkadaşlarla şakalaşıyoruz. dedim; ne şakası o, söyle ben de güleyim. dedi; yaa işte öyle, kaldıracaktım şimdi zaten. ve kaldırdı. allahın yılışığı.
neyse. lan oğlum hadi bizim kuşak kara muratlarla, battalgazilerle telef oldu. verdiler körü körüne milliyetçiliği, verdiler ırkçılığı, verdiler yalanı dolanı. dedik; lan sanırım bu dünya türkler için yaratılmış, diğer halkların da alayı istilacı. demedik mi oğlum? dedik. bizanslı dediğin nedir; alayı şerefsiz evladı, gaddar ve hain. siz hiç iyi huylu bir bizanslı gördünüz mü? nerede göze mil çeken puşt var alayı bizansta. nerede kadının kızın ırzına geçen var hepsi onlarda. arada tek tük prensesleri iyi oluyordu ya hani, o prensesler de bizim kara murat'a aşık olunca kimyası değişiyordu. birden türk gibi onurlu ve şerefli oluyordu. hemen satıveriyordu gaddar kral babasını, şıllık kraliçe anasını. ahaha skandal yaa.
dediğim gibi, bizim nesil bunlarla telef oldu. 90 jenerasyonunun zaten yatacak yeri yok. bu emolar falan hep bu sakillerden çıktı ahah. e size noluyor lan 2000'liler? teknoloji elinizin altınızda. bilgi dediğiniz şeye saniyesinde ulaşabilme gibi bir avantaja en erken yaşlarda sahip oldunuz. bu denyoluk niye?