"ilim maldan hayırlıdır, ilim seni koruduğu halde sen malı korursun. ilim hakim, mal mahkumdur. mal sahiplerinin hepsi öldü gitti; ama ilim sahiplerinin eserleri elden ele dolaşıyor, her kap içine bir şey kondukça daralır, bilgi kabı dolduruldukça genişler. ahmak kişinin kalbi ağzındadır, bilgin kişinin lisanı kalbindedir. insanın sözü aklının ölçüsüdür."
kapıyı açacak birinin olmaması, her seferinde çantanın derinliklerinde anahtarı aramaktır. bazen insanların sırf bu yüzden evlendiğini bile düşünüyorum. o kadar zor yani.
birde tek başına nevresim geçirmek var ki aman diyim...
yıl 1994. altı yaşında falanım. bir akrabamıza gittik akşam oturmasına. vitrinde küçük küçük, şirin mi şirin şişelerde envai çeşit içki var. bizimkiler hacı tayfasından. içki ters yani bizim aileye. bununda gayet farkındayım. ama gel gelelim meraklı da bir tipim. zaten ne geliyorsa başıma hep meraktan geliyor. neyse, ben vitrinin önünde dolaşıp duruyorum. uygun bir zaman kolluyorum. kafaya koydum birinin tadına bakıcam. vitrinde de ne ararsan var bu arada. bar gibi aynı. votka, viski, bira, rakı, şarap, likör... varda var yani. bizimkiler yemek için diğer odaya geçtiler. bende dedim fırsat bu fırsat. elime geçen ilk şişeyi diktim direk kafaya. kara bahtım kör talihim mi desem, cahilliğime mi yansam. sen git o kadar içki arasından sek rakıyı dik kafaya. tam o anda annem de seslenmez mi "nerdesin? yemek yiyoruz." diye. zor bela yuttum. yuttum ama içim alev alev yanıyor. feridun düzağaç alev alev şarkısını benim yazmış sanki. o geçen birkaç saniye, ömrümden ömür götürdü. o gün bugündür tövbeliyim içkiye.
insanı imana getirirler. hele ki bursa'da mavi dolmuştaki abilerse, inene kadar bildiğiniz bütün duaları okursunuz. "ölümü çokça hatırlayın." sözü vardır ya hani, bu abiler bu amaç için çalışıp, didinirler. sağolsunlar.
arkadaki ikilinin daha önce hiç karşılaşmamışlar, sanki birbirlerini ilk defa görüyorlarmış gibi davranmalarına neden olan cümledir. boş boş bakarsın yanındakine. sanki uzaydan inmiştir bir anda da sen, hoca bu cümleyi söylediğinde farkına varabilmişsindir onun senin yanına ışınlandığının. hocaya da hayret dolu bakışlar atılır ki rolün hakkı verilebilsin.
"affetmedim kendimi" ve "yardım et" şarkılarıyla yaklaşık bir senemi iki şarkıyla kapatmama sebep şarkıcıdır. bursa'ya geldiğimde pek bir sevinmiştim kendisinin bursa'da yaşadığına. bir dönem izmit'te de bir mekanda çıkmaktaydı lakin nasip olup da gidememiştim. bursa'da da çıktığı mekana gidemesem de kendisiyle tanışma şerefine nail oldum çok şükür. ayrılırken "çıktığım mekana gelirsen istediğin şarkıyı söyleyeceğim, söz." diyerek pek bir mutlu etmiştir beni.
aklındakilerin seni esir alması durumudur. esareti, gün aydınlanmaya başladığında fark edersin. kalelerin düşmüştür artık, savaşmak içinse çok geç kalmışsındır.
"karpuzcu arabası" diyerek rencide edilmeme sebep araçtır. bayan şoför okula bu arabayla giderse, vitese arkadaşları tarafından tesbih takılması, kirli cama kamyon arkası yazılar yazılması kaçınılmaz sondur. kaçınılmaz olan sondan kaçamadım zira.
duyulduğu anda insanı alıp götüren şarkıdır. nerde duyduğunuzun önemi bile olmaz. aklınız uçar gider. şarkı bitene kadar da hareket edemez, mıhlanır kalırsınız olduğunuz yere. hani vardır ya zamanı, mekanı olmayan şarkılar, onlardandır işte. ne kadar zaman geçerse geçsin dinlenir.
araba kullanırken hız sınırını aşmamaya çalışan şoförün yorgunluğudur, duman'ın bu parçası. şöyle ki; yol bomboştur. altınızdaki arabada müsaittir basmanıza. ama gel gör ki artık her yerde olan radarlar bağlar elinizi kolunuzu. hız sınırını aşmamak için yol boyunca gözünüz aynalardan çok ibrededir. ayağınız gazla fren arasında gider durur. yol bitmek bilmez. arabadan indiğinizde kasılmış, yorulmuşsunuzdur.
duman'ın bu parçası da böyledir. eşlik etmek isteseniz, edemezseniz. onlar daha kelimenin ilk harfini uzata uzata söylerken, siz üçüncü kelimeye geçmişsinizdir çoktan. yavaşlamaya çalışsanız bu seferde anlamsız sesler çıkarmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. kasılırsınız, yorulursunuz, nefesiniz zaten yetmez. konserden önce sizde eğer ot çekmediyseniz, gitmeyin derim ben o konsere. bağıra çağıra eşlik edemedikten sonra ne anladım ben o konserden.
"bir öykü" ve "efkarlıyım" gibi zamanı olmayan, her daim dinlenen, dinlenmesi gereken şarkıların sahibidir kendileri. pek sever idim vakti zamanında zat-ı muhteremi. ta ki bursa hayal kahvesindeki konserine kadar. gitmez olaydım dedirtmiştir. ne o hal, o ne tavır. küçük dağları ben yarattım edaları falan. "bir gecede insan nasıl soğutur kendinden?" in cevabını vermiştir zira. şarkılarını severek dinlemekteyim hala. ama gidip albümüne para verir miyim? ne vercem! internetten indirmek böyle zamanlarda caizdir zannımca.
zakkum'un ergenleşmemize sebep olan şarkısıdır. şöyle ki; yaşımız kaç olursa olsun hepimiz facebook'ta paylaşmışızdır bu şarkıyı. özellikle gece yarısından sonra paylaşmışızdır ki "bak geceleri uyku girmiyor gözüme" mesajını verebilelim. paylaşımın başına da "dokunsalar ağlayacaksın ama hiç dokunmuyorlar." mısralarını da ekleriz. ekleriz ki; birileri arasın sorsun. "neyin var?" desin.
sebep ne mi? hep yalnızlıktan işte bunlar. çok fena yalnızız çünkü. acınacak durumda bile olabiliriz. ama yalnız olduğumuz için bunu bize söyleyen biri olmamış, bizde anlamamışızdır. kim bilir...
açamama durumudur. çünkü maşallah eski nesil yazarlarımız ne var ne yoksa açmıştır. bu nedenle nasıl açılacağına dair tanıma ihtiyaç yoktur. aklınıza gelebilecek en gubidik konuyu bile burda bulabiliriz. sonra düz adam ben oluyorum. neymiş? vay efendim başlık açmamışım, yazmamışım falan filan...
her cümlelerine "biz avrupa'da yaşadığımız için..." diye başladıklarından, ağızlarına kürekle vurma isteğinin hat safhaya varmasıdır. kürek yoksa banyo terliği de iş görür. aklınızda olsun.
-baba hafta sonu eskişehir'e arkadaşımın yanına gidebilir miyim?
(uzun bir sessizlik, karşılıklı bakışmalar falan)
-niye ki? sebep ne yani?
-hiç öylesine işte. arkadaşla hasret gidercez. bir de eskişehir çok güzelmiş bir göreyim, eksik kalmayayım de mi? (hafif bir sırıtış, sempatik görünme çabaları)
-iş çıkarma şimdi, otur oturduğun yerde. zaten sürekli geziyorsun.
sonrasında sinirle söylene söylene odaya kapanılır. bir teselli çabası kardeşle dertleşilir. onun "senin tarzın yanlış. babamın ne zaman bir soru cümlesine olumlu cevap verdiğini gördün ki? burada işin püf noktası, olayı oldu bittiye getirmek. izin alma, sadece bilgi ver." demesiyle yeni yöntem kafada ölçülüp tartılır ve ilk fırsatta denenir. o da şöyle ki;
-baba yarın yokum ben, haberin olsun.
(babanın tek kaşı havaya kalkar, devamını getirmeni bekler. neden diye sormaz. çünkü sen hesap vermek zorundasındır zaten)
-istanbul'a gidiyorum. kuzenin yanına. ihtiyacı varmış bana. hafta sonu gidip gelcem. beni özlerseniz telefonum açık, haberiniz olsun ( yine de bir sempatik olma çabaları ki nolur nolmaz işi sağlama almak lazım)
babadan ses çıkmaz, tepki vermez. önündeki işe odaklanmıştır. sanki sen orda değilsindir. böyle bir yok sayma ayakları falan...
oda sessizce terk edilir, yola çıkana kadar da babayla karşılaşmamaya özen gösterilir.
neyse yola çıkılır. istanbul'a varılır. sonrası mı?
tüm şehrin elektriklerinin kesildiği, metronun çalışmadığı, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı gün, sizin istanbul'a ayak bastığınız gündür. donunuza kadar ıslanırsınız. ayakkabılarınız kendi çapında bir gölcük oluşturur. 1 saatlik yol, 3 saat sürer. eve varırsınız. kapıdan girerken bir hapşurukla selamlarsınız kuzeni. gezmek için gittiğiniz 2 günü ise hasta yatarak geçirirsiniz.
eve dönüş daha vahimdir. mümkün olduğunca yine babaya denk gelmemeye çalışılır. ama bizimki affetmez. gelir lafını söyler. "sen misin bizim rızamız olmadan, kafana göre gezmeye giden?! eee allah'ın sopası yok, dersini almışsındır umarım.
çıkarılan sonuç: gezmek senin neyine, kır dizini otur oturduğun yerde...
-sokakta yenen salçalı ekmekteki tadı başka hiçbir şeyde bulamamaktır.
-leblebi tozu yiyip, konuşmaya çalışmaktır.
-sulugöz çiğneyip, gözlerin yaşarmasını beklemektir.
-kolonya küplerini patlatmak, sonra da dünyanın en güzel kokusuymuş gibi her yerine sürmektir.
-aşkın ne demek olduğunu şıpsevdi sakızlarından öğrenmektir.
-sakızlarda çıkan geçici dövmeleri yapıp, hava atmaktır.
-pokemon izleyip, taso oynamaktır.
-muhabbet kuşu besleyip, "seni seçtim pikaçuuuu...!" diyerek kuşu fırlatmak, sonra da kaçan kuşun arkasından gözyaşı dökmektir.
-sobalı evde büyümek ve sobanın tüm nimetlerinden (ekmek kızartmak, kestane pişirmek, patates közlemek, üzerine portakal kabuğu koyup, o güzel kokularla birlikte sobanın arkasında sızmak) faydalanmaktır.
-leğende yıkanmaktır.
-mahalleden geçen sinek ilacı arabasının peşinden koşmak, kendini bulutların üzerinde sanmaktır.
-atari oynamak, mario'daki prensesi kurtarınca, dünyayı kurtarmış edasıyla hava atmaktır.
-akşam ezanı okunmaya başlayınca, ezan bitmeden evde olmak için deli gibi koşmaktır.
-tüm paranı meybusa yatırıp, sonra da iki gün hasta yatmaktır.
-teyp kasetini, kalemle ileri-geri sarmaya çalışmaktır.
-"gölgelerin gücü adına!" diye bağırınca bir he-man, bir sheila olacağını sanmaktır.
-power ranger'lardan illa bir tanesi olmak, olduğunu iddia ettiğin üyenin rengi neyse, yeni aldığın eşyaları da ona uydurmaktır.
-milenyum çağında jetgiller gibi yaşayacağımıza inanmaktır.
-ninja kaplumbağaları izleyip, lider leonardo olduğunu iddia etmek ama içten içe de michelangelo'ya özenmektir.
-çizgi film varken, insanlar neden müzik dinler diye de oturup düşünmektir.
kısacası doksanlarda çocuk olmak, gerçekten çocuk olmaktır. şimdikiler gibi büyüyüp de küçülmek değildir...
"Üzgünüm, haklısın geç oldu
Aslında ben de çok yazmak istedim
Bugün yoğun, yarın boşum derken
Bir de baktım bugün yedi yıl olmuş." sözlerine sahip özgün uğurlu parçasıdır. şarkıyı kimin için yazdığı muammadır ama "uğruna şarkılar yazılan kadın" kendisi için yazıldığını biliyorsa dahi, muhtemelen bunu kimseyle paylaşmıyordur. sen her kadına nasip olmayan bir şeye sahip ol, o da böyle olsun. gitti özgüven, yazık.