maçkaspor göztepe maçında tribünde açılan efsane pankart.
rivayete göre maçkaspor başkanı ragıp tarık aydoğan 400 biletli taraftar olmadığı takdirde tribünleri taraftara açmıyormuş. taraftarda göztepe maçında bir kereliğine 400 kişilik tribünü doldurmuşlar. bu pankartı tribüne asıp maç daha başlamadan stattan ayrılmışlar. bu maç maçkaspor da sonun başlangıcı olmuş. 6 tane yedikleri göztepeden sonra takım dağılmış deplasmana gidemez olmuşlar haliye 3. lig takımı olmuşlar. aydoğan ise takımın sponsorluktan alınan paralarını cukkalayıp kaçmış. o zaman kamera vs olmadığı için kaynak foto gösteremiyorum. bu olayların hepsini o zamanın tribün lideri faik avni abimden dinledim. ben ona güveniyorum ne dediyse doğru çıktı. o yalan söylemez.
(bkz: ne diyo bu amk.) diyebilirsiniz. ama bu her gün nefes almak ama hissetmemek gibi garip bir şey. her gün eh işte oyu verirsin ama oyu verdiğinde ağzın büyüdüğü bu hale geldiğini görmezsin >:0 *
fransız 1956 yapımı şirin bir çocuğun bir balonla dostluğunu anlatan 34 dakikalık tatlı film. 34 dakikalık boş vaktinizi bu filmi izleyerek harika bir şekilde değerlendirebilirsiniz.
inşaat izleme meraklısı insanımız için harikulade fikir. Yemin ediyorum bõyle bir kanal açsan varya! Uff.
Biliyorsunuz bizim milletimiz av işine meraklıydı yaban tv yi açtılar. Düğün işine meraklıydı düğün tv yi açtılar. şimdi ise sıra inşaat işinde. Hatta ben program akışını bile hazırladım:
Saat 7: tuzlada yol inşaatı. (kepçeler dozerler nefis)
Saat 11: haramidere. (fabrika gibi bir şey vinç falan var, çok büyük, harika)
Saat 14: bağcılar. ( bina inşaatı ve metro inşaatı var. Harç makinası seyre değer)
Saat 18: otogar civarı. (Otel inşaatı var etrafı kapalı fakat bazı boşluklar var seyredilebilir)
Saat 22: kavacık mevki. ( Site inşaatı. güvenlik kızıyor fakat abi mabi derseniz seyrettiriyor. )
Aralara iki üç dozer reklamı, bir de erman toroğlu'yla dilber ay'ı program sunucusu yaptık mı gelsin reytingler gelsin paralar.
ya da her neyse. ben pek bilmem burçları falan. ama ara sıra yanımda arkadaşlar falan sorarlar şekerim senin yükselenin ne diye. kızlar uyayanın erkeklerin yükseleni bellidir. yükselir yani. uzaklarda, uzayda, yıldızlarda aramayın.
Trabzonspor bu maçtan aldığı üç puanla sadece kötü gidin günlere dur demedi, sinsi bir hakemlik performansını da mahkûm etti. Oyundaki tüm takdir haklarını konuk ekip lehine kullanan, benzer pozisyonlarda standart tutturamayan Hüseyin Göçek, her geçen gün geriye giden hakemlik çizgisine devam etti ve hakemliğimizin neden gelişemeyeceğini bir kez daha belgeledi.
Hüseyin Göçek de, güce tapan, iktidara uşaklık eden ve Edirne'den öte orkestral bir ses olarak değil de bir zurna sesi olarak değersizleşen bir karakter olduğunu kanıtladı. Kendisine yurt içi gezilerinde ve uvertür Avrupa seyahatlerinde başarılar dileriz. Bu yolculukları sırasında aklına olur da "yahu bize neden önemli maçları idare ettirmiyorlar" sorusu düşerse aklına, bu maçı nasıl idare ettiğini bir hatırlaması yeter. Türk hakemliği maçları değil, "durumu" idare eder!
Bu yazı, Trabzonun kazandığı bir maçtan sonra yazıldı, lütfen yanlış anlaşılmaya
***
Seyircisiz oynama cezasının bitmesiyle Trabzonun erkeklerinin tekrar tribüne koşacağını düşünmüştüm maçtan önce iyi niyetimle. Stadyuma girdiğimde önce tribünlere sonra da gözlerimi saatime kaydırırken o geçen kısa zamanda acaba çok mu erken geldim sorusunu sordum kendime. Maçın ilk düdüğüne 10 dakika kalmasına rağmen stadyumun 3te 1inin zar zor dolu olmasını şöyle okudum; Trabzon kadını bordo-mavi renklere Trabzon erkeğinden daha fazla sadık, daha fazla sahiplenmiş ve o tribünleri Trabzon erkeğinden daha fazla hak ediyor. Bundan sonra PFDKnın Trabzonspora verdiği her seyircisiz oynama cezasında sevineceğim Trabzonspor tribünlerinin hak ettiği canlılıkta ve dolulukta olması için! Demem şu ki; Trabzon kadını Trabzonsporunu bir anne şefkatiyle severken, Trabzon erkeği; sadece kahveden meyhaneye giden bir baba imajı sergiliyor.
***
Maçın iyi denemeyeceklerinden biri olan Olcan, maçın 7. dakikasında Alanzinhonun düşürülmesinden kazanılan kaleye tahminen 30 metre uzaklıktaki bir serbest vuruşu hem örümceklerin ağ yaptığı yere ve hem de iki hafta önce Saraçoğlunda oynanan Fenerbahçe maçında kaçırdığı gollerden sonra onu ihanetle suçlayanlara selam gönderdi!
Maçın başında gelen bu gol Trabzonsporlu futbolcularında iştahını tavan yaptı. Başta Halil ve Olcan olmak üzere Trabzonsporun ileri uç elemanlarının gol kaçırma yarışı Trabzonspor taraftarının kanserli hücre sayısını artırdı. Benim 10a kadar sayıp bıraktığım pozisyona karşılık kalesinde sadece 1 tane pozisyon veren Trabzonspor eksik kadrosuna rağmen gelecek adına ışık verse de kaçan pozisyonların sadece rakibin açık bir oyun oynamasının karşılığı olması Trabzonspor adına kafalardaki tereddütleri olduğu gibi bıraktı.
Trabzonspor adına kazanılan 3 puan, Zeki Yavrunun hatasız oyunu yanında Trabzon sevdalısı olan benim ve benim gibiler için daha önemsizdi. Forma giydiği ilk resmi maçtaki eksiksiz oyununa, bir sağ bek oyuncusu olan Zekinin sol ayakla Olcana al da at gönderdiği ortanın da eklenmesi canımız ciğerimiz Zekinin adına tarifsiz bir sevinç yarattı içimizde. Zekinin kutsal gördüğü o bordo-mavi renkleri dakikalar arttıkça kazanan hem Zeki hem de Trabzonspor olacak
***
Sezona paralı bir yönetim ve buna bağlı olarak ligimize göre ortanın biraz üstü bir kadro ile başlayan Kasımpaşa bu maça kadar topladığı 12 puanla bu ligde bende varım mesajı verdi. içeride ve dışarıda oynadığı açık futbolla bugünlere gelen Kasımpaşa, Metin Diyadinin nedensiz gönderilişinden sonra yardımcı hoca ile çıktığı Fenerbahçe maçını kazanıp Trabzonun yolunu tutan Kasımpaşa, Trabzonda Trabzonspora karşı açık oynamanın cezasını şanslarının ve Trabzonspor forvet hattının beceriksizliğinden dolayı tek farkla yedi.
***
Açıklanan milli takım aday kadrosuna baktıkça Trabzonlu ve Trabzonsporlu olmanın gururunu bin defa daha yaşıyorum, bir defa kesmez. Fenerbahçe yedek kalecisi Mertin, Beşiktaşın kova kalecisi Cenkin olduğu yerde tabii ki Dünyanın en yetenekli kalecileri arasında gösterilen (Ben değil Trabzonsporun 2 sezon önce ingilterede Liverpool ile oynadığı maçtan sonra ingiliz basınındaki saygın yazarlar söyledi) Trabzonspor kalecisi Onur Recep Kıvrak olmaz, olmamalı. Avcınızla, Tüpçünüzle ve hatır gönül çerçevesinde seçilen milli takımınızla olamayacağınızı tahmin ettiğimiz turnuvanın elemelerinde başarılar dileriz.
Saat 19.00 da başlıyacak ptt 1. Lig karşılaşması. Hali hazırdaki 1. Ve 2. Takımın karşılaşması olup bu hafta türkiye ekranlarındaki en zevkli maç olacaktır düşüncesindeyim. çünkü gerek 1461 trabzon gerek karşıyaka yöresel futbol kültürüne en yakın iki takım. Yani bir nevi gerçek türk futbolunun kapışması olacak.
Tahmin olarak şahsen 1461 trabzon un kazanmasını isterim. Ama bu benim subjektifliğimden dolayıdır. Gerçek şu ki karşıyaka deplasmanı türkiyedeki bütün kulüpleride katarsak en zor 10 deplasmandan biridir. O yüzden galibiyete yakın olan taraf karşıyaka. Bekleyip görücez.
--spoiler--
itü sözlük ve groupon işbirliği ile arena'da itü sözlük yazarları her ay, kurdukları takımlar ile bir yarışa girecektir. her haftanın sonunda, yazarların girilerine verilen artı oylar hesaplanarak kazanan takım üyelerine ödül verilecektir. her ayın ilk 3 haftası elemeler, son hafta ise final uygulunacaktır.
sezonlar ve takım kurma
sezonlar her ayın ilk pazartesi günü başlar, aynı ayın son pazar günü sona erer. her sezon 4 haftaya ayrılmıştır. haftalar pazartesi günleri saat 00:00'da başlar, takip eden pazar gecesi 23:59'da sona erer.
her sezon başlangıcından önce duyurulacak birkaç gün transfer dönemi olarak adlandırılır. transfer döneminde kullanıcılar takım yaratabilir, takımlara kullanıcı davet edebilir, yaratılmış takımlara katılmak için takım kaptanına istek gönderebilirler. bir takım en az 3, en fazla 5 yazardan oluşabilir. takımların transfer dönemindeki kadrolarından takımı kuran kişi sorumludur. transfer dönemi sonunda minimum 3 kullanıcıya ulaşamayan takımlar otomatik olarak silinirler. sezon başladığında takım kadroları kilitlenir ve yazarlar katıldığı takıma sezon sonuna kadar bağlı kalmak zorundadır.
puanlama
eleme haftaları: her sezonun ilk 3 haftası eleme haftasıdır.
sezon içerisinde her hafta boyunca, takım üyelerinin o hafta içerisinde yazdığı girilerle topladığı artı oylar birleştirilerek takım puanı bulunur. en yüksek puana ulaşmış takım hafta bitişinde haftanın birincisi ilan edilir ve takım üyeleri ödüle hak kazanırlar.
aynı takım içerisindeki yazarların birbirlerine verdiği oylar değerlendirme dışı tutulacaktır.
final haftası: her sezonun son haftası final haftasıdır. eleme haftalarını birincilikle kapatan takımların üyeleri final haftasında bireysel, yalnızca kendi yazdıkları girilerin oyları üzerinden yarışırlar ve birinci olan ayın galibi sayılarak büyük ödüle hak kazanır.
ödüller
eleme dönemi ödülleri: haftayı lider kapatan takımın üyeleri kendi aralarında eşit olarak 750 groupon para ödülü paylaşır. (takım 5 kişiden oluşuyorsa, her üye 150 groupon para kazanır, takım 3 kişiden oluşuyorsa 250 groupon para kazanır.)
final haftası ödülü: final haftasında birinciliği yakalayan yazar 1000 groupon para ödülü kazanır.
ödül kazanan yazarların ödüllerini kullanabilmesi için için groupon'da, itü sözlük'e üye olduğu mail ile bir hesap sahibi olması gereklidir. ödüller bu hesaba otomatik olarak yüklenecek ve kazanan kullanıcıya mesajla bilgi verilecektir.
kazanan yazarlar, hesaplarına yüklenecek groupon para ile groupon'da istedikleri gibi alışveriş yapabilirler. 1 groupon para 1 tl değerindedir.
Acilen internet yasaĞı getirilmesi gereken babadır. Facebook u kapatılıpı tarla bağ bahçe ile meşgul edilmelidir. inek falan alınmalıdır. Süt sağmasını öğrenmelidir. Köy hayatına ilkel hayata vermelidir kendini yani. Ancak ancak o zaman belki düzele... ühühü allah kimsenin başına vermesIn lan. Cidden. Ne nalet bişe bu. çok kötü.
aslında pek edebi konularda görüş belirtme cesaretinde bulunmam ama;
küçükken j harfine gelindiğinde ''jandarma, jilet.. vs'' gibi kelimelerden öteye gidemezdik. fişlerde öğretmeninmiz j harfini çok çabuk geçerdi. keza biraz büyüyüp isim - şehir adlı oyunu öğrendiğimizde de bizi en çok zorlayan harf j harfi olmuştur. ama gelelim bir başka kültür dili olan kürtçemizde ise bu harfe yoğun bir ilgi var. sebebi gerçekten merak konusu. şimdi örnek verip kafanızı da bulandırmak istemiyorum. açın trt 6 yı göreceksiniz.
her askerden gelenin anlattığı o anılardaki renkli figür o laz trabzonlu meşhur arkadaştır. bu daima fıkra anlatır. komutanla komik diyologlara girer. sesi öyle böyle güzeldir. nöbet her zaman ondan devralınır. çarşı izninde kesin bir şey başına gelir. mutlaka her koğuşta bundan bir tane vardır. trabzona gitmeyen askerler bile bu arkadaşın üzerinden trabzonu tanırlar. o arkadaş iyi huyluysa trabzon sevilir kötü huyluysa nefret edilir.
her zamanki gibi yağmurlu havada yürüyordum. şerefsiz servis yine arıza mı ne yapmış. koduğum bi günde normal gel al. yok kızımın düğünü çıktı yok babam hasta falan filan. patronun da bir şey diyeceği yok. iyice gerginim yani anlayacağınız. iş yeri biraz tenha bir yerde. o kadar oku gel çalıştığın yere bak. otobüs durağına kadar biraz hızlı adımlarla yürümeye devam ediyordum. sonra bu elektirik direklerini farkettim amcam bana demişti ki bunların uzunluğu standart 5 metredir diye. upuzun direk beş metreymiş lan. göz kararı bi hesaplamayla durakla benim aramın yüz metre olduğunu farkettim. yağmur yağıyor, iş çıkışı arabalar yavaş yavaş çoğalmaya başlamış. dedim bu amele yüz metreyi nasıl 10 saniyede koşuyor lan. bi deneyim dedim. kızın biri sütyenini yere atmasıyla bir anda kendimi yüz metre finalinde buldum. başladığımda saat 17;44;32 ydi. çıkışı hatasız yapmıştım. yoldaki ağır bozukluklara su dolu çukurlara rağmen ilk 20 metreyi kazasız atlatmıştım. 30. metre civarı kaldırımdaki ağaçlar beni zorluyordu. 50. metre civarı buna bir de kaldırıma park eden arabalar da eklenmişti. 63. metrede yaşlı teyzeler ağaç ve arabalarla önüme etten bir duvar örmüştü. yağmur sağanak şeklinde devam ediyor ve zamanım tükeniyordu. ne yapmalıydım nasıl geçebilirdim bu etten duvarı. oysa ilkokulda beden eğitimi dersim hep beşti ve parklardaki spor aletlerinde yaşlı teyzelerle bayağı çalışmıştık. bu emeklerimin boşa gitmesi beni daha da çok kahrediyordu. 75. metreye kadar teyzeleri kırmadan eskort şeklinde onlara eşlik etmiştim. yüzümden aşağı süzülen damlaların hangisi ter hangisi yağmur suyuydu acaba. saçlarım tuncayın saçları gibi füleli füleli sallanıyorkene kafam dank etti ve bu arada 90. metreye yaklaşmıştım. duraktaki insanlar hadi goççum, yapabilirsin gardaş şeklinde gel gel işaretleri yapıyorlardı.
bu arada saatime baktığımda saat 17;46;23 tü. 95. metre civarı durdum. bay durdum yani stop ettim. bir dakika elli bir saniye öncesini hatırlamaya çalıştım. sanki ufak bi detayı gözümden mi kaçırmıştım ne? evet gözümden kaçırmıştım. kadının biri ben başlarken sütyenini mi atmıştı? kadına geri koştuğum saniyeyi söylemiyim sonra abaza falan dersiniz. kadının yanına gittiğimde üç şeyden artık emindim.
1- türkiyeden sprinter çıkmaz.
2- usain bolt biraz hızlı koşuyomuş.
3- meme.
abi bu sene bi şarkı çıktı nossa nossa diye. tamam iyi güzeldi falan dinledik. arkadaş ortamlarında türkü barlar da güzel düetlerle neşretmeye icra etmeye çalıştık. bu ortamlarda ki gözlemlerim arasında en dikkat çekeni bu nossa nossadan sonrasını kimse bilmiyor. derin bir sessizlik oluşuyor. kaç kere yalnız kaldım bu sözlerin notaların arasında. kolay değil tek başına '' ayu sicu begu ayu sicu begu delişya delişya ...'' demek. nossayıda doğru düzgün söyleseler. sonra bu ülkeden neden bla bla bla..
eskiden yaş sekizken babamla bakkala girerdik.
o çikolatalar, piskevitler,yumiyumlar(bayılırdım buna amq),kat katlar
hepsi bana bir rüya aleminde olduğumu zannettirirdi.
hepsinden babamın parasının yettiği kadar alırdık.
ve eve gelip o poşeti açmak odaya kendini kitleyip..
varya beyler o his varya başka amq..
ama piçler bişe dikkatimi çekerdi ben buların hepsine sulanırken babam
hiç oralı olmadan işin bittiyse parasını verim çıkalım derdi..
laa derdim bu amına goduğum manyak nasıl olurda hiç birine sulanmaz..
dün bi bakkala girdim beyler(istanbul da bakkala pek girmez millet bilirsiniz bim migros falan)
havası farklıdır sararmış halley paketleri eskimiş dankek ambalajları bilirsiniz işte amq..
beyler girdim ve bi paket mavi lark aldım çıktım kendime inanamadım..
ne bilim beyler bi hüzünlendim sanki..bi içim geçti..
babamı anladım..eve gittim bi sarıldım koca çınara..
dedim baba ben niye büyüdüm..
11.yüzyıl sonlarında Türkistan'ın Merv şehrinde doğan ve yetişen Abdurrahman el-Mansur el-Hazini, daha çok el-Hazini olarak tanınmıştır. el-Hazini, ömrünün çoğunu Horasan'da geçirmiş, 12. yüzyılın ortalarına doğru da vefat etmiştir. O, daha ilk talebelik yıllarında ilme olan iştiyakı ve çalışma disiplini ile fark edilmeye başlanmıştır. Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer zamanında bir ilim merkezi hâline gelen Merv'de başta fizik olmak üzere astronomi ve matematikte mümkün olabilen en iyi eğitimi alarak kendisini yetiştirmiştir. Özellikle teraziler, yerçekimi, yoğunluk ve özgül ağırlık konularında, yaşadığı asrın değerli âlimlerinden biri olmuştur.
ilmî şahsiyeti
El-Hazini gözlem ve deneylere oldukça önem veren gerçek mânâda bir ilim adamıdır. Bunun yanında kendisinden önceki ilim ve araştırma âşıklarının da çalışmalarına çok önem vermiş ve özellikle ibn-i Heysem ve Biruni'nin eserlerinden istifade etmiştir.
el-Hazini, dinini öğrenme, anlama ve yaşama konusunda da oldukça şuurlu davranmış, âlime yakışır bir tevazu içinde yaşamıştır. Allah'a inanmanın ilim adamına yeni ufuk ve kapılar araladığına inanmış, başarısının arkasında bu sağlam temelin olduğunu beyan etmiştir.
ilme katkıları
Teraziyle alâkalı 12. yüzyılın başına kadar devam eden teorik incelemelerin ve pratik başarıların daha sonraki gelişimi, el-Hazini'nin 1121'de yazdığı Mizan el-Hikme (Hikmet Terazisi) isimli eserden takip edilebilir.1 Bu eser, hidrostatik ve terazilerle ilgili 12. yüzyılda islâm dünyasının ulaştığı seviyeyi gösterir. el-Hazini bu eserinde, icat ettiği hassas terazilerin ayrıntılı tarifleri yanında, islâm âlimlerinden konuyla alâkalı birçok bilgi de aktarmaktadır. Bilim tarihçisi G. Sarton bu çalışmayı, islâm ilim dünyasının önde gelen mekanik eseri olarak vasıflandırmıştır.
Yerçekimi prensibinin mucidi olan el-Hazini, kütleler arasındaki çekim prensibini daha o zaman ortaya koymuştur. Yaptığı birçok deney sonunda bütün cisimlerin yerkürenin merkezine doğru bir kuvvetle çekildiğini, bu kuvvetin ise düşen cisim ile çekim merkezi arasındaki mesafeye bağlı olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla yerçekimini Newton değil, ondan beş yüz sene önce yaşayan el-Hazini keşfetmiştir. Bu kural daha sonra Newton tarafından, iki cisim arasındaki kütle çekim kanunları olarak ifade edilmiştir.
Ölçü ve tartı teorilerine getirdiği düşünce ile fizik ilmine oldukça faydalı bilgiler sunan el-Hazini, iki eşit kefeli teraziyi de tarif etmiştir. Arşimet tarzı olarak da tarif edilen bu terazi (mizan Arşimidis), altın, gümüş ve diğer metaller ile bunların alaşımlarının tartı metoduyla anlaşılmasını sağlar. Bu buluş, dinamik kefeli ve sürgülü terazilerin yapılmasına zemin hazırlamıştır.2 Bugün bu terazi, elektronik olmayan elle kontrol edilebilir terazilerde aynen kullanılmaktadır.
El-Hazin'in bir diğer buluşu da, dakika terazisidir (el- mizan el- latif el- cüz'i). Bu terazi, temelde dakikayı ölçen hususi bir su saatidir. Ayrıca bu sistem, dünyanın bir günlük dönüşünü ölçmeye de yarar. "Bu âlet bir terazi koluna asılmış su veya kum haznesinden yapılmıştır. Bu hazne tam olarak hesaplanmış bir delik ile donatılarak mekanizma tamamlanmıştır. Ağırlık kaybı terazi kolundaki bir ağırlığın kaydırılması yoluyla dengelenerek, adeta dakikaların ağırlığı tartılıyormuş gibi, geçen zamanın buna uygun bir gösterge çizelgesinde okunması sağlanmıştır."3 Bugün ise bu âlet, ölçüm için kullanılmamaktadır, kum saati gibi nostalji hâline gelmiştir.
Batılı bilim adamları tarafından dinamik, hidrostatik ve akışkanlar mekaniğinin öncüsü ve üstadı kabul edilen el-Hazini, sekiz asır önce bir cismin, düşük yoğunluklu havada ağırlık kazandığını, yoğun havada veya suda ise ağırlığının azaldığını keşfetmiştir. Farklı sıvıların yoğunluğunu dolayısıyla özgül ağırlıklarını da belirlemeye yarayan areometreyi (yoğunluk ölçme âleti) geliştirmiştir. Batı dünyasında, William Nicholson'ın areometre ve hidrometreyi 1798'de yapabildiği göz önüne alınırsa, bunu yaklaşık altı buçuk asır önce yapan el-Hazini'nin büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Bugünkü modern yoğunluk bulma formülü olan d=m/v denklemi ile âleti, el-Hazini'nin ortaya koyduğu formül ve âletin geliştirilmiş şeklidir.
Terazi biliminin çok geliştiği bu dönemde el-Hazini, el-isfizari'nin geliştirdiği hikmet terazisini (mizan el-hikme), mükemmelleştirip, bir ölçü ve denge aracına dönüştürmüştür. O, bu teraziyi, özgül ağırlığın belirlenmesiyle alâkalı bütün ölçümlerde, gerçek ve karışık metallerin incelenmesinde, dirhemi dinara çevirmede ve alaşımların bileşimleri ile diğer birçok ticarî hesaplamalarda kullanmıştır. "el-Hazini'nin kendi açıklamasına göre, âletin tamamı 1.000 miskal ağırlığını tartsa dahi, 1 habbe=1/68 miskal bile gösterebilir. Yani yaklaşık 4,5 kilogramda 75 santigram; 1/60 000'lik bir kesinliğe sahiptir."4 Bugün bile kontrol edilebilir teraziler ancak bu kadar hassas gösterge çizelgesine sahiptir.
islâm dünyasında orijinal gözlemler yapmış astronomlardan biri olan el-Hazini5, üçgenli âleti (el-ale zat el-müselles), tıpkı sıradan bir kadran gibi, yıldızların yüksekliklerini tespit etmek ve bir nesnenin bize göründüğü optik açıyı belirlemek için yapmıştır. ittihaz el-Alat en-Nefise adlı risalesinde detaylı olarak anlattığı bu âlet ile ayrıca dikey şekilde bulunan bir açı ölçülebildiği gibi, her bir açının sinüsü de bulunabilmektedir.
Çalışmalarına gösterilen alâka ve ilim dünyasındaki ünü
"Yer çekimi ile ilgili izahlarıyla dikkat çeken, suyun ve çeşitli madenlerin özgül ağırlıklarını tespit eden, teraziler ile ilgili ciddi mânâda uğraşan"6 el-Hazini'nin araştırmaları, barometrenin keşfedilmesine öncülük etmiştir. Toriçelli ve Paskal gibi bazı Batılı bilim adamlarına da yol göstermiştir. el-Hazini'nin icadı olan hassas teraziler, günümüzde kimya lâboratuvarlarında kullanılan hidrostatik terazi ve piknometrelerin ilk örnekleridir.
Batı bilim mahfillerinde daha çok Ebu'l-Feth el-Kuzini olarak tanınan el-Hazini, bilim tarihi otoriteleri tarafından büyük bir takdir görmüştür. Eserlerini inceleyen Batılı bilim adamları ona karşı hayranlıklarını itiraf etmekten kendilerini alamamıştır. Meselâ, Mizânü'l-Hikme adlı eseri, Batı dillerine tercüme edilmiştir. Eser, önce M. Khanikov tarafından kısmen incelenmiş ve 1859'da ingilizceye tercüme edilerek Amerika'da neşredilmiştir. Will Durant ise, 1997 tarihli eserinde el-Hazini'nin yerçekimi hakkındaki görüşlerini, ayrıntılı bir şekilde incelemiştir.
El-Hazini'nin eserlerinden ez-Zicü'l-Mu'teberu's-Senceri es-Sultani'nin bir nüshası Vatikan Sarayı'nda, diğer bir nüshası da British Museum'da bulunmaktadır. Bu eser, yıldızların 1130 yıllarında gökyüzündeki konumlarını ve Merv'in coğrafî koordinatlarını ihtiva etmektedir.
Batı bilim dünyasının günümüzde geldiği konumun arkasında, el-Hazini gibi, bizim dünyamızın ufuk insanları vardır. Bugün ise geçmişinden ilham alıp, dünyanın dört bir yanına koşan ve etraflarına ışık saçan alperenler, dünyayı yeniden aydınlatacak, kalb-kafa izdivacını gerçekleştirip, insanlığı aydınlık ufuklara taşıyacak ilim adamlarını yetiştirmektedir.
Küçücük bir çift ayak, çok eski bir çift ayakkabı içinde, vıcık vıcık çamur olan yolda yürüyordu. Dokuz yaşındaki kız, ayakları altından kayan çamurun çıkardığı her sese, kendi yakarışını katıyordu: "Bir çift yeni ayakkabının zamanı henüz gelmedi mi? Lütfen Allah'ım bana hemen bir çift yeni ayakkabı ver!"
Büyük bir su birikintisi önünde durdu. Bulanık suya düşmüş görüntüsüne; "Ne dersin, mümkün mü?" diye sordu. "Kesinlikle olmaz!" diye tersledi görüntüsü. "Her yıl eskilerini bağışlayan kardeş ve kuzenlerin olduğu sürece hiç de şansın yok." "Off, n'apayım! Allah'tan ümit kesilmez." diye iç geçirdi küçük kız ve görüntünün üstüne basıp geçti.
Hemen köşedeki okuluna yöneldi. Görünürlerde kimse yoktu. Yine geç kalmıştı. Öğretmenlerin sesleri kırık pencerelerden dışarıya yayılıyordu. Sınıfına girdi. Yerine oturmasını işaret eden öğretmeninin azarlayan bakışları altında yanaklarının utançtan yandığını hissetti. Ayakları buz kesmişken, nasıl oluyordu da yanakları cayır cayır yanabiliyordu, merak etti kız.
Sırasına otururken, sınıfa şöyle bir göz gezdirdi. Gördükleri; tir tir titreyen parmaklarının sayısı kadar çocuk, tam kapanmayan bir kapı ve ayakkabıları gibi, her şeyi içeri buyur eden pencerelerdi. O sırada moralini yükseltecek komik bir şey geldi aklına. Ne yazık! Hayatında komik şeyler bile ne kadar da azdı! Son ders saatine kadar hayatını sürdürebilmesi için sahip olduğu en önemli şey sabırdı.
Küçük kız, eve aklından bir sürü düşünceyi alıp vererek dönerken de geldiği yolu kullandı. Kendisini çok ehemmiyetsiz hissetti, üstelik yaşadığı problemin dünyanın diğer coğrafyalarında yaşayanlar için çok da bir şey ifade etmediği gerçeği, içinde hissettiği ağırlığı daha da artırıyordu.
...
Annesi, küçük kızın, yanan sobanın yanında çok kötü öksürdüğünü duydu. Gözlerini sobanın yanında kızının kurumaya bıraktığı ayakkabılarına dikti. Sırf bu perişan ayakkabıların artık tamir kabul etmez olduğunu bir daha teyit için, daha önce çok defa yaptığı gibi, yine onları kapıp şöyle bir baktı. Ayakkabılar neredeyse parçalanmak üzereydi. Şimdi endişelenme sırası annedeydi.
"Anne, ne olur ben ona yeni ayakkabılar alayım!"
Ablasının bu sözleri havaya sıcacık yayıldı. Genellikle çeyizini düzmek için kullandığı kendi cep harçlığından kız kardeşine yeni ayakkabı almayı teklif ediyordu. Anne, ablanın teklifine, büyükannenin onun evlenme yaşının neredeyse geçiyor olduğu yolundaki düşüncesine rağmen razı oldu.
Küçük kızın kalbi coşkuyla atmaya başladı. "Gerçekten mi? Yeni ayakkabılar mı? Yarın mı?"
...
Ertesi gün, yarınların hep ağır ağır gelişi gibi, çok yavaş yükselen bir güneşle gelmişti. Küçük kız tedirgindi.
"Haydi çıkıyoruz!"
iki kız kardeş yolda yürümeye başladılar, büyüğü elinde sıkıca parasını, küçüğü ise, yerinden fırlamasın diye, kalbini tutuyordu.
Ayakkabı dükkânı küçük kızı çok korkutmuştu. içeride buz gibi bir hava hâkimdi. Somurtuk bir yüzle ortalıkta dolaşan satıcı kadın her şeyi berbatlaştırıyordu. Daha esef verici olanı ise, metal delikli raflarda baba ölçülerinde bir çift kocaman bottan ve bir çift de siyah terlikten başka bir şeyin kalmamış olmasıydı. Küçük kalbi derin bir çukura düşmüştü âdeta.
Satıcı kadınla ablası selâmlaştılar. Satıcı kadın, sanki çok uzun bir zamandan sonra ilk defa konuşan biri gibi, sinir bozucu şekilde yavaş konuşuyordu. Sonunda havadan sudan konuşmaları bitmişti.
"Kız kardeşim için bir çift ayakkabı almak istiyorum."
Talebini o kadar sakin bir şekilde ifade ediyordu ki, gören sanki günlük ekmek almaya gelmiş sanırdı.
Satıcı kadın, bakması gereken sadece küçük ayakları olmasına rağmen, küçük kızı şöyle baştan aşağı iyice bir süzdü. "Ona uygun bir şeyim yok sanırım." dedi. Umursamaksızın, "Ben yine de bir bakayım." diyerek, dükkânın karanlık arka tarafına geçti. Küçük kız, kadının boş elle dönmesindense, bir daha hiç dönmemesini arzuladı. Bir ömür boyu bekleyebilirdi; ama boş ellerle karşılaşmaya tahammül edemezdi.
Satıcı kadın, elinde bir kutuyla geldi. "Ayak numarası ne?" Abla, numarasını söyledi. Ablasının söylediği numarayı, "Herkese uyacak ortak numara..." şeklinde yorumladı küçük kız. "Bunlar bir numara daha küçük, ama bulabileceğim en yakın numara." Belli ki satıcı kadın sadece ablayla ilgileniyordu.
Küçük kız sağ ayakkabıyı önce aldı. Yeni derinin yayılan kokusunu duyunca neredeyse kendinden geçecekti. Ayağını zorla ayakkabıya sığdırdı. "Acıtıyor, ama sakın gösterme." dedi içinden. Birden Külkedisi'nin, gerekirse ayak parmaklarını kesmeye kararlı üvey kardeşine dönüşüvermişti. Görünüşe kolayca aldanmayan ablası eğildi, ayakkabıyı yoklarken, küçük kızın ayak parmaklarının sıkışmış olduğunu hissetti. "Yok, yok, olmaz bunlar, bu ayakkabılarla doğru dürüst yürüyemezsin." Küçük kız savunma refleksiyle geriye adım attı. isyankâr bakışlar fırlatarak "Bu ayakkabıları ayağımdan almak için, ayaklarımı kesmen lâzım!" diye haykırdı.
Yaklaşan fırtınayı hisseden satıcı kadın, bir aile faciasını engellemek için harekete geçti. "Neden pazartesi günü gelmiyorsunuz?" dedi. "O gün yeni mallar gelecek." Küçük kız satıcı kadının yüzünde ablasına yapacağı gizli bir işaret aradı. Ancak kadının yüzünde çok ciddi bir ifade vardı ve göz bile kırpmadı. Başka bir seçeneği kalmayan küçük kız, kendisini dükkânın dışına sürükledi.
iki kardeş, geldikleri gibi yine sessizce yürüdüler. Büyüğü parayı elinde sıkıca tutuyordu, küçüğü ise farkına varmadan yumruklarını sıkmıştı. Küçük kalbi buz kesmişti; ama uzak bir köşesinden zayıf bir ümit ateşi parlamaya devam ediyordu.
"Kimi kandırıyorum ki ben?" diye düşündü küçük kız. "Yeni ayakkabılar alsa bile bana uygun numarada alacağını kim söyledi? Üstelik iki gün ablamın fikrini değiştirmesi ve parasını bir yatak örtüsüne harcaması için oldukça uzun bir zaman. Allah korusun, pazartesiye kadar uzak bir akrabanın elinde eski, kokulu bir çift ayakkabıyla çıkıp gelmeyeceği ne malum, bu tam da bir kâbus olur benim için."
Küçük dairelerine girdiler. Küçük kız doğruca odasına geçti ve yatağına oturdu. Bu arada ablasının neden eve eli boş döndüklerini annesine ve büyükannesine anlatışını acıyla dinliyordu. Kapısının yavaşça açıldığını duydu; ama gelenin mutlaka büyükannesi olduğunu bildiği için, dönüp bakmadı.
Büyükanne üzgün bir ifadeyle kızın yanına oturdu. Hikâye anlatan ses tonunu kullanarak anlatmaya başladı: "Günün birinde, çok uzak bir diyarda, genç bir adam yaşardı. Ayaklarındaki eski püskü ayakkabılarına çok üzgün bir şekilde bakarak, neden yeni bir çift ayakkabısı olmadığını düşünerek, küçük kasabanın yollarında yürüyordu bir gün. işte tam o sırada, bir çınara yaslanmış dilenen bir fakir adam gördü. Daha dikkatli bakınca, adamın bacaklarının olmadığını fark etti. Genç adam gördüğü duruma çok üzüldü ve kendinden utandı. 'Yazıklar olsun bana! Bu adamın ayağı bile yok, bense düzgün bir ayakkabım yok diye hayıflanıyorum.' diye kendi kendini ayıpladı ve sonra, verdiği bu sağlıklı ayaklar için Rabbi'ne şükretti."
Büyükanne bir yandan küçük kızın saçlarını okşayıp, bir yandan da "Gördün mü tatlı kızım, umutsuzluğa kapılma! inşallah şimdi sahip olmadığın şeyi elde edeceksin. Ancak bu arada, zaten elinde olanlara şükretmeyi unutma! Kanaat ve kalbin hoşnutluğu en büyük hazinedir." dedi gülümseyerek.
Hikâyedeki mesajı hemen anlayan küçük kız, yine de yorum yapmadan edemedi: "Ama büyükanne, ben hem ayaklarım, hem de yeni bir çift ayakkabı için şükretmek istiyorum." Büyükanne gülümsedi ve sanki sımsıkı korunmuş bir sırrı anlatıyormuş gibi kulağına fısıldadı: "Allah şükrettiğimizde bize verdiği nimetlerini artırır. Eğer ayakların için şükredersen, sana bir çift de ayakkabı ihsan edebilir. iyi hatırla, kanaat ve kalbin hoşnutluğu en büyük hazinedir." Küçük kızın alnından öptükten sonra, odaya girdiği gibi yine sessizce çıktı.
Aklı tamamen karışmış olsa da, küçük kız mantık kurmaya çalıştı. "Bence bu güzel bir tavsiye. Nelere şükredebilirim?" diye sordu kendi kendine. "Bir kere, en başta harika bir büyükannem var." diye düşündü yüzünde tatlı bir gülümseme ile.
...
Pazartesi öğleden sonra yeniden ayakkabı dükkânına gittiler. Satıcı kadın önce onlara gülümsedi, sonra da yavaşça dükkânın arkasına geçti. "Şükürler olsun bu sefer bir sürü havadan sudan konuşmaları dinlemek zorunda kalmadım." diye düşündü küçük kız, rahatlamıştı.
Elinde bir kutu, yüzünde kurtarıcı bir eda ile satıcı kadın döndü. Kutunun kapağını kaldırdı ve sağ ayakkabıyı küçük kıza uzattı. Ayağına tam olmuştu. işte bu! Vay be Külkedisi buna şaşırırdı mutlaka veya kıskanırdı mı desem! Üvey kız kardeş veya değil, bu sefer ayakkabılar ona olmuştu. Küçük kalbi mutluluktan uçacakmış gibiydi, tâ ki ablası bu büyük kutlamanın tam ortasına dalana kadar. Şimdi ne vardı?
"Rengi..." dedi. "Koyu kırmızı çok da ona uygun bir renk değil. Sadece siyah ve kahverengi ayakkabı cilası bulabiliyoruz. Kısa zamanda çamurlanacaklar bunlar." "Elimden geleni yaptım." dedi satıcı kadın ümitsiz bir ifadeyle. Küçük gözler yalvarırcasına ablasına bakarken, ayakkabı kutusu kolları arasında ezilmişti. Satıcı kadının daha fazla yardımcı olmaması karşısında, abla teslim bayrağını sallamak zorunda kaldı.
Dükkândan, içinde yeni ayakkabıların olduğu kutuyla ayrıldılar. Bu ayakkabılar sıranın altında harika görüneceklerdi. Bütün sınıf hayran hayran onlara bakacaktı. Küçük kalbi kafesteki kuş gibi pır pır çarpıyordu. Duası kabul edilmişti.
Dur bir dakika! Kız durdu. Büyükannesinin söylediklerini hatırlayarak,"Şükürler olsun Allah'ım Sana!" diye fısıldadı her nimeti veren Rabbi'ne. "Bugünü asla unutmayacağım!" diye söz verdi kendi kendine.
...
Ancak, küçük kız verdiği bu sözü ne yazık ki unuttu. Tâ ki yıllar sonra, ağlayıp sızlayan çocuğunu, sade ayakkabıların, üzerinde Winnie the Pooh resmi olanlar kadar iyi ve kullanışlı olduğuna ikna etmeye çalışan bir babayı görene kadar. O ân ilk yepyeni ayakkabılarını aldığı hayatının o unutulmayacak gününde dudaklarından dökülen sahici şükre derin bir hasret duydu.
istanbul'un fethinden sonra takip edilen siyasetle osmanlı bir cihan devleti hâline gelmiş, avrupa devletler muvazenesindeki tesirini her geçen gün artırmaya muvaffak olmuştu. fatih sultan mehmed'in kendisini roma imparatorluğu'nun varisi olarak telâkki ederek, batı roma üzerinde hak iddia ettiği bilinen bir gerçekti. venedik ve diğer avrupa devletleriyle cereyan eden uzun muharebeler, osmanlı'nın üstünlüğü ile neticelenmişti.
1478 yılındaki anlaşma ile dubrovnik cumhuriyeti'nin ödediği yıllık vergi artırılmıştı. fatih, vergisini aldığı bu toprakları zaten kendisine ait saymakta idi. osmanlı, italya'nın her türlü siyasî faaliyetinde etkili olmaya ve küçük devletçikler arasındaki münasebetlerde belirleyici rol almaya çalışıyordu. korfu dışındaki iyonya adaları tocco hanedanına ait bir dükalıktı. dükanın napoli krallık hanedanından bir prensesle evlenmesi bölgedeki dengeleri etkileme potansiyelini meydana getirdi. venedik ve napoli krallığı savaş hâlinde bulunmakta idiler. diğer italyan devletleri de buna göre pozisyon almıştı. adriyatik'i iç deniz hâline getirmeye çalışan venedik bu mücadelede napoli'yi ezmek zorunda idi. venedik ile 1479 yılında istanbul'da imzalanan muahedede de bu dükalığın yer almaması, siyaseten venedik'in iyon adalarını italya topraklarından saymadığı mânâsına gelmekteydi.
birkaç ay sonra fatih, yıllık verginin nakden değil aynen ödenmesini gerekçe göstererek gedik ahmet paşa'ya dükalığın alınması emrini verdi. düka mukavemet etmeden hazinesiyle napoli'ye kaçtı, adalar alındı. karşı tarafta yani italya çizmesinin topuğunda yer alan otranto'nun da alınması venedik'i iki tarafta hapsederek, onun akdeniz'den faydalanma ihtimalini ortadan kaldıracaktı. medici ailesinin idare ettiği floransa cumhuriyeti ve napoli krallığı arasında başlayan savaş bu fırsatı da verdi. papalığın napoli yanında yer alması floransa'nın yenilmesine sebep olacağından osmanlı, floransa tarafını tutarak buraya daimî bir elçi gönderdi. osmanlı ordusu da temmuz 1480'de otranto yakınlarından karaya çıkarak pulya topraklarını fethe başladı. avrupa'da büyük bir telâş meydana geldi. hattâ kendisini emniyette görmeyen papa, papalığı güney fransa'ya nakletmeyi düşündü. floransa, üzerinde fatih'in resminin bulunduğu madalyonlar yaptırarak minnetini göstermeye çalıştı. madalyonun bir yüzünde bulunan üç taç, doğu roma ve trabzon imparatorluklarını resmediyor, boş bulunan taht ise batı roma tahtını simgeliyordu. bu dönemde italya'daki devletçiklerin bir kısmının ispanya tesirindeki napoli krallığı yerine türklerin idaresinde bir napoli'yi tercih ettikleri anlaşılmaktadır. hattâ istanbul'daki venedik elçisi, fatih sultan mehmed'e güney italya'daki haklarını tanıdıklarını ifade etmişti.
fatih, diplomatik olarak bütün şartları hazırladıktan sonra italya'nın fethine başlanmıştı. otranto, gelibolu gibi osmanlı için bir merkez hâline getirilecek ve italya içlerine girilecekti. donanma-yı hümayun da özellikle ispanya'dan gelmesi muhtemel bir yardım için hazır beklemekteydi. yüz parça gemiden meydana gelen donanma otranto limanı'na demir attı. şehir, osmanlı kuvvetlerine on dört gün direnebildi. gedik ahmet paşa kuvvetlerini ikiye ayırarak brindisi ve taranto'yu hedef olarak verdi. pulya eyaleti yani italya çizmesinin topuğu fethedilmek üzere idi. papalık büyük bir panikle bir haçlı ittifakı meydana getirmek için elinden geleni yaptı. ingiltere ittifaka katılmayacağını bildirdi. mesih paşa'nın büyük bir donanma ile rodos üzerine harekete geçirmesi dehşeti daha da artırdı. bu sırada 49 yaşındaki fatih sultan mehmed'in ölüm haberinin gelmesi ve akabinde tahta çıkan sultan bayezid ve şehzade cem arasındaki saltanat mücadelesi italya'nın fethi için başlayan bu faaliyetleri aksatmış oldu.
yaş 25 evlilik zamanı geldi geçti derken annem açtı yuva kurma konusunu. saliha bir kız olsun gerisi gelir diye düşünüyordum. yakın bir akrabamızdan haber geldi.komşuları çok dindarmış, kızlarının ailesinden dahada dine bağlı olduğunu duyunca sevindim.gittik bir görelim görüşelim dedim.ilk ailesiyle konuştum...hatta ben konuşmadım sürekli onlar konuştu. şaşırdım kaldım... bir şey diyemedim... kına gecesinde en iyi müzüsyenler olacakmış... düğünde keza aynı... ev dayalı döşeli olacakmış, hemde hepsi en pahalısından...
araba olacakmış son model hemde, çünkü komşunun damadı sıfır araba almış geçende...anne hadi kalkalım diyecektim utandım... kızla görüştürmek istediler...islamiyete uygun olarak görüştük... on beş bilezik...en güzel gelinlik (10 bin tl)...en büyük düğün salonu... ne diyeceğimi bilemedim... ben saliha bir eş istiyordum sadace... istekleri bir türlü bitmiyordu... o anda yan taraftaki aynaya gözucuyla baktım kendime...görünüşümdede bir iş adamı profilide yoktu...
yirmi beş dakika konuştu istekleri bitince sıra bana geldi. senin isteklerin nelerdir dedi... bir an önce kalkıp gitmek istiyordum sıkılmıştım, geleli bir saat olmasına rağmen dünya malına bağlananlarla birlikte olmak içimi karartmıştı...tekrar sordu isteklerin nelerdir... hayırlısı olsun dedim kalktım... nezaketle ayrıldık evden...yolda giderken telefon geldi... amcam arıyordu.. yan komşuları serhat amcanın kızı varmış...serhat amca çok iyidir...cocukluğumdan beri tanırdım kendisini... tamam dedim dedim amcama geliriz...
serhat amcalara gitmek için hazırlanıp annemle koyulduk yola, on beş dakika sonra ulaştık evlerine. sohbet açıldı çocukluğumuzdan,başladı beni övmeye kızardıkça kızardım utancımdan birşeyde diyemiyorum derken söz asıl konuya gelmişti evladım seni severim maksat gençleri mutlu etmek allahü tealanın izniyle dedi ve başladı isteklerini saymaya o kadar çok şey saydı ki uykum gelmeye başladı en sonunda da benim oğlumun kumar borcu var onu ödemeden evlilik de olmaz zaten dedi.
birden gözlerim açıldı,şaşırmıştım açıkçası gözümü yerden alamadım uzun süre serhat amca gençleri görüştürelim dedi bir odaya geçtik kız konuşmaya başladı onceki görüştüğüm kız gibi ne varsa herşeyi istiyordu konuşmasını çalan telefonu böldü açıp konuştu kapattı. tekrar çaldı konuşup kapattı sonra tekrar.. dayanamadım sordum arayan kim diye.
eski nişanlısıymış ayrılalı on gün olmuş. neden ayrıldıklarını sordum. çay bahçesinde bir erkekle otururken görmüş sonra tartışmışlar, tartışma büyüyünce de ayrılmak zorunda kalmışlar. oturduğun kişi kimdi ki? ... calıştığı yerdeki müşterilerinden biriymiş demek önceden çalışıyordunuz? evet ben masörüm dedi soktan şoka giriyordum.. beş dakikada bilmediğim bir sürü şey çıkmıştı evlilik amacını sordum nişanlısı çok rahatsız ediyormuş farklı bir hayat,farklı bir ortam istiyormuş açık konuşmak gerekirse hava değişimine ihtiyaç duymuş daha fazla dayanamayıp izin istedim kalktım
ben sadece saliha bir eş istiyordum nezaketle evden ayrıldık annemle daha sonra öğrendim ki serhat amca arkamdan bir sürü laf etmiş gülümseyip, bugün öven yarın söver dedim içimden artık evlilik düşüncesinden vazgeçmek üzereydim. haftalardır dışarı çıkmıyordum. akşamları hava almak için balkonda oturup kitap okuyordum.
karşı komşumuz gece çalıştığı için akşam dokuz gibi evden çıkıyordu. on yaşındaki oğlu da babasının peşinden ağlayıp dururdu her gece ablası çocuğu oyalamak için balkona çıkarıyor ve her fırsatta benimle konuşmaya çalışıyordu bu sık sık tekrar etmeye başlayınca bunaldım artık. bir akşam kıyamet ve ahiret kitabını alıp aynı saatte çıktım balkona beni görünce o da çıktı balkona, bir konu bulup yine başladı konuşmaya her akşam kitap okuyorsun nedir onlar işte beklediğim fırsat gelmişti okumak istersen vereyim deyince olur dedi besmele çekip iki üç metre karşıdaki kıza attım kitabı.
hadi gir de evde okumaya başla dedim kitabı okumuş olacak ki bir daha balkona çıkmaz oldu evlilikten vazgeçmiştim bir eş bulmak bana uzak görünüyordu aradan aylar geçmişti.o zaman zarfında birkaç kızla daha görüşmeye gittim annemle fakat netice aynı değişen bir şey yoktu bir salı akşamıydı içim çok daralmıştı, adeta boğuluyordum o gece iki rekat namaz kılıp yattım acayip bir rüya gördüm birine anlatmalıydım bu rüyayı o akşam balkonda dolunayı izlerken telefonum çaldı gözüm dolunayda, cebimden çıkarttım telefonu kimin aradığına bakmadan kulağıma götürüp telefonu açtım arayan ses tanıdıktı fakat o günden sonra hayatımın değişeceğini nereden bilebilirdim ki
arayan en yakın arkadaşım aliydi. canı sıkılmış beni çağırıyordu. abdest aldım evin yakınındaki çay bahçesine gittim. çocukluğumuzdan açıldı konu sonra gördüğüm rüyayı anlatmak istedim tozlu bir köy yolunda gidiyordum elimde bir tane kılıç vardı etrafımda ise bir sürü yılanlar yılanlar bir metre kadar yükseltmişler kafalarını yukarıya doğru hepsi üzerime atılmak için zaman kolluyorlardı kılıçla kendimi savunuyordum bana yaklaşanları kılıçla öldürüp ilerliyordum
ileride uyuyan biri vardı bilmediğim bir ses işittim ama ortalıkta kimse yoktu uyuyan kişiye baktım o ses; yatan kişi musab bin umeyrdir dedi. sonra ileride giden iki kişi gördüm biri peygamberimizdi diğerinin kim olduğunu göremedim ali yorumlamaya başladı rüyamı düşmanlarını yenerek iyi bir neticeye ulaşacaksın dedi konu evliliğe geldi yine başımdan geçenleri anlattım dertliydim bu konuda benim eşim dünyaya bağlı olmamalıydı, sadece dünyalık uğruna yaşamamalıydı
uzunca dinledi ali sıkıntılarımı o konuşmaya başladı bu sefer. evden çıkarken annem dedi bizim mahallede bir kız varmış onunla görüştürmek istiyorlar seni. yok ali bundan sonra kolay kolay kimseyle görüşmek istemiyorum dedim kızda pek istekli değilmiş zaten dedi niye diye sordum.. o da birkaç kişiyle görüşmüş daha sonra evlilikten soğumuş iyice alinin annesi ısrar edince de olur görüşelim demiş...tamam dedim yarın gideriz diye sözleştik rüyam gerçek mi olacaktı acaba
bu zamana kadar sabrettim önüme gelen engelleri allahü tealanın izniyle aşmıştım ali ile vedalaşıp eve geldim konuyu anneme açtım yarın gidecektik görüşmeye cok heyecanlıydım nedense sabah erkenden kalkıp giyindim heyecan gitmek bilmiyordu bir sağa bir sola yürüyüp duruyordum evin içinde ilk defa bu kadar heyecanlıydım oğle namazını kıldıktan sonra yola koyulduk annemle ali bizi kızın evine kadar götürdü kapıyı çaldım kapıyı babası açtı eve buyuretti
biraz sohbet ettik söz asıl konuya geldi sonra kızın babası konuşuyordu; evladım benim söyleyeceğim bir şey yok sen kızımla konuş bu konuları dedi. şaşırmıştım gerçekten çünkü ilk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum dünyalık bir konu açılmamıştı ilk defa bir odaya aldılar beni kızla görüşecektim sandalyeye oturdum ellerim masanın üzerinde avucumun içerisinde ise terleyen ellerimi silmek için bez bir mendil vardı odaya kız girdi nurani yüzlüydü önüne bakarak konuşmaya başladı diğer kızlar gibi bilezikten gelinlikten girmedi konuya ilk sorusu namazdan oldu .
bana namaz kılıyor musun demedi, namazı kaç dakikada kıldığımı sordu. mesela öğl...e namazın kaç dakikada bitiyor dedi on beş dakika civarında diye söyledim memnun oldu sonra birikmiş ne kadar paran var deyince önceki görüştüklerim gibi konuşmaya başlayacak herhalde dedim içimden 45 bin lira var paranın zekatını veriyor musun deyince yanlış düşündüğün için utandım.. evet veriyorum dedim konuşmasına ağır ağır devam etti
sizden önce üç kişi ile daha görüştüm hepsi de zengindi, güvendikleri tek şeyleri paralarıydı.bütün konuşmaları paraya zenginliğe dayanıyordu. dine ait hiçbir bilgileri yoktu ve namaz bile kılmıyorlardı. size ilk sorum namaz oldu çünkü namazı doğru olan ve huşu içinde kılan bir insandan zarar gelemez. ailesinin hakkını gözetir haksızlık yapamaz. herkes için en iyisini en güzelini ister. kimseyi hor görmez ve ezmez. böyle insanı bütün mahlukat sever,mahlukatın sevdiğini de allahü teala sever.allahü tealanın sevdiği kul ise makbul edilen kuldur ve devam etti konuşmasına sonra zekatı sordum çünkü o parada fakirlerin hakkı da var.
fakirlerin hakkını gözetmeyen eşinin hakkını da gözetmez. allahü teala ondan nasıl razı olur ki ne kadar doğru konuşuyordu konuşmaları beni çok mutlu etmişti. dünyalık bir şey istemiyorum diye dem etti... yan taraftaki kitaplığı göstererek okuduğu kitapları gösterdi. görünce çok mutlu oldum çünkü benim okuduğum ehli sünnet alimlerinin kitaplarını okuyormuş. ben kızarıp terliyordum nedense, elimdeki bez mendil de iyice ıslanmıştı. benim ise kıza soracağım bir şey kalmamıştı,ben sormadan herşeyi anlattı bana.
son olarak annemle konuşmak isteti, ben dışarı çıkmak için ayağa kalkınca elimdeki mendil yere düştü. yere göz gezdirdim ama göremedim dışarı çıktım annemle de on dakika kadar konuştular içeride, annem çıkınca evden izin isteyip ayrıldık. iki tarafta birbirinden memnun olmuştu. anneme içeride ne konuştuklarını sordum. anneme nasıl davrandığımı ailemle olan ilişkilerimi sormuş. çünkü anne ve babanın razı olmadığı bir evlattan allahü teala razı olmazdı. eve gidince konuyu babamla konuştuk çok sevindi abdest aldım iki rekat namaz kıldım odamda sonra birkaç gün önce gördüğüm rüya geldi aklıma elimdeki sabır kılıcıyla zorlukları aşmak nasip olmuş ve sonuca ulaşmıştım bu günden itibaren düğün hazırlıklarına başlayacaktık artık
söz kesilip aileler arasında yüzük takıldı. düğün konusu biraz sıkıntılı olmuştu... akraba tarafı çalgılı olmasında ısrar ediyor ,ben ise dini yönden olmayacağını anlatmaya çalışıyordum. ben yumuşak huylu oldukça onlar daha fazla üzerime geliyorlardı. düğün çalgılı olurmuş onlara göre. cenaze evi gibi dualar edilip mevlit okutulmazmış ne yapacağımı şaşırmış ve iyice bunalmıştım. defalarca haram olduğunu anlatsam da çalgısız olması gerektiğini kabul ettiremiyordum
bir akşam evde akrabalarla toplandık bu konu hakkında konuşuyorduk. bir şartla isteğinizi kabul ederim deyince hepsi şaşırdı herkes gözlerini bana çevirmiş ne diyeceğimi bekliyorlardı. öldüğümde mezara benimle girecek olan varsa ve benim yerime hesap vermek isteyen olursa kabul edeceğimi söyledim kimse yüzüme bakmıyordu artık utanmışlardı açıkçası bu konu da böylece şekilde kapamış oluyordu bir perşembe günü kız tarafıyla sözleşip düğün alış verişine çıktık
nişanlım sanki yanımda köle gibi duruyordu. ben ne göstersem olur beğendim diyordu. bir insan bu kadar mı mütevazi bu kadar mı ince olabilirdi. onun bu durumunu gördüğüm zaman ben en kaliteli en güzel olan eşyaları alıyordum. onu mutlu etmek için elimden geleni yapmak istiyordum evimizi döşemiştik her şey çok güzel gidiyordu düğün günü gelip çatmıştı heyecandan ölecek gibiydim elim ayağıma dolaşıyordu adeta. düğün tam istediğim gibi olmuştu . evliliğimizin ilk yılları diğer evlikler gibi tartışma ya da kavga ile geçmiyordu. biz islamın etrafında birleşmiştik. hiçbir sorunumuz da olmuyordu. eşimin zekasına güzel ahlakına güler güzüne hayrandım
onsuz zaman geçmiyordu, işteyken fırsat buldukça arıyordum,sesini duyuncada çok mutlu oluyordum. konuşmasında içimi rahatlatan bir tesir vardı. bunu nasıl yapıyordu bir türlü anlayamıyordum. eve gittiğimde beni her zaman güler yüz ile karşılardı, o anda bütün yorgunluğum giderdi. yemek hazırlarken yardım ederdim. sen otur yorgunsun der, ben de içeri gidip otururdum. onun üzülmesini hiç istemiyordum çünkü. her ne isterse yerine getirmek için can atıyordum
benden bir şey istesin diye gözlerinin içine bakardım. arada bir arabamla gezerdik,gezdirince mutlu olurdu yine bir gün gezdirmek için çıkıp arabaya bindik. dönüp bana baktı. sabır çok güzeldir,sabır insanı bu araba gibi ulaşmak istediği yere götürür dedi. neden böyle bir şey söylediğini anlamamıştım biraz gezip eve gelmiştik birkaç gün önce yatak odasının kapısı bozulmuş, kilidi zor açılıp kapanıyordu. geçen gün mahallemizde hırsızlık olayı olduğu için odamızın kapısını kilitliyorduk
bir haftadır eşimin midesi bulanıyor bunun içinde geceleri sık sık kalkıyordu benim uykum çok hafif olduğu içinde hemen uyanıyordum o gece tekrar midesi bulanmış olacak ki kalktı, kalktığını hissedip gözlerimi açtım ama uyandığımı anlamadı. yavaş yavaş kapıya doğru ilerledi fakat o anda gözlerime inanamayacağım bir olay gerçekleşti
ben rahatsız olmayım diye kilitli olan kapının anahtarına bile dokunmadı kapı kilitliydi eşim bismillahirrahmanirrahim dedi ve kapıyı açmadan dışarı çıkmıştı. bu durumu görünce kalbimin atışları hızlandı terlemeye başladım yataktan kalktım gözlerim, kapıya odaklanmıştı yatak odasının camından lavabonun ışığı belli oluyordu lavaboda elini yüzünü yıkayıp ışığı söndürdü. ben hemen yatağa yatıp uyuyormuş gibi yaptım. fakat eşim kapıyı açmadan odaya girdi
kalp atışlarım iyice artınca dayanamadım uyanmış gibi yaparak yatakta doğrulup oturdum eşimin yüzüne baktım adeta güzü nurlanmış parlıyordu uyandığımı görünce gülümseyerek yüzüme baktı. ne yapacağımı ne diyeceğimi bilemedim. rahatsız mı ettim diye sordu. yok çıktığını bile duymadım deyince gülümsedi ve yattı işe gittiğimde sürekli o anları düşünüp duruyordum. bu nasıl olabilirdi?... akşam eve gittiğimde zile basmadım ve kapıyı anahtarımla açtım.
kapıyı açtığımda eşimi karşımda buldum işten geldiğimde kapıyı açmak için bekliyormuş selam verip içeri girdim elimi yüzümü yıkayıp sofrayı hazırladık yemeği yedik bu gün neden durgunsun bir şey mi oldu? diye sordu cevap veremedim dün geceki olayı nasıl sorabilirdim ki sana bir şey söyleyeceğim diyerek elimden tutup beni ayağa kaldırdı gözlerinin içine bakıyordum buyur söyle dedim hamileyim dedi ondan sonrasını hatırlamıyorum zaten
o anda ayaklarım boşaldı düşüp kalmışım yerde yarım saat sonra kendime geldiğimde eşim yanı başımda oturuyordu yattığım yerden doğrulup eşime bakınca utanıp yüzünü yere çevirdi bu habere o kadar sevinmiştim ki anlatamam akşamları işten eve gelirken artık bebek eşyaları alıyordum gece yattığımızda eşimle hep hayal kurap duruyorduk cocuğumuz belli bir yaşa geldiğinde ilk hangi kitabı okumalıydı acaba ilk önce namaz kitabındaki bilgileri öğrenmeliydi.
ondan sonra hangisini okutsak acaba islam ahlakını mı? herkese lazım olan imanı mı okutsaydık yok yok ilk önce halifelerin menkıbeleriyle yeşertmeliydi kalbini benim evladım ehli sünneti savunan ehli sünneti yaymak için çabalayan bir kul olmalıydı onu bu şekilde yetiştirmeliydik her akşam belli bir zaman dilimi içerisinde eşimle imam-ı rabbaninin mektubatını okuyorduk. bir akşam okurken yorgunluktan gözüme ağrı girince eşime rica edip sesli okumasını söyledim ve gözlerimi dinlendirmek için kapattım. 212. mektubu okuyordu bir ara gözlerimi açtım elindeki kitap kapalıydı. gözlerimi açtığımı görünce hemen kitabı açıp gözlerini kitaba dikti anladım ki o kadar sayfayı ezberlemiş ve ezberinden okuyordu. okuduğu mektup bitince durdu mektubatı bu zamana kadar kaç defa okudun diye sorunca bilmiyorum dedi
peki kitabı bitirmen ne kadar sürüyor? bir hafta diye cevap verdi.. anladım ki eşim manevi derecelere yükselmişti.. beni rahatsız etmemek için kapıyı açmadan çıkması bir kerametti o günden sonra eşime olan hürmet ve saygım daha da arttı. eşim bir evliya idi ilmihal okuduğumda anlamadığım yerleri eşime soruyordum. öyle güzel açıklayıp anlatıyordu ki hayran kalmamak mümkün değildi hikmetini bilmediğim en ufak bir davranışını görsem soruyordum. o da hemen açıklar; ilmihalin şu sayfasında yazıyor diye söylerdi
her haline sabrediyordu ve her haliyle de şükrettiği ortadaydı islamiyeti yaşayan bir numune vardı karşımda, bu yüzden allahü tealaya her saniye şükretsem yine az gelirdi eşimin birkaç kerametini daha görünce dayanamadım, artık ne pahasına olursa olsun bu konuyu konuşacaktım kendisiyle her zamanki gibi işten geldim yemek yedik konuyu konuşmak için eşimi karşıma aldım igiderek büyüyen bir heyecanla yavaş yavaş konuşmaya başladım..
islamiyetin en ince kurallarına en güzel şekilde dikkat ediyorsun. konuyu uzatmak istemiyorum dediğim anda eşim konuşmaya başladı "sabır güzel şeydir. sabrederken şükretmek daha güzeldir. insan her haline sabreder ve şükrederse allahü teala ona daha iyilerini ihsan eder" artık ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, eşimde konuşmasını bitirmişti o günden sonra ona olan davranışlarım daha dikkatliydi. onu kırabilecek her şeyden uzak duruyordum bir akşam annem aradı komşu kızının düğünü varmış iki gün sonra, düğüne beni de davet etmişler.
eşimle birlikte gittik düğüne, her şey islama uygun düzenlenmişti. erkekler ve bayanların yerleri farklı bölümlerdeydi düğündeki islama uyma titizliğini görünce çok sevindim. bir akşam kendisine balkondan verdiğim kıyamet ve ahiret kitabı geldi aklıma. on dakika sonra küçük bir çocuk geldi, o kızın kardeşiydi bu. babası işe giderken arkasından ağlayan çocuk
abi eğilir misin dedi.. eğildim kulağıma ablasının bana çok teşekkür ettiğini söyledi. ben vesile olmuşum onun bu duruma gelmesinde. bunu öğrenince çok sevindim eşim hamile olduğu için fazla kalamadık düğünde eve gittik aradan aylar geçmiş ve eşim doğurmuş ve bir tane oğlum olmuştu hayatımızdan çok memnunduk eşimle her akşam kitap okumaya devam ediyorduk yine eşime üstadım diye hitap ediyordum o benim üstadımdı. dünya ve ahiret saadetim için en büyük vesile idi geceleri rahatsız olmasın diye oğlumuz ağlayınca çocuğu alıp başka odaya gidiyordum aradan iki yıl geçmiş oğlumuz büyümüştü
eşim her fırsatta sabır ve şükretmemi telkin ediyordu bir zaman sonra eşim hastalandı. zamanımızın çoğu hastanede geçiyordu eşimin hastalığı artmış, benim ise elimden bir şey gelmiyordu. bir akşam işten eve geldiğimde kapıyı çalmama rağmen açmadı. içeri girdim içeriden bilemediğim mükemmel bir koku geliyordu. içeri girdim eşim yatıyordu ilk önce uyuyor zannettim. uzun zaman uyanmayınca gidip uyandırmaya çalıştığımda vefat ettiğini anladım. o anda yıkılmıştım. içim yanmıştı.
gözlerimden yaşlar akmaya başladı. annemi aradım gelmesini istedim . eşimi diğer gün defnettik eve girdiğimde burnuma gelen o güzel koku mezardan gelmeye başladı her gittiğimde o kokuyu duyardım giremiyordum. onu özlüyordum sadece.. canım eşim, üstadım vefat etmişti. söylediği gibi yapmaya çalışıyor sabretmekten başka çare bulamıyordum her an onu düşünüyordum aylar sonra eve girme cesareti gösterdim gözlerim doldu ağlamaya başladım. balkonda çıkıp sandalyeye oturdum.
dolunay vardı alinin beni aradığı o akşam geldi aklıma o akşamda aynı dolunay vardı gözlerimden yaşlar akarak dışarıya çıktım doğru üstadımın, eşimin mezarına gittim. saatlerce ağladım . o güzel kokuyu hissetmeye başladım tekrar arkamdan bir el omzuma dokundu. arkama döndüm eşim nurlar içinde arkamda duruyordu heyecandan bir şey söyleyemiyordum.. başım dönmeye başladı ve bayılmışım sonra
uyandığımda sabah ezanı okunuyordu kalktım etrafıma baktım eşimi gördüğüm anda... sabret dediğini hatırladım camiye gidip sabah namazını kıldıktan sonra dışarı çıkarken cebimde bir şey olduğunu fark ettim elimi cebime attım bir tane mendil vardı eşimin evinde ilk konuştuğumuz zaman avucumun içindeki mendil ayağa kalkarken yere düşmüştü bulamamıştım daha demek ki eşim bulup saklamış mendilin bilmediğim şekilde çok güzel bir kokusu vardı
bu gerçek bir hikayedir bu hikayenin yazari yazinin sonuna eklediği cümleler ise şöyledir...
( bu yaşananları babamın günlüklerinden derleyerek sadeleştirdim hikayede anlattığım kişiler annem ve babama aitti. doğan o çocuk bendim. sabır ve şükür insanı en üst derecelere yükseltecek kanatlardır) allahü teala herkese böyle eş nasip eylesin