bu sene hem süper lig hem de türkiye kupası şampiyonu olan muratpaşa bld.'nin, geçen sene finalde kaybettiği avrupa challange kupası final turunun ilk maçı. rakip, fransız HAC Handball.
türk hentbolu'nda bir ilk gerçekleşmek üzere, haydi kızlar.
o gün hiç olmayacaktır, onun için bir şey yapmaya gerek yok.
olursa da şöyle bir diyalogla geçiştirilebilir.
-muhtar nerde kaldın yaa?
+hacı çok işim vardı anca gelebildim
-ağaç ettin beni burda!
+trip yapma lan hiç gelmeyebilirdim de, bak yine geldim
-niye bağırıyosun yaa
+ne zamandır bekliyosun sen?
-25 seneden sonrasını saymadım.
+hmm özür dilerim, son 20 yılım bir kaşımı diğer kaşımla dengelemeye çalışarak geçti, onun için biraz geciktim.
-bi siktir git yaa.
tüm bunlar lig tv'nin oyunu aga. birileri daha çok para kazansın diye. sikindirik bir lig daha uydurup, körler sağırlar birbirlerini ağırlar ligi düzenleyip futbola doyacakmışız ya hani. bence kadıköy'deki olası şiddet tehlikesini engellemek için süper toto süper final 2 düzenlensin ilk 3'e kalan takımlar arasında. hem daha çok maç yapılır. lig tv'nin doymayan karnı iyice doyar, bizde futbola iyice doymuş oluruz amk. futbol kusarız hatta. kulaklarımızdan ofsayt fışkırsın, burnumuzdan penaltı aksın, gözlerimizden yeşil çimler çıkaralım, götümüze futbol topu sokalım falan bunlar güzel şeyler. ben seviom futbolu yaaa.
kadınların tek taş merakına sinirlenen estaban'ın al amk. sana tek taş diyerek atarlanması sonucu yaptığı gayrimenkul alışverişidir.
aferin lan estaban.
iğrençsiniz ibneler. ulan ne adi adamlarsınız lan, iyi kötü bir şeyler yaşamışışsınız işte, bırak güzel bir anı olarak bari kalsın. ne diye yatak hikayelerinizi anlatırsınız biraz kafayı bulunca anasonlu kafalara. insan değilsiniz yemin ederim.
dün izledim haberlerde diyanet işleri bayan hafızlar için açmış böyle bir yarışma.
dereceye girenlerede bilmem kaç yarım altın falan veriliyormuş.
bülent ersoy böyle bir yarışmada jüri olursa ne olurdu?
genç muhafazakarları rahatsız olurdu.
bir de yarışmayı diyanet işleri açmışsa vay memleketin haline.
günümüz teknoljisine tam olarak adapte olamamış ananın, babanın telefonlarına gelen bayram tebriklerini çocuklarına cevaplatması sonucu gelişir.
teknoloji sadece yeni gelen nesli değil herkesi etkilmektedir, teknolojnin getirdiği olanaklar samimiyetsizliğimiz git gide arttırmaktadır, çocuklar, analar, babalar ise bu mesajlaşmaları bayramın birinci kuralı, bayramın güzelliği olarak algılamaktadırlar.
işini kendi halletmeye çalışan babalar, kredi kartına sahip oldukları bankadan gelen tebrik mesajını bile cevaplama ihtiyacı duymaktadır, o kadar yani.
bankadan gelen mesaj,
+sayın tankut mozilla, mahmutbank ramazan bayramınızı kutlar mahmut kredi kartları ile nice bayram alışverişleri yapmanızı diler.
cevaben yazılan mesaj,
-sizinde bayramınız mübarek olsun, iyi ki varsınız. (tankut mozilla)
new orleans'ta
genç ve güzel bir kız
kiralık bir oda göstermişti bana,
çok yakın duruyorduk,
bana, ''odanın haftalığı dört dolar elli sent,'' dedi
ve ben ''genellikle üç dolar elli sent öderim;''
dedim loş ışığın altında,
ama odayı tutmaya karar verömiştim, çünkü
onunla arada sırada holde
karşılaşabilirdim,
ve o anda
kadınların neden onun gibi olmaları
gerektiğini anlayamadım,
sürekli bir işaret vermeni
bekliyorlardı,
ilk adımı atmanı, ya da
atmamanı
ben de
''odayı tutuyorum,'' dedim ve
parayı eline tutuşturdum,
çarşafların kirli, yatağın yapılmamış
olduğunu görmeme rağmen,
ama gençtim, bakirdim,
ürkektim,
kafam karışıktı.
ona parayı verdim,
dışarı çıkıpkapıyı arkasından kapattı
ve ne tuvalet vardı odada,
ne lavabo,
ne de pencere
intihar ve ölüm kokusu sinmişti odaya,
bir hafta kaldım o odada,
çok insanla karşılaştım o holde,
yaşlı ayyaşlar,
aylaklar,
çatlaklar,
düzgün gençler,
can sıkıcı ihtiyarlar,
ama o kızı görmedim bir daha.
sonunda hemen köşedeki pansiyonda
başka bir oday taşındım,
haftalığı üç dolar elli sentti ve
bir başka dişi tarafından yönetiliyordu,
yetmiş beş yaşında bir yobaz,
şaşı ve sakat,
hiç sorun çıkmadı ama aramızda.
annem, babam ve ben
haftada bir gün
devletin yiyecek yardımını
almak için markete giderdik:
konserve fasulye, konserve sosis,
konserve et, biraz patates,
birkaç yumurta.
erzağı büyük torbalara
koyup eve
taşırdı.
merketten çıkarken
dışardaki büyük pencerenin
önünde durup içerde
hamur yoğuran fırıncıları
seyrederdik mutlaka.
beş ki,şiydiler,
genç ve yapılı adamalar,
beş tahta masanın başında
kafalarını kaldırmadan
aralıksız çalışırlardı.
zaman zaman
havaya fırlatırlardı hamuru,
farkılı büyüklük
ve biçimdeydi hepsi.
biz sürekli açtık,
hamuru yoğuran,
havaya fırlatıp çeviren
adamların görüntüsü
mucizeviydi,
gerçekten,
ama sonra gitme zamanı
gelir,
ağır torbaları yüklenip
evin yolunu tutardık.
''o adamların bir işi var,''
derdi babam.
her seferinde söylerdi bunu.
ne zaman fırıncıları seyretsek
söylerdi mutlaka.
''konserve eti pişirmenin yeni
bir yolunu buldum galiba.''
derdi annem de
her seferinde.
bazen
sosisleri.
yumurtaları her türlü
yemiştik zaten:
sahanda, rafadan, katı, omlet.
en çok konserve etin
üzerine rafadan yumurta yemeyi
seviyorduk.
ama bir süre sonra
o da çekilmez
oldu.
ve patatesler; kızarttık,
fırına verdik,
haşladık.
ama patates,
konserve et, yumurta
ve fasulye gibi bıktırmıyordu
insanı.
bir gün eve geldik,
erzağı mutfak masasının
üstüne boşalttık ve
seyrettik.
sonra dönüp
mutfaktan çıktık.
bir gün
ilkokuldan eve döndüm,
annem oturmuş
ağlıyordu,
koca burunlu bir kadın vardı,
babam da evdeydi.
annem, ''yanıma gel,'' dedi,
yanına gittim,
''beni seviyor musun?'' diye sordu,
emin değildim ama,
''evet'' dedim.
sonra babm ban,
''defol git buradan,'' dedi
ve annem,
''hayır, henry, kal,'' dedi.
''öldüreceğim seni,'' dedim babama,
''tanrım,'' dedi koca burunlu kadın,
''ben çıkıyorum bu evden!''
''kimi seviyorsun?'' diye sordu annem babama.
babam ağlamaya başladı,
''ikinizi de seviyorum,''
dedi.
''öldüreceğim seni,''
dedim yine babama.
koca burunlu kadın çantasını kaptığı gibi
evden çıktı.
''edna! dur!'' diye bağırdı babam.
kadının peşinden koştu.
ben de babamın peşinden.
edna babamın arabasına bindi
motoru çalıştırıp arabayı
sürdü, anahtarlar
ondaydı, babam arabanın arkasından
koşup edna'nın çantasını kapmayı
başardı, ama edna durmadı.
eve döndüğümde
annem bana,
''onu sevdiğini söylüyor. burnunu
gördün mü, henry?'' diye sordu.
''evet, gördüm,'' dedim.
''lanet olsun,'' dedi babam, ''çocuğu çıkar burdan!''
''öldüreceğim seni!'' dedim ona.
üstüme yürüdü.
tokadı görmedim.
kulağım ve yanağım yanıyordu,
yerdeydim -
kafamın içinde
kırmızı bir ışık çaktı,
bir zil sesi duydum.
lesildi. kalktım ve
yumruklarımı sallayarak
saldırdım.
öldüremedim onu.
bir ay sonra
adamın teki kavgada
babamın kolunu kırınca
çok sevindim.
savaşlar kaçınılmazsa şayet
en kralı birinjci dünya savaşı'ydı galiba.
gerçektenm, iki taraf da son derece hevesliydi,
savaşmak için bir gayeleri vardı,
savaşmak için bir gayeleri olduğunu sanıyorlardı,
kanlı ve yanlıştı ama romantik'ti.
süngülerinin ucunda bebklerle
o iğrenç almanlar, falan filan, ve
bür sürü milliyetçi, şarkı, ve her iki tarafın
askerlerini
ve paralarını seven kadınlar.
meksika savaşının ve diğer savaşların
adını bile etmeye değmez
iç savaş, bir film.
çok hızlı geliyor savaşlar artık,
savaş yanlısı arkadaşlar bile yorgun düşüyor,
ikinci dünya savaşı belledi analarını,
sonra da kore, ah o kore,
iğrençti, tek kazanan
karaborsacılar olmuştu,
ve güm! - vietnam,
tarihçiler o savaş için bir ad ve anlam ulurlar heralde,
ama öne gençler uyandu,
şimdi yaşlılar da uyanıyor,
neredeyse herkes savaşa karşı,
haklı ya da haksız, kazanamayacaksan savaşa girme,
çocukluğumu anımsıyorum,
birinci dünya savaşı biteli on ya da on beş yıl olmuştu,
flying aces dergisi satın alırdık,
yüzbaşı eddie rickenbacker'i bilirdik,
hayali tüfeklerimizle hayali siperlerde
ve o filmler, dram ve heyecan dolu,
kaiser'i neredeyse ele geçirdiğimiz, bir keresinde
nerdeyse kaçırdığımız
ve sonunda o miğferleri çivili orospu çocuklarının
işini sonsuza dek bitirdiğimiz
canım birinci dünya savaşı.
çocuklar maket savaş uçakları yapmıyorlar artık,
hayali pirinç tarlalarında dövüşmüyorlar,
savaşın yararsız, yerleri süpürmek ya da çöp toplamak
kadar sıradan bir iş olduğunu biliyorlar,
kovboy filmine gitmeyi ya da alış veriş
merkezlerine takılmayı ya da hayvanat bahçesine
veya futbol maçına gitmeyi yeğliyorlar,
kolaj, otomobil, kadın, ev ve barbekü hayalleri kurmaya
yakalanmışalar, onları savaş kadar
çabuk öldürmeyecak bir düşün, en azından
bedensel olarak.
yanlış da olsa eğlendiriciydi birinci dünya savaşı bizim için,
jean harlow'u james cagney'i
ve ''armentieres'li matmazel, parley - voo?''
verdi bize,
oyun dolu uzun öğle sonraları verdi,
(çoğumuzun yakında bir başka savaşata
öleceğinin farkında değildik)
evet, iyi kandırdılar bizi, ama gençtik ve kandıl
büyüklerimizin yalanlarına.
bakın nasıl da değişti şimdi -
çocukları bile
kandıramıyorlar artık,
bu konuda değil
en azından.
üçümüz dokuz - on yaşlarındaydık
saat dokuz buçuk sularında
park girişi boyunca sıralanmış
çalıların arasına girip
perdenin arkasından
bacak bacak üstüne atmış bayan curson'un
bacaklarını dikizlerdik - bir ayağı sürekli
sallanırdı, o ne ince ve zarif
bilekti!
eteği diz hizasından yukarda
olurdu genellikle,
çorabını tutan jartiyerinin
üzerinden beyaz budundan
bir parça görünürdü
arada sırada.
o mükemmmel butları
soluk soluğa seyrederken
ne düşlere dalardık!
birden köpeği dışarı çıkarmak için
bay curson koltuğundan
kalkardı
ve biz koşmaya başlardık
deli gibi,
yabancı bahçelerden geçer,
iki metre uzunluğunda
tel örgülerin üzerinden atlardık,
düşe kalka uzun süre
koştuktan sonra nihayet
cesaretimizi toplayıp
kola içmek için bir
hamburger büfesinde dururduk
bayan curson'un
bacaklarının o zamanlar bizim
için ne ifade ettiğinin hiçbir zaman
farkında olmadığından
eminim.
babam fare yavrularını yakalardı,
canlıydılar hala,
tek tek
kalorifer kazanına attı onları.
kazandan alevler yükseldi
ve babamı o kazana atmak
geldi içimden,
olanaksızdı ama,
henüz 10 yaşındaydım.
son günlerde msn iletilerinde karşılaşılan şeytanı alt etmenin verdiği gururu yaşayan müslüman kardeşlerimizin msn iletilerine yazdığı cümlecik.
müslüman kişi: 1 şeytan: 0
rahipten hoşlanıyorduk çünkü bir keresinde
külahta dondurma satın alırken görmüştük onu,
dokuz yaşındaydık o zaman, en iyi arkadaşımın
evine gittim,
annesiyle babası genellikle içki içiyor olurlardı,
kapıyı açık bırakıp radyoda
müzik dinlerlerdi,
bazen annesinin eteği yukarı sıyrılır,
bacakları beni heycanlandırırdı,
siyah cilalı ayakkabıları ve naylon çorapları
beni tedirgin eder, ürkütür,
ama bir şekilde de heyecanlandırırdı -
kazma dişlere ve sıradan
bir yüze sahip olsa da.
on yaşına geldiğimizde babası
beynine bir kurşun sıkıp
intihar etti,
ama en iyi arkadaşım ve annesi
o evde yaşamayı sürdürdüler,
annesini elinde alış veriş
çantasıyla yokuşu tırmanırken görür,
onunla birlikte yürümeye başlardım
bacaklarının ve kalçalarının
bir arada işleyişlerinim hayli farkında,
her zaman sevecen konuşurdu benimle,
bir keresinde oğluyla birlikte kiliseye,
günah çıkartmaya gitmiştik,
rahip şişman ve iyi bir kadınla birlikte
kilisenin arkasındaki
küçük evde
yaşıyordu.
ziyaretine gittiğimizde
her şey sıcak ve rahat görünmüştü bana
1930 yılında
çünkü
dünya çapında bir buhran yaşandığını,
deliliğin ve hüznün ve korkunun neredeyse
her yerde olduğunu
bilmiyordum.
çalışmaya inanırdı babam.
işi olduğu için
gururlanırdı.
bazen işsiz kalır,
o zamanda çok
utanırdı.
o kadar utanırdı ki,
komşular öğrenmesin diye
evden sabah çıkar,
akşam dönerdi.
ben,
kapı komşumuz severdim:
arka bahçesindeki koltuğa oturup
garaj kapısına çizdiği dairelere
dart atardı.
1930 yılının los angeles'ında
goethe, hegel, kierkegaard,
nietzsche, freud,
jespers, heidegger ve
toynbee'nin inkar etmekte
zorlanacakları bir
bilgeliği vardı adamın.
Bir Tek Ben miyim Böyle Yaşayan? Charles Bukowski'nin hayattayken yayınlanmamış şiirlerinden oluşan bir dosya. Bukowski, 1970-1990 yılları arasında yazdığı şiirlerden derlemiş bu kitabı ve ölümünden sonra yayınlanmak üzere ayırmış.
eski bir New Orleans pansiyon odasında elbiselerini giyerdin,
sen ve depocu çocuk ruhun,
sonra küçük yeşil el arabanı iterek senin
farkında bile olmayan tezgahtar kızların önünden
geçerdin, minik ve dikdörtgen beyinleri ile daha
büyük şeylerin düşlerini kuran
kızların.
ya da Los Angeles, yedek parça fabrikasındaki
sevkiyat memurluğundan dönüp asansörle 312 numaraya
çıkar ve akşamın altısında yatağa uzanmış sarhoş
bulurdun kadını.
onları seçmeyi bilemedin hiçbir zaman, artıkları,
kaçıkları, alkolikleri, hapçıları buldun hep.
belki de bulabileceklerin onlardan ibaretti, onların da
bulabilecekleri senden.
barlara takılıp başka kaçıklar, alkolikler,
hapçılar buldun. topuklu ayakkabıların içindeki
bir çift zarif bilek aklını başından
almaya yeterdi.
yayların üstünde hoplayıp zıpladın onlarla
hayatın sırrını
keşfetmişcesine.
sonra tezgahtar Larry'nin koca göbeği ve minik
gözleri ile yanına geldiği gün vardı, sürekli
ıslık çalardı Larry.
ıslığı kesip sen devkiyat masasında çalışırken
başına dikilmişti.
sonra sallanmaya başlamıştı ileri geri, böyle bir
alışkanlığı da vardı, sen çalışırken başına
dikilip sallanır ve seni seyrederdi, şu şakacı
tiplerden biri, bilirsiniz,
ve gülmeye başlamıştı, sen akşamdan kalma ve
traşsızdın ve yırtık bir gömlek vardı üstünde.
tuhaf ve cesur insanlara dair yazarken
ölümüne içen Jack London.
karanlık ve şiirsel
eserlerini yazarken kendini içki ile
bitiren Eugene
O'Neill.
çağdaş yazarlarımız
üniversitelerde ders veriyor şimdi
takım elbise, kravat,
erkek öğrenciler pür dikkat,
kız öğrencilerin buğulu
bakışları öğretmenin üstünde,
çimler öyle yeşil, kitaplar
öyle sıkıcı ve
hayat susuzluktan öyle
ölmekte
ki.
Yüze Göze Bulaştırılmış Bir Üşengeçlikten Notasyonlar
bir kadın geçiyor yanımdan ona bakıyorum
ve biliyorum ki varlığından
düşünce
ve kurtlar silinmiş
anlamıyor başarılı erkeklerin
ne kadar hayvan olabileceğini
bilmiyor formül tembelliğine
yakalandığını
pis bir ikindi vakti pis bir mutfakta oturmuş
onu seyrediyorum
portakal ve Cadillac'ları düşleyerek
yürüyor
beynimde bir palmiye ağacına atıyorum
kadını
madden tecavüz edip
manen tükürüyorum
gözüne
gerçekte küçük bir çocuğun
umumi bir helaya yazdığı birkaç sözcükten
başka birşey olmadığını görüyorum
bu sayısız ve şok edici
kavrayışlar
bu pislik
hayat
teni beyaz ve sarkmış
mor bir külot var
kıçında
işte bundan çıkıyor
savaşlar
büyük tablolar
intiharlar
harpler
kayabilim
ve münzeviler.