gecmisin ayak sesleri
374 (Tsubasa Ozora)
on birinci nesil silik 21 takipçi 242.14 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    sözlük yazarlarının itirafları

    138987.
  1. ben dün gece bir oyun oynadım sözlük. ne istediğime karar vermek için. sonuç ne çıkarsa çıksın peşinden gidecektim. en kötüsü çıksa bile.

    oyun şuydu; arka fonda sırayla çalacak olan parçalar, önümde de shot bardağı. her çalan parçada zihnimde yer edecek hayal ve bir shot. şişenin dibi görününce ne istediğime, nasıl bir yerde nasıl yaşayacağıma karar vermiş olacaktım. çünkü denemediğim belki de bir bu kalmıştı.

    attım ilk shot'ı. açtım ilk parçayı ve kapattım gözlerimi;

    https://www.youtube.com/watch?v=HAtBCkgcvLU

    önce, kasvetli ve sisli bir hava canlandı zihnimde. ormanlık bir alan. terk edilmiş. ağaçlar boy boy. atmosfer gri. her adımda kuru yaprakların ezilme sesi. ilerisi fazla belli olmuyor sisten. arada baykuşların uğuldama sesleri geliyor. hafif bir rüzgar esiyor..
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074417/+
    ilerliyorum biraz. ve sonra bir ev beliriyor ağaçların arasından. eve doğru gidiyorum. varınca eve, kapısını vuruyorum. ses yok. bir kere daha vurunca kapı açılıyor kendiliğinden. itiyorum kapıyı ihtiyatla, içeri giriyorum. o anda çatıdaki bacasından bir yarasa çıkıp gidiyor. yavaş adımlarla içeriyi kontrol ediyorum önce. loş bir ortam var. rutubetli biraz. duvarda bir örümcek yürüyor ve sonra gözden kayboluyor. bir yerden bir fare fırlayıp gidiyor sonra. birkaç adım atıyorum ve odanın birine giriyorum. içinde büyük bir kitaplık var. raflar ve kitaplar toz ve örümcek ağı içinde. alıyorum kitaplardan birini, üflüyorum tozlarını. sonra 'mutluluğun formülü' yazısı beliriyor üzerinde. aralıyorum sayfaları ve içeriğine göz atıyorum. formüller var bir sürü. bir sürü anlaşılmaz terimler, kimyasallar ve madde madde nasıl hazırlanışları var. seri bir şekilde diğer sayfaları çeviriyorum. hepsinde benzer formüller var. kimyasallar. bileşimlerinden elde edilebilecek ve size tek yudumda mutluluğu getirecek zehirli iksir formülleri.. striknin gibi, arsenik gibi, siyanür gibi..
    kitabı yerine bırakıp çıkıyorum odadan. bir başka odaya yöneliyorum. bir sürü deney malzemeleri var. büyük de bir masa. masanın üzerinden bir sıvı damlıyor yere. şıp.. şıp.. değişik bir bitki kokuyor oda ama ne olduğunu çıkaramıyorum. hoş bir koku. keskin. oradan da çıkıyorum. bir odası daha var evin. üzerinde ''sonun başlangıcı'' yazıyor. yavaşça atıyorum elimi kapı koluna. çeviriyorum ama kilitli. anahtar yok üzerinde. geriye dönüyorum ve tavanda bir ip asılı. fark etmemişim daha önce. ipin ucunda da bir anahtar. anahtarın bir üzerinde not; ''sonun başlangıcına hoş geldin'' anlamam uzun sürmüyor kilitli odaya ait olduğunu. alıyorum anahtarı ve odaya doğru yöneliyorum. kilide sokuyorum. elimi kapı koluna tekrar atıyorum. ama nedense hoşuma gitmiyor bu. sanırım kapıyı açmak istemiyorum. ve vazgeçiyorum. geri dönüyorum. bu evden, bu yerden uzaklaşmak istediğimi fark ediyorum.

    açtım sonra gözlerimi. ikinci shot'ımı attım. ikinci parçayı da açıp kapattım gözlerimi yine;

    https://www.youtube.com/watch?v=oW_7XBrDBAA

    açık bir alandayım. küçük bir köprüdeyim daha doğrusu. altımda deniz uzanıyor. öylece bakıyorum boşluğa bakar gibi. avucumda bir draje var, sımsıkı tutuyorum. sonra da atıyorum ağzıma.
    ve birkaç dakika sonra bu sefer daha ferah bir yerde buluyorum kendimi birden. güzel bir manzara. güneş batmak üzere. o göz alıcı, huzur verici kızıl rengine bürünmüş. her yer yemyeşil. kelebekler uçuşuyor. çiçekler var. kuşlar cıvıldıyor. önümde bir okyanus uzanıyor masmavi. her şey mükemmel. henüz görmedik ve belki de göremeyeceğiz ama, tabir-i caizse cennet gibi bir yer..
    geziyorum etrafı. oturuyorum çimene. sonra omzuma bir kelebek konuyor rengarenk. gökte bir kuş sürüsü uçuyor harika bir simetriyle. sonra kalkıyorum oturduğum yerden. karayla okyanusun birleştiği yerde bir merdiven yükseliyor göğe. sonsuzluğa doğru uzanıyor. tıpkı bu şarkının görselindeki gibi bir yerdeyim işte.
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074418/+
    bir sigara yakıyorum ve merdivenin başladığı yere geliyorum. ilk adımı atıyorum basamağa. yavaş yavaş çıkıyorum. hiçbir acelem yokmuş gibi. yükseliyorum git gide. yükseldiğimi fark dince gittikçe hafiflediğimi de hissediyorum sanki. tarif edilemez bir his. okyanusun dalga seslerini dinliyorum. muhteşem bir ezgi.. gök tüm ihtişamıyla kıpkızıl.
    gidiyorum arkama bakmadan. ne kadar yükseldiğimi bulutların çok büyük göründüğünü fark edince anlıyorum. bulutların içine karışmak üzereyim. ama sonra içimdeki ses 'gitme daha fazla' diyor. bir yanım basamaklar bitene kadar çıkmak isterken, diğer yanım kopmak istemiyor karadan. ve ben geri dönüyorum. göğe erişmek için çıktığım basamaklardan, yeryüzüne ayak basmak için iniyorum bu sefer.

    sonra açtım gözlerimi. üçüncü shot'ımı attım, üçüncü parçayla beraber;

    https://www.youtube.com/watch?v=7lC1lRz5Z_s

    bu kez derli toplu bir evdeyim. her şey özenle ve düzenli bir şekilde yarleştirilmiş. kitaplık, çıtır çıtır yanan bir şömine, masanın üzerinde meyveler ve kadehler, şamdanlar, görkemli avizeler, pikapta da klâsik müzik.
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074419/+
    ilerliyorum masaya doğru. ayakta bir salkım üzüm yedikten sonra şarabımı yudumluyorum. pencereye doğru gidiyorum. manzarayı izliyorum yüzümde tebessümle. odalardan birinden yanıma köpeğim geliyor. eğilip seviyorum onu.

    yok bu hayal pek kesmedi beni dedim ve açtım gözlerimi hemen. bu yaşam tarzı belki bana göre olabilirdi ama bir şeyler eksik sanki. sebebini bilmediğim bir şekilde şu an için bu yaşam tarzı hoşuma gitmedi. önceden olsa tamam. ama şimdi hayır.

    dördüncü shot, dördüncü müzik ve dördüncü gözlerimi kapatışım;

    https://www.youtube.com/watch?v=tqtaKkvCFaQ

    bu kez, az önceki evin tam zıttı bir evdeyim. nedense çok tanıdık geliyor bana. dağınık. her şey öylesine yerleştirilmiş. yerde içi şişeleri var. bir boşvermişlik var yani.
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074420/+
    uzanmışım koltuklardan birine. elimde yine bir şişe. tavana bakıyorum öylece. içeriden bir kadın geliyor. diz kapaklarına kadar uzanan çizmeler giymiş bir kadın. eteğiyle diz kapağı arasında en az 20 cm var. çorapları da şekilli. hani fantezi çorabı dedikleri türden. bir kaç kalın yüzük var parmaklarında. ellerine kınadan dal-çiçek dövmeleri yaptırmış. bir büstiyer var üzerinde. altına bikini giymiş. boynunda bikinisinin askısı görünüyor. göbeği açıktan bana göz kırpıyor. Rimel sürmüş. kırmızı ya da vişne çürüğü rujunu da sürmüş. Güzel elleri var. sigara çok yakışıyor eline. sesi çok güzel. 24 saat boş boş oturup saçlarını okşasam da rahatsız olmuyor bundan. Çok hoşuna gidiyor. koltuk altları sıcacık. elleri de öyle. baldırları da.. O oturuyorken birden gidip dizlerine uzanırsam "ne oldu" diye sormuyor, anlıyor. ben içki içince yapma etme demiyor. kadehimi dolduruyor. ölene kadar içeceksem de benimle oluyor. bir kadeh de kendine dolduruyor "şerefe" diyor. Kendisi bir sigara yakıp, dudaklarımın arasına sıkıştırıyor. ve biz bekliyoruz öylece, sonumuzu. hiçbir iş yapmadan, hiçbir şeye dahil olmadan..

    sonra bunun da hoşuma gitmediğini fark ediyorum ve açıyorum gözlerimi. çünkü bu şekilde yaşamaktan vazgeçtiğim için geri döndüğümü hatırlıyorum. çünkü bunun, benim için şu an özel olan birine karşı ihanet gibi olacağını hissediyorum ve istemiyorum.

    Beşinci shot, beşinci şarkı;

    https://www.youtube.com/watch?v=IsuVVImY-dE

    tabii ki bir adadayım. ama istanbul'da değil bu sefer. cunda adası'nda.
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074421/+
    sahil, kum, güneş, eski meyhane parçalarıyla beraber rakı sofraları. yanımda da bir kadın. sevdiğim kadın olsun. beraber aynı evde yaşamıyoruz ama. karşılıklı komşuyuz. sabah gelip beni uyandırıyor. kahvaltıya gidiyoruz. giderken de yürüyüş yapıyoruz. manzaraya nazır karşılıklı sigara içiyoruz. akşamları bir onun evinde, bir benim evimde yemek yiyoruz. bazen de dışarıda. karşılıklı atışıyoruz yemek yaparken. kızdırıyoruz birbirimizi ama sonradan basıyoruz kahkahayı. içiyoruz akşamları. çok eğleniyoruz. çok seviyoruz birbirimizi.

    sonra, yok bu gerçekleşemeyecek kadar güzel bir hayal dedim ve açtım gözlerimi. belki gerçekleşmesi mümkün ama tek taraflı olmuyor bu işler. neyse, altıncı shot, altıncı parça;

    https://www.youtube.com/watch?v=O8uvFYrxKWo

    bir karavanım var. yanımda da o. beraber canımızın istediği her yere gidiyoruz. göçebe gibi oradan oraya gezip duruyoruz her yeri. canımız ne yapmak isterse özgürce yapabiliyoruz. çok gülüyoruz. daha önceki gülemediklerimizin acısını çıkarırcasına. o kadar mutluyuz ki, çok hafif hissediyoruz, kuşlar gibi. gece yıldızların altında güzel bir yere çekerek karavanı, dudağımızda bir gülümsemeyle uyuyakalıyoruz. sabah olduğunda gitme vakti gelmiş diyoruz ve nereye istersek oraya doğru yola çıkıyoruz. yolda giderken önümüzdeki araçların plakasındaki harflerden oyun oynuyoruz. kaybeden buz gibi bir bira ısmarlıyor yazın sıcağında. kış mevsimiyse, içleri ısıtacak bir öpücük. yolda gördüğümüz kedi köpekleri karavana alıp iyice karınlarını doyurduktan sonra salıveriyoruz ailelerinin yanına. bazen günlerce aynı yerde duruyoruz. bazen de günlerce yol alıyoruz. kitap okuyoruz, müzik dinliyoruz, oyun oynuyoruz vs. yani kısacası, hayatın tadını çıkarıyoruz.
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074422/+

    açıyorum gözlerimi ve gerçek olamayacak kadar güzel bir hayal vol2 olduğu için atıyorum yedinci shot'ımı, yedinci parçayı açarak;

    https://www.youtube.com/watch?v=5NTqZ347TKY

    bu parça çalınca, nedense zihnimde gün batımıyla birlikte muazzam bir manzara canlanıyor. sahildeyim. yürüyorum yavaş yavaş. yanımda o. hiç konuşmadan yürüyoruz öylece. sanki tüm dertler geride kalmış ve artık kazanmışız. savaşmanın vermiş olduğu yorgunluk var üzerimizde ama tatlı bir yorgunluk. dudağımızın ucunda bir tebessüm. ellerimiz ceplerimizde. ağzımızda sigara. yürüyoruz öylece. hani muhteşem bir filmin final sahnesi gibi. tüm kötü adamlar ölmüş, filmin iki esas karakteri kazanmış gibi. biz de kendi hayatlarımızın esas karakterleriyiz sonuçta. yürüyoruz öylece. arkamızdan yazılar çıkıyor yavaşça, hayatlarımıza giren iyi veya kötü herkesin adları. hayatımızın figüranları. hepsi, hepsi gitmiş, bir biz kalmışız. biz kazanmışız..
    https://galeri.uludagsozluk.com/r/1074423/+

    vol3 bu da. olmaz. çok zor. ne istediğime karar verirsem peşinden gideceğim demiştim ama maalesef bunların birçoğu tek kişilik planlar değil. hem bundan sonrasında sızıp kalmışım. ne, ne istediğime karar verebildim, ne de karar vermek için oyuna devam edebildim. kafam şimdiye kadar hiç bu kadar karışık olmamıştı. hayatımın en zor kararını verirken bile bu kadar karışık değildi kafam. çünkü o zaman ne yapmam gerek diye çok düşünmemiştim. karar vermiştim, uygulaması zordu sadece. ama şimdi neyi uygulamam gerektiğini bilmiyorum. Evrenin çok yanlış bir zamanında dünyaya geldik belki de. kendimizi evren adı verilen ailenin ortanca çocuğu gibi hissetmemiz bundan olsa gerek. Ne bir amaç belirleyebiliyoruz doğru düzgün, ne de sabit bir yerimiz var. Ne büyük savaşları yaşadık, ne de devasa imparatorluklarla karşılaştık.

    aslında oyuna falan gerek yok ne istediğimi, neyi seçtiğimi anlayabilmem için. Her yeni gün yeni bir seçimdir hayatımızda zaten. Kimileri kontrolümüz dışında seçilir, kimilerini ise biz, bilerek seçeriz. Ancak sonuç değişmez. çünkü biliriz ki insanlar her zaman kendi seçimlerini yaşarlar.
    Mevsimler mesela.. Çeşit çeşit, sıcak soğuk. Her birinin hissettirdiği faklı bir duygu var. Bugün ''kış'' olanını seçtim ben. Karlı, ılık ve bembeyaz bir gün olsun. Şuraya da bir kar tatili çizelim hadi. yanıma da o'nu. selam olsun bu arada bob ross amcaya.
    Giysi olarak pijama, yer olarak salondaki kanepe, yiyecek olarak on numara beş yıldız bir kahvaltı seçtim. içecek konusunda düşünceliyim biraz. yine kafamdaki birçok ihtimal arasından çayı seçip çıkarıyorum.
    Zaman mesela.. Zaman olarak yılın ilk günleri, sabahın ilk saatleri, aylardan ocak olsun. Anı yaşayalım, gerisi boş olsun.
    Hobiler mesela..
    Ne yapsak bugün. Kitap var okunacak. hem de bir sürü. televizyon var belki biraz. ama Hayır. televizyon şu anda, fazlasıyla zarar verir şu inşa ettiğim ruhuma. Tamam buldum. puzzle var tamamlanacak.. yanlış bir puzzle'da hapsolmuş iki puzzle parçaları gibi değil ama. o iki puzzle parçası, bu sefer doğru puzzle'da buluşmuş olsun. hem yarım bırakılmamalı işler şu üç günlük dünyada.

    evet benden bu kadar. basit belki ama, istediğim şey sanırım bu. seçtiğim şey ise, şu anlık uyku. sağlıcakla.
    https://www.youtube.com/watch?v=vCHREyE5GzQ
    36 ...
  2. sözlük yazarlarının itirafları

    138848.
  3. siz hiç, bir mermiyi fırlatmak üzereyken, bir kelebek gelip de bütün güzelliğiyle elinizdeki silahın üzerine kondu mu? duygudan duyguya ani geçişler yaptınız mı ya da? bir insan hakkında hangi duyguyu besliyor olduğunuzu anlayamayıp, oturup bir de düşündünüz mü neden böyle oldu acaba diye? birçok kimsenin bunlara cevabı 'evet'tir. çünkü hayat, insan ırkının üzerinde o kirli oyunlarını oynamaktan hiç vazgeçmeyecektir.

    bazı insanlar vardır bilirsiniz. sizden giderler. ve siz, o giderken, elveda bile diyememiş olduğunuzu uzun zaman sonra fark edersiniz. sevdiğiniz ancak uzun zamandır dinlemediğiniz bir sanatçının ölümünden sonra şarkılarını tekrar dinlemeye başlamanız gibi bir durumdur bu. vefasızlık huyundan nasibini almış bir insanın arkasından yas tutmanız kadar acı ve trajiktir.

    ama mesele insanlar değil sözlük. mesele yas tutmak ya da vefasızlık da değil. mesele, benim bunları öylesine yazıya dökmem hiç değil.

    şiirler dolaşıyor yine gecenin karanlığında. ''bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında, canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını…'' diyor şair. ve ben hüznün kuşlarını yazmak istiyorum bu gece. sonra ''sen cevapları ezberliyorsun ama hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz..'' diyor osho. ve ben sırf bu dize için kadehimi kaldırıp onun kadehi ile tokuşturmak istiyorum gece karanlığında, bir deniz kenarında. nazım usta geliyor sonra yanımıza "ve dövüşebilirim.. doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey ve herkes için.." diyor. ''yeter ki haklı bulayım'' diye ekliyorum. ve hepimiz sessizliğimize gömülüyoruz.

    mesele şiirler de değil sözlük. mesele şairlerin bu belli duyguları taşıyan dizeleri de değil. mesele hüzün, sorular ya da cevaplar hiç değil.

    son okunan kitaplar dile geliyor o anda. beni hikayenin ortasına çekip başkahraman yapmaya çalışıyorlar. direniyorum. ''bir kere olan bir daha asla tekrarlanmaz. ama iki kere olan, mutlaka üçüncü defa da olacaktır.'' diyor simyacı. haklı olduğunu biliyorum ama haklısın demeye dilim varmıyor. susuyorum. ''hasta bir adamım ben.” diyor diğer yazar. duymazdan geliyorum. ''benim için hayat bir roman, herkes de roman kahramanı.” diyor diğer yazarın roman kahramanı. işte aynen katılıyorum ona..

    ama mesele hikayeler ya da olaylar da değil. mesele kahramanlar da değil. mesele bir fikre katılıp katılmamak hiç değil.

    no quarter çalıyor arka fonda led zeppelin'in. kendime başka bir şarkısını daha armağan etmek istiyorum, karar veremiyorum. bu gece sanki tüm parçalar ''beni'' bana anlatıyor gibi. belki de ülkemin hiç adım atmadığım bir şehrinin yerel bir radyosunda tüm dinleyicilere armağan edilen bir şarkısı, benim için de çalıyordur belki şu an, kim bilir.. stairway to heaven olsun.

    belki de mesele şarkılar da değildir. mesele bunların hiçbirisi değildir aslında. nedir mesele o zaman? aslında mesele, bu hayat denilen kısır döngüde, öyle ya da böyle, var olmaktır sadece. ve bana kalırsa, bu hayatta var olan tek bir şey var.
    bu hayatta var olan tek şey: ''...''
    38 ...
  4. sözlük yazarlarının itirafları

    138716.
  5. bir fıkra var sözlük. yazayım;

    * iki aile varmış. her iki ailenin de birer kız çocuğu varmış. bir gün misafirlikte sohbete başlamışlar. birinci adam ''ee sizin kızdan naber'' demiş. ikinci adam ''valla işte ne olsun. biliyorsunuz, işe girdi geçen sene. başını kaşıyacak vakti yok. ilk başlarda geceleri fazla mesai yapıyordu. sonra hafta sonları da çalışmaya başladı. patronu onu çok sevmiş. her işi ona veriyormuş. derken, ankara seyahatleri başladı. bizimki, çanta-sekreter gibi, patron nereye o oraya. sonra paris seyahatleri falan. en sonunda iş böyle olmayacak dediler. patronu ev tuttu. deli gibi çalışıyor evde. ee peki sizinki ne yapıyor?'' demiş. birinci adam ''valla bizimki orospu oldu. ben sizin kadar güzel anlatamıyorum'' demiş.

    işte böyle sözlük. doğduğumuzdan beri yağlayıp ballayıp, süsleyip püsleyip en saçma şeyleri bile önümüzde servis ettiler hep. insanlar, kendi çıkarları için kelime oyunlarıyla akıllarına girmeye çalıştı birbirlerinin. 'kendi çıkarlarınca' iyi bir insan olmamız için, akıl oyunları oynadılar bizlere.

    bizlerden hep iyi insan olmamızı beklediler. beşikten mezara. doğumdan ölüme kadar. ama bilemediler, bu kaosun nedeninde iyi insan olmak yattığını. açıp gözlerini göremediler, iyi insanların hayatlarımızı mahvettiğini.

    nedir peki iyi insan olmak? var mı bunun elle tutulur, gözle görülür bir yanı? yok. mesela, adam evindeki çoluğuna-çocuğuna, eşine trilyonlarca düşünce yılı uzaklıkta ama sokaktaki, kahvedeki arkadaşı için dünyanın en iyi adamı. arkadaş çevresi adama bayılır. ama ailesi için sadece bir et yığınıdır.
    mesela, kadın evdeki çoluğuna-çocuğuna, eşine-sevgilisine, anasına-babasına trilyonlarca saygısızlık ve sevgisizlik mesafesindedir. ama iş yerindeki bir adam/kadın için çok iyi bir insandır. iş arkadaşları kadına bayılır. Ama ailesi için sadece bir kemik yığınıdır.

    Yani mutlak bir iyilik yoktur. olamaz da. kimse tam olarak iyi değildir. siz hiç yeni tanıştığınız bir insanın konuşmanın ilk etabında "aslında ben kötü bir adamımdr/kadınımdır" dediğini duydunuz mu? duyduysanız eğer benimle tanışmışsınızdır demektir. kimse kötü olduğunu söylemez hiç. herkes iyilikten bahseder. iyi olmanın ''yan etkileri''nden bahseder. iyilermiş de, bu yüzden bu kadar çok üzülüp bu yüzden bu kadar enayi yerine koyuluyorlarmış. iyi oldukları için yüzleri gülmüyor, iyi oldukları için hayatın kazığına maruz kalıyorlarmış. hepsi boş laflar safsatası. insan denen canlının kaç salisede adileşebileceğini hepimiz biliyoruz. ama işlerine gelmez bazı insanların. dev aynalarında görürler çünkü kendilerini.

    etrafımızda binlerce ışık, renk, görüntü ve binlerce ses varken, bizler daha kendimiz olamazken, iyi insan olmak da olmayan bir varoluşta koca bir hayaldir. koca bir ütopyadır. ki insan denen canlı değil midir, ilk ego incinmesinde tırnaklarını bileyip de karşıdakinin yüzünü paramparça etmek için bekleyen? insan denen canlı değil midir, kendi gururu altta kalmasın diye her şeyi zebil edebilecek kadar onursuz davranabilen? insan denen canlı değil midir tanrı'nın tek hayal kırıklığı?

    iyi insan olmak, küçük avuntular belirleyip de küçük mutluluklar peşinde koşmakla eş değerse eğer, kim iyi bir insan olduğundan bahsedebilir? kim kendini kendi elleriyle kaldırıp da meydanlarda kalabalıklara gösterip haykırabilir; "ben iyi bir insanım. hz. muhammed'in hoşgörüsü yüzümde. hz. isa'nın şifası ruhumda. hz. musa'nın sihri kelimelerimde. hz. ibrahim'in teslimiyeti bedenimde. hz. eyüp'ün sabrı iliklerimde. hz. ali'nin sadakati, ilmi, insanlığı, yiğitliği, mertliği ruhumda. sizler devam edin kötülüklerinize. ben şu koskoca evrende tek başıma kalsam bile, hepiniz dünyanın diğer yarım küresine geçseniz de, ben tek başıma bu yarım kürede kalıp iyiliğimle hepinizi alt edeceğim."

    kim söyleyebilir bunu? kim iyi olduğunu iddia edebilir? insan denen canlı tanrı'nın rar'lanmış haliyken, kim kendi ruhu üzerinde sağ tıklayıp da "buraya çıkart" sekmesine tıklayabilir?

    bir de insanlara güvenmemek var tabii. insanlara güvenmemek kesinlikle insanların elinde olan bir şey değildir. insanlar, kendilerine doğuşundan verilen bir gazla güvenme zorunluluğu çerçevesinde sürekli pollyannavari bir çerçevede yaklaşırlar diğer insanlara başlarda. sonrasında kazık yeme ve mal olduğunu fark etme evresinin akabinde belli bir evreye girerler mecburen. nedir o evreler?

    - kendini sorgulama

    insanlar bu evrede kendisinin suçlu olup olmadığını düşünür özellikle. bu ilk evrede kendisinin katiyen suçlu olmadığını düşünenler ''piç'', nam-ı diğer ''orospu çocuğu'' olurlar.

    sonra bir diğer evreye geçilir;

    - kendi hatalarını sorgulama

    bu evrede kendisini tamamen haklı bulanlar ''efendi görünümlü piç'', nam-ı diğer ''dönek pezevenk'' olurlar.

    bunlardan da sonra hâlâ evre geçmeyi başaran insanlar ise en sonunda beklenen evreye geçerler;

    - hayatı sorgulama

    insanlar bu evrede, artık etrafta bulunan diğer iki bacaklı ve iki kollu yaratıkların sosyal etkileşimlerini kendi açılarından objektifliğe en yakın kriterlerle analiz etmek zorundadırlar.

    tüm bunların sonucunda hâlâ güvenemeyenler ise ''kesin sorun sende'' diye düşünürler karşı taraf için. ama hayır. bu evreye kadar gelebilmeyi başarıp empati kurabilen bir insan bu derece basit olamaz..

    evet dünya basit. ve bu da bir gerçek ki, beş dakika sonra öleceğini bilse götü 3,5 atacak ama bunu bilmediği için götü 1000 feet yukarıda gezen insanlarla aynı sosyal ortamı paylaşmak zorundayız.

    tabii ''benim götüm küçük ve yarın belki ölebilirim'' diye düşünenler de vardır elbet. onlar da bu ruh haline iki türlü tercih sonucunda gelebilmiştir ancak;

    birincisi, en baştan kimseye güvenmemek. karakter icabı sert, disiplinli, kontrolün kendisinde olmasını seven insanlar var. ikili ilişki, eş, arkadaş vs. başladığında hemen bütün kapılarını açmazlar. ufak ufak aralarlar. onların güvenini kazanmak emek ister. çok az insanla küçük çaplı ama biraz gizem dolu bir çevrede garip bir şekilde huzurlu olurlar. daha az hayal kırıklığına uğrarlar.

    ikincisi ise, hayal kırıklıkları neticesinde gelinen güvenmeme psikolojisidir. güvenilmemesi gereken insanlara zamanında çok prim verip, gelen ufak sinyalleri değerlendirmemek, bu seferlik yapmıştır ya da bana yapmaz gibi avuntularla bangır bangır gelen kazığı görmezden gelmek. sonrasında da yaşanan duygusal hezeyanlar neticesinde insanlara güvenmemek noktasına gelmek. ama bu gruptakilerin bir yanları hala insana güvenmek ister. hatta güvenir, ölene kadar böyle bir döngü sürer gider.

    bir de zamanla öğrenileni vardır tabii. insanlara güvenmemeyi küçük yaşta öğrenenler.. bir işi yapacaksa, kendi yapmayı öğrenenler.. ama ne zaman ki büyürler, hayatlarına kadınlar girer, aşık olur, çok severler, hayatlarında güvendiği birileri olur..
    sonra tabi bu güvenmeler de boşa çıkar.

    o yüzden kimseye güvenmemek gayet normal bir şeydir. kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. bazı insanlar için sana ihtiyaçları olduğu kadar varsın. sen bu ihtiyaçları karşılayamadığın anda da tekmeyi basarlar, başka birini seçerler.

    kim bilir belki de default ayarlarımızda vardır bu. önce güvenmeyiz kimseye. çünkü güvenmek biraz emek, biraz cesaret, biraz da çılgınlık işidir. ön yüklü ayarlarımız bize insanlara güvenmememizi söyler durur hep. ve ben yine bunu insanlık tarihinden gelen genetik kodlarımızdan oluştuğunu düşünüyorum. insanların ilk çağlarda birbirlerine düşman gibi bakmaları genetik miraslarımızı oluşturdu belki de. çünkü ilk çağda daha duygularını kontrol edemeyen ve medeni olamayan insanlar ''hayatta kalmak'' adına güvenmemek zorundaydı diğer insanlara..

    ama işte, güvenmek tuhaf şey. dedim ya, tam bir çılgınlık işi. bazen yaparsınız öyle çılgınlıklar. güveniverirsiniz insanlara kolayca. belki içinizde sevgi açlığı, belki dostluk eksikliği ya da aşk özlemi. veya adı her neyse. güvenmek istersiniz bir insana veya insanlara. ve yaptığınız çılgınlık eninde sonunda sizi vurur bir şekilde. elinizde avucunuzda bir hayal kırıklığı daha kalır, tıpkı öncekilere benzeyen. ve süreç yeniden başlar dönmeye. yine insanlara güvenmemeye başlarsınız. ta ki birine yine hemen güvenip bir çılgınlık yapana dek..

    insanlarla bir ladese tutuştum ben. bir tarafta insan ırkı varolduğundan beri cereyan eden kötülükler, diğer tarafta ise insanın iyi olma mücadelesi. bu ladeste yenilmeye hiç niyetim yok. kaybetmek aklımın ucundan dahi geçmiyor. insan denen canlı "ben iyiyim" dedikçe, ben yapmış olduğu kötülükleri anımsayıp yapabileceği zulümleri zihnimde canlandırarak "aklımda.." diyorum.

    benim varoluşum lades olmuş. iyiliğimi kaybetmişim ilk hayal kırıklığımda. ilk orgazmım kötülüğümün imzası olmuş. ben yalan olmuşum. inanan olmamış. Ama alışanlar olmuş. Alışanlar hep olacak. insanların kötü olduğuna herkes alışacak. Başlarda kimse hemen inanmaz zaten. ama sonradan alışırlar. Hep öyle olur.

    romanda ne de güzel anlatmışlar;

    '' - neden güvenmiyorsun insanlara? diye sordu loriana.

    + çünkü insanlar adi loriana. çünkü çıkarları için seni incitmeyecek tek bir insan yok. onlar için senin hissettiklerinin hiçbir önemi yok. söylediklerinin de öyle. ve bu asla değişmeyecek. içlerinden bir kaçını seveceksin önce. çok sevmek ama. ki güvenin devamıdır sevgi denilen illet.
    sevgi lanetlenmektir loriana.
    ufak darbelerle başlayacak, alınmayacağın küfürler gibi işte. sonra arkanda beklediklerini hissedeceksin. korumak için değil elbet. sikmek için..
    ve sikecekler loriana. seni en sevdiklerin sikecek. ruhunu, kalbini, ömrünü.. sikilmeye müsait olmayan yerlerine bile delik açacaklar. bunun için matkaba gerek duymazlar ve bunu fark edebilmen olanaksızdır. gülümseyerek deler geçerler seni. üstelik bir defa da değil binlerce kez düşürür, ardından “özür dilerler” düşürdükleri ellerini kaldırmak için uzatarak. hayır! tekrar güven diye uzatılır o eller. tekrar düşürebilmek adına kaldırırlar seni.
    iyi insan yoktur loriana. inan bana yoktur. henüz sana kötülük yapmamış milyonlarca insan vardır sadece..
    tüm bunları az önce öğrendim.
    her şey olabildiğince bencil. herkes gibi. her his gibi.
    mesela özlemek birini.. birini özlüyor olmak bencillikten.
    birinin elini tutmasını, saçını okşamasını, birinin sana güzel cümleler kurmasını istemek bunlar seni mutlu edecek olan şeyler ama karşındaki tüm bunları yaparken yani elini tutarken senin, ne hissettiğini umursamazsın bile. gitmesini istemezsin, yalnızca kendin için o’nu özlememek için, acı çekmemek için, ağlamamak için..
    baksana şu insanlara!
    benim bir adım var buralarda. benden korkuyorlar. benden korkmalarının tek sebebi, benden güçsüz olmaları değil. benim onların, beni nereden vurabileceklerini tahmin edebiliyor olmam. beni düşürmeye kalkarlarsa eğer, onları da kendimle birlikte aşağı çekeceğimden eminler. onlara güvenmiyorum çünkü ve hep tetikteyim.
    onlar da bana güvenmiyor loriana. bu bana huzur veriyor. kötü insan olmak istiyorum. çok kötü! yaptığım hiçbir iyiliğin akıllardan çıkmayacağı kadar kötü..

    ben bu hale gelmek için çok bedel ödedim. kilolarca uyuşturucu içmek zorunda kaldım. avuçlarımın arasında kırılan bardaklar gibi parçalanmak zorunda kaldım. küfür etmek..
    bazen loriana, bazen hayallerimden vazgeçmek, bazen çok büyük karanlıklar düşlemek zorunda kaldım ben.
    uykusuz gecelerim oldu benim, gözyaşlarımın tuzu yanaklarımı eritecek sandığım vakitler. vakitsizliklerim de oldu elbet. erken dediklerim, geç kaldıklarım. boş verdiklerim, boşverilmişliklerim. benim sokaklarım var loriana. çamurlu sokaklarım var. şimşekler düşer o sokaklara. o sokaklar yıkılır, yıkılır, yıkılır. yıpranmış evlerim var benim. dağıtılmış. bileklerimi değilse bile, umutlarımı kesmişliğim var benim.
    bu yolun sonundayım lorina.
    ben bu hayatın sokabileceği her şeyi aldım içime. tüm ihanetleriyle seviştim. tüm acılarını tattım.
    sonra loriana, tüm bunlardan çok sonra kahkaha atmaya başladım.
    çünkü, alışmıştım!

    - hayatın boyunca kimseye güvenmeden yaşayamazsın..

    + elbette loriana. ama sikilmeye alıştıktan sonra, orospuluk bu dünyanın en kolay mesleği…''
    57 ...
  6. anın görüntüsü

    6403.
  7. sözlük yazarlarının itirafları

    138644.
  8. küçükken, bir arkadaşımla kızak yapmıştık. gördüğümüz her yokuştan kendimizi aşağıya bırakırdık. yıllar sonra da yokuştan aşağı kaymaya devam ettim. ama tek bir farkla. kızak yoktu altımda, zihnim vardı yalnızca. aslında benim böyle olmam için hiçbir neden yoktu. küçükken kimse kötü davranmamıştı bana. kötü şeyler yaptırmamıştı. her gün dayak yememiştim. kimsenin tacizine uğramamıştım. kendiliğinden geldi acılarım. yerleştiler içime. sonra alıştım, kabullendim ben de. sanki dünyada başka türlü bir hayat yaşanamazmış gibi. ben ki saplantılardan nefret ederdim. kendim taşlaşmış bir pislik haline geldim. benim hikayem böyleymiş. kimsenin hikayemi tamamlamasına ihtiyacım yok. benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. dışarıda geçirdiğim tek bir gün bana yeter, hayatımın geri kalanını delirmeden karanlık bir hücrede geçirebilmem için. saniyeler aylar olur. dakikalar yıllar olur. sonra o bir günü on yıl, yirmi yıl düşünebilirim. ve bir beş yıl da unutmak için harcarım. bir on yıl da tekrar hatırlamak için, o günü düşünürken düşündüklerimi. yetmiş iki yaşımda öleceğim ben. bir kadın söyledi. daha çok var. bu aralar kapatsalar beni, en az iki yüz yıl da cehennemde düşünebilirim yeryüzünde yaptıklarımı.

    an azılı paranoyaklarla yarışabilecek kadar kendimi kışkırtmaya çalıştığım o eski günlerin birinde, cehennemde, o an dünya üzerinde üzülmelerini istemediğim üç insan olan annem, babam ve kardeşimin, evden ayrılıp gittikten sonraki yaptığım her şeyi dev bir ekrandan seyredebileceklerini hayal ettim. tabii ben de yanlarında. bakışlarının tonlar çeken ağırlığının altında bir böcek gibi ezilmek için. ve kalpleri ile beyinlerinin arasından çıkan, benden istedikleri halde nefret edememelerinin sesi, kemiğin etten ayrılma sesi. kasaplarda duyulanlardan. altı yıl kadar önce bir kurban bayramı'nda, yapacak adam bulunamadığı için bir koç kestim. daha önceki yıllar gördüklerimi hatırlamaya çalışarak, boğazına dayayıp çektim bıçağı kendime doğru, boynuzlarından tutup boynunu kırmaya çalışarak. mucize. ilk denememdi ve hayvan anında öldü. birkaç titreme. sonra hiçbir şey. ama o ses.. deriyi yırtan bıçağın ve boyun kemiğinin kırılma sesi.. birkaç yıl takip etti beni. ve işte ailemin dev bir ekranda beni izlediklerini düşündüğüm o zamanlarda, onların benimle ilgili daimi hayal kırıklıklarının da sesi vardı. işte o hayvanın ölümle karşılaştığında vücudundan gelen ses..

    başlarım birkaç saate voltalarıma. atom bombasını uyuyamadığı için icat etmiştir, diyorum içimden, fotoğrafını yıllar önce bir ansiklopedide gördüğüm adam için. ben de uyuyamadığım için yürüyorum odanın içinde. pencereden kapıya. beş adım. pencerenin orada dönüşümü yaparken rüzgarımdan perde havalanıyor. kapının beyazı gözümü alıyor. yürüyorum. kilometreler gibi geliyor bana, attığım her adım. sanki dünyayı yürüyorum ufacık odada. ben uyurgezerim, diyorum. hem hayal ederim, hem yürürüm. ufacık bir odada volta atarken (ki dört volta sonrasında güzergahı ezberlediğimden kapatırım gözlerimi) meksika'dan çin'e giderim. oradan da cennete. sonra kanada'ya. oradan da cehenneme. bavula gerek yok. kendimi götürmem yeter. benim ilacım böyle küçük odalardır. böylesine atılan voltalardır. beş adımda aşılan denizler, beş adımda tırmanılan dağlardır. perdenin havalanışı okyanustaki kasırgadır. kapının beyazı alaska'nın karıdır. sarı duvarlar sahra çölü'dür. kendimi götürdükten sonra her yer aynıdır..
    29 ...
  9. gecenin şiiri

    6283.
  10. Ey özünün sırlarına akıl ermeyen
    Suçumuza, duamıza önem vermeyen
    Günahtan sarhoştum ama dilekten ayık
    Umudumu rahmetine bağlamışım ben.

    Büyükse de isyanım, kötülüklerim
    Yüce Tanrı'dan umut kesmiş değilim
    Bugün sarhoş ve harap ölsem de
    yarın Rahmete kavuşur elbet kemiklerim.

    Tanrım bir geçim kapısı açıver bana
    Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana
    Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni
    Haberim olmasın gelen dertten başıma.

    Rahmetin var, günah işlemekten korkmam
    Azığım senden, yolda çaresiz kalmam
    Mahşerde lütfunla ak pak olursa yüzüm
    Defterim kara yazılmış olsun, aldırmam.

    Derde gama yatkın yüreğime acı
    Bu tutsak cana, garip gönlüme acı
    Bağışla meyhaneye giden ayağımı
    Kızıl kadehi tutan elime acı.

    Akıl bu kadehi övdükçe över
    Alnından sevgiyle öptükçe öper
    Zaman Usta'ysa bu canım nesneyi
    Hem yapar, hem kırıp bin parça eder.

    için temiz olmadıktan sonra
    Hacı hoca olmuşsun, kaç para
    Hırka, tespih, post, seccade güzel
    Ama Tanrı kanar mı bunlara?

    Bilgenin yüreğinde her dilek
    Anka kuşu gibi gizli gerek
    Damla nasıl inci olur denizde
    Sedefler içinde gizlenerek.

    Ovada her kızıl lalenin teni
    Bir padişahın kanıyla beslendi
    Yerden biten şu mor menekşe yok mu?
    Bir güzelin yanağındaki bendi.

    Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler
    Bin bir derde düşer, canlarından bezerler
    Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür
    Onlar gibi olmayana adam demezler.

    insan bastığı toprağı hor görmemeli
    Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili
    Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç?
    Ya bir Şah kafasıdır, ya bir vezir eli.
    9 ...
  11. ölüm

    2762.
  12. bir kere olduğuna asla inanmadığım olay. çünkü sadece nefes alıp vermenin durması, beynin fonksiyonlarının gerçekleşmemesi falan değildir ölüm. yaşamak için pek bir sebebinin kalmaması ama yaşamak zorunda olmak da ölümdür pekâlâ. ve asıl biyolojik ölümden daha yıkıcıdır çoğu insan için. bir kere olmaz çünkü. olup bitmez. ölü bir şekilde yaşarsınız ölümü.

    yani bir sikim değildir biyolojik ölüm. millet kendini kandırıyor sadece. insan ölümcül hastalığın pençesindeyse yıllardır, zaten günde milyon defa ölüyor. çoluğu çocuğu varken bir huzurevinde geçiriyorsa hayatının en çaresiz ve yalnız dönemini, zaten her gün, her gece binlerce kez ölüyor.

    bir de şey var tabi. ölüm, ölen hakkında yaşarken söylenememişlerin ortaya dökülmesi için son fırsat zannedilir. ama değildir. duyamaz artık. o yüzden, yaşıyorken söylemek gerekir.
    13 ...
  13. aslında kimsenin mutlu olmadığı gerçeği

    1.
  14. insan kendisini rahatsız eden, aklını kurcalayan herhangi bir şey için mutsuz olabilir. o gün işler kötü gitmiştir mutsuz olursun, sınavın kötü geçmiştir mutsuz olursun, bir arkadaşınla kavga edersin mutsuz olursun, çok sevdiğin biriyle konuşmak istersin, o an yapamayacak durumdasındır, mutsuz olursun.. ama ben bu başlığa bakınca, okuyunca, herhangi bir sebepten mutlu olmamayı değil, yaşamaktan mutlu olmamayı anlıyorum daha çok. hayatta şu an için bir gelişme olarak adlandırabileceğin hiçbir şey yoktur. yeni bir güne uyanınca yeni umutları düşündüğün, güzel şeyleri hayal ettiğin halde bunların olamayacağını da kabullenmişsindir. artık yalnızca zaman öldürmek için yaşıyorsundur ve bu yüzden de artık küçük şeyler bile seni rahatsız etmeye başlar. en olmadık şeylere sinirlenmeye başlarsın. gün artık hep aynı geçmeye başlar. ciddi anlamda istediğin hiçbir şeyin olmaz. kendini ifade edemezsin karşı tarafa. yanlış bir yerde doğru zamanda ya da doğru bir yerde yanlış bir zamanda bulunmuşsundur. Ve kabullenmeye başlarsın zamanla. ama içinde hep ''Belki bir gün?'' diyen bir ses bulunur, hiçbir zaman eksilmez. kendinin lanetli olduğunu düşünmeye başlarsın. madem bu kadar mutsuz bir hayatım olacaktı, neden yaşıyorum öyleyse? diye düşünmeye başlarsın. her şeyden sıkılırsın. ölmek istersin ama yapamazsın. hayata ve herkese küsmeye tekrar başlarsın. herkese sinir olursun. Ve sanırım böyle bir şey, mutlu olmamak.
    8 ...
  15. sözlük yazarlarının itirafları

    138469.
  16. bir ara ankara'da yaşarken tam tamına kırk beş sayfalık bir kitap yazmıştım. bilgilerim varabileceğim son noktadaydı. artık o ana kadar ki yaşanmışlıkları kusmanın zamanı gelmişti diye düşünerek gidip bir daktilo aldım ve önüne oturup hiç başımı kaldırmadan bir sürü kağıdı doldurup bitirdim. benzersiz bir kitaptı. yazıp yazabileceğim en iyi cümlelerdi, anlatmak istediklerime en iyi örneklerdi. ama büyük bir hata yapmıştım. o kadar kendime özgü yazmıştım ki, birçok cümlenin ancak yarısı kağıdın üstündeydi ve kıçlarında da bir sürü üç nokta... insanlardan beklemiştim cümlelerimi bitirmesini. fazlasıyla kopuk bir yazıydı. kağıtları bir zarfa koydum ve yayınevine gönderdim, üzerine ankara'daki adresimi yazdıktan sonra.
    bir, bir buçuk ay geçti ve o adresten, daha doğrusu ankara'dan ayrıldım. bir yanıtın gelip gelmediğini bile öğrenemedim. ve ilgilenmedim. hatta yazdıklarımın bir kopyası bile yoktu bende. ama dediğim gibi, en büyük hatam insanlardan cümlelerimi bitirmelerini beklemekti. hayatımın belli bir dönemine kadar hep böyle yaptım zaten. gözlerinin içine baktım beni bilsinler diye. kadınlardan bunu bekledim. birisi gelip de ''evet, ben seni tanıyorum'' desin diye. ve o kadına aşık olacaktım. sırf bu sihirli gün için bir sürü diyalog hazırlamıştım kafamda. ama sonra anladım ki böylesine insanlar yoktu. olsalar bile kitap okumuyorlardı. kimseyi tanımıyorlardı. ve temel olarak bir yaratıcıyı kabul ederek şöyle düşünüyordum o zamanlar; ''benden sadece bir tane yollamış dünyaya. milyarlarca insanda bir! ne kadardı dünya nüfusu? 7 milyar mı? 7 milyarda bir. çiftleşip de çoğalmamam için. sadece bir tane. çoğaldığımız takdirde yapabileceklerimiz mantığa bir hayli aykırı olacağından sadece bir tane yollamış benden...''

    aslında bana benzeyen biri daha vardı. çocukluk arkadaşım. beraber şehir şehir dolandığımız kan kardeşim. her ne kadar farklı olduğumuz yerler çok olsa da, benziyordu bana az da olsa. düşünceleri, teorileri.. ama onu da kendi teorime uydurmuştum. işte, demiştim. belki bir değil, iki kişiyiz. ama ikimiz de aynı cinsiyetteyiz. mutlak güç hâlâ çoğalmamızı istemiyor..

    aslında çoğalma hikayeleri biraz düşünüldüğünde bir hayli ilginç yerlere geliyor. kutsal din kitaplarını temel alalım. din kitapları ilk insandan söz eder. hz. adem'den. ve kaburgasından türemiş hz. havva'yı anlatır. ancak üreyerek çoğalmalarını ve o çocukların da kendi aralarında üreyerek çoğalmalarını düşünürsek, ortaya şöyle bir tablo çıkar. ilk insan adem ve havva normal insanlardı. onların çocukları da öyle. ancak torunları pek de öyle olamazlar. akraba ilişkisinin ürünü olan torunlar normallikten anormalliğe geçmeye başlamışlardı. ve kuşaklar boyunca sürerek bugüne kadar geldi söz konusu çoğalma. anormallik katılaştı ve normal olarak algılanmaya başladı. kardeşler arası ilişkilerden meydana gelen çocukların yarattıkları kuşak sakat olarak dünyada yaşamaya başladı. ve bugün düşündüğümüzde, ilk insanlar belki de şu anki biz insanlardan çok daha farklıydı. belki de altı tane parmağı vardı. belki dört kolu vardı. üç bacaklıydı belki de. tabi bu işin esprisi, ya da gerçektir bilemiyoruz ama emin olmasak dahi, bizlerden kesin olarak farklı olduklarını söyleyebiliriz. gerçek şu ki, dünyaya binlerce yıldır hakim olan insanlık, sakat bir ırktır. hastalıklıdır. kardeşlerin birbirleriyle üremesinden ortaya çıkmıştır. ve bir gerçek daha var. o da, dünyaya gelen, bilimin hasta olarak nitelendirdiği çocukların, sakatların, delilerin, otistiklerin, spastiklerin vs. özürlü olarak tanımlanabilecek bu insanların aslında adem ve havva gibi görünebilme, gerçek atalarımız olma ve insanın ilk yaratıldığı biçimde olma ihtimalidir.

    her neyse. kurduğum bu düşünceler zinciri tamamen bir noktadan çıkan ve sadece zaman öldürmek için tarafımca uydurulmuş bir fikirler bütünüdür. kendi deliliğime bulduğum bahanelerdir. ciddiye almayın yani. bunlar, beynimin ara ara gelen kemirilme seslerini bastırmaya yarayan melodilerdir. bütün bunlar sadece bir şey içindir. anormal, normal, iyi, kötü, çirkin, güzel ve benzer sıfatların var olamayacaklarını kanıtlamak. tabii böylesi bir kanıtı sadece ben görüyorum. ama belki bir gün başkaları da hisseder. başka insanlar da benden sonra anlarlar mevut insan ırkının sakat olduğunu. anlarlar belki de, delilerin dünyanın geçek efendileri olma ihtimalini..

    dünyaya benden bir tane yollandığını düşündüğümü söylemiştim. çoğalmamam için. sonra bana benzeyen çocukluk arkadaşımdan bahsetmiştim. ama aynı cinsiyetten. ve bir kadının bana bakıp, beni tanımasını beklediğimi, varsa öyle biri aşık olacağımı söylemiştim. ve bana benzeyen, hatta oldukça benzeyen bir kadın çıktı karşıma çok uzun zaman sonra. beni tanıyan.. evet beni tanıdı, çünkü ben de kendisini tanıdım. çünkü biz aynıydık. aynı bant aralığında yayın yapan iki ayrı teleporttuk. dolayısıyla yollarımız bir yerde kesişti, biz ne olduğunu anlamadan. sanki yıllardır tanıyormuş gibiydik, henüz bir şey yaşamadan.
    yanımda o vardı, delilikten normalliğe geçmeye karar verdiğimde. ya da normallikten deliliğe. bildiğim tek şey, beni iyi idare etmiş olması. arada kendisini zorlamış olsam da, gitmeyip yanımda kalması.

    dışarda hafif rüzgar var. yıldız yok. yanımda son dal sigara var, başka da yok. her gün yaşıyoruz bir şeyler, benim yaşadıklarım bugün aklımda yok. ama son bir saati hatırlıyorum. oturdum masama, açtım burayı ve yazmaya başladım sondan ikinci sigaramı yaktıktan sonra:

    ''bir ara ankara'da yaşarken...''
    30 ...
  17. ayrılık acısı vs ölüm acısı

    27.
  18. ölüm de bir ayrılıktır. sevilen ve nefret edilen her şeye bir vedadır. bu kimileri için acı, kimileri için tatlıdır. acı veya tatlı olması, çektiğin acılardan yaşadığın zevkler çıkarıldığında, sonucun + ya - çıkmasıyla doğru orantılıdır.
    9 ...
  19. kendinle yüzleşmek

    7.
  20. yaşam boyunca başarılması en zor ve en tehlikeli şeylerden bir tanesidir. dibi gördüğünüzde başlarsınız kendinizle yüzleşmeye. derinlere inersiniz. en dibe geldiğinizde, artık inecek başka dip kalmadığını anladığınızda, bulduğunuz şeyin umduğunuz şey olmaması ihtimali bile, insanın bu hayata devam amacını sorgulatacak güçtedir.

    kişiliğimiz, karakterimiz, inançlarımız, sevgilerimiz.. her biri sınanmayı bekleyen küçük katmanlardır. bu yüzleşmenin merkezi büyük bir şehir gibidir. üst katlar ya da katmanlar gayet güzel, zengin, bol yeşillikli ve koşu parklı alanlarıdır. güneş en güven veren noktasında olur her zaman. gözü ya da teni rahatsız etmez. ter, toz, sümük, sidik, bok yoktur bu katmanlarda. her şey rahatsız etmeyecek kadar yapay ve kusursuzdur. derinlere indikçe, dibe yaklaştıkça o güzel yapılar bozulur, çarpık kentleşme başlar. kalabalıklar artar. kornalar, bağrışlar ve kaos artar. gittikçe tekinsizleşir her şey. binalar çarpık kentleşmeden gece kondu tarzı evlere dönüşür. güneş çoktan gitmiştir ya da en rahatsız edici açısıyla yüzünüze vuruyordur. gözleri kısmak bir işe yaramaz çünkü göz kapaklarınız kadar incedir artık kendinizle yüzleşmenize neden olan şeylerin kılıfı. derine indikçe bulacağınız şey kesinlikle siz değilsinizdir ve eğer bir şekilde derinlere inmeye başlarsanız, ya delirirsiniz ya da delirme şansını kendinize tanımadan her şeyi bitirirsiniz.

    kimsenin o noktaya kadar gidip geri gelebileceğine inanmıyorum. istisnalar hariç tabi.
    12 ...
  21. mutluluğun fotoğrafı

    5.
  22. fiyasko

    21.
  23. Bende yeri çok farklıdır..

    ha bu arada bunu da şöyle bırakayım.
    https://m.youtube.com/watch?v=BsFZHJ-ZhWk
    3 ...
  24. mezar taşına yazılacak en anlamlı söz

    47.
  25. sizi ayakta karşılayamadığım için özür dilerim.
    8 ...
  26. insan en çok ne zaman düşer

    4.
  27. Düştüğü yerden kalkmaya çalıştıkça daha beter düşer.
    4 ...
  28. hissetmeden yaşamak

    1.
  29. insanlara hep yaşamın güzel olduğu vurgusu yapılır. yaşamak güzel şey denir. Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun yaşaması gerektiği söylenir. ve sürekli daha iyi şartlarda, daha uzun yaşamanın yolları aranır. "anı yaşa" sadece filozoflardan kalma muhteşem yaşam tasviridir. herkes bu iki sihirli kelimeyi sever, arar ama bu "anı yaşa" tasvirini hayatında uygulamaya koymak isteyenler toplum tarafından hemen dışlanır. yaşam dediğimiz şey belli evrelere ayrılmıştır ve herkes buna bir şekilde uymalıdır. mutluluk denen bir hedef vardır yaşamı anlamlı kılan. Herkes onu arar durur ve herkes bunu yakalama zorunluluğu hisseder. hiç kimse iyiyle yetinmez, daha iyisi varken. ve nedense hiç bir iyiyi insan kendisi seçemez. iyi olan her şey başkaları tarafından çok önceden belirlenmiştir. bize düşense sadece ona ulaşmaya çalışmaktır.
    dünyanın düzeni budur ve "yaşıyorum" adı altında insanlar hayatlarını tüketirler.

    Aslında yaşamın ne demek olduğunu en iyi anlamış kişiler yaşlılardır ama vakit geçtir artık. yaşlılar hayata dair doğruları söylerler fakat gerçekler can sıktığı için bunaklıkla suçlanırlar gençler tarafından. her yaşlının hayata dair en belirgin sözü boşa geçen yaşamdır.

    herkes, yaşam adı verilen bu başkalarının belirlediği hayat şekline deli gibi aşıkken ben hiç bir şey hissetmiyorum. Yani yaşamak kelimesinin içini, sadece para kazanmak, bir şeylere sahip olmak, bir yerlere yükselmek gibi salaklıklarla doldurmak istemiyorum. Çünkü yaşamak bazen sadece yürümektir. bazen bir ağacın altında oturmaktır saatlerce. bazense en son ne zaman uyandığını hatırlamayacak kadar çok uyumaktır. yaşamak, ölmeyi istemektir bazen. Bazen de hiçbir şey hissetmemektir.

    ama izin vermezler yaşama karşı bir şey hissetmemene. hepsi yaşamanı isterler aynen onlar gibi. yaşlanmış, yürüyemeyen bir köpek acı çekmesin diye mutlulukla diğer tarafa gönderilirken, acı çeken milyonlarca insan hastanelerde yaşatılmaya çalışılır bir gün daha. kendilerini düşünceli olarak niteleyen insanlar, sadece kendileri gibi gördüğü insanları yaşatmak için uğraşırlar zaman ve emek harcayarak. oysa başkalarının hayatlarına müdahale ederek uğraştıkları şeyler, gerçekte kendi ölüm ve yaşam korkularıdır.
    bu insanlar bilmiyorlar ki, yaşamak bazen boş vermek istemektir, hiçbir şey hissetmeyince.
    11 ...
  30. zaman zaman dinlenen çok eski parçalar

    2.
  31. sözlük yazarlarının itirafları

    138261.
  32. bir söz var hani; ''ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmak istemediğini düşün'' diye. ben yıllarca bunu denemeye çalıştım kendime. çünkü böylelikle ihtimalleri eleyerek bir amaç bulabilirdim. hatta hayatın ne anlama geldiğini bulur, sözlüklere geçmesini sağlardım.

    her ne kadar gitmiş ve yılar sonra tamamen dönmüş olsam da, unutmaya çalışsam da, elimde değil, düşünmeden edemiyorum ailemle yaşadığım o eski günleri. hiç ayrılmadan önceki zamanları. değişik evlerdeki değişik odalarımı, birçok kez fazlasıyla sarhoş girdiğim yatağımı, duvarlardaki posterleri, dağınık kitaplarımı, benimle yaşıt grundig müzik setimi, kimsenin göremeyeceği yerlere kurşun kalemle odamın duvarlarına yazdığım mikroskobik harflerden oluşan cümlelerimi, plaklarımı.. herkes yattıktan sonra uykusuzluğu yeni keşfeden bir çocuğun gece siyahtan laciverde dönene kadar kulaklıkla müzik dinlediğini, penceresinden vücudunun yarısını sarkıtıp korka korka sigara içtiğini hatırlıyorum. o zamanlar yatma borusu sabah ezanıydı. onu duyunca paniğe kapılırdım. çok geç kalmışım, derdim. bir an önce uyumalıyım. bazen de aileden biri gecenin ortasında uyanırdı. ben nefesimi tutardım. duyulmasın hiçbir şey! anlaşılmasın uyuyamadığım! anlaşılmasın herkes uyurken benim odamda volta attığım..

    ben o kalp çarpıntılarını çok sevmiştim. o korkularımı. uykusuzluğun en güler yüzlü tarafıyla tanıştığım dönemi.. bir iki saat gözlerimi kapatır, annemin beni okula gitmem için uyandırmasını beklerdim. dünyanın en iyi uyanan insan taklidini yapan bendim. yıllarca sürdü bu gece trajedisi. tahmin edilebileceği gibi yapacak fazla bir iş yoktu karanlıkta. üstelik en önemlisi sessizlikti..

    sessizlik. yataktan kalkmak için yorganı üstümden atmak bile beş dakikamı alırdı. hiçbir şey ses çıkarmasın! bütün eşyalar sussun! gözlerimi fazla açmazdım o gecelerde. sadece pencereden dışarı bakarak sigara içtiğim zamanlar hariç. sonra pencereden içeri giren buz gibi havadan üşüyüp yatardım. gözlerimi kapatıp hayallerime dönerdim. çölde hayal ederdim kendimi. avuçlarıma kum doldurup ellerimi havaya kaldırdığımı, sonra da asla üşütmeyen ama sürekli yüzümü okşayan rüzgârın parmaklarımın arasından dökülen kumu havaya savurduğunu hayal ederdim. kuma gömülü olduğumu hayal ederdim. önce büyük bir çukur açar, içine girerdim. sonra üstüme tülbent inceliğinde bütün vücudumu kaplayan bir kumaş örterdim. çevremdeki kumlarla önce ayak ve bacaklarımı, sonra da gövdemi gömerdim. en sonunda da örtüyü yüzüme çekip dışarıda kalan tek kolumla biraz daha kumla kendimi tamamen gömer ve bu işi yapan kolu da geldiği yere, yani yumuşak kumun içine saplardım. gözlerim kapalı olurdu. sanılanın aksine serin olurdu kumdan kozam. çölün bir parçası olurdum. ne bir insan, ne de bir canlı. sadece çölde bir kum tanesi. kumlar vücudumun şeklini ıslak alçı gibi almış olurdu. neredeyse kumlar ile bedenim arasında havanın bile olmadığını düşünürdüm. dalgıç kıyafeti gibi sarardı kumlar beni. çok küçük nefesler alırdım. nabzım yavaşlar ve aldığım o cılız oksijenin her zerresini, fakir bir çocuğun bulduğu ekmek parçasını kırıntılara bölerek saatlerce yemesi gibi, kalbim de zevkini çıkararak içine çekerdi. yeryüzündeki en güvenli yerde olduğumu düşünürdüm. hatta dünyanın dışında bir yerindeymişim gibi gelirdi bana. bildiğim en rahatlatıcı duyguydu. bir insanın hissedebileceği en büyük huzur kaplardı içimi. çölde bir kum tanesi. çöle gömülü bir çocuk. hiçbir şey istemeyen, hayattan midesi bulanan bir çocuk.. ve beklerdim orada öleceğim günü. birilerinin gelip ''sen öldün. haydi gel.'' demesini. çünkü yapacağı hiçbir şeyi olmayan bir çocuktum.

    çölde gömülü ölümü beklemek. işte bunu hayal ederdim gözlerim kapalı, bütün insanlar uyurken. onlar kontrol edemedikleri rüyalar, kâbuslar görüyorlardı. ama ben istediğimi yaşıyordum o gecelerde. istdiğim her şeyi. gözlerimi açtığımda bedenimin her milimetrekaresine dokunan o kumların serinliğini hâlâ hissediyor olurdum. hayallerimde kendimi gömdüğümde güneş batıya yatmaya yüz tutmuş olurdu. o öyle bir zamandı ki, kum gün boyunca güneşin sıcaklığını almış ama yavaş yavaş kendine gelmeye, soğuğa doğru yol almaya başlamış olurdu. serinliği kanımın akışını yavaşlatır, dünyada, evrende sadece benim olduğumu düşündürürdü. sadece ben, başka kimse yok. sadece bir zihin, başka zihin yok. düşünceler, görüntüler, konuşmalar, kahkahalar. içinde hepsini barındıran tek bir zihin.. ''işte!'' derdim kendime. ''dünya o üzeri kalabalık toprak parçası değil. dünya işte bu! zihin. dünya benim zihnim! dünya benim aklım. hayatsa çöle karışana kadar var. kendimi gömmemden cesedimin kum tanesine dönüşmesine kadar geçen bekleme süresi. işte hayat yalnızca bu. düşünmeye ayrılan zaman. kendimi kumların içine saplamış şekilde nefes alarak yattığım süre. hepsi bu. kum tanesi olana kadar aklından geçen her şey. başka bir şey değil.''

    hayallerimden sonra sabah olurdu genelde. ve hâlâ gömülü olduğunu hayal ettiğim yüzümü banyodaki aynaya tuttuğumda o cümleyi tekrar ederdim her seferinde kendime "'hayat." Derdim. "hayat sensin. o kadar. büyütülecek bir şey değil.'' Aslında basittir hayatın işleyişi. Basit ve anlaşılırdır. insanlar doğar, insanlar ölür, hayat akmaya devam eder. Hepsi bu. Hayat herkes için kendisinden ibarettir aslında. Çünkü kişi ölünce, kendisi adına film biter. Başkaları devam eder onun yerine izlemeye. Öte dünyadan gelip spoiler de veremez, sonu kendisi gibi olacak geçici izleyicilere. "Öleceksiniz!" Diyemez. Ama dediğim gibi, oysa ne basittir hayat döngüsü. Mesela, söyleseler "Bu iki insan hayatını kaybetti!" Diye, verilecek tek yanıt vardır; "olsun. Şu an bir yerlerde iki insan doğdu bile.."

    Yeri bu kadar çabuk doldurulan başka bir canlı bilmiyorum. Belki bir de böcekler. Bu iki canlının da yerleri çabuk doldurulur. Kısır döngü gibidir. Ölü anlar. Filmlerdeki hiçbir şey yapılmayan sahneler gibi. Herkes film izlemiştir. Ve biraz olsun görmüştür hiçbir şey yapılmayan o sahneleri. Kamera karşısındaki aktörlerin bile umutsuzca yönetmenleriyle göz göze gelmeye çalıştıkları sahneleri. Ne bir hareket, ne de bir kelime. Böylesine anlar, ölü anlardır. Hiçbir şey yapılmaz. Hiçbir hareket yoktur. Okuyucu da, seyirci de, hikayenin kahramanlarıyla sıkılır beklerken. Bu anlara en iyi örnek, izleyenleriniz bilir, "blues brothers"da belushi ile aykroyd'un asansörde yavaş yavaş, aşağılık bir müziğin eşliğinde binanın vergi tahsilatı yapılan katına çıkmalarıdır. O an herkes bekler. Asansörde durulur. Aslında bazen işe yarar bu ufak teneffüsler. Özellikle işler hızlı gidiyorsa. Durup düşünmeye yarar. Ama tabii söylediğim benim için geçerli değil. Çünkü ben zaten sürekli düşünüyorum. Hiçbir şey geçerli değil benim için. Bütün kurallar, hayat tarzları, ideolojiler geçersiz bana. Hepsi. Provizyonu bitmiş kredi kartı kadar geçersiz bu dünya bana. Bir makasla kesilip iptal edilmesinin zamanı çoktan gelmiş. iptal edilmeli. Bir an önce! Sağlam bir elektrikli testere bulsunlar bana. Ben yaparım. Keserim dünyayı ortasından. Fazla sürmez! Birkaç yüzyılda biter işim. Benim zamanım var nasıl olsa. Hiçbir yere gitmiyorum. Dönüp dolaşıp yine geldiğim bu kürkçü dükkanında, oturmuş bu yazıları yazıyorum.

    Ben.. Ben bu dünyaya düşünmeye geldim. olabilecek/olamayacak her ihtimali hayal etmeye geldim. Yaşadıklarım ve yaşayacaklarım beni havada tutan balonu şişirmeye yarıyor. Ben hiçbir şey bilmiyor ve hissetmiyorum. Sadece hayalimde yaşıyorum dünyayı. ben uçurumdan aşağı yuvarlanan ve düşerken önüne gelen her şeyin varlığına son veren bir kar parçasıyım. çığ olup düştüm bunca zaman bir sürü şehrin üstüne. dünya yuvarlak değil! dünya bir tarafı yukarıda olan oval bir tepsi. hepimiz aşağı kayıyoruz. hepimiz gümüş bir tepsiden düşüp kırılan kristal bardaklarız. başım dönüyor. ayaklarım kayıyor. ama çok küçük yaşlarda kayak öğrenmiş bir çocuk gibi kimseye çarpmadan kıvrak hareketler sergileyen biri gibi değil de, daha çok, kaba bir kızağın üstünde önüne çıkan herkesi deviren huzur bozucu bir kayak pisti katiliyim. bir de tabii ne istediğini bilenler var. ufak yaşlarda, büyükleri geleceğe dair planlarını sorduklarında tereddütsüz yanıtlar veren ve de söylediklerini gerçekleştirenler var. her şeyi ama her şeyi kontrol etmeye çalışanlar. doğan güneşe hakim olmaya çalışanlar. onlar da kişisel başarıları ve bundan kaynaklanan mutluluklarıyla aşağı kaydıktan sonra, teleskilere binip tekrar yukarı çıkıyorlar. tepsiden kopmamak, tamamen düşmemek için bütün paralarını ve enerjilerini tırmanmaya harcıyorlar. düşüşlerini geciktirmek tek amaçları. tepsinin üstünde geçirdikleri her saniye seksten daha fazla zevk veriyor böylelerine. kavgalar ediyorlar, politikacı, iş adamı, bürokrat, doktor, sanatçı oluyorlar. meslekleri teleskileri. aileleri teleskileri. hangisi doğru? doğru diye bir şey var mı? delilik bulaşır. emperyalisttir. belki bir sanatçı gibi eserlerim yok. beni yaşatacak kütüphaneler, müzeler yok ama o tepsiden düşerken çarptıklarımın hafızaları var. sadece hafızalarda yaşayan bir sanatçı. gözle görülür, kulakla duyulur hiçbir şey üretmeyen ama hafızalara tecavüz eden bir sanatçıyım ben. devirdiklerim çocuklarına, dostlarına hatırlayabildikleri kadarını anlatacaklar ve böyle sürecek. ta ki bütün insanlar tepsiden parçalanana kadar. kuşaktan kuşağa geçecek bir sanatçıyım. çamura hayat veriyorum ben. heykel yapmıyorum. ya da notalardan eserler yapmıyorum. benim ham maddem bu dünya. şekil veriyorum ona ellerimle. ve bırakıyorum insanlara, hafızalarında var olacak ve geceleri kâbuslarında hatırlayacakları bu devasa ve geçici sanat eserini yavaşça. domino taşlarına ilk fiskeyi vuran benim. sanat eserim bu dünya. kayarken çarpıp devirdiklerim ve şekil verip kendilerine bıraktıklarımla dolu olan bir dünya. sadece hafızalardayım. başka bir yerde değil. ne bir plastikte, ne bir çelikte, ne de bir kâğıdın üzerinde. her şeyi bilmekten çok uzağım. her şeyi hissetmekse imkansız. ama ben her şeyin farkındayım. ve bütün dünyayı hatırlıyorum. bir yerlerden hatırlıyorum. hayattan önce bir ölüm, ölümden sonra bir hayat. hayat hep var. ta ki bütün şehirler, okyanuslar tepsiden düşüp kırılana kadar..
    21 ...
  33. sözlük yazarlarının itirafları

    137791.
  34. dün uzun zaman sonra ilk defa uykuya doymuş bir şekilde uyandım. o kadar doymuştum ki, uyandığımda saat henüz sabahın 6'sı bile değildi. daha fazla uyuyamadım, her gözümü kapattığımda geri gelen görüntüler ve konuşmalar yüzünden. evimizin balkonuna çıktım, bir sigara yaktım. bildikleri halde, hayatım boyunca anneme ve babama sigara içtiğimi itiraf etmedim. yıllarca önce lise zamanlarımda defalarca anlayış dolu girişimlerine rağmen kabul etmedim asla sigara içtiğimi. benim için katlanılamaz bir durumdu. onların yanında sigara içmektense ölmeyi tercih ederdim. eğer yedi yaşında bir şeyi yapmıyorsan, sırf büyüdüğün için yapma hakkını nasıl bulabilirsin ki? ve işte, yıllar önce bir gece çok içkili vaziyette eve gelip montumu yere attığım ve içinden fırlayan paket halıya sigaralarla suladığı için annem yüzünü hafifçe ekşitmişti. ertesi sabah uyandığımda giyinmiştim hemen. bir iki defter alıp çıkmıştım okula doğru. evin yakınlarında bir sinema vardı. filmin seansına kadar yandaki mcdonalds'ta bir şeyler atıştırmıştım. filmin başlamasına daha bir saat kadar vardı. dışarı çıkıp tam sigara yakmıştım ki, yanımdan birisi geçmişti. birkaç saniyeliğine fark ettiğim yüzü hatırlamıştım bir yerlerden. çok önceden beraber gezip takıldığım çocuktu, biraz önce yanımda yürüyen. sonra nedendir bilinmez, aramamıştık birbirimizi. ne derler, darwinist dostluklar.. işlevini kaybedince yok olanlardan.

    dönüp bakmamaya çalıştım. ne konuşabileceği bilmiyordum. aslında tam olarak, kesinlikle konuşmak istemiyordum. kimseyle. ve filmin saatine kadar, o çocuğun da filme bilet almamış olması için dua ettim. yalnız kalma isteğim gökdelen gibiydi. içinde birçok neden barındıran, birçok dairesi olan bi' gökdelen. neyse ki ortalıkta yoktu eski arkadaşım, salona girdiğimde. filmi seyretmektense, salondaki diğer iki kişi gibi karanlığın, yalnızlığın, bir yerde kimseyle konuşmadan oturmanın tadını çıkarıyordum. bir ara filmdeki kadının erkekle konuşurken ağzına, dudaklarına dikkat ettim. sadece ağzına bakıyordum. hangi harfi nasıl çıkardığını çözmeye çalışıyordum. hangi harflerde dilini nasıl hareket ettirdiğini bulmak için inceliyordum. sonra kısık sesle harfler söylemeye başladım. yavaşça söylüyordum. sonra birden, tüm bu kelimeleri nasıl öğrendiğimi düşündüm. nasıl ezberlemiştim? hiçbir fikrim yoktu. çıkarabileceğimiz sayısız değişik seslerin içinde sadece yan yana gelince anlamlı olabilenleri nasıl keşfetmiştim? bütün bunları düşünürken, tekrarladığım kelimelerde sesim bir ara fazla çıkmış olacak ki, üç sıra önümdeki adam bir iki kez dönüp baktı. ayağa kalktım. dışarı çıktım. geçmişten gelen çocuğun çevrede olup olmadığına bakıp bir sigara yaktım. kendimi çok karmaşık hissediyordum. içime baktığım zaman gördüğüm hiçbir şeyi anlamıyordum. on dakika önce harflerin telaffuz edilişlerini ve bunu nasıl öğrenmiş olabildiğimi düşünmüş olmama inanamıyordum. yararsız, gündelik hayatla hiçbir ilgisi olmayan bir konuyu on, on beş dakika boyunca nasıl düşünebilmiştim? bunları kendime tekrarladıkça yüzüm buruşuyor ve midem bulanıyordu. tamamen anormal düşünceler içinde olduğumu fark etmek canımı yakıyordu..

    sonra birden, uzun zamandır okula gitmediğimi düşündüm. ailemin benden beklentisini gerçekleştirmiyor ve yalan söylüyordum. daha da kötü hissettim. başım ağrımaya başlamıştı. dakika dakika delirdiğime tanık oluyordum. her saniye beynimin kapıları hızla açılıp hızla kapanıyor, hücrelerine birbirleriyle ilgisiz yüzler, olaylar, isimler geliyordu. ayakta zor durabiliyordum. belki titremeye bile başlamış olabilirdim tam hatırlamıyorum. kendi kendime, nedenleri olması gereken hastalık belirtilerini nasıl yaşatabildiğime şaşırıyordum. insan kendi başını isteyerek ağrıtabilir mi? midesini bulandırabilir mi? isteyerek ölebilir mi? sadece düşünerek hepsi yapılabilir mi?

    artık tamamen delirmeye başladığımı ve ilk defa düşüncelerimin gerçekten kontrolden çıktığını hissettiğim anda, bir ses arkamdan seslendi. büyük bir uykudan uyanmış gibi sıçrayarak döndüm. sesin sahibi annemdi. elimdeki sigarayı hemen attım, görmemişti. ve aramızda aynen şöyle bir konuşma geçti:
    ''ne işin var oğlum bu saatte burada? dersin yok muydu senin?''
    ''ders erken bitti anne, bıraktılar bizi. ben de yarınki resim dersi için alışveriş yapmaya gidiyordum. sen nereye gidiyorsun?''
    ''biraz yiyecek bir şeyler aldım, eve dönüyorum.''
    ''gel istersen sen de benimle?''
    ''yok. ben yoruldum eve gideyim, sen işlerini hallet.''

    ve gitti. sokağın köşesini dönmesini bekledim arkasından bakarak. sonra da yıkıldım dayandığım duvarın dibine. nasıl tam deliliğin içinde yüzdüğümü düşündüğüm bir anda, böylesine çabuk ve hatasız bir şekilde normale dönebiliyordum? nasıl olabiliyordu? neden anneme ''ben çok kötüyüm. kendimi çok kötü hissediyorum. belki de deliyim'' dememiştim? demiyordum. birkaç dakika boyunca olanları düşündüm ve sonra hayatımın en büyük hatalarından birini yaptım. çömeldiğim yerden kalktım. dükkanın vitrinine bakarak üzerimi düzelttim ve gittim..

    eğer kabullenmemiş olsaydım o gün içimdeki deliliği ve normal hayata ani dönüşü, o andan birkaç yıl sonrasında ailemle monopoly oynuyor olurdum. gitmemiş, yıllarca uzakta yaşamamış olurdum. ama gittim. en büyük hatam sigara içtiğimi inkâr etmem gibi, delirdiğimi de inkâr etmem oldu. beynim bir et parçası olarak dayanamadı bu delirmelerime ve ani geri dönüşlerime. kaldıramadı genişleyip daralmasını. ya deli olduğumu itiraf edip tedavi edilmeliydim, ya da normal olduğuma kendimi ikna etmeliydim. bir tercih yapmam gerekiyordu. ben ikisini de seçtim. yani hiçbirini. ikisiyle de yaşayabileceğimi düşündüm. ancak kararım geleceğim için çok büyük ve belirleyici bir hata oldu. nasıl bir insan sürekli kilo alıp verince bedeninde sarkmalar çatlaklar olursa, benim de bilincimin sınırlarıyla sürekli oynamamdan ötürü zihnimde çatlaklar oluştu. geri dönülmez bir noktadaydım o günden birkaç ay sonra. iki değişik ben'i kabul etmiştim. ve ikisiyle de başa çıkabileceğimi düşünüyordum. tabii hayatımın ikinci büyük hatası da fazla nazlanmadı ortaya çıkmak için. hesaba katmamıştım o her şeyi dışarıdan seyreden üçüncü ben'i. hiçbir duyguyu, fikre dahil olmayan ben'i unutmuştum. içimde bir stadyum dolusu adam vardı. ve ben saymaya daha yeni başlıyordum. birinci ben, ikinci ben, üçüncü ben..

    ama sonra anladım ki, o bir stadyum dolusu adam, asıl ben'i bir insandan canavara dönüştürmek için uğraşıyordu. bunu fark ettiğim o gece, bir anda boşaltmıştım o bir stadyum dolusu adamı zihnimde, gösteri iptal oldu, hadi herkes evine diye. geriye kalan o bir adamla, yani gerçek ben'le, geri döndüm huzuru bulmak için kaçtığım, ama huzurun kendisi olduğunu o an anlamış olduğum yere, evime. eve döndüm yıllar sonra ve arada stadyumu doldurmak için yola çıkan o adamlara yol vermekte zorlanmıştım ilk başlarda. ama çok yol kat ettim. sonuç mu? stadyumun yolunu unuttu gibiler bence. hatırlayan birkaçının da unutması yakındır. nedeni basit. çünkü ben artık o gösterileri bıraktım..
    25 ...
  35. gecenin şiiri

    6133.
  36. ey hayat dedikleri büyük kusur
    ey kimselere değişmediğim, ayrılığın neden bunca ağır?
    hani adalet?
    bir kasımdan öteki kasıma, bir yanım kör bir yanım sağır

    dünya ne ki sevgilim?
    benim sana yaptığım kubbe yanında.
    düşsün, olsun, bırak, içinde yıldızlar patlıyor.
    kolaydır inanmak kadar inanmamak da.

    ister sal kendini dünyaya, ister kal yanımda
    her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
    yoluna baş koymak diyoruz
    biz barbarlar buna.

    Sözde kalır sevgilim
    Sözde kalır bütün sözler
    Aşk çünkü, aşk çünkü kendine
    Bir yol, bir ideoloji ister.

    Bilirim, çöl rüzgarında çalıdır bazı yaşlar
    Sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
    Bir tarihe başlayacaksın, orası işte.

    şimdi bir masaldan bir peri
    sessizce dinlesin beni
    alsın yorgun başımı
    alsın cümlemi usulca kalbine koysun.

    en acısını sevgilim
    en acısını tadayım istedin.
    en acısı buydu.
    omurgamı aldın benim.

    ben sana yanlış bir yerden edilmiş büyük bir yemin gibiydim.
    beni hep aynı yerimden yaralayan o eve yine de döneyim, döneyim istedim.
    ah benim sesimle söylesem de inanmazlar, benzemiyor çünkü bir dile.
    döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm, döndüğüm bu sema sensin döndüğüm.
    sen benim kara ömrüme vuran, suyumu harelendiren sevincimdin.
    onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin. titreme daha fazla kalbim.
    bağışla kendini artık, onu da bırak gitsin.
    o senin en ezel gününden kaderin
    sen onu nasılsa bin kere daha seveceksin.
    10 ...
  37. sözlük yazarlarının itirafları

    137067.
  38. başım ağrıyordu bu sabah yataktan kalktığımda. halbuki ne hastaydım ne de içki içmiştim gece. belki de yaşanacak büyük bir olayın arifesinde hissettiğim bir heyecan göstergesidir başımın zonklaması, diye düşündüm. ama böyle bir ihtimalin uzaklığına kendim bile güldüm. en net hatırladığım son heyecanlanmam, lisede bir kimya sınavına girmeden önce gerçekleşmişti. sınava girecek olan stajyer öğretmene bir önceki gün kötü davranmıştım çünkü.

    ama gerçekten de yaşanacak büyük bir olayın arifesindeydim aslında. heyecanlıydım o sebepten de. beni bile yıllar sonra heyecanlandırabilecek, umutla, evet umutla beklememi sağlayacak bir olayın arifesindeydim ve çok az kaldı o umutların yıkılıp yıkılmamasına. bir kumar gibi aslında. koydum tüm fişlerimi masaya. ya kaybederim, ya da kazanırım masada ne varsa.

    buraya döndüğümden beri aradığım bir şeyler vardı normal bir insana evrilmek için. aradıklarımdan birkaçını bulabildim. bulamadığım birkaç önemsiz, bir tane de önemli bir arayışım kaldı. ne demişler, bir şey aramayan asla kaybolmaz. ama ben bundan öncesinde aramadan da kaybolmuştum çok defa. aramamıştım hiçbir şeyi. ne bir adresi, ne de birini.. çocukken de birçok kez kayboldum. sokaktakiler beni tanırdı, birileri mutlaka elimden tutup beni eve götürürdü. ailem boynuma adresimin yazılı olduğu bir kağıt asmıştı kolye gibi. hatırlayınca o yılları, istemsizce bir tebessüm kaplıyor dudaklarımı. ben sadece onları düşündüm hayatım boyunca. sadece ailemi. o yarı insan, yarı melekleri. dokuz ay boyunca beni karnında taşıyan annemi, beni koruyan babamı, kardeşimi. defalarca insanlar beni rahatlatmak için ''düşünme bu kadar. seni yaparken sana sormadılar ya. madem yaptılar, ilgilenecekler, katlanacaklar tabii ki'' dediler. bense, sakince dinlediğim bu sevimsiz konuşmayı bir an önce bitirmek için söylenileni kabulleniyormuş gibi görünürken, sadece şunu düşünüyor olurdum; bilemezlerdi benim geleceğimi. onlar bir çocuk istediler ama ben geldim. dünyaya en az değeri veren insan geldi. onlar normal bir çocuk istediler, eğitim görüp meslek sahibi olacak, gururlanacakları. ama ben geldim. onlar sağlıklı bir zihne sahip akıllı uslu bir çocuk istediler, ben geldim. bilemezlerdi bir canavarı büyüttüklerini. onların suçu değil. ve benim onlara acı çektirmem vicdanen yasal değildi. işte bu yüzden uzaklaşıp gitmiştim. benim dönüştüğüm adamı görüp üzülmemeleri için. ailemin evindeki yatağım, uyuyabildiğim nadir yerlerden biriydi. ama ben kan kustum oraya. bilemezlerdi.

    her neyse. eskilerden bahsetmek istemiyorum şu an daha fazla. hepsini yıllar sonra da olsa aştım ve yeniden evimdeyim nasılsa. artık iyi şeyler olsun istiyorum. bunu gerçekten istiyorum ve çabalıyorum. az önce hayatım boyunca yalnızca ailemi düşündüm demiştim mesela. şimdi birini daha düşünüyorum uzun zaman sonra. aynı masaya beraber koyduk tüm oyun fişlerimizi onunla. ya beraber kazanacağız, ya da beraber kaybedeceğiz. ve ben ilk defa kazanmayı bu kadar çok istiyorum. çünkü yaklaştık, biliyorum. çünkü zamanı artık, biliyorum. çünkü, olsun artık. olsun ve normalliği inşa etmeye başlamış olduğum hayatımda, o son tuğlayı da koyup tamamlayabileyim sonunda.

    ona gelsin; https://www.youtube.com/watch?v=N3lYwZc2ilI
    20 ...
  39. sözlük yazarlarının itirafları

    136922.
  40. ''kollarını göster. nasıl oldu bu iz?'' dedi bu sabah doktor. ''hatırlamıyorum.'' dedim. ''ama tek bildiğim bu dikişler yüzünden bir zamanlar polis kolejinden ayrılmak zorunda kaldım.''

    ara ara gelen baş dönmelerim yüzünden bu sabah doktora gitmek zorunda kaldım. zorunda kaldım, çünkü bana kalsa gitmeyecektim. ama hastaneye gidip görünmem konusunda biri ısrar ediyordu, kıramadım. gittiğim doktor başımın dönmesi durumu haricinde başka şeylerle de ilgilendi. kolumdaki iz gibi mesela. ben de sakin kalmaya çalışıp, işi yokuşa sürmeden verdim sorularının beklediği cevapları. tek istediğim bir an önce hastaneden çıkmaktı.

    ''peki kolunun bu pazı kısmındaki çizik nasıl oldu?''
    ''bir kavgada oldu sanırım, hatırlamıyorum.''

    kafasını sallıyordu önündeki kağıda bir şeyler yazarken. sorduğu sorularda ve verdiğim hiçbir cevapta, daha önce duyduğu cümleler yer almıyordu belli ki. ama aslında yanılıyordum böyle düşünürken. emindim insanoğlunun en berbat türlerine en ince ayrıntısına kadar tanıklık etmek zorunda kalmış olduğuna. kısa boylu ve hafif toplu bu adamın mesleği, belki de dünyanın en geçersiz olan mesleğiydi. en hayalperest mi yoksa? öleceğini bildiği insanları kurtarmaya çalışmak. doktorluk.. ölümü dizginleyemeyeceğini bilen doktorun üzerinde yoğunlaşabileceği tek konu, acısız bir yaşam ve dolayısıyla acısız bir ölümdür. yani ''ben acılara dayanırım, nasıl olsa öleceğim'' diyen birinin beyaz önlüklülere ihtiyacı olmaz. keyfe keder bir meslektir doktorluk. aslında tiyatroculara, sanatçılara benziyorlar. onlar gibi, 'şu anı' iyileştirmeye çalışıyorlar ve en önemlisi ölümü unutabiliyorlar. o yokmuş gibi mesleklerini icra etmeye devam ediyorlar. doktorluk dışındaki tüm mesleklerde, mesleğinde başarılı olanların ölümsüz eserleri, kendilerinden sonra var olacak yapıtları olur. bunlar bir avukatın adıyla anılan yasadan, bir kaporta ustasının yeniden hayat verdiği hurda arabaya kadar gider. ama doktorun en sağlam yaptığı insan bile en fazla 50-60 yıl yaşar. onun için, doktor isimleri de sadece hastanelerdeki bölümlere, tıp fakültelerindeki amfilere verilir. gönüllerini almak için. bir zamanlar iyileştirdikleri, ölümden kurtardıkları insanların 'mezarlarına' verilemeyeceğine göre isimleri, ancak kendi alanlarında yaşamaya devam eder. oysa belki de mezarlıklara verilmelidir adları. ''doktor x sayesinde bu kadar uzun yaşadık ve rahat öldük!'' benzeri yazılar süslemelidir mezarlıkların girişini.

    her neyse. arada gelen baş dönmesi şikayetiyle gittiğim hastanede, önce filmimi çektiler. sonra filmle beni alt kata yolladılar. basamaklardan yavaş yavaş inerken, bir yandan da bir hastalığımın olup olmaması konusunun aslında o kadar da önemli olmadığını düşünüyordum. tabii kendim için. ama ailemin yanına, yani hayata henüz 3-4 ay önce dönmüştüm. şüphesiz ki onlar için önemliydi. kabul etmeliyim, buraya dönmem belki de en büyük adımdı hayatın içine atılan. yıllardır hiçbir şeye ait olmayan ben, artık bir devletin himayesindeydim. yıllardır kuralsız yaşayan ben, kurallara uyduğum takdirde toprakları üzerinde özgürce yaşamama izin verecek bir devletin vatandaşıydım. doğarken kazandığım, 19 yaşlarımda isteyerek kaybettiğim her şeyi geri almaya çalışıyordum şimdi. kimliğimi, insanlığımı, ailemi..

    beyaz kapının üzerinde, doktorun isminin yazdığı sarı demir plaketin biraz altına üç kez vurdum. ''girin'' sesi geldi. girdim. gözlüklü, kısa ve zayıf bir adam oturuyordu içeride. güler yüzlüydü. eliyle oturabileceğimi işaret etmişti. oturdum ve elimdeki filmi uzattım. on saniye kadar bakıp kenara koydu. benimle konuşmaya başladı. sanki filmlerle değil, insanlarla ilgilen bir psikologdu. ''evet, sorun nedir?'' dedi. şaşırmıştım. çünkü bunu onun açıklaması gerekiyordu. ''neden yeteri kadar uyumuyorsun, neden sağlığına dikkat etmiyorsun, bunu soruyorum'' diye ekledi. tartışmaya niyetim yoktu. başladım konuşmaya ben de. düşündüklerimi, yaptıklarımı, deli cesaretimle göze aldıklarımı anlattım.
    '' sorunumun ne olduğuna siz karar verin o halde. ben sadece yaptıklarımı anlatayım. 18-19 yaşlarımda, ailemden ve şehrimden ayrılıp gittim...''
    yaklaşık 15-20 dakika boyunca, 3-4 soruyla kesilen bir konuşma yaptım. her cümlemin sonunda gözlüklü doktorun gözlerinin çapı daha da büyümüştü. ilk defa yeni bir insan türüyle karşılaşıyor olabilirdi. ve konuşmamın sonunda şu sözler çıkmıştı ağzımdan; ''ancak, artık tek kurtuluşumun ailemin yanına, evime dönmek olduğunu anladım. artık, iyi ve mutlu bir insan olabilme ihtimalimi geri istiyorum. kimliğim var ve yaşamak istiyorum. dinlemek istediniz, şimdi de sorunumun ne olduğuna karar verin.''

    gerçekten de öğrenmek istiyordum bunu. yani sorunumun 14-15 yaşlarımda başlayan garip düşüncelerimin ve giderek canavarlaşmış beynimin nedenlerini öğrenmek istiyordum. birkaç saniye baktı bana. ağzını açtı ve teknik mesleki terimlerle konuşmaya başladı. ve sıra benim de anlayabileceğim cümlelere geldi. ''uykusuzluk, gerçek dünyadan istemli kopma, kendi bildiğini yapman, birçok kavramı ve kuralları reddetmen ve tek doğrunun kendininki olduğunu düşünmen. tabii bir de hiçbir zaman tıbbi yardım görmemiş olduğunu göz önüne alırsak, bütün bunlar katlanarak çevrende bir kabuğa dönüşmüş. ama anlaşılamayan tek bir şey var. o da kırılması bu imkansız kabuğunu sen kendi başına nasıl deldin? nasıl anlayabildin yaşadığın hayatın yanlışlığını? aileni özlediğin için onlara döndüğünü sanmıyorum. elbet de bu da var ama sırf bu nedenden olmasa gerek. belki de korktun. o şekilde yaşadığın sürece bir gün belki de öleceğini düşündün, korktun ve geri döndün.''

    ölümden korkma fikri ilginçti. çünkü bu korkuyu hiç hissetmemiştim. kabul etmeliyim ki etkilenmişti geçmişimden. ilginç bir vakaydım. üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken. emekliliği için planladığı kitabının en az 20-30 sayfasında yer alabilirdim bu tür vakalarla ilgilenen doktorların.

    evet bir hastalığım yoktu. tabii geçmişimden izler taşıyan ve yok etmeye çalıştığım zihnimin bir bölmesini saymazsak. benim de tahmin ettiğim gibi, uykusuzluktan oluyordu bu baş dönmeleri. en az 7 saat uyumamı ve bir süre bol bol istirahat etmem gerektiğini söyledi doktor. yıllarca doktora gitmemiştim. bugün o zinciri de kırdım, bunu fark ettim. ''işte dünya'' dedim. ''işte reddettiğin o medeniyet, kurumlar, kurallar.. daha ne istiyorsun? gerçek hayata hoş geldin!'' hoş bulduk..
    36 ...
  41. sözlük yazarlarının itirafları

    136697.
  42. bu sabah giderken, kırmızı ışık yandı. ben hep kırmızı ışığın kaç saniye sürdüğünü sayacağıma söz vermişimdir kendime. ve hep unutmuşumdur. ama bu sabah kararlı bir şekilde başlamıştım saymaya. saniyeler bir bir akarken dudaklarımda, kafamı sağdaki arabaya doğru çevirdim ve büyük bir hata yaptım. gördüğüm manzara, zihnimdeki sayıları aldı götürdü bir anda. bir arabanın içindeki adam, şarjlı tıraş makinesiyle dikiz aynasına bakarak, evinin banyosunda yapması gerekeni yapıyordu. takım elbise giyinmiş, kravat takmıştı. annem daha ben çocukken sorardı bana hep, garip bir alışkanlığımı fark ettiğinde. ''kimlere özeniyorsun bilmem ki?'' diye. o zamanlar kimlere özendiğimi hatırlamıyorum ama bu sabah, yanımdaki araçta işe gitmek üzere ütülü gömleğini giymiş ve ıslığıyla radyodaki şarkıya eşlik ederek dikiz aynasına bakıp tıraş olan adam özenmiştim. mutluydu çünkü. ve aramızda sadece benim yanımdaki koltuk ve birkaç santim mesafe vardı. tek istediğim, o mutluluktu.
    sonra korna sesleri ve araçlar hareket etti. yine unutmuştum kırmızı ışığın saniyelerini saymayı. bir zamanlar insan olduğumu da unuttuğum gibi. insan, insan olmaya geliyor dünyaya. başka bir tercihi yok. ve dolayısıyla da Hiçbir şeyi seçmeden de gömülüyor toprağa. Yerin iki metre altındayken de bin bir böceğe lunapark oluyor daha önce bin bir dudağın öptüğü bedeni.

    Eğer bundan önce bir önemi olsaydı gittiğim yerlerin, tanıştığım insanların, yaptığım uzun konuşmaların, hepsini bir bir dökerdim yazıya. Farkım kalmazdı dosto'dan, tolstoy'dan. Hiç bir farkım kalmazdı franz kafka’dan. Ağır bir dille yazılmış, büyük bir özenle anlatılmış tasvirler kaplardı sayfaları. insanların dudaklarının kalınlığından, üzerlerindeki giysinin dokumasına kadar her ayrıntıyı yazardım. Ama ben evrenin bana emrettiğini yapıyor ve sadece unutuyorum. Bütün fazlalıkları unutuyor ve bırakıyorum. önemsemiyorum. Tek önemsediğim ve yazmaya değer bulduğum şey olayların bütünlüğü, mantığı. ayrıntılar belki başka sefere.. dikkat etmiyorum şimdilik karşımdakinin gömleğinin temizliğine, rengine. yazıyorum sadece.
    bazı zamanlar odama çekilip yazı yazdığımı görüyor annem ve babam. bir defasında babam ne yazdığımı sormuştu. ben de ''unutmak için aklıma ne gelirse'' demiştim. annemin arada bir odamı temizlerken yazdıklarıma göz attığını da görmüştüm. ama cümlelerime bir anlam verebildiğini sanmıyorum. yazarak geçiyorum normalliğe. içimdeki o beni insanlıktan çıkarmaya çalışan son kırıntıları yazıya dökerek rahatlıyorum. ailemin yanına geri döndüğüm zamanlar uykusuzluğum devam etmişti. evdeki ilk geceler, yıllar önce yaptığım gibi voltalarla geçmişti. ama sonra insanlık kimliğimi yavaş yavaş alınca, annem ile babamın bana olan özlemlerini ve sevgilerini gördükçe yatakta geçirdiğim saatler arttı. aklımı kurcalayan birkaç şey kaldı artık benim de her insan gibi. onlar da çözüme kavuşabilirse 5 saatten fazla uyuyabileceğimi biliyorum. ama uyku eşittir rüya demekti aynı zamanda da. ve rüyalara ne yazık ki hakim değiliz. unutmaya çalıştığım eski yaşantımdan resimlerin beni rüyamda bekliyor olma ihtimalleri yüksekti. belki de bu yüzden uyuyamıyordum. aslında beni korkutan bunlar değildi. çünkü yaşadıklarımın hiçbirinden pişman değilim. bunları yaşayıp görmem gerekiyormuş çünkü. beni asıl korkutan, döndüğüm için pişman olma ihtimalimdi. sürekli bir mücadele vardı çünkü zihnimde. dönmüş olmamın, ailemin yanında kalmamın, ihtiyacım olan huzuru bana verip vermeyeceğinden emin olmak istiyordum. ve dönmekle en doğrusunu yaptığımı anladım zamanla. bu beni çok rahatlattı. buralardan birlikte uzaklaştığımız arkadaşım geliyor bazen aklıma. anlattığı o hikayeler, kurduğu teoriler. acaba ihanet mi ettim ona buraya dönmekle diye düşünüyordum bazı geceler, odamda yalnız otururken. ama hayır. ihanet değildi yaptığım. ben onun gibi değildim çünkü. ona tek bir hücrem bile benzemiyordu. çocukluğumuzdan beri reddederek büyüdüğümüz hayat aynı izleri bırakmamıştı üzerimizde. benim insan yanım hiçbir zaman tamamen kaybolmamıştı. ve yok olması da mümkün değildi. ben sadece bana soru sormadığı ve hiçbir hareketimi tuhaf karşılamadığı için o arkadaşımla yapmıştım yolculuğumu. ben döndüm, o dönmedi. ve bütün bunları düşünmek uykusuz bırakıyordu beni. ama artık iyiyim ben, diyordum kendime sürekli. hiçbir kurala bağlı kalmadan yaşamış yaratıktan, bütün toplumsal kanunlara uyan bireye dönüşmeye çabalıyorum. artık kalıcılığa inanmak istiyorum. değerlere, ilişkilere, insanlara. ölümlü olmayan bir dünya vardı ve ben o dünyaya dahil olmak istiyorum. ölümlü olmayan bir dünya dedim, çünkü hiçbir şeyin sonsuz, ölümsüz olmadığı, her şeyin sona ereceği düşüncesi beni vahşi biri yapmıştı. oysa sevgi, dostluk, binlerce kuşak eskitecek kadar genç hâlâ.
    eğer o gece dönmeye karar vermeseydim, dış dünyaya sadece son bir adım daha atsaydım, tamamen çıkacaktım insanlıktan. sadece insanlıktan değil, bütün dünyadan. ama buradayım şu an. önemli olan da bu.

    artık uyumalıyım. uyumalıyım ve yarına, bundan sonraki yarınlara dinç uyanmalıyım. tabii bir de yine unutmazsam, kırmızı ışığın kaç saniye sürdüğünü saymalıyım. yarın..
    31 ...
  43. gecmisin ayak sesleri

    3.
  44. benim.
    bazen insanlar bir şeyler anlatırken, dinliyormuş ve ilgileniyormuş gibi yapmak zorunda kalmak, çin işkencelerini aratan türden bir işkence oluyor benim için. evet bunu yapıyorum çünkü artık yapmam gerek. biraz değişmiş olmak yetmez, tamamen değişmem gerek. zorunda olmak ise işin en acı trajik kısmı. birileri bir şeyler anlatırken ilgiliymiş gibi kafamı salladığımda, benim o halimi görenler, kafamın içinden geçenlerin binde birini bile tahmin edemezler. bilemezler düşüncelerimin, belki de bir insanın varabileceği son noktada çılgınlar gibi koşturduğunu. ama bir mikrokamerayla beynime girilseydi eğer, beynimin o anki hayalleri görüntülenseydi, belki de yüzyılın en vahşi filmi çekilmiş olurdu. çünkü muhtemelen mikrokameranın çektiği görüntüde, karşımda bana bir şeyler anlatmaya çalışan insanlardan birine, yakınlarda hangi türden bir cisim varsa onu alıp o konuşan ağzının ortasına çakıyor, sonra diğer elimle içki şişesini diğer insanın kafasına geçiriyor, bütün bunları yaparken ağzımın içinde tuttuğum alkolü çakmaktan çıkardığım alevin ortasına tükürüp artık dönüştüğü bir alev makinesiyle bir diğer insanın yüzünü yakıyor, sonra da paketten bir sigara çıkarıp o insanın yanan yüzünden sigarayı ateşleyip bir nefes aldıktan sonra dumanı havaya doğru üflüyor olurdum. ama ben tüm bunları yapmak yerine ilgili numarası yapıp dinlemeye devam ediyorum o insanları. alışmam gerek. dışımda bir, içerimde binlerce ben var. tek bir bedende birleşmem gerek. sonra elbet zamanı gelecek içimdeki binlerce ve dışımdaki bir tek beni unutmanın. hepimiz bir gün kim olduğumuzu unutacağız zaten. benim de unutmam gerek.
    17 ...
  45. mumsöndü

    264.
  46. bir grup onun bunun çocuğu söylemi. biraz haysiyet olur lan insanda. kendisine bu kadar sövdürmez.

    bir de sanılıyor ki, bunun lafı edildiğinde sadece aleviler sinirleniyor. aleviyim veya değilim, götü yiyen gelsin yanımda bu muhabbeti yapsın.

    sen ki bir millete, bir topluluğa, bir zümreye sırf senin gibi düşünmüyor diye bu denli iğrenç aşağılık bir iftira atacaksın ve buna sadece o insanların üzülmesini, öfkelenmesini bekleyeceksin öyle mi? iyi biriyim veya kötü biriyim fark etmez ama her ne olursa olsun benim karakterim buna müsaade etmez, eyvallah demez.

    bazı şakirt evlerinde "aleviler mumsöndü yapıyormuş mübarek" deyip ince bıyık altından şarlatanca gülümsemeler yapılırken, "alevi kızları hafifmeşrepmiş abi" derken, perşembeyi cumaya bağlayan cuma gecesi toplantılarında "aleviler dinsizdir" derken, onları otellere doldurup yakarken, bir sinemada katlederken, evlerinin kapısına kırmızı boya ile işaret koyarken, onlar hala içlerindeki hoşgörüyü öldürmedi.

    yine de mumsöndü'den espri üretip "biz şaka yapıyorduk dostum" derseniz, o şakayı götünüze sokarlar.
    11 ...
  47. fiyasko

    19.
  48. Uçurumun kenarındayım Hızır
    bir dilber kalesinin burcunda
    Muhteşem belaya nazır
    Topuklarım boşluğun avucunda
    Derin yâr adımı çağırır
    kaldım parmaklarımın ucunda
    uçurumun kenarındayım hızır
    Bir gamzelik rüzgâr yetecek
    Ha itti beni, ha itecek
    Uçurumun kenarındayım Hızır
    Civan hazır
    Divan hazır
    Ferman hazır
    Kurban hazır
    Uçurumun kenarındayım Hızır
    Güzelliğin zûlme çaldığı sınır
    Başım döner, beynim bulanır
    El etmez
    Gel etmez
    Gülce'm uzaktan dolanır
    Uçurumun kenarındayım Hızır
    Gülce bir davet
    Mecaz değil
    Maraz değil
    Gülce semavî bir afet
    Peri değil
    Huri değil
    Gülce bir beyaz sihir
    Gülce ölümcül naz
    canıma bedel bir haz
    Buram buram zehir
    gülce arafta infaz
    Yâr yüzünde infaz
    bir tek bakışıyla suyum ısınır
    Güzelliğin zûlme çaldığı sınır
    Uçurumun kenarındayım Hızır
    Ben fakir
    En hakir
    Bin taksir
    cahil cesaretimi alêm tanır
    Ateşten
    Kalleşten
    Mızrakla gürzden
    Dabbetülarz'dan
    Deccal’dan, yedi düvelden
    Korku nedir bilmeyen ben
    Tir tir titriyorum Gülce’den
    Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
    Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
    Saniyeler gözlerimde birer can
    Her saniyede bir can veriyorum..
    ...*...
    3 ...
  49. aşık veysel şatıroğlu

    230.
  50. ismini her duyduğumda, gördüğümde aklıma yıllar öncesi gelir hep. müzik eşliğinde dumanı göğe yaydığım ve süslediğim geceler. nereden baksanız bir 5-6 yıl öncesi.

    o zamanlar genelde dinlediğim iki kişi vardı. aşık veysel ve david bowie. uzanıp, sigaramı yakıp tavanı izlerken, sadece üçümüzün anladığı bir dilden konuştuklarını hayal ederdim. aşık veysel toprağı, toprağın hükmünü anlatırdı tabii ki. ekmeğini yediği, suyunu içtiği toprağa gömülmenin nasıl bir duygu olduğundan bahsederdi. ve cesedinden var olup torunlarını doyuracak olan o ekmeğin gücünün sırrını anlatırdı. bowie ise değişimden bahsederdi. değişmenin sihrini. ''changes'' ismindeki şarkısını fısıldardı kulaklarımıza. ben dinler ve seyrederdim, sarhoş. dinlerdim bowie ile aşık veysel'in doğaçlamasını. sonra uyurdum.

    toprağı bol olsun.



    ''Yıllarca aradım kendi kendimi
    Hiçbir türlü bulamadım ben beni
    Hayal miyim rüya mı bilinmez
    Hiçbir türlü bulamadım ben beni

    insan mıyım, mahluk muyum, ot muyum
    Ekilir biçilir bir nebat mıyım
    Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
    Hiçbir türlü bulamadım ben beni

    Leyla mıyım, Mecnun muyum, çöl müyüm
    Arı mıyım, çiçek miyim, bal mıyım
    Köle miyim, bir güzele kul muyum
    Hiçbir türlü bulamadım ben beni

    Varlığım yokluğum bir Veysel adım
    Gök kubbede kalacaktır ses kadim
    Elli üç yıl kendi kendim aradım
    Hiçbir türlü bulamadım ben beni.''
    5 ...
  51. gecenin şiiri

    5898.
  52. inandım o zaman dünyamız güzelleşir
    Çocuklar peynir ekmek yerler kapılarda
    Üç aşağı beş yukarı dolaşır kızlar
    Benim koltuğumda gündelik ekmeğimiz
    Göğsümüzde belli belirsiz ve güzel yıldızlar
    Ben sana gülümserim sen anlarsın
    Uzak kasabalarda düğünler olur
    Şaraplar eskir fıçılarında
    Işıklar bir yanar bir söner inandım
    Geceleyin gene bildiğin gibi
    Umarım beni bağışlarsın

    Bakma belirsiz bir şeyler özlediğime
    Bildiğimden değil
    Senin gerçeğin hem eski hem güzel
    Unuttuğum türküleri artık hatırladım.
    Biri aşktı biri iyilikti biri yeşil
    Ben bir alaca vakte dolanır gelirim
    Ardımda bir şey komam hep yakarım
    Seni kapımızda bekler bulurum
    Ama uzağımızdan gemiler geçermiş geçsin
    Işıkları pırıl pırıl yanarmış yansın
    Sular varmış şehirler varmış ötelerimizde
    Bildiklerimiz yalanmış bilmediğimiz yokmuş
    Artık senin gibi inanmak istiyorum
    Dünyada ne varsa bizim içindir

    Ben bir alaca vakte dolanır gelirim
    Seni kapımızda bekler bulurum
    Tutar kucağından çocuğumuzu alırım
    Tanrı bizi görsün kıvansın
    Ayışığı ister olsun ister olmasın
    Geceleyin gene bildiğin gibi
    Geceleyin gene senin türkünü söylerim.
    8 ...
  53. neden iyi erkeklerle tanışamıyoruz

    242.
  54. çünkü iyi erkeklerin hepsi o güzel kadınların üstüne binip gittiler.
    (bkz: neden iyi kadınlarla tanışamıyoruz/#31798470)*
    5 ...
  55. sözlük yazarlarının itirafları

    136051.
  56. her şey yine aynı. yine akıyor insanların kanı. yine bir yerlerde insanlar doğarken, ölüyor birileri. kimileri büyük bir tutkuyla seks yaparken, kavga ediyor kimileri. doğanın kanunu bu! birileri yaşar, birileri ölür. elbet yaşayanlar da ölür! ölenlerin de yeniden doğdukları gibi.
    temelleri ne zaman ve nasıl atıldı bilmiyorum ama, yüzlerce yıl önce ortaya atılmış bir fikrin etrafında toplanan, büyük sapkınlıklar içinde birbirleriyle ilişkiler kuran dünya üzerindeki terör örgütlerinden hep nefret ettim. Ve savundukları her ne olursa olsun, attıkları sloganlarından daima iğrendim. kusacak kadar. Kalabalık bir terör örgütünü herhangi bir bürokratik düzenden ayırmanın anlamı yok! çünkü Hiyerarşi zaten doğada da var. Bir de insanların hayatına sokmaya ne gerek var?

    bu kahpe hayatı ve kahpe düzenini gördükçe, belki çok basit ama mükemmel bir söz söylemiş adam gelir aklıma hep. Bu adamı yine gittiğim şehirlerin birinde, bursa'da tanımıştım. büyük kumarbazdı. deyim yerindeyse merdivenlerin altında farelerle at yarışı oynardı. Gündüzleri altılı ganyan, öğlenleri tombala, geceleri barbut. rahmetli babası ve annesinden kalmış evin kirasıyla oynardı kumarını. son kuruşuna kadar! öyle ki, kumar parası çıksın diye evde kendisi kalmaz ve kiraya verirdi. kendisi de kahvelerde yatardı. Taşınsaydı evine, açlıktan değil ama kumarsızlıktan ölürdü. Tanıdığım süre zarfında çok para verdi altılıya. çok hem de.. Barbutta bileği sağlamdı ama beygire şeytanı tutmuyordu bir türlü. Ama o da her bağımlı gibi vazgeçemezdi nal seslerinden. Ve her kaybettiği yarış sonrasında, her yattığı ayak sonrasında, belki de yirmi küsur yıldır atlarla oynayan ve atların her hırtlığını bildiğini düşünen bu adam, yanındakine dönüp kendisinin de çözemediği ve anlam veremediği bir duygu ve ifadeyle, herkesin duyacağı şekilde, “yok, Bir bokluk var bu işte..” derdi gözlerini kısıp sakin bir tonda. Tutturan acemiler de köşelerinde kıs kıs gülerlerdi. halbuki bilemezlerdi adamın dünyanın en doğru laflarından birini ettiğini.. Bir bokluk var bu işte! ve Türkçe’nin sihri yine karşımızda. mümkünâtı yok Anlatamazsın böyle muammalı bir konuyu ikiz gibi benzeyen tek bir kelimeyle başka lisanda. ''Bokluk'' her şeyi ifade ediyordu işte. Daha doğrusu bilinmeyen her şeyi. bir konu hakkında Ne kadar hesap yapılırsa yapılsın, ne kadar planlanırsa planlansın, ne kadar olasılıkları düşünülürse düşünülsün, her zaman karanlık kalacak bir tarafı. Yarışlarının ardında dönen dolapları. Her şeyi karanlık kalacak. çünkü Bir bokluk var amına koyim! bir bokluk var. bir bokluk var var Ama sadece bu işte mi var? Asıl bokluk hayatta var! Bir bokluk var bu hayatta! ne yaparsak yapalım, ne hesaplarsak hesaplayalım, işin orospusu olalım, ama yok.. bir bokluk var dibine kadar battığımız ve çırpındıkça daha da gömüldüğümüz.

    gerçi düşünüyorum da, aslında bu yanlış kurulmuş bir cümle. gerçekçi olmak gerekirse, bu işte, hayatta bir bokluk yok aslında. bu çok iyimser bir yaklaşım olur. aslında bu işin, bu hayatın kendisi bir bokluk. içinde yüzüyoruz biz de. ama yanlış anlaşılmasın. kötü, acı verici, şu ya da bu olduğu için değil. bilinmediği için.. bilinmediği ve anlaşılamadığı için. etrafımızda dönen dümenleri göremediğimiz için. belki yaratıcımız, belki de daha insani bir teşkilattır bu her şeyi düzenleyen bilmiyorum. peki bunu kim bilir? hayata ve ölüme hakim olanlar bilir. yaratıcımız ve bizler biliriz..

    şimdi, hayatımızın geri kalanını bir kumar gibi düşünürsek ve elimizde bir zar olsa, bizden bir (1) hariç her sayıyı tutturduğumuz takdirde hayatımızın düzene gireceğini söyleseler, sallayıp zarı atsak, ne gelir biliyor musunuz? 6'da 1 ihtimali olan 1 gelir..
    yok, bir bokluk var bu işte.
    28 ...
  57. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük