kişinin beyanını saçma salak eleştirmeden önce işsiz olmanın nasıl bir olduğunu anlamak lazım. işsizlik hiçbir şey yapmadığın halde her sabaha yorgun başlamak. maddi anlamda sürekli eksilere doğru inmek, ruhsal anlamda içinden çıkılmayacak çöküntülere haiz olmak demek. işsizken her şey insanın canını yakabilir. zira ortada ne para ne de özgüven kalır. işsizliğe alışmak diye bir şey yoktur. her gün işsizliğe uyanmak ve onun ağırlığını taşımak vardır.
bütün bunlardan sonra bir iş bulan bir insan bırakın da şımarıklık yapsın, tadını çıkarsın. buna görgüsüzlük denmez. gösterişi felsefe haline getirmiş, 1 sene sonra da yine caka satan insana görgüsüz denir.
eline kitap almamış okumamış, bir defa olsun açıp bir şeyler karıştırmamış olanlar için bırak otobüstekini, kütüphanedeki kitap okuyan bile gösteriş yapmaya çalışıyordur
Düğünlerden hoşlanmama rağmen bir kız için düğüne gittim. Kız beni fark etsin diye 2 gün boyunca düğünün irili ufaklı bütün ritüellerine katıldım. Düğünün sıkıcı atmosferiyle cebelleştim. Lakin ne kız bana baktı ne de hoşlandığımı anlamasın diye ona bakabildim.
Ölüyoruz ulan öyle tek tek değil hem de topluca. Her gün unutalım diye bir şeyler deniyoruz, şansına yaşadığımız şu ülkede.
Hiç bir masumun canı kadar değerli değil o rantınız da, pazarlığınız da. Yerin dibine batsın başkanlığınız, iktidarınız, iktidar olma umutlarınız, ideolojileriniz. Kim, hangi fikir ne istiyor bilmiyorum, ilgilenmiyorum, umrumda da değil. Biz yaşamak istiyoruz ulan !
Arkadaşlar size biraz önce yaşadığım ve duygu karmaşasına boğulduğum bir olayı anlatmak istiyorum. Bunu hemen anlatmalıyım çünkü bu asil duyguyu yaşatmak ve bununla var olmak istiyorum.
Ben Budapeşte'de erasmus yapan bir öğrenciyim ve bu benim ilk yurtdışı tecrübem ve geleli yaklaşık bir ay oldu.
Neyse yaklaşık 2 saat önce merkezden biraz uzak olan bir durakta tramvayı bekliyordum. Hava soğuktu ve üzerimde pek bir şey yoktu ben de bu duruma biraz uyum sağlayayım diye durak boyunca baştan sona volta atmaya başladım. Sonra farketmeden bu volta benim obsesif-kompalsif takıntılarımla beraber "durak boyunca uzanan çizgiye basarak yürümeye çalış"a dönüştü. Ayaklarımı bu çizginin dışına taşırmadan yürümeye çalışarak durak boyunca git gel yapıyordum. Ve bu iş biraz dikkat gerektiren bir iş olduğu için kafamı sürekli aşağı eğip ayaklarıma bakarak devam ettiriyordum. Bu şekilde devam ederek bilmem kaçıncı dönüşümü yaparken kafam hafifçe tam benim yönüme doğru gelen bir bayana çarptı. Ama hemen sonra fark ettim ki onun da gözleri ayaklarına bakar haldeydi ve o da benim gibi kendine küçük bir oyun oluşturmuş ve adımlarını o düzene göre atıyordu. ikimizin çarpışmasında ikimizin de hata payı vardı ama bunun pek bi' önemi de yoktu. Kafamızı doğrultup yüzümüze doğru bakarken ki o an bir şey deme ihtimalimizi de ayaklarımızın ucuna bırakmıştık. Sadece gülümsedik. Bir an sadece öyle birbirimize güldük. Dışarıdakilerin anlamadığı kişisel oyunlarımızın sırrını birbirimize açıklayan bir gülümsemeydi bu.
Arkadaşlar şunu söylemeliyim ki karşılaştığım bu kız kesinlikle şimdiye kadar karşılaştığım en tatlı kız olabilirdi. Gülümsediği ve yüzüne düşen saçının bir kısmını narin elleriyle toplayıp geriye attığı renkli gözlerini gösterime açtığı ve bunları yaparken hala gülümsemeye devam ettiği o an belki de hayatımın en kayda değer anlarından biriydi. Saçlarının rengi geceyi kıskandırırdı, teni o kadar temiz ve beyazdı ki damarlarını sayabilirdim, o kadar masum bir gülümsemesi vardı ki tüm bebekler yanında 3. sayfa katilleri gibi görünürdü, elleri o kadar narin ve zarif hareket ediyordu ki bakışlarımla muazzam koreografisini bozacağımdan korktum. Onu gördüğüm an “işte bu” dedim “Aha da hayata bu yüzden geldim, koskoca evrende göt kadar olan benim yaşama amacım işte evrenden daha güzel olan bu şey!” diye düşündüm. Kahkaha atmamıştık sadece utançla karışık gülümsemelerimizi birbirimize sunmuştuk. Karşılaştığım bu kız dünyanın en güzel kızı değildi belli ki ama dünyamın en güzel kızı olmaya adaydı.
Neyse. Birbirimize 5 saniyelik uzun bir gülümsememizden sonra ona bir şeyler söylemek istedim. Kim olduğunu, nereli olduğunu, nerede yaşadığını, nereye gittiğini umursamıyordum. Sadece bir şeyler söylemeliydim. ingilizce olarak bir şeyler söylemek istedim ama anlamadığını belli eden bir el hareketiyle cümlemi sonlandırdı. Bunu kabullenemeyen beynim bir sonraki cümleyi de ingilizce olarak servis etti ama beyhudeydi. Ama bu şekilde başlayan bir olayı devam ettirmek bu bayana sadece bir şeyler söyleyebilmek istiyordum. Kendisi bu çabama hak vererek Macarca olduğunu düşündüğüm bir cümlesiyle girizgah yaptı. Ama ben de bunu anlamamıştım. O sırada da beklediğimiz Tramvay geldi ve kalabalığın da aramıza karışmasıyla ayrı ayrı yerlere oturduk. Nereye yöneldiğini ve oturduğunu takip etmiştim.
Artık ona ait ne varsa benim nazarımda kutsaldı. Ve bunu bu kadar kolay bitirmek ve öylece "tamam öyleyse kalsın"a getirmek istemiyordum. Bu kız içimde paslı kalan artık çalışmayan bir bölgeye yağ gibi ulaşmıştı ve fark etmediğim bir noktamı çalışır hale getirmişti. Keşke biraz Macarca öğrenseydim diye geçirdim içimden, o zaman belki bir umut salarak veda edebilirdim ama bu şekilde hayır. Ama Fenafilfloyd sen değil miydin "Macarca kullanışsız bir dil" diyen "Olm bu dil çok zor boşuna zaman kaybı" diyen. Tramvayda oturduğum yerde bunların muhasebesini yapıyor ve tek tek ettiğim bütün o lafları götüme sokuyordum. Onun dilini öğrenmek için ne olursa yapmaya gerekirse asimile edilmeye razıydım.
Bir süre sonra artık bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Somut bir şeyler yapmalıydım. işte o an telefon numaramı yazıp ona verme olayını düşündüm. Gerçeklikte kişilik olarak bu tür hareketleri yapmaya hiç müsait olmayan, çekingen bir insan olan ben bunu çekinmeden yapacak hale gelmiştim. Çünkü hayatımda bir daha böyle bir bayanla karşılaşacağımı ve kimsenin bana böyle duygular yaşatacağını düşünmüyordum.
inmem gereken durak geçmişti ve önemli değildi. O hala tramvaydı ve artık benim durağım da onun durağıydı. Evimden ne kadar uzaklaştığım meselesi ya da bir şeye geç kaldığım düşünceleri artık sadece önemsiz detaylardan ibaretlerdi. Şimdi tek yapmam gereken telefon numaramı bir kağıda yazıp çıkışta onun eline tutuşturmaktı. Başka yapacağım hiçbir şey yoktu, yakaladığım bu coşkuyu devam ettirecek bir kapı aralığı bırakmalıydım ve bu da her ne kadar deli saçması bir fikir olsa da amacıma hizmet edebilirdi.
Sonra elime aldığım bir kağıda numaramı yazacakken numaramı hatırlayamadığı hatırladım çünkü numaramı yeni almıştım ve daha aklıma kazınmamıştı. Ve telefonumda internet, mesaj veya arama hakkı barındıran herhangi bir paket de yoktu. Ne yapabilirim diye düşünürken kendi telefonumdan birisini çaldırma fikri aklıma yatmıştı. Bu sefer başaracaktım ve bir şekilde kızla bir iletişim sağlayacaktım. Yanımdaki teyze de ingilizce bilmiyordu ve halimi de anlamayınca pek fazla üstelemeden önümde oturanlara sordum. Onlar da beni anlamadılar ama yardımcı olmak istiyorlardı, telefonumu ellerine verip kendi numaralarını yazmalarını isteyene kadar mimikler, el kol hareketleri çektim ama yine anlaşılmayınca bu sefer arka tarafımda oturanlara döndüm. Sonunda halimi anlayan birisi çıkmıştı ve tarzanca ingilizce konuşabiliyordu, ve pek sürmeden onu çaldırdım ve karşıda görünen numarayı hemen kağıda yazdım.
Bir şekilde sonuca ulaşmak güzeldi çünkü benim gözümde kutsal bir amaca hizmet ediyordu. O sırada tam kağıdımı elime almış yüzümü kızın oturduğu tarafa dönmüşken fark ettim ki KIZ GiTMiŞ. Başımdan aşağı soğuk sular döküldü Budapeşte'nin ayazında. Durumu kabullenemeyip apar topar indim tramvaydan ve makus talihim tarafında tecavüze uğrayarak boynum bükük eve döndüm.
Arkadaşlar üniversiteden önce bölüm tercihi önceliğiniz olsun. En azından sevdiğiniz alan üzerinde ilerleyebilirsiniz. Tamam üniversitenin bulunduğu yer de önemlidir ama bu sizi sadece 4-5 yıl boyunca tatmin eder. Sırf istanbul'da ya da Ankara'da diye istemediğiniz ya da ilginizi çekmeyen alanların peşine düşmeyin. Tercihiniz sevdiğiniz bölümden yana olsun, emin olun ilerde bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu anlayacaksınız.
Ayrıca psikoloji bölümünü düşünenlere yardımcı olabilirim. Bölüm hakkında merak ettiğiniz, aklınıza takılan bir şey varsa cevaplayabilirim.
ulan şu sınıflama türüne hayranım ha. türkü dinlemeyen insan, çay içmeyen insan, şiir sevmeyen insan.. neymiş şunu beğenmeyen insan hiç olmasın daha iyiymiş. lan ne zamandır bir nesne ya da şarkılı sözlü bir şeyle insanların iq lerini ölçer oldunuz, etiket yapıştırır oldunuz. biliyorum kendinizi bir şeylerle özdeşleştirme yeteneğiniz var ama neden bunu kutsallaştıracak seviyeye getiriyorsunuz yarrak kafalılar.
"türkiye'de yetişkinler arasında yaygın olan masal. solcusu sağcısı yok bu olayın. gerizekalılıktır düpedüz. sırf kendi ideolojisi, kendisinin savunduğu egemen güçler ya da egemen güç adayları daha da güçlensin diye beynini saçma sapan ideolojik masallarla doldurduğu gencecik insanları çatışmaya yollar. hayatta kalırsa kalır. kalmazsa? ölümsüz olur. hassikrir oradan! sizin inancınız ne bilmiyorum. ölümden sonra hayat olup olduğuna inanıyor musunuz bilmiyorum sikimde de değil. çünkü gerçek sizin tercihlerinizden bağımsız olarak var olacaktır ve gerçek de diyor ki ölümden sonra hiçbir bok yok! sizi kandırıyorlar. hiçbir insan başkaları uğruna ölünce ölümsüz olmuyor inanmazsanız bütün ölülerin mezarlarını kazın en iyi durumdakinin cesedi şu an yılanların binbir çeşit böceğin sindirim sisteminde dolanıyor! ha bunları o ölümsüzlüğü savunan dingillere söyleyince; "onların hatırası ölümsüz oluyor biz hatırlıyok" diyorlar. lan göt! adam öldü istersen tüm dünyayı lazerle o adamın yüzü şekline getir bi sikim olmaz! anısında yaşayacakmış, yarrrrağımda yaşayacak öldü. siktir git sen ölümsüz ol lan o zaman amın evladı! kimseyi de senin için, ideolojin için, devletin için, vatanın için çatışmaya falan çağırma."
abi sen profesyonel bir kulüpsün. niye böyle ergenvari bir açıklama yapma gayreti içerisine giriyorsun. futbolda öğrenilmesi gereken ilk şeylerden birisi saygı iken, bugün çeyrek finale çıkma başarısına erişmiş club brugge'e köylü takımı deme gücünü nerden alıyorsun?
abi şimdi mantıklı bir şekilde düşünürsek; eğer sevgilim bu olayı duysa kendi kendini dövmeye, hatta ben onu döverken yorulduğumda bana yardımcı olmaya çalışır. onu bıraktım sevgilimin ana babası duysa bu olayı dövmem için bana yalvarırlar o derece.
ha bir de zaten sevgilimi dövmem karşılığına 1 milyon dolar veren birisi zaten bir şekilde halleder ve daha ucuza sevdiceğimi dövdürebilir, bu ona en fazla 100 bin dolara patlar. yani ben teklifi kabul edersem hem sevgilim yabancıdan dayak yememiş olur hem de 1 milyon dolar bizim olur.
Özgecan Aslan olayı; adamlık, erkeklik denen iğrenç kavramların tezahürüdür. Özellikle anadoluda çok yetişiyor bunlardan. Orta anadoluya gidildikçe sokaklarda sadece erkeklerin dolaştığını görürsünüz. Bir süre sonra sorarsınız "kadını yok mu bu şehrin?". Meydan erkeklere kalmıştır. Gündüz selamünaleykümlüdür herkes. Sonra güneş batar ve akşamdan içilmeye başlanır. Eski model bir aracın içine doluşan "yerliler" biralarını içe içe gezinirler. Derken üniversiteli birilerini görürler. Evinden kilometrelerce uzakta insanları alaya almak ve sonrasında "karı lan bunlar" diyerek dalga geçmek onları fazla erkek yapar. Çok kudretli olduklarını düşünürler. Şehirlerinin ve erkekliklerinin onlara verdiği rahatlığı kudretten sayarlar. Gün geçtikçe güçlü olduklarını ve istediklerini yapma hakkına sahip olduklarını düşünürler. Bu güç sevdası onları öylesine esir alır ki, arkadaşlarıyla içerken birbirlerini şişlerler, ateş ederler birbirlerine gücü paylaşmamak için. "keyifçiyiz, rahat olsun herkes, ayık olun" türü bir tayfadır bu.
Kısacası anadoludan yurdun dört bir yanına yayılan iğrenç bir "erkeklik" kokusu var. Daha önce de söylediğim gibi cinsel bir kimlikten başka hiçbir şey ifade etmeyen erkekliğin böylesine iğrenç bir kavrama dönüşmesinden midem bulanıyor.
"kuduruyorum görünce, çığlıklarımın karşısındaki
o aptal sessizliği
işte bunun için ikiyüzlü çukurlardan çıkarmak istiyorum
şiddetli bir ölümden ölenleri, korkan gözbebekleriyle
duvarlar arasından çıkarmak istiyorum felaketzedeleri
ki hala dehşet saçar duruşlarıyla iskeletleri."
aşk ulan aşk! sikip attılar güzelim duyguyu. basit bir alışverişe çevirdiler. "onunla çıkayım beriki yedekte kalsın, x çok yakışıklı ama y'nin de arabası var, onla çıkayım en azından çakarım" diye diye boktan insanların içindeki tek ışık olan aşkı bok ettiler. bu değil ulan aşk! bu yaşadıklarınıza aşk demeyin sadece çıkar için karşınızda tuttuğunuz insanlara sevgili demeyin yar demeyin! ey insanlık, senden tek ricam boşaltma ulan şu kavramın içini! sahicisi sadece temas etse bile insanı mutlu edebilecek bir gerçekliği çıkarlarınızdan doğurduğunuz yalanlarla boğmayın lan!
sözlüktekilerin uzun boylu olduğunu belirtmek için kullandıkları erkek. ay benden 23 cm kısa, ay benim yanımda kısa durur tercih etmem. amına koduğumun karısı sanki palto alıyor. insan ilişkilerini böyle alışveriş gibi görüyorsanız siz de bu ilişkilerde alınıp satılabilen bir mal dolayısıyla da orospusunuzdur.
o hikayedeki mal benim. kız yazıldığımı anlamasın diye kıza yazılmıyorum çünkü yazılırsam rahatsız olur diyorum. haa yazılmadığım gibi anlamasın diye muhabbet bile etmiyorum. nasıl bir eziğim lan ben?
favori yiyeceğimdir. ve öğrencilik hayatımın uzunluğu dolayısıyla da tam bir tavuk döner uzmanı oldum çıktım. nereden yenir, nereden yenmez, fiyat/performans açısından en uygun yerler neresidir, az biraz para bulunca kendinizi şımartmak için nereden yemelisiniz vs... ben bunların hepsini öğrendim. tavuk döner ve kent rehberi bile hazırlayabilirim. şu anki favorim yaşlı bir çiftin işlettiği bizim "ikibuçukçu" dediğimiz yer. hem hizmet iyi, hem döneri lezzetli, mekanın sahipleriyle de samimiyetimiz olduğundan dolayı istediğimiz kadar içecek almamıza(kapalı ayran falan değil lan şu bardağa doldurmalı aparattan limonata-ayran işte) izin veriliyor. gerçekten güzel.
ilkokula başladığımızda hayat ne kadar güzeldi değil mi lan? ana-babayla kalabalık kırtasiyelerde alışverişe çıkılmış o yeni kokusu üstündeki çanta, özenle ciltlenmiş kitaplar, defterler, kalem, silgi ıvır zıvır hepsi alınmıştı. ne güzeldi lan o günler. hepsini çantamıza toplayıp ağırlığından okula penguen gibi paytak paytak yürürdük. hiçbir kaygımız yoktu, annemiz vardı o bizi aç bırakmazdı, babamız vardı o bizi kimseye muhtaç etmezdi, arkadaşlarımız vardı onlar bizi severdi. sırt çantamıza "şunu olacam, bunu olacam" umutlarımızı doldurup evden çıkardık. umutlarımız o kadar çoktu ki ağırlığından çökerdik. yolumuz uzundu, acelemiz yoktu. tıngır mıngır giderdik. her sene kendimizi biraz daha tanıdık ve her sen o sırtımızdaki çanta biraz daha hafifledi. her sene umutlarımızın bir kısmını daha evde bıraktık.
bir gün eve gittik. acıkmıştık. mutfağa gittik. yemek yoktu. annemize bağırdık "biz açız!". sinirlendi kalktı iki yumurta kırdı. karnımızı doyurduk. söylenip yattı. bir gün eve gittik. acıkmıştık. mutfağa gittik. yemek yoktu. annemize bağırdık "biz açız!". ses yoktu. içeri baktık annemiz yoktu. bekledik, gelmedi. sonraki günlerde de gelmedi. öyle bir gitmişti ki belki de bize kızmıştı. sessizce bekledik. çevremizdekiler ortalığı velveleye verirken büfeye dizilmiş biblolar gibi bekledik biz. karnımızı hiç doyurmadık ve o günden beridir açız. o gün çantamızdan bir kitabı daha fırlattık yatağın altına.
bir gün babamızın yanına gittik. "okul" dedik "aidat" dedik. "yok" dedi. "şunu başardım, bunu ettim" dedik. "bana ne" dedi. su içerken bardağı elimizden düşürüp kırdık. babamızdan tokat yedik. kapı gibi babamız da o gün biraz aralandı. ve o aralıktan sızan karanlığa çantamızdan bir kitap daha attık.
bir gün sokağa oyun oynamaya çıktık. mahalle maçı vardı. "geçelim" dedik. "olmaz" dediler. "beni de mi lan?" dedik. "beceremiyorsun ki" dediler. "olsun, deneriz" dedik. kaleye geçirdiler. maç yapıldı. çok gol yedik. karşı takımdakiler dalga geçtiler bizimkiler küfür ettiler. boşver dedik. maçı bitirdik. ağır bir yenilgi aldık. çocukluk arkadaşımız. topu suratımıza gömdü. canımız yandı. ağladık. koşarak kaçtık. koşarken çantamızdan bir iki kitap daha düştü. çanta daha da hafifledi.
sonra bir kızı sevdik. derste bakıp durduk. matematiğin formüllerini yazmamız gereken kağıda onun suretinin amatör replikalarını yerleştirdik. o bize selam verince kalbimizden yükselen o duygunun dalgası altına girdik. o gülümsedikçe maveraünnehir bizim ayaklarımızın altına döküldü. o bize baktıkça ışık öyle bir kırıldı ki binbir parçaya bölündü ve her bir parça 5 temel duyumuza saplanıverdi şaşkınlıktan felç olduk. o bakana kadar kımıldayamadık. bir gün hep resmini karaladığımız defterimizde ona aşk mektubu yazdık. hayatımızın korkuyla karışık heyecan fırtınası ulaşım yollarımızı kilitlediği halde defteri ona uzattık. o şöyle bir defteri inceledi. şöyle bir göz gezdirdi konudan haberi oldu. zeki kızdı allah için. sonra yüzümüze baktı. kıpkırmızı kestik. ağzı yanlara doğru genişledi. biz kıvranırken onun suratında bir kahkaha peydah oldu tüm sınıfı doldurdu. rezil olduk. utandık. oradan kaçtık. defterimiz onda kaldı. çantamız biraz daha hafifledi.
kazandığımız okulu bitiremeden bıraktık. yenisine geçtik. bunu belki bitiririz. dışarıdaki insanlar hayatlarını birbirleriyle doldururken biz solgun bilgisayar ekranını izledik. elimiz sekmelerde gezdi. twittera baktık. belki fenomen troll oluruz diye girdiğimiz sitede 204 takipçide kalıp boktan tweetler atmıştık. facebooka tıkladık. herkes kendince muhteşemleştirdiği hayatlarından kesitleri sunarken profilimiz kimsenin bilmediği ve umursamadığı internet kültürünün en dip ürünleriyle doluydu. diğer sekmede bizi sevme hatasına düşmüş o eski sevgilinin bizden sonraki hayatını didik didik etme çalışmaları vardı. nasıl bizden sonra başkalarını severdi diye sorduk kendimize. ama nasıl bizi sevebilmişti diye cevapladık kendimizi. diğer sekmeden gelen müzik sesi içimize oturmuşken telefonumuza baktık. arayan da soran da bulamadık. arayıp soracağımız birisini de bulamadık. içimizi dökecek bir yer aradık. belki de buraya yazdık belki de canımız sıkıldığı için buraya bir öykümsü şey yazdık. ama yerde yatan sırt çantamız artık bomboş. hayattan ard arda gelen gollerin birini bile kurtaramadık. ağlayarak eve gidiyoruz. sırt çantamızda yüklendiğimiz tek şey de yenilgi
illegal ve yasak bir şeyi yapmanın hazzıyla vucüdundaki artık birikintiyi işeme yoluyla atmanın verdiği hazzın verdiği güzel bir deneyim olacaktır. hatta sıçıyor iseniz bu daha fazla hazza neden olur.
Kendi kendime "Ahmet tabut noldu?" esprisi yaparak başbakanlığını kutladığım vizyonsuz, dünyanın en berbat dış işleri bakanları arasında yer almış, diplomatik derinlikte kaybolmuş, sığır biri olarak beynimde kombine yer edinen ülkemizin 26. başbakanıdır.
Yalnız ülke tarahinin en tehlikeli iki başbakan-cumhurbaşkanı ikilisi oldular bence.
Somayı düşünüyorum, reyhanlıyı düşünüyorum, uludereyi düşünüyorum daha bi sinirleniyorum. Bizi bunlar mı reva amk? Alın beni burdan, alın !!
Matrix üçlemesine gönül vermiş, felsefesini anlamaya çalışmış, aksiyon sahnelerini tekrar tekrar gözleri dolarak izlemiş kişilerin unutmadığı repliklerdir.
Ben başlıyorum:
Başkalarının mutluluğu adına, başkalarının rahatsız olmaması adına kendi varlığını, benliğini hiçe saymak "ya ben" düşüncesini kolay kolay uğranmayan ikinci sayfalara atmaktır. Başkalarını romanın baş kahramanı yapıp kendini sıkıcı ve okunulmadan geçilen önsöz yapmaktır.
Evet, galiba bugünlerde daha da farkına vardım bu olayın. Sanki bilinçsizce yapıyorum, sanki benliğime kazınmış çekingenliğin semptomlarından birini yaşamak zorunda bırakılıyorum gibi. Ama aslında bunu bilincimin arka planına atarak sanki kendi tercihim olmadan yapıyormuşum ve bu yalana kendimi uzun zamandır inandırmışım.
Mesela geçen otobüse binmek için ilk başta gelenlerden biriydim, bütün koltuklar ikisi dışında boştu ve hoşuma giden yere oturma avantajına sahiptim. Hiç düşünmeden direkt otobüsün en ön koltuğuna otomatik kapının yanıbaşına oturdum ve kendime o küçük zaman içerisinde ordaki koltuğa kendim isteyerek, manipülasyona uğramadan oturduğum yalanına kendimi inandırmıştım bile. Neyse otobüs de koltuklar doldu, ayaktakiler de tıkış tıkış kalan boşluklarda bekleştiler. Otobüs ilerledikçe istedikleri yerlere gelen yolculara indikçe kapının açılmasıyla yüzüme soğuk bir rüzgar çarpıyor ve sonra kapı kapanınca tekrardan ısınıyordum. Bu git gel vücudumda hissettiğim ısı değişimleri canımı sıkıyor beni rahatsız ediyordu, o sırada kendimi kandırdığımın ve aslında o koltuğu hiç sevemediğimin idarkına belki yüzüncü kez varmıştım. Kendime söylediğim yalana güzei bir kılıf uydurarak bilincimi alt ettiğimi sanmıştım oysaki. Değilmiş. ineceğim yer uzakta olmasına rağmen direkt kapının yanına oturmamın hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. işte o sırada tam da yine başkaları için yaşadığımı farkettim. Aslında oraya oturmamın asıl sebebi, ineceğim durak geldiği zaman kapıya doğru yinelirken gideceğim yolda kimseyi rahatsız etmek istememek ve onlarda kötü bir intiba uyandırmak istemememdi. Altı üstü 2 metrelik kapıya yürüme mesafesi için kendimden feragat etmiş başkalarını rahatsız edeceğim düşüncesiyle bilincime rest çekmiştim.
Başkaları içln yaşama düşüncesi beynimde bir tümör gibi büyümüş ve algımı bu yönde ele geçirmişti aslında. Tam bir aptal, budalaymışım oysa.
Şuı anda sahip olduğun bütün temiz ve saf düşünceler büyüyünce yok olacak. Sana öğretilen her yetişkin öğüdü tertemiz zihnini kirletmek adına yapılmış bir eylem olarak kalacak. Ve buna engel olamayacaksın.
Tabi durduramaz, çünkü buna elverişli yapıya sahip değiller ve kendi sorunlarını tayin edip çözebilmiş değiller.
Sadece 190 bin personele sahi olan israil canı istediği gibi orayı burayı bombalayıp masumları öldürürken 1.5 milyarlık islam çatısı napıyor?
Kendi içinde mezhep savaşları çıkarıyor, azınlık halklara katliam tertip ediyor, eşcinseli öldürüyor, dine küçük bir yamuk yapanı asıyor, otel dolusu silahsız aydın ve yazar insanı diri diri yakıyor.
Tanımca doğru olan ama kimsenin bu doğrunun peşinden gitmediği önermedir. Önemli olan iç güzelliği, zeka, espri kabiliyeti değil mi? Değil işte. Siz farkında olmadan bile kafanızdaki ağlardan bazı şeyleri süzüyorsunuz, bu süzme işleminde yakışıklılık payı her zaman üstte kalıyor, elenmeye tabil tutulmuyor. Tamam zeka diyorsun da kendine göre yakışıklı bir bireyde zeka arıyorsun, tipini/dış görünüşü uygun bulmadıığın birinde zeka faktörüne bakmaya tenezzül bile etmiyorsun.