Ekşi şeyler tarih bölümünün kodamanlarından bir abimiz, gayet kültürlü ve bilgili olduğu yazdığı yazılardan belli. Fakat geçen kıbrıs la ilgili yazdığı yazıda 'objektif' olmaya çalışırken kıbrıs harekatında bizi -Türkleri- bayağı bayağı cani olarak yansıtmış. Ne desem bilemedim... Kaş yapayım derken göz çıkarmış sanki... zaten konuşma başlangıcı da Özür mahiyetinde ne de olsa ben de Türküm tarafsız olamam fakat... gibi bir şeyle başlıyor ama abimiz kurduğumuz feci pusulari, düşmanın -bunu derken arasöz olarak da Türkler ibaresinin de kullanmış- ben pek anlayamadım ne yapmak istediğini.
Pamukkale turizmin yolculuk da dinlemeleri adına yolcularına hazırladığı müzik listesidir. Seçilen müzikler gayet iyi, pamukkale turizm de, müşterilerle ilgilenmek yerine yandaki adamla kırıştıran veznedarını saymazsak...
çHer eli kalem tutan şahsın gerçekleştirebileceği bir eylem. Buyrun:
Öğlendi. Ödevini beraber, yapacağımız Dominikli Alex gelmemisti. Ben de bunun üzerine uzun zamandan beridir yapmayı düşündüğüm yurt nakil dilekcesi verme isini bugün yapmaya karar verdim.
Bu iş için fakülteden dışarı çıkmış tarihi kapının önünden Beyazıt Meydanı'ndaki tramvay durağına doğru yürüyordum. Durağa vardığımda fark ettim ki ters giden bir şeyler var: Her gün hiç şaşmaksızın, bir karınca gibi bir aşağı bir yukarı dokuyan tramvaylar bugün öylece durağın ortasında kalakalmıslardi. Hatta Bağcılar'a giden Kabataş tarafında, Kabataş'a giden de Bağcılar tarafındaydı. Yönümü şaşırdım. Daha sonra şansıma deyip atladım rastgele birisine. Oturdum. Tramvayın içindeki insanlar konuşuyordu:
— Dokuz on kişi tramvayın altına girmiş, tam dokuz on kişi! Ondan böyleymiş. itfaiye, amabulans gelmiş de çıkaramıyormuş kimse...
— Nasıl olmuş peki?
— Orasını bilmiyorum...
Biraz daha bu konu konuşulduktan sonra yine gündelik konulara dönüldü. Hayat tekrar normal seyrine döndü. Herkes sanki önünde kimse yokmuşçasına birbirlerini suratlarına bakmaya koyuldu.
Aksaray, Yusufpaşa, Haseki, Fındıkzade ve nihayet Şehremini-Çapa... Tramvaydan inip tam karşımdaki sokaktan yularıya doğru direkt çıktığımda istanbul KYK müdürlüğüne vardım. içeriye girdim. Birkaç gereksiz memur yüzü gördükten sonra tekrar Beyazıt tramvayına doğru yola koyuldum. Ve iste tekrar Beyazıt... Gelirken ki duyduğum o tramvay kazası hala kafamın içindeydi. Gelirken öğrendiğim kadarıyla, kaza Çemberlitaş'ın hemen biraz ötesinde olmuş. Zaten insanlar da o yana doğru kütle kütle akıyordu. Herkes de aklında aynı soru: Burada ne olmus?.. Ben de aklımda o soruyla beraber kalabalığın arasında kayboldum. Bir an için bu mahşeri şekilde toplanmış yüzlerce insanın arasında dineldim ve bir an için onları seyre daldım. Bu iğrenç manzarayı umuyorum ki görmek istemezdiniz! Ah ne iğrenç!
Kimi mahluklar kaldırım kenarlarında duran elektrik panolarının üzerine tırmanmış ellerini gözlerine uğur yapıyor, kimileri bir kedi gibi itfaiyenin altına pusmuş, kimileri de bir ölünün son vaziyetini görebilmek için insanları iktire kaktıra bu, meraklılar safında kendilerine en ön sırada bir yer açmaya çabalıyorlardı.
Ben bu manzarayı izlemekteyken, bu merak canavarlardan biri, gelip bir dirsek de bana attı. Kenarı çekildim.
— Biraz kenarı çekilin de geçelim be!
Ama bu sonradan buraya gelmiş olan merak canavarlarının hepsinin hevesi kursağında kaldı. Ezilen çoktan götürülmüştü. Sonra etrafımdaki konuşmaları dinlemeye başladım.
— Nolmuş, oğlum burda?
— Tramvay adamı doğramış dayı, kasap nasıl eti doğrarsa öyle doğramış.
— Götürmüşler, götürmüşler torbaylan götürmüşler. Artık kalmamış bir şey...
Bu insanların olduğu taraftan aşagı dogru uzaklastim. Hemen biraz aşağı indigim de bu korkunç senaryonun olmazsa olmaz karakterlerleriyle karşi karşiya geldim: Muhabirler ve kameramanlar!
"Evet, sayın izleyenler meydana gelen kaza, işte tam da şu noktada, Çemberlitaş Tramvay Durağı'nın hemen altında gerçekleşti..."
işte, alelade bir Çemberlitaş esnafının 'trajik sonu' tüm insanlığa bu cümlelerle ifşa ediliyor ve fevkaledeleştiriliyordu.
**********
Tüm bu olanlar zihnimde tekrar tekrar canlanırken Beyazıt'taki Orhan Kemal kütüphanesinin yolunu tuttum. Kütüphanede elimi bir yığın kitapla doldurdum. Bunların arasında Dosto, Tolstoy, Turgenyev ve Kafka'dan kitaplar vardı... Biraz Kafka okuduktan sonra, üniversite yemekhanesine gittim ve yemek yedim. Tüm bu olayların gerçekleşmesi ardından hayli zaman geçmiş ve neredeyse akşam olmuştu. Yine kazanın olduğu yerden dönüş yolunu tutturdum. Tesadüfe bakın ki ne gördüm?
Asya'dan geldikleri belli olan bir çift sevgili kollarını birbirlerinin kollarına geçirmiş, gülerek ve birbirlerini gayet mutlu bir şekilde öperek Çemberlitaş Tramvay Durağı'ndan aşagıya doğru iniyorlar...
Gerek sinemaseverlere sunduğu zengin içerik, gerek güzel film önerileri ve spoilerlarıyla bize sinemayı sevdiren internet siteleri...
Ben sinefesto yu takip ediyorum, internet sitesinin yerli yabancı dizi ve filmler hakkindaki eleştirileri ve bilgilendirmeleri hosuma gidiyor, ayrica sinemaya ilgi duyan ve sinema hakkinda guncel bilgiye sahip olmak isteyenler icin birebir.
Her zamanki gibi bugün de istanbul sokaklarını voltalıyordum... Fakat bu seferki gezimin diger günlerden bir farkı vardı. Dilimde
'yaşanmaz bu memlekette yaşanmaz' teranesi yoktu. Bugün kütüphanede Cins dergisinde okuduğum bir paragraf sayesinde, belki de memletimizin su vaziyetinde, kendi durumumuzu en iyi özetleyen cümlelerdir, aynen alıntılıyorum.
Her dudakta aynı rezil şikayet: Yaşanmaz bu memlekette!
Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu; bu insan kokusu ve makine uğultusu mu?
Hayır, onlar Türkiye'nin insanından şikayetçi. insanından yani kendilerinden, aynaya tahamülleri yok!
Ahsen tv muhabiri bülent abimizin efsane repliğidir.
Ben bu repliği tüm insanlıga karşı fena işlerde bulunan ve bu yaptığı işlerden bir gram müteessir olmayan, vicdan azabı çekmeyen insanlara atfediyorum.
"belki daha düşük düzeydeki; ama daha incelikli ve daha hafif türlerdeki varlıklarda olduğu gibi kadınlarda da gönlümüzü rahatlatan bir şey buluruz. kafaları her zaman eğlenceyle, gelip geçici heveslerle ve giysilerle dolu olan yaratıklarla karşılaşmak ne büyük bir zevktir! onlar, yaşamları sınırsız sorumluluklarla dolu, baştan aşağıya gerginlik içinde yaşayan ciddi erkek ruhlarını büyülerler."
Usta, tam da demek istediklerimi dile getirmiş, teşekkürü borç bilirim.
Türk sinemasının en onemli donemlerinden birine sahitlik etmis olan cinarlardir.
Bunlardan biri de cektigi, oynadigi, kurguladigi onca filmle ertem gorectir suphesiz ki. Evet, arkadaslar tanimin ardindan asil konuya geliyorum. Ertem gorec le bir roportaj yapmayi planliyorum. Hem ertem gorec le ilgili, hem yesilcam la ilgili merak ettiginiz sorulari yazarsaniz, cevaplandirabilirim.
Ayrica ropartaj sonrasinda da ropartajin linkini basliga editlerim.
Yüzyıllardir milyonlarca insanın yaşadığı eski osmanlı başkenti, günümüz türkiye sininse en gelişmiş şehridir. manisa da lise okurken birçok yazarın kalemimden okudugum, üstüne hayal kurduğum şehir... Boğazıyla, adasıyla, sarayıyla, üniversitesiyle...
Ama, ne yazık ki her şey insanın umduğu gibi olmuyor, arkadaşlar!kadıköy den bindik vapura, Adalara gittik arkadasimla,hani şu, sait faik in anlattigi adalara, daha doğrusu burgazadasi na. Yolculukta öyle eski,kitaplardan okuduğum güzellikler,tat kalmamıştı. Yolculuk esnasında insanlar birbiriyle konuşmaktan ziyade ellerindeki telefonlarla anı yakalamaya çalışıyordu, belki yarım saatlik yol boyunca fotoğraf çekip, çektikleri onlarca fotoğraftan birini instagram a veyahut da twitter a yüklemiştir. -e tabi, günümüzde önemli olan orada olmak değil, orada olduğunu başkalarınin bilmesi-. asıl, ironik olansa bu insanların çoğunun bileğinde "carpe diem" veya "live in the moment" falan yazması...neyse, bu tip insanlarla geçirdiğimiz bir vapur yolculuğu nihayetinde adaya vardık. Gözüm sait faik in hikayelerinde bahsettiği balıkçıları, o çaresiz insanları aradı, gördüğüm,vapurdan indgimiz iskelenin 20 30 metre ilerisine kurulmus, sakalli gereksiz bir medyumdu.-falcı- bi de tabelaya marifetleriyle alakalı gazete kupürleri falan asmış , "nereden nereye, bu sahillerde ekmek parası için koşturanlar yerini kimlere bırakmış..." dedim kendi kendime. sonra yürüyüp adanın rasgele sokaklarından
Birine daldım. Biraz yürüyünce polis karakolunu gördüm, sait faik müzesini sordum, gösterip sohbete devam ettiler. müze yokuş yukarı çıkıldığında, hemen adadaki klisenin biraz ilerisinde kalıyordu. Köpekler izin verdiğince arkadaşımla beraber bu yokuşu tırmandık.- eğer köpek korkunuz varsa adada yayan gezmeyin, adadan dışarı çıkamayan köpekler belki de adadaki insanlardan daha çoktur.- müzenin girişindeki tabelada sait faik in annesinin vasiyeti üzerine yazılmış "herkese açıktır" yazısı yazıyordu. Girdik, hayli büyük bir bahçesi vardı, her türlü ağaçla müzeyyen. Bahçede gelen ziyaretçilerin yazdığı mektupların asıldığı sergen vardı. Sergene asılmış, Ziyaretçilerin mektuplarını okuyup içeri girdik. 3 katlı binanin her katını gezdik, gördük. Hani filmlerde olur ya, ekranın sağ alt köşesinde 1950-60 vs. yazar, bi anda her şey eskiye döner, biz de kapıyı açtığımızda sanki gördüğümüz gerçek değil, bir filmdi. Evin kapıkolunu indirip kapıyı açtığımızda ekran bir anda siyah-beyaz oldu, ekranın sağ altında ise "sene 1940" yazısı belirdi. bizi gerçekten bir filmin içinde olmadığımıza inandıran tek şeyse, herbir eşyanın önüne bir set gibi çekilmiş kırmızı şeritlerdi. Bu filmi izleyip tekrar dışarı çıktık. Hava rüzgarlıydı. Az önce bahsettiğim köpekler peşimizde, biz önde koşa koşa sahile vardık. Köpeklerden kurtulunca sahil kenarındaki bankların birine oturduk. Bir dahaki vapuru bekledik, geldi, bindik. Giderken sahil kenarındaki villalar dikkatimi çekti, neden balıkçıların, Fakir çocukların, sokak aralarındaki rum ve ermeni meyhanelerini göremediğimi o zaman anladım, para veya paraya tapan birkaç ****pu evladı onların da topraklarını satın almıştı.
anlayacağınız öyle istanbul diye bir şey, bir yer kalmamış artık. Eski istanbul da balıkçısı, dilencisi, hambalı,memuru, yazarı, şairi, türk ü, ermeni si, rum u, en nihayetinde sultanı yaşarken, şimdi birtek "zengin"i yaşıyor.
Belki yaşlanmakla alakalıdır.
Kimi bir oyunu kimi bir insanı, kimilerince de başka şeylerden hoşlanmak şeklinde olabilir. Benim genelde yiyecek zevkimde değişme oldu.
patlıcanı sofrada gördüğümde oturmaz, kavunun sarısını kazıyıp da yerdim, şimdi kalmadı böyle garipliklerim, ne oldu varsa yerim.:)
Erkeklerdeki açık bilek modasının kapalı(!) bayanlardaki izdüşümüdür. Hayır, n'aparsan yap da, n'idüğün belli olsun. Ya örtünü çıkar at, ya bileğini kapat!
Kiminizin bildiği üzre -ki bu yazıyı herkesin bilmesi için yazıyorum- üstad lise mezunudur, daha doğrusu üniversite terk, babıali isimli kitabında da anlattığı gibi bir üniversite talebesine yakışmayan davranışları sebebiyle fransa sorbon üniversitesi nde felsefe okurken devlet bursu kesilmiş ve okulu bırakmak zorunda kalmıştır. ne var ki üstad, kendi ağzından hayat hikayesini anlattigi vidyoda da dediği gibi,hem diğer eğitim kurumlarından aldığı eğitim hem de büyükbaba sindan aldığı hem eğitim hem terbiye sayesinde gerek edebi olarak gerek mesleki olarak önemli yerlere gelmiştir.
Ikizler paradoksudur, efendim. Onlarca kez okumama, araştırmama rağmen hayatta anlayamadigim nadir şeylerdendir. sırf bu paradoks yüzünden lisede sayısal seçmedim.
Yeni eğitim sistemi sayesinde yeryüzündeki cehennem olarak görüyorum.
Malûm, 4 4 4 ten herkesin haberi var. Mübarek, türkiye`nin maçlardaki dizilimi gibi ne idugu belirsiz, bence bu sistem türkiye deki eğitim seviyesi artsın, hani öyle okuma-yazma oranı %100 lere çıksın filan diye yapılmadı. türkiye de benim gibi lise okuyan, okumuş milyonlarca genç var! Yalnız okumak derken lafın gelisi, öyle liseye gidenlerin okuduğu filan yok, sadece bu milyonlarca gencin sokaklarda boş boş dolaşmasını engelleyen okul adı altındaki modern hapishanelerdir. Bu sistemin ilk öğrencilerinden(!) Biri olarak söylüyorum ki, biçok öğretmen ve akli başında arkadasim benle hemfikirdir, hafta da resmi olarak 40 saat ders görürüz, bunların yirmisi dolu dolu geçer, diğer yirmisiyse resim, beden, müzik, bilgisayar dır ya da 60 70 yaşındaki öğretmenlerin girip iplenmedigi, tabiri caizse ta$*ak geçildiği derslerdir. öyle idealist öğretmen bulmak da zordur, anca 10 da bir, zaten o onda bir sayesinde idealist birkac öğrenci yetişiyor. Ha bu arada sanmayin ki burada öğretmenlere sallıyorum onlarda çoğu zaman çaresizler, devletin zorla okula aldığı, çoğu velinin(!) başından s*ktir ettigi çocuğu o ne kadar adam edebilecek ki?..
Sözün özü, bu şekilde eğitim sistemine tecavüz edilmiş türkiye den pek bisey beklemeyin!