filmin bitiminde; geçen zamana üzülmenize, filmi tavsiye eden kişiye ağız dolusu * küfür etmenize sebep olur.
her zamanki gibi film bitimi çıkan yazıları okumamış, soundtracki bile dinlemeden ''x'' butonuno tıklamıştım. geçen 126 dakikalık zamanın sonunda öğrendiğim tek şey;
''filmin ilk 40 dakikası s.k gibiyse zorlayıp da izlemenin bi anlamı yoktur''
olmuştu.
her ne kadar ''olsun. yeni, başka tarzda bi film izlemiş oldum'' diye kendimi avutsam da, 126 dakika sonunda; ''tavsiye üzerine izlenenbok gibi filmler listesi''ne bir yenisi daha dahil olmuştu bile.
not: yıllardır sahip olduğum bu listeye ayda ortalama 2.4 * film eklenmekte olup, tavsiye edilen filmlerin bazılarıysa ''gayet baba film'' çıkmaktadır.
mesajlaşmayı sevmeyen biri için geçilmesi güç eşik.
smiley sevmem ben. ''nokta''nın kararlığına, ''ünlem''in hırsına, soru işaretinin ciddiyetine güvenirim.
geçen gün yine malum smiley ile biten bi mesaj aldım. smiley dediğime bakmayın, bildiğin ''gülen surat''.
beni bilen bilir, mesaj okumaktan daha çok nefret ettiğim şey mesaj yazmaktır. ayda yılda bir acil bi durum olursa mesaj yazarım, gönder tuşuna basmadan da en az dört kez okurum. o yüzden telefonuma mesaj atan pek olmaz.
her neyse işte, ne diyordum? heh! gülen surat. geçen yine sözlükten bir yazar yazdığım bir entry üzerine mesaj göndermiş. ''nasıl yaptın?'' demiş. ben de soru işaretinin verdiği ciddiyete güvenerek, nokta kararlığında bir cevap attım. yazarın teşekkür cevabı da gecikmedi;
''çok sağol kardeşim:)''
bi anda ''kardeşim'' demesini sevinmesine ve yardımcı olmamdan dolayı duyduğu minnete bağladım. ama o sondaki gülen surat yüzünden kasıldım kaldım. büzüldüm. yedi yaşıma döndüm, abisinden onay alan küçük çocuk sırıtışıyla oturduğum yerde kalakaldım.
cevap yazamadım. ''önemli değil kardeşim'' demek istedim. diyemedim.
eğer ki sen bunu okuyorsan sevgili yazar;
''önemli değil kardeşim, ne demek. yardımcı olsumsa ne mutlu:)''
ama ben zaten hiçbir zaman bu gülen suratı sevmedim. sevemedim. telefonumun ekranındaki ibiş * sırıtışa hiç cevap yazamadım. ama gülen surat daha çok korktuğum bişey varsa o da ''ağlayan surat''tır. ağlayan suratla biten bir mesaj alırsam intihar ederim herhâlde.
bu eşiği bi geçsem herkese gülücük dolu, sevgi dolu mesajlar atarım. herkesi alnının çatından öperim. ama olmuyor, yapamıyorum. yardım edin.
ortaokul ve lisede ''bildiğin piç'' diye tabir edilen öğrencinin arkadaşları tuvaletteyken onları ıslatmak için kullandığı gereç.
onun dışında başka bi amaçla kullanıldığını görmedim. lise 3'te tuvalette görüp de tanımlayamadığım cisim de bunun kanıtı.
zaten ben de bu şaka olayını bildiğimden dolayı, ne ortaokulda ne de lisede tuvalete girmedim. hatta cami tuvaletlerine bile girmem. şöyle bi düşünüyorum da, ben bayaa bayaa tuvalete girmiyorum. vücudumdan ter olarak atıyorum.
öncelikle, uzun pasta: yuvarlak pastayla aynı fiyata sahip olup, aile içindeki, akrabalar arasındaki doğum günü kutlamalarında tüketilen pasta çeşitidir. yuvarlak pastaya nazaran çok daha fazla dilim çıkarılabildiğinden dolayı daha fazla tercih edilir.
bu yazdıklarım tamamen kişisel. bakın ben pasta sevmem. belki de bunun sebebi çocukluğum boyunca yıllarca yuvarlak pasta isteyip de her sene uzun pastayla doğum günü kutlamamdır. yanında tuzlu kurupasta, bi de 2,5 luk fanta falan. ben fanta sevmem ki! kola içerim. bak demek o yüzden soğudum fantadan. bilinçaltı tabi, çocukluk travması falan.
neyse işte, ne zaman uzun pasta görsem içim hüzünle dolar. bi burukluk hissederim. garip olurum falan.
buradan pastanelere açık duyuru;
lütfen, artık uzun pasta yapmayın. kalpli yapın, şekilli yapın, falanlı yapın, yuvarlak yapın ama uzun pasta yapmayın. ne olur bir nesil daha heba olmasın.
ek: baton falan deyip de süslemeyin oğlum pastayı. uzun pasta işte. çirkin böyle. ucuz.
her türk insanının hayatı boyunca defalarca kez karşılaştığı insandır.
bu insan ki, kimlikteki fotoğrafı görür görmez basar kahkahayı. adet olduğu üzere; arkadaşlar arasında çıkarılan kimlik elden ele dolaşmadan yerine geri konulmaz.
vesikalık fotoğraf çektirme stresiyse bambaşkadır.
bir insanın yaşayabileceği en büyük pişmanlığı yaşadığı andır.
yaz sıcağına rağmen uzattığım, uzatmaya da devam ettiğim saçlarımı bakkalın, ailemin arkadaşlarımın; ''kestir, kafan rahatlasın'', ''kestir de adama benze'' sözlerine dayanamayıp kestirmeye karar verdim. uzun saçımın benim için en güzel yanı, banyoda mohawk tarzı bir saça kolayca çevirebilmemdi. tabi banyodan çıkarken yeniden dağınık saçlarıma geri dönüyordum.
sona eklediğim ''ehe'' saçlarımı bu kadar uzattığım için mahçupmuşum gibi bir ifade taşıyordu. sırada kimse yoktu. berber koltuğuna oturdum. saçlarıma sonra bir kez baktım. saçlarıma kesmeye başlamadan önceki aynaya baktığım son an, benim son kurtuluşumdu ama değerlendiremedim. ve makina sesi; zzzzzzzz...
aradan yarım saat kadar geçti. işlem tamamen bitince önce yerdeki saçlarıma sonra aynaya baktım. o an yaşadığım duyguyu sadece uzattığı saçını kısacık kestirenler anlar. boşluğa düştüm. pişmanlık, ağlama isteği, dünyayı ele geçirebilecek kadar büyük bir nefret...
büyük bir ustalıkla çalışan mahalle berberi, kafamdan bir sanat eseri çıkaramayacağını anlayınca saçlarımı klasik bir model olan 3 numara kesmişti.
''saatler olsun'' dedi. herhâlde sıhhatler olsun demek istemişti. ''sa... sağ ol'' diyebildim, attım kendimi dışarı. hemen eve girmek istedim. hızlandım. bakkalın önünden geçerken dükkanının önündeki taburede oturan bakkal;
dedi. bu farkındalık cümlesinin sonundaki ''ehe'' benimle alenen alay ettiğinin kanıtıydı. hiçbir şey demeden eve girdim. yıkandım. kendime ancak gelebildim. aynaya bir kez daha baktım. hakikaten de adama benzemiştim. kendimi ''bir-iki haftaya toparlar'' diyerek avuttum. ertesi gün yine aynaya baktım. yine gördüm kabak kafayı!
tavsiye edilen kişinin şarkıyı beğenip beğenmeyeceğine, tavsiye edenin müzik zevki hakkında farklı düşüncelere kapılacağına dair; sanki şarkıyı kendin söylemişçesine yaşanan stres.
bi de şöyle bir şey var ki; şarkıyı tavsiye ettikten sonra beğenmezse, şarkıyı, şarkıcıyı savunuyorsun ya o da beter bi şey. o değil de çok güzel şarkılar biliyorum. birini bile tavsiye edemiyorum. yoğun stres altındayım.
sevdiceğinin yanında dondurmayı yakalatmamak için türlü oyunlar oynaması, rezil etmesidir.
sıcakların iyice başıma vurduğu temmuz günlerinde, sevdiceğimle buluşmanın da verdiği sevinçle, canım şen liseliler gibi dondurma yemek, gondollara binmek istedi. şöyle bir etrafıma baktıktan sonra yöresel kıyafetleriyle dondurma makinasının yanında dondurma satan maraş dondurmacısını gördüm. yöresel kıyafetleri dondurma makinasına karşı verdiği savaşın üniforması gibiydi.
hemen yanına gittim ve ''bize iki dondurma'' dedim. bir yandan dordurmayı hazırlıyor, bir yandan da ''meşhur dövme maraş dondurması!'' diye müşteri çekmeye çalışıyor, makinaya meydan okuyordu. ilk dondurmayı küçük oyunlarla sevdiceğime verdi. sevdiceğim bir kaç hamlede gülerek dondurmayı yakaladı.
''iyi peki. hehe'' deyip ilk hamlemi yaptım. sonra ikincisini, üçüncüsünü...
kan ter içinde kalmıştım. gururumu eline almış, evirip çevirip geri vermiyordu. bir yandan da sevdiceğime ne kadar kaslı, zeki, entelektüel ve şakacı olduğunu gösteriyordu.
-nerden böyle evladım?
+alışverişten, hacer teyze.
-annen nasıl?
+ne olsun, iyi.
-selam söyle.
+aleyküm selam.
herhangi bir yerde tanığı bir kişiye selam verip; annesine, teyzesine, babaannesine selam gönderen kadındır. misafirlerine ikram etmek üzere çayı hep ocağın üzerindedir. biraz hüzün kokar ama sürekli ocakta pişen yemeğin kokusu bunu hafifletir. küçükken, bakkala ekmek almaya gönderen kadının ta kendisidir. bayramlarda eli öpülür ve şanslıysanız bol cevizli kadayıf tatlısı afiyetle yenilir.
-aah ah! nerde o eski ramazanlar, değil mi abi?
+her yıl aynı muhabbet. kalk lan sofradan!
-efendim abi?
+sansür git lan!
-ama...
+sansür git!
bıkmadan usanmadan her yıl aynı geyiği yedirmeye çalışan insandır. yemeyin efendim. bi de bunu gencecik adamlar yapıyor ya, iki hafta sofradan men edeceksin bunları. zaten bu, ''nerde o eski ramazanlar'' geyiğine yaş sınırı getirmek lazım. yaşlılarınki pek bi hoş oluyor da gençlerinki çekilmez. bi de bunun bayram versiyonu var ki oraya hiç girmiyorum.
ama şimdi düşünüyorum da, nerde o eski ramazan'lar hakikaten? mekan olarak yani. neredeler?
''bakkal'' sıfatını sonuna kadar hakeden mahalle esnafıdır.
eline aldığı şeffaf yumurta poşetini ani bir refleksle açar, yumurtaları içine hiç olmadığı kadar nazikçe (poşete yumurta koyanlara has bir incelikle) doldurur. şovun finali ise görülmeye değerdir. poşeti kıvrak bir hareketle, tek seferde, hiçbir yumurtayı kırmadan bağlar. açabilene aşkolsun.
anneanne yatağı, tüm akrabaların ya da sadece kuzenlerin toplandığı bir misafirlik ortamında kurulan ve çocuğun zihninde yer eden yataktır. bazen yere serilen kocaman yataktır bu, bazense kuzeninle ayak-baş kombinasyonunu oluşturarak yattığın yer. kendine has mis gibi bir kokusu vardır. o kokuyu başka hiçbir yastıkta, çarşafta bulamazsın. böyle de yer eder insanın içinde.
yav bu spor aletleri ne tuttu değil mi? nerede bir parkın önünden geçsem bu spor aletlerinden var. her yerdeler. tabii bu spor aletlerinin olmazsa olmazı; çocuklu ablalar, yaşlı teyzeler ve bebelere baloncular. ne diyordum? heh! çok tuttu bu aletler. bizim mahalleye de uzun bir süre önce bu aletlerden koydular ve son zamanlarda mahalle esnafında gözle görülür bir değişme var. bizim parkta halter kaldırma hareketi yapılan ve barfiks çekmeye müsait aletler de var. durduramıyoruz efendim; çekiyorlar da çekiyorlar. sonra bi sağa bi sola sallanan yaşlı teyzeler mi istersin, indiremiyoruz. hayır, o elle döndürülen alete dokunan yok. herkes o üstüne çıkılıp sallanılan alete binmek istiyor, kargaşa çıkıyor.
burdan belediyeye açık çağrı; lütfen sökün şu aletleri. mahallece arnold schwarzenegger gibi geziyoruz. insaf!
ilkokul yılları. bayramlarda zorla evlerine misafirliğe götürüldüğüm, ellerini biraz harçlık almak umuduyla öptüğüm, elime harçlık yerine yanağıma öpüp de bıraktıkları tükürükleri sildiğim dönem.
yine aile meclisi toplanacak, kısırlar, poğaçalar ve peynirli maydanozlu börekler yenecekti. benim gibi çocuklara çay yerine kola ve fanta verilecek, ben ise hep kolayı içecektim. teyzemin düğün kasedini zilyonuncu kez izledikten sonra hâlâ ilk kez izleniyormuş gibi şen kahkahalar atılacaktı.
normalde anneannemin evinde toplanırken bu sefer daha büyük bir ev olan bizim evde toplanıyorduk. şimdi saymakla bitiremeyeceğim kadar çok akrabanın toplandığı bu ev; kuşkusuz ki dağ gibi bulaşıkların da habercisiydi.
annem beni çiçek gibi giydirmiş, tütün kolonyasıyla saçlarımı ortadan ikiye ayırırken; ben sadece misafirlerin geldiği zaman kurulan o büyük sofradan bir dolma kapıyor, o an çalan zilin heyecanıyla annemden kaçıyordum. annem misafirler için son hazırlık olan, hiçbir zaman ne işe yaradığını anlayamadığım kırlentleri düzeltiyordu.
kapıyı ben açtım. ilk gelen teyzemlerdi. eniştem hafifçe kilolu ve al yanaklı bir adamdı. misafirperver bir laf olan ''hoş geldiniz''i bugün ilk kez onlar için kullanmıştım. eniştem ''hoş bulduk'' dercesine saçlarımı okşadı ve içeri geçti.
hemen ardından gelen dayımlardı. dayım, yengem ve rıfat. akrabalar arasındaki en çekirdek aileydi. dayım iyi adamdı ama oğlunu hiç sevmezdim. piç rıfat! elimden az bilye çalmamıştır.
aradan biraz zaman geçip muhabbet iyice koyulaşınca kapının zilini ikinci seferde ancak duyabildik. bu kez gelen dedemlerdi. dedem her geldiğinde bana topitop getirirdi. bu sefer elinde bir kese kağıdı vardı. bir kaç dakikada kese kağıdının içinde ne olabileceğine dair türlü hayaller kurmuştum. ama en fazla içinde fındık olma ihtimalini sevmiştim. belki içinde biraz kuru üzüm vardı. kuru üzüm ve fındık benim için müthiş bir ikiliydi.
hemen elini öpmeye gittim. piç rıfat benden önce davranmıştı yine. dedem sanki beni bi ayrı severdi. hemen ardından ben de elini öpmeye gittim. yanağımı öpünce bıraktığı tükürükleri silemeden kese kağıdını bana uzattı ve ''al bunları rıfat'la beraber ye'' dedi. bu cümle bana bir emir gibi gelmişti. işin içinde yine rıfat vardı. kese kağıdının içinde ne olduğunu anlayamadan yanıma geldi rıfat. ''ne o? hadi yiyelim'' dedi, her zamanki yüzsüz sırıtışıyla.
işte o büyük an. kese kağıdını açtım. içinden çıkan sarı leblebiydi. mahalle düğünlerinde çekirdekle beraber harmalanıp dağıtılan leblebilerden. büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. ama yıllar sonra anladım ki sarı leblebi kuru yemişlerin hasıymış. bir de kuru üzümle beraber enfes bir ikili oluşturuyormuş. tabii ki bu o yıllarda bildiğim bir şey değildi.
leblebileri rıfat'a verdim. hepsini yedi. üzerine soğuk su içti. ataride oynadığımız dövüş oyununda onu art arda yenmemi hazmedemeyip atarinin kolunu kırdı. çok güzel kaza süsü verirdi ama ben almadım. allah belanı versin rıfat!
yıl 2010. mahalle bakkalı üzerinde 2007 yazan kahverengi kaplı ajandayı açıyor, borçlarımı, neredeyse her bir tuşu kibrit kutusu büyüklüğünde olan hesap makinasında, tuşlara seri hâlde basarak hesaplıyordu. bana verdiği defterle, kendi yazdığı veresiye defterinin hesaplarının aynı olmadığını anlamamla beraber huzurum yavaş yavaş kaçıyor, ben de elimdeki sigarayı bırakarak onu kovalıyordum.
''fog the system, herhâlde senin defterine eksik yazmışız'' dedi, sahte ve pişkin bir gülümsemeyle.
''sen bi daha hesapla istersen zihni abi'' dedim, ifadesiz bir surat ve sabırsız bir bekleyiş içinde.
sonuç aynıydı. iki defter arasında fark çıkıyordu. bu adam zamanında para üstü yerine sakız veren, bozuk yoğurdu ''bak son kullanma tarihi geçmemiş'' diyerek geri almayan adamın ta kendisiydi. yine ne yapıp yapıp veresiye defterinde sahtecilik yapmıştı. ama yine de hiçbir şey kesin değildi.
daha fazla dayanamadım ama sanki pek de umursamaz bir tavırla ''eee, ne yapalım zihni abi?'' dedim.
çok alacaktı görünüyordu. ben de hafiften verecekliydim hani.
uzatmayacağım, ödedim.
çıkarken tezgahtan iki çokomel aldım. bu küçük hırsızlıkla hayatıma biraz renk ve heyecan katmaktı amacım. sanki polisten kaçıyormuşçasına evime gidip derhal delilleri yok etmek için paketi açtım, yedim.
çokomelin birinin bisküvisi bayattı. allah belanı versin küçük esnaf zihni!
yenisini almaya korkan ama içinde hep bir umut olan adamdır.
sen değil miydin; iki hafta önce ekşi, sulu eriği tuza batırıp kütür kütür yiyen?
sen değil miydin; kirazın çöplerini ''kaynatıp suyunu için, kilo vermenize yardımcı olun'' diyen ahmet marankilere, ender saraçlara kafa tutarcasına kulağına küpe gibi asan?
hakettin sen bunu, yaz boyunca aldığı tüm karpuzlar kelek çıkan adam; hakettin aslanım. sen ki; o ekşi, sulu eriği, kelek çıkma ihtimali olan karpuzlara tercih ettin. ne oldu peki? hepsi kelek çıktı. o eriğin zamanı geçti. o eriği hiç bırakmayacaktın koçum, hiç bırakmayacaktın.
oysaki ekmekleri ince ince dilimleyip, beyaz peyniri en güzelinden seçen sen değil miydin; sırf bir akşam peynir, ekmek, karpuz sefası yapmak için?
ama üzülme be haceli. bu sene olmadı, seneye olur. seneye sen de ağzına layık karpuzlar bulusun belki.
şimdi onu bunu bırak da, dışarda ''bozaa!'' diye bağıran adama kulak ver. tarçınını da hazır et. belki de aradığın o'dur.
''o'' hiçbir zaman geri gelmeyecek ama; belki bir avuç leblebiyle yanına gelen bulunur.
-asosyal bir kişiliğe sahiptir. *
-beğendiği sayfalar aşk, isyan, eski sevgiliye küfür, platonik aşka hasret barındırmaktadır.
-arabesk rap en sevdiği müzik tarzıdır. içten içe ismail yeke'ye hayranlık duyar. zaman zaman bunu dışa vurduğu da olur.
-özlü sözler paylaşmayı sever. sürekli bir şeyleri beğenir.
-arkadaşlarının fotoğraflarına ''choq tatlı chıkmıshın xd'' yazar.
-facebook mobile kullanır.
günlük hayatta -ki eğer rastlanılırsa- uzak durulması gereken kişidir.
tanım şu: facebook'ta fotoğrafları ve paylaştığı, beğendiği hedeler üzerinden karakter tahlili yapmaktır. saçma, bi o kadar da anlamsız hareket.
sürekli profil resmini değiştiren insan: gerçek hayatta da sürekli değişiklikler yapan, süprizleri seven insandır. çok fazla fotoğrafı vardır. birçoğunu facebook için çektirmiştir. dikkat çekmeyi sever.
tanımadığı bir kişinin sadece gülücükten oluşan yorumunu beğenen insan: çok yalnızdır. her zaman içinde bir umut barındırır. beğendiği yorum karşı cinse aittir. saatlerce o sayfa senin, bu sayfa benim dolaşır; sonunda resmini beğendiği kişinin ''gülücük'' yorumunu beğenir. desteğe ihtiyacı vardır.
kendi yorumunu beğenen insan: kendi paylaşımını beğenen insanın kat kat üst modelidir. gerçek hayatta kendini beğenmişin, ukalanın tekidir. arkadaş listesinden çıkartılmalıdır.
klip paylaşan insan: müzik dinlemeyi sever. ancak kendi sevdiği müziği başkasının da sevmesini ister.
benden şimdilik bu kadar.
he bi de; karakter tahlili yapan insan: boş uğraşlar içerisindedir. can sıkıntısından kafayı yemek üzeredir. bi an önce bu durumdan kurtulmalıdır.
saçların yapısından ya da kişinin özensizliğinden ya da her ikisinin birleşiminden * oluşan saç stilidir. aslında stil değildir, doğal hÂlidir.
saçlarımı jöleyle ya da başka yollarla kalıp hÂline getirmektense tercih ettiğim saç şeklidir. ömer çelakıl'a dönmemek için aşırıya kaçılmaması tavsiye edilir.
yolcuların yolculuk sırasındaki hâl ve tavırları kaynak gösterilerek yapılan tahlildir. boş bir uğraştır. fakat yıllarca otobüs, minibüs gibi toplu taşıma araçlarıyla seyahat edince yapılması gayet doğaldır.
-minibüse bindikten sonra iki durak geçmeden yer veren yolcu: günlük hayatta fedakar insandır. her minibüste mutlaka en az bir tane bulunur. hiç kimse çıkmazsa bir bakarsınız bu kişi siz olmuşsunuzdur.
-şoföre uzatılmak üzere sürekli para verilen yolcu: muhtemelen az önce yer veren insandır. iyiliksever biridir. gıkını bile çıkartmadan ''neresiydi ablaağğ?'' der. hayata dair büyük beklentileri yoktur.
-muavin koltuğunda oturup şoförle muhabbet eden yolcu: günlük hayatta girişken, arkadaş canlısı, muhabbet etmeyi seven insandır. hayata dair pratik bilgelere sahiptir. gerekirse şoför meşgulken ona uzatılan parayı alır, sayar, yerine koyar. o kadar sahiplenir orayı.
-herkes tek otururken yanına ilk oturulan yolcu: yüzünde güven veren bir ifade vardır. ''bundan bana zarar gelmez'' düşüncesiyle yanına oturulur. zarar da gelmez zaten.
-kulağında kulaklık, müzik dinleyen yolcu: etliye, sütlüye karışmayan insandır. özgürlüğüne düşkündür. bana dokunmayan yılan bin yaşasın, hayat felsefesidir.
-arka dörtlüde en solda oturan yolcu: genelde kulağında kulaklık bulunur. sürekli dışarıya bakar. o da ''kimse bana karışmasın'' edasıyla oturur yerinde. en arkaya oturmasındaki strateji; yaşlı, hamile vs. yolcu bindiğinde arkaya gelene kadar başkasının yer vereceğini bilmesidir. böylelikle yolculuk boyunca yerini muhafaza eder.
-herkes iki kişi otururken tek kişi oturan yolcu: garip bir havası vardır. ''cool mudur, korkutucu mu?'' bilinmez; ama anlaşılmayan bir şekilde herkes ondan çekinir. o da farkındadır bunun. bir kaç dakika sonra bu durum da sona erecektir; yeni bir yolcunun gelmesiyle.
-şoförle tartışan yolcu: bu da her minibüsün olmazsa olmazıdır. yaşlı bir teyze olması, onun anarşist olmasına engel değildir. memnuniyetsizliğini hemen dile getirir. dolu dolu poşetleri hiçbir zaman yanından eksik olmaz. huysuzdur biraz da.
biraz da olsa yavşak insandır. ya kendince bi samimiyet kurmak istiyordur ya da herkese yaranmak, herkesle arasını iyi tutmak istiyordur. zamanla o kelime ''kardişim'' olur, ''kardşim'' olur. değişik telaffuzlar ile kullanılır. böylelikle bir kelimenin daha içi boşaltılmış olur.
kanka de, ona da razıyım. o hadi biraz olsun geniş bi hitap şekline dönüştü. malesef ki ona alıştım. ama ''kardeşim'' hakikaten yapmacık be! *
şu günlerde sayısı çok az olandır. popüler kültür saçmalığının son ürünü olan apaçi müziğini duyduğunda o ortamdan uzaklaşan insandır.
bildiğiniz gibi bu müzik birçok reklamda ve dizide kullanılmıştır. öyle ki bir-iki programın tartışma konusu bile olmuştur.
peki;
>apaçi nedir?
>kime apaçi denir?
>tekno tarzdaki bu müziğe türkiye'de neden apaçi müziği denmektedir?
aslında bu soruların cevabını uzun uzun tartışmaya gerek yok; bir an önce modasının geçmesini istediğim acayipliktir.