ne sinek kızı gibi paçoz, darmadağın ve çirkindir. ne kupa kızı gibi ayran gönüllü, yer yer kaşardır. ne de karo kızı gibi somurtkan, yüzsüz, insanları delirten kadın yöneticidir. Kendisi gayet asildir. Maça papazının torunu, maça bacağının kardeşi, sinek kızının kapı komşusu, kupa bacağının sevgilisi, karo papazının da fantezisidir.
Küçükken en büyük hayalimdi benim. Büyüyüp gitmek istiyordum buralardan. Neresi olursa. Yeterki uzaklaşayım herkesten ve her yerden. Tek başıma kuralsız bir şekilde yaşayayım. Bunu beklerdim hep. Beklerken de, o an hâlâ çocuk olduğumdan, çocukluğun gerektirdiği gibi yaşamaya göz yumardım mecburen.
Mesela bir gün, 9-10 yaşlarımdayken okuldaki resim öğretmeninin yönlendirmesiyle bir resim seçmelerine katılmıştım. günlerce çizeceğim resmi düşünüp çalışıp seçmelerin olduğu yere gitmiştik o gün. heyecandan nefesim tıkanmıştı ama çok umut doluydum. o yüksek tavanlı binaya girip büyük tablonun önünde elimde fırçayla durduğum o anı hiç unutamayacağım. hayatımın en umut dolu anı olarak kalabilir hafızamda.
1 hafta sonra sonuçlar açıklanmıştı. Kontrol etmeye gitmiştik babamla. listede adımı göremedik. ben baktım, babam baktı. yoktu. orada yaşadığım üzüntüyü tarif edemem. o kadar çok üzülmüştüm ki ağlayamamıştım. taş kesilmiştim sanki üzüntüden. ağlayacak oluyordum sonra yutkunuyordum babama ayıp olmasın diye. babam anladı tabii evladının halinden. bana üzüntümü unutturmak için bir dünya şey teklif etti. ben de tabii ki en cazip seçenek olan "atari"yi seçmiştim. o gün bana atari almıştı babam. yüksek tavanlı bina da, resim de, diğer seçmeler de umurumda değildi. Unutup gitmiştim.
Ve gel zaman git zaman artık büyüdüm haliyle. birkaç yıl sonra otuza ayak basacağım hatta. Çocukken istediğim şeyi faaliyete de geçirdim. Uzaklaştım her yerden ve herkesten. Aradan birkaç yıl geçince de kürkçü dükkanına dönen tilki misali, geri döndüm doğduğum topraklara, istanbul'a. Ve anladım ki, insanlar ancak üzülerek büyürlermiş. Çünkü ağaçlar gibi değillerdir insanlar. çünkü ağaçlar güzeldir. ayrıca ağaçların çevrelerine faydaları vardır. yaşam verirler, mutluluk verirler ve suyla büyürler. insanlarsa üzüldükçe büyürler. büyümeleri için üzülmeleri gerekir. belki de çevrelerine zarar vermeleri bundandır. ağaçlar suyla büyür, çevrelerine hayat verirler. insanlar mutsuzlukla büyür, çevrelerine üzüntü verirler.
beni güzel hatırla
bunlar son satırlar
farzet ki, bir rüzgârdım, esip geçtim hayatından
ya da bir yağmur sel oldum sokağında
sonra toprak çekti suyu
kaybolup gittim, belki de bir rüya idim senin için
uyandın ve ben bittim.
beni güzel hatırla
çünkü sevdim seni ben, her şeyini
sana sırdaş oldum, dost oldum
koynumda ağladın
yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
beni üzdün, kınamadım
alışıktım vefasızlığa, el oldun aldırmadım.
beni güzel hatırla
sayfalarca mektup bıraktım sana
şiirler yazdım her gece, çoğunu okutmadım
sakladım günahını, sevabını içimde
sessizce gittim
senden öncekiler gibi sen de anlamadın.
beni güzel hatırla
sana unutulmaz geceler bıraktım
sana en yorgun sabahlar
gülüşümü, gözlerimi, sonra sesimi bıraktım
en güzel şiirleri okudum gözlerine baka baka
söylenmemiş "merhaba"lar sakladım her köşeye
vedalar bıraktım duraklarda
ne ararsan bir sevdanın içinde
fazlasıyla bıraktım ardımda.
beni güzel hatırla
dizlerimde uyuduğunu düşün
saçını okşadığımı, üşüyen ellerini ısıttığımı
mutlu olduğun anları getir gözünün önüne
alnından öptüğüm dakikaları
birazdan kapını çalan kişi olabileceğimi düşün
şaşırtmayı severim biliyorsun
bu da sana son sürprizim olsun
şimdi, seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum
beni güzel hatırla.
Yoktur. ütopyadan ibarettir. Zincirleme mutluluğun olduğu yerde kimsenin bir derdi yoktur, zaten mutludurlar. Çünkü mutsuz bir insanın bir sebebi/sebepleri vardır mutlu olmasını engelleyen. Ve güya patronunun, öğretmeninin, hükümetin vs mutlu olması kimse kusura bakmasın ama onun zerre sikinde değildir. Çünkü bazı aptalların dertsiz tasasız hayatı, dudaklarının geniş açıyla gülümseme pozisyonunda olması, o mutsuz insanın dertlerini çözüp mutlu olmasına sebep olamaz. Dolayısıyla da zincirleme mutluluk diye bir şey yoktur. Dediğim gibi bir ütopyadan ibarettir.
ne kadar da katıksız bir orospu çocuğu olduğunu ve hep hak etmeyenlere tolerans geçip, hak edenlere kazığın sapını gösterdiğini, bunu yapıyor olduğu için de bir kez daha ne kadar da katıksız bir orospu çocuğu olduğunu söylemek isterdim.
aramızdan ayrılışının 3. yılı olan büyük üstad. hakkındaki bir yazı için;
"… 23 yaşındaki tuncel kurtiz’in işi de istanbul’da birkaç semtin ışıklarını kontrol etmekti. sönük sokak lambaları varsa, bunları belediyeye bildirecekti. artık, hep yukarılara bakmaya başlamıştı. hangi ışık sönükse görüyordu. ancak, bir ışık onun için oldukça önemliydi. bebek’ten inşirah yokuşu’na çıkarken çalıların arasında, alçakça bir yerde bir ışık vardı. o lamba hep sönüktü. o da hep rapor ederdi. iki günde bir ışık takılırdı. sonra yine bakardı ışık yok… anlamıştı ki burası aşıkların köşesiydi. buraya gelenler; bu ışıktan rahatsız olmaktaydı. ancak, o bu ışığı raporuna yazmaya mecburdu. birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün geçer, ışık hep yanar. ‘artık aşıklar gelmiyor galiba…’ demişti. ‘ayrıldılar mı?’ diye tedirgin olmuştu.
ilk kez o gün eline bir taş alıp ışığı kendisi kırmıştı.
neden mi?
çünkü kendisi de aşıktı o günlerde.
çünkü, aşk karanlığı severdi.”
doğruyu konuşmak gerekirse, (ben ekip olarak ele alacağım) kenan birkan'ın ekibi daha güçlüydü.
ramiz dayı:
- ezel
- kerpeten ali
- tefo
kenan birkan:
- temmuz
- cengiz
- kaya
- sekiz (her ne kadar dayının torunu olsa da büyük bir kandırmacayla kenan'ın yanındaydı sonuçta)
böyle baktığında kenan birkan'ın ekibi daha güçlüydü. ama ikisinin versusuna gelirsek, ikisi de gri bir karakterdi. ilk yanlışı dayı yaptı, sonrasında kenan da bokunu çıkardı. intikam uğruna bir sürü masumu harcadı. ben ikisini de severdim orası ayrı.
--spoiler--
savcı esra: ne diyosun behzat, nefret cinayeti mi?
behzat ç.: pek şefkatle işlenmiş gibi görünmüyor. değil mi akbaba?
akbaba: valla dört tane kurşunu ne kadar sevimli bulduğuna bağlı abi.
--spoiler--
eskisi gibi bazı şeyleri kafama takmamaya çalışıyorum artık. o anki şey benim için önemli bir durum da olsa, önceden bu tip durumları sorun yapacak olsam da, artık umursamamaya çalışıyorum. yani, siktir et, diyorum. ve bunu çok sık söylemeye başladım.
istediğim bir şey vardır mesela, olmamıştır, olmamasının nedenini tartışırdım normalde. neden olmadı, neden yapamadın vs diye. ama artık demiyorum. uğraşmıyorum. ruhani yorgunluktan mıdır, yoksa öyle ya da böyle içten içe olmayacağını, klişe bir terso çıkacağını ve işin yatacağını acı acı tahmin ettiğimden midir bilmiyorum ama irdelemiyorum artık. üstüne gitmiyorum. çünkü olmamıştır, olmuyordur, sen istemişsindir ama istediğini sana vermemişlerdir, ricanız geri çevrilmiştir, isteğiniz siklenmemiştir ve siz de ne kadar sorgularsanız sorgulayın, olmuşu olmamış yapamazsınız. işte ben de bunu anlıyor ve siktir et diyorum artık çoğu şeye.
yani siktir et sözü; vazgeçme, aldırmazlık, biraz da kabullenme belirten bir sözdür. kalp onaylamaz genelde evet ama ağızdan dökülüverir işte. bu sözü sarf ettiğiniz şeye karşı bir "boş ver ya değmez" etkisi yaratır. iki kelime ile çok şey anlatan bir özet geçme kalıbıdır bu söz. küfür gibi görünse de küfür değildir aslında. büyük, küçük bütün sıkıntılara karşı kullanılabilecek bir ilaçtır. s'nin üstüne basa basa söylendiğinde rahatlatıcı etkisi biraz daha artar. ssiktiret..
buna eşlik eden bir de el hareketi vardır. şöyle bel hizasında, avuç içi açık olacak şekilde, bir şeyi kenara iter gibi yapılır. sanki hayatın kalçasına hafif bir şaplak atıp "yolun açık olsun" diyormuşsunuz etkisi yaratır. hatta bu hareket "siktir et" denmeden kullanıldığında bile aynı anlamı verir, ama maksimum performans için makbul olanı ikisini bir arada kullanmaktır. el sallanır ve ssiktir et denir biraz da efkarla, kederle. sonra bir sigara yakılır ve mutluluklar dilenir siktir et denilen her şeye.
--spoiler--
geçen gece çocuk hastaydı. ilacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. bi baktım gene aynı karın ağrısı. öyle özlemişim ki seni. dönerken bi meyhane gördüm. bi tek içeri girdiğimi hatırlıyorum bi de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık…sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. bi daha açtım başımda bi çocuk: “kalk abi.” diyor “kars’a geldik.”
otobüsten indim, yürümeye başladım. dedim, allah’ım nerdeyim ben? burası neresi? sonra güç bela burayı buldum. kapının önünde durup düşündüm. dedim bekir, bu kapı ahiret kapısı. burası sırat köprüsü. bu sefer de geçersen bi daha geri dönemezsin. iyi düşün dedim. düşündüm, düşündüm…ama olmadı, dönemedim. sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi.
--spoiler--