küçük bir memur olan asım 35 yaşında kısa boylu bir insandı. büyük bir kafası, bir uçurumu andıran düz bir ensesi vardı ve bu kafa ile ense 24 yaşından beri daha da çok ortaya çıkıyordu. şu anda kel biri sayılarbilirdi. "sayılabilirdi" diyorum çünkü eğer sadece yanda ve arkadaki saçlar kalsaydı denebilirdi ama bu kelliği önde adacık şeklinde kalmış olan kıvırcık bir çizgiyi andıran saç kütlesi bozuyordu. bu durumda "kafasının tepesinde saç olmayan bir insandı asım" diyebiliriz. karşısındaki kişi asım'dan daha kısa biri olsa ve belli bir açıyla asım'ın kafasına baksa belki de kendisinin saçsız olduğunu farketmeyecekti bile. ama bu pek mümkün değildi, dedim ya asım kısa bi insandı ve kendinden kısa insanlarla pek karşılaşmıyordu. karşılaştığı anlarda ise tadını çıkarıyor, daha kısa kişinin kafasına belli bi açıyla bakması için ufak hareketlerle yana kaykılıyordu, evde ayna ile yüzlerce kez talim ederek ezberlediği o açıyı yaratmaya çalışıyordu. asım bekardı ve yaşlı annesiyle yaşıyordu. sigara içmezdi, hiç denememişti. dairedeki diğer memurların sürekli çay ve sigara içmelerinden nefret ediyordu. ellerinden, kıyafetlerinden, ağızlarından gelen leş gibi sigara kokusunu her kokladığında, morarmış dudaklarında, sararmış dişlerini her gördüğünde bir kere daha sigara içmediğine seviniyordu, bir yıl önce uygulanan sigara yasağını ise geç kalmış, ama yerinde bir karar olarak nitelendiriyordu. duyduğum kadarıyla hiç sevgilisi olmamıştı. hayır, yanlış anlamayın asım istedi de olmadı diye değil, pek fazla kadınla muhattap olmadığı içindi bu. dairede iki kadın memur vardı ve ikiside kalın kaşe etek ve çizmeler arasında 5 santimlik bir boşluk bırakan bir giyim stili tercih ediyorlardı, ayrıca iki kadın da kendisinden büyük, hem de evliydi.
babasını hiç görmemişti. o henüz bir yaşındayken ölmüştü babası. annesi ise asım üvey baba görmesin diye hiç evlenmemişti. babasını anlatılanlardan biliyordu genelde. gerçi bi keresinde "onu hayal meyal gördüğümü hatırlıyorum" demişti ama annesi "bir yaşındaydın o zaman nasıl hatırlayacaksın, saçmalama" diye azarlamıştı asım'ı. annesinin babasına olan kızgınlığı hiç bitmemişti. asım'a babasından hiç bahsetmezdi. asım sadece kötü bişey yaptığında "baban gibi" diye azarladığı zaman babası hakkında bilgi alabiliyordu annesinden. alınan bilgiler neticesinde babasının alkolik, annesini çok döven ve küfürbaz biri olduğunu, kadınlara giderken trafik kazasında öldüğünü biliyordu. annesi aile resimlerinden babasıın kafasını kesmişti. albümde en azından 40 tane ortası, kenarı delik aile fotoğrafı vardı. belki annesi o kafaları çöpe ya da sobaya atmamıştır, evde bir yere kaldırmıştır, bir zarfın içinden ya da kitabın arasından kırk tane kafa çıkar umuduyla asım bi kere annesi evde yokkken bütün evi didik didik etmişti. annesinin bütün kötülemelerine rağmen ölesiye merak ediyordu resimlerde onu kucağına alan vüccudun kafasını... neye benzidiğini bilmiyordu ama kesinlikle bildiği bi şey vardı, o da asım'a benzemediğiydi. zira asım annesinin birebir kopyasıydı. annesinden öğrendiğine göre asım sadece dar anlını babasından almıştı, onun da alnı daracıkmış. ama asım sadece alından yola çıkarak babasının tipinin tahmin edemiyordu. o yüzden evin altını üstüne getirdi, her yere mutfağa, balkondaki bidonların bile altına bile baktı ama bulamadı kafaları.
babasına, alnından başka içmeyi sevmesi de benziyordu. ama abartmazdı. bazen keyfi yerine geldiğinde, eğer annesi de erken yatmışsa gizlice bakkala gider bir bira alır, televizyon izlerken içerdi o bir birayı. karşı annesinin karşısında da içerdi ama annesi çok üzülüyordu oğlu da kocası gibi alkolik olacak diye... birkaç kere yakalamış ve içmemesi konusunda çok nasihatte bulunmuştu, kendisi içki yüzünden neler çektiğini anlatmış, antlattıkça ağlamıştı... kızacağından değil annesi üzülmesin diye hızlı içip bitirdiği biranın kutusunu apartmanın altındaki çöp konteynırına atmaya götürürdü, evin çöpüne atmazdı hiç. yine de tartışma programı izleyip bira içmek büyük bir zevkti kendisi için.
pek arkadaşı yoktu. çok samimi olmayı sevmezdi. o yüzden hafta sonları genelde evde dinlenerek haftanın yorgunluğunu çıkarırdı. belli bi ilgi alanı olduğunu ise sanmıyorum. lisede savaş uçakları resimleri kesiyordu dergilerden ama onda da artık vazgeçmişti. annesinin hastalıkları zaten onu yeterince meşgul ediyordu. televizyon izlemeleri annesinin elinde tansiyon aleti, ya da ilaçlarla girmesiyle sık sık kesiliyordu ya da ilaç prospektüsündeki "endikasyonları" bölümünü yüksek sesle annesine okuyordu. ayrıca her gece o günün harcamalarını cüzdanında taşıdığı küçük bi kağıda not ediyordu. bu alışkanlığı ona büyük kolaylı k sağlıyordu doğrusu. ay sonlarını bu notlar sayesinde kestirebiliyor, ödemeler konusunda sonradan başı ağrımıyordu.
bir gün dairedeki iki kadın memurdan biri olan aysel "asım ne oldu barıştın mı sevgilinle" diye sordu. "yok ya ayrılcaz galiba" diye cevap verdi asım. "iki yıldır nişansız, sözsüz gez toz. sonra ayrıl, iyi valla. yeni nesil ne güzel ya..." dedi aysel. "aysel abla şimdi anlaşmazken evlendikten sonra ne yapıcam. bi gün bi hafta değil ki bi ömür geçireceksin sonuçta. en iyisi başlamadan bitirmek" dedi. aysel hak verdi ama "keşke evlenseydin de biz düğünde tanışsaydık bari kızla. evlenmeden kıza kötü bişey yapmadın dimi asım" diye ekledi. o sırada asım'ın telefonu çaldı, ekranı aysel e gösterdi, ekranda "pelin arıyor" yazıyordu. "al işte yine arıyor, o kadar dedim araşmayalım artık diye" dedi. aysel çok üzüldü "ayy... aç be yazık, sesini duymak istemiş" dedi. sonra heyacanlanarak "ver ben konuşayım kızla belki ben yaparım aranızı tekrar" dedi. asım telefonun "no" tuşuna basıp pantalonun cebine koyarken "biştmiş, bitmiştir aysel abla. şimdi açarsam ona umut vermiş olucam." dedi ve odadan çıktı. tuvalate gitti bi kabine girdi. telefonunu çıkarıp son arananlardan pelin'i bulup aradı. " nooldu anne" dedi, "akşama gelirken yoğurt al asım" dedi annesi. "tamam" diyip kapadı.
akşam mesai bittiğinde asım bakkaldan bi yoğurt alıp eve geldi. annesi sofrayı kurmuştu bile. ellerini yıkadı, üstünü değiştirdi, takım eşofmanını giydi, sofraya oturdu. "ooo köfte mi yaptın" dedi annesine, "sen seviyorsun diye yaptım" dedi annesi ayranı bardağına doldururken. köfteleri yerken televizyon izledi, annesi de yemek yemeden ama sofrada oturarak ona eşlik etti. yemekten sonra annesi bi kasede ceviz, fındık ve kuru üzüm getirdi. "her gün bir avuç çerez yemek gerekiyormuş, kansere karşı çok yararlıymış. hem cilde iyi geliyormuş. sabah televizyonda doktor söyledi" dedi. çerezi yerken haberler başladı. ülkede olan biten kötü haberlerden sonra annesinin tansiyonunu ölçtü. annesi 10 gibi yattı. her gece olduğu gibi yatarken kombiyi kapatmayı unutmamasını söyledi. asım bir tartışma programını yarısını kadar izledi, harcamalarını kağıda yazdı, dişini fırçaladı yatağına yattı. uyudu.
tıkırtılarla uyandı. sesler salondan geliyordu. biri salondaydı ama salonun ışığı yanmıyordu. hırsız olmalıydı. yatakta önce sesleri dinledi. bağırmayı düşündü ama korktu. kıpırtısız alacağını alıp gitmesini bekledi. gitmiyordu ya da zaman geçmiyordu. çok korkmuştu kalbi çok hızlı atıyordu. odanın kapısı açılınca kalp atışlarını kulaklarında hissediyordu. hırsız odanın içinde gezindi, portmantoyu açtı. asım olduğu yerden arkası dönük adamın portmantoyu karıştırdığını görebiliyordu. pantalonun, gömleğin ve diğer kıyafetlerin ceplerini karıştırdı. elbiseleri yere yattı. portmantayo koydukları ayakkabı kutularını karıştırdı, bu sırada oraya koydukları elbise fırçaları ve fotoğraf albumu de yere düştü. adam albümü hızlı hızlı karıştırıp arasında bişey var mı diye baktıktan sonra, albumu yere atıp odadan çıktı. bi türlü evden gitmiyordu, annesinin odasına girdi. tıkırdı çıkarıp duruyordu, annesinin uyanmaması için dua etti asım. annesi uyandı. bağırtılar ve itişmeler arttı. annesi çığlık atıyordu. kalıp koşup gitmek istedi odaya doğru ama yapamadı. annesi çok bağırıyordu, itişmeler artmıştı. kalkmadı asım. babasını hatırlıyordu. gece eve gelip annesini döven babasını hatırlıyordu. asım bir yaşındaydı artık. çok uykusu gelmişti, sabah odada annesinin ölüsünü bulacağını biliyordu. gözlerini kapadı. uyudu.
annesi bağırarak ve ağlayarak asım'ı uyandırdı. yaşlı kadının burnu kanıyordu. "asım kalksana oğlum, ölüyordum" diye sarstı. asım kalktı. annesi ağlıyordu hemen hastaneye gittiler. hastanede polisler rapor tuttu, tedaviden sonra karakola gittiler, ifade verdiler. görevli memur içeriye gitti koltuğunun altında dev bir defterle geri geldi. "bu deftere bakın bakalım belki eşgalini belirleyebiliriz" dedi. içinde yüzlerce kafa olan deftere annesi ilgisizce, asım ise büyük bir ilgiyle baktı. eşgali belirleyemediler.
4 ay sonra yaşam normale döndü. karakoldan hiç arayıp sormadılar, onlar da gitmedi bi daha. bir sabah asım traş ılup kahvaltı yaptıktan sonra takım elbisesini giyip evden çıktı. daireye geldi. aysel'le ve diğer memurlarla selamlaştı. masasına oturdu. dairenin çaycısı çayını getirdi. çekmecesindeki çay tabağının içindeki bi çay markasını çaycıya verdi. çayından bir yudum aldıktan sonra pencereyi açıp kendini aşağıya attı. ölmedi.
alıntı: facebook dan bir arkadaş gönderdi artık nerden aldı, kendi mi yazdı bilmiyorum..
kiraz: her kızın kalbinde bir ağa vardır
züğürt ağa: kız bu ağa züğürt ağadır
kiraz: olsun senin de insanlığın güzeldir belki de ondan beceremirsin ağalığı..
--spoiler--
suat: lale iyi kız ama gönlüm pek çekmiyor baba
baba: gönlü çekmiyormuş. lan sen manyak mısın oğlum? ulan ben rahmetli ananı evlenmeden önce bir kere gördüm o da taa uzaktan aldık getirdik ne çıkarsa bahtımıza diye. hafiften bıyığı bile vardı rahmetlinin. ama baktım huyu güzel ses etmedim.
--spoiler--
woody allen ın 20 yıllık aradan sonra çıkardığı ilk kitap. içinde kısa kısa hikayeler olan kitap, umut sarıkaya nın hikayelerini okuyanlar için söylüyorum, umut un hikayerinden çok daha hastalıklı hikayeleri barındırıyor.
--spoiler--
sonunda işyerime varıp gecikmemin sebebini anlatmak üzere patronum bay muchnick e yaklaşıyordum ki, kütlem giderek büyümeye başladı. ne yazık ki o, bunu isyan olarak algıladı. ışık hızıyla karşılaştırıldığında zaten çok küçük olan maaşımdan bu gecikmenin kesilmesi hakkında tatsız bir tartışma geçti aramızda. aslına bakarsanız andromeda galaksisindeki atomların sayısına kıyasla, çok az para kazanıyorum. bunu bay muchnick e anlatmaya çalıştığımda bana, zaman ve uzayın aynı şey olduğunu hesaba katmadığımı söyledi. durumlar değişirse maaşıma zam yapacağına yemin etti. zamanın uzayla aynı şey olmasının en iyi tarafı, evrenin uzak köşelerine kadar yolculuk yapıp dönerseniz ve bu yolculuk üç bin yıl sürerse, dünyadaki tüm arkadaşlarınızın ölmüş olması ama sizin botoksa ihtiyacınızın olmaması.
--spoiler--
nihavend makamındaki münir nurettin selçuk bestesi, sözler necdet ataman'a aittir.
bilmem bu gönülle ben nasıl yaşayacağım
o daha genç yaşında, benimse geçti çağım
kurtulmak mümkün olsa bırakıp kaçacağım
fakat ne yazık artık elinde oyuncağım
onun zoru sürmek beni gittiği yola
ben giderim sağıma, o çeker beni sola
arkasından bakarım gözlerim dola dola
hey gençlik arkadaşım sana uğurlar ola
revenge is sweet for thouse who wait
never early always late
waiting now to consummate
a marriage made in hell
hand in hand, walk alone
as good advice seems to drone
evil cuts right to the bone
chorus
has it come, awakens me
is it done and will it ever die
will it go. taking me
don t you know
evil never dies
keep me close to your heart
adversity will come apart
and finish just before you start
never question why
today was then, remenber when
skipping numbers one through ten
permanence through the pen
chorus
read the rights a prophete s word
i ve learned to deal with the absurd
and reach a darkened
pinnacle of light
money hungry, power thirsty
penny piching, fear inflicting
double crossing, back stabbing
promising eternity for a price
suckin , brain washing
mind raping, soul stealing
constant preaching, salvation reaching
lowest form of human, fucking life
evil never dies
laughter stands accusing me
emotion stands abusing me
the battered and the bruising me
is there darkness when you die
i heard a sound noone there
i heard a shot noone cares
laughter turns into despair
chorus
evil hidden everywhere
evil has a chilling stare
null and void of any care
is where the answer lies
it does no good to beg or cry
it does no good to question why
it does no good it never dies
evil never dies
ahmet akkaya'nın ah canım vah canım isimli şarkısının vurucu cümlesi. bu sözüyle dönemin popcularından ayrılmış, ben aşkı maşkı bırakıp felsefe de yaparım hoca demiştir.
amerika bizden 30 yıl ileri derlerdi de inanmazdım bu filme kadar. 1960 tarihli bu filmde jack lemmon televizyonun karşısına oturur ve joystick e benzer kutunun üstündeki daireyi çevirerek kanal değiştirir..