inanç dağları oynatır dediler
bir de dua kitabı koydular
başının altına
humma daha güçlü çıktı ama.
sayfayı yakıp sarı sarı deldi
melekler çıkarsın onu yola dediler
pencereleri ardına dek açtılar
günışığı döşemenin üstünde büzülüverdi ama.
gece gibi duruyordu humma
yatak çarşaflarının başucunda
sonunda, can verdiğinde
üzüntülü, baktılar yatağına
kader, neylesin, dedi biri
içi kayardı çünkü, kurşun gibi.
ölüm gelmedi bu ülkeye,
bu eksiksiz tepeler, günahla yumuşamadı
güzün tokmaklayışını bilmediler
kızarmış, izleriyle aşk görgüsünün.
bu ülkede ama, ayrıca,
zaman içinde büyümüş olan, büyüklüğünde ölmezleşmiş,
sözleriniz, bir şiddet kapanının içine kakılmış
bütün suçlarda bulur doğrulanan koşuğunu.
kararırken al bir sessizlikte
kan süzülür içeri, ağır, çalışkan,
cennet, cehennem, gelir mi aklınıza
kayalar sizi kucağına aldığında?
yoksa tepenin lekesiz biçimini mi hayallersiniz
doymayan yılların bekleyişiyle birlikte?
bozulmamış, amansız bir gönül mü hayallersiniz
döğülüp sessizlik, merhametle biçimlenmemiş?
yitirilmeyen bir cennet bilinmez
güvenilir, yerleşik mantığının ak mezarları
sessizliğe boğulmuş hareketi anlatır
gün bir yandan her adayı felakete boğarken.
kan umutsuz ulurken yalnız
öç sürüne sürüne geçerken öz ülkenizden
apaçık bütünlüğü içinde o, bulur, bilinmeyen ölümünüzü.
ummadığım için dönmeyi bir daha
ummadığım için
ummadığım için dönmeyi
buna tanrı vergisi olan, şunun amacını kıskanarak
bunlara erişmeğe çabalıyorum artık
(neden yaşlanmış kartal gerecekmiş kanadını?)
yasını ne tutayım
süregelen düzenin düşünüp yitik gücünü?
ummadığım için bilmeyi bir daha
kesin saatin sakat yüceliğini
düşünmediğim için
bildiğim için bilmiyeceğimi
gerçek geçici tek gücü
içemediğim için
ağacın çiçek açtığı, kaynakların kaynadığı yerde,
------- bir şeycik yok çünkü bir daha
bildiğim için zamanın hep zaman olduğunu
yerin de hep yer, yalnız yer olduğunu
şimdinin de bir defacık şimdicik olduğunu
tek bir yere göre
her şeyin olduğu gibi olmasına gönenirim
geçerim kutlu yüzden
geçerim sesten
ummadığım için dönmeyi bir daha
bu yüzden gönenirim, yaratmam gerektiğinden
gönenecek bir şeyi
tanrı bağışlasın bizi diye yakarırım
unutayım diye yakarırım
kurup kurup kurduğum bütün kuruntuları
açıklayıp dururum
ummadığım için dönmeyi bir daha
bu sözler hesabını versin
yapılanın yapılamayacağını bir daha
tanrının yargısı pek ağır olmasın
bu kanatlar uçacak kanat olmadığı için artık
havayı, çırpınarak, çırpıp duracağından
şimdi küçücük kupkuru kalan havayı
istemeden daha küçük istemeden daha kuru
aldırmayı öğret bize, aldırmamayı
durmayı öğret bize uslu
yakar biz günahkârlar için şimdi de ölürken de
yakar bizler için şimdi de ölürken de.
kral v. henry, 4. perde, 3. sahne
bir savaş sabahı demeci
westmoreland—
ah ne olurdu şurada
(kral henry girer)
bugünü ingiltere'de işsiz güçsüz geçiren
insanlardan bir onbini daha olaydı!
kral v. henry—
öyle olaydı diyen de kim?
yeğenim westmoreland mi? yo, güzel yeğenim:
ölmekse yazgımız, yurdumuz insanlarını eksiltmeğe
yeteriz böylece; sağ kalırsak ama
azlığımız şeref payımızı arttırır.
yazgımızda ne varsa, o! yalvarırım bir adam olsun isteme artık.
tanrı bilir gözüm yok zenginlikte;
doyuracağım boğazlar yük olmaz bana;
yanmaz yüreğim başkasının sırtına versem giysilerimi;
isteklerim arasında bu süslerin yeri yoktur:
ama, şerefe göz dikmek bir suçsa,
yaşayan canların en alçağıyım ben.
yoo, yeğenim, yoo, inan bana, kimsecikler gelmesin yurttan
için rahat etsin! bir can fazlasının umutlarımın en güzelinden
alacağı payca büyük bir şerefi kaçırmam ben elimden.
yalvarırım, isteme bir adam daha olsun.
iyisi mi westmoreland, bildiriver orduma,
bu savaşa katılmayacak denli yüreksiz olanların
arabayı çekmesini; tezkeresi hazırlanıp
yolluğu da verilecek eline öylelerinin:
bizimle ölmek gönüldeşliğinden çekinen
adamın yanında ölmek istemeyiz biz.
bugüne crispin'in bayramı günü derler:
bugünü atlatıp evine sağsalim dönecek olanlar
geçince bugünün sözü gururla doğrulacaklar.
crispian'ın adına dimdik duracaklar.
bugünü yaşayanlar arasında ömrü bol olacaklar
arifesinde her yıl komşusunu doyurup içirecek.
yarın, diyecekler, aziz crispin'in günü:
yenlerini sıyırıp sonra izlerini gösterecekler
bu yaraları crispin'in gününde aldık diyecekler.
kocayanlar unutur gider; ama her şey unutulduğunda bile.
bire bin katarak anacaklar
bugünkü yiğitliklerini; o zaman dillerine
yedikleri ekmek gibi dost gelen adlarımız
—kral henry, bedford ile exeter,
warwick ile talbot, salisbury'yle gloster—
yeniden anılacak boşalıp dolan kupalarda.
içi temiz adamlar oğullarına bu öyküyü anlatacak;
crispin'in crispian günü yitip gitmeyecek hiç,
bugünden kıyamet gününe değin,
bizler anılmadan o gün,
bizler, bir avuç insan, bizler, mutlu azınlık, biz kardeşler topluluğu;
çünkü bugün, benimle birlikte kanını dökecekler
kardeşim olacak; düşkünün düşkünü bile olsalar
bugün, asil, bugün, yiğit olacaklar:
şimdi ingilterede, yatağında yatan beyler
ilenmiş sayacaklar kendilerini burada olmadıkları için,
bugünde, bu crispin gününde, yanımızda çarpışanlardan biri
konuştuğu zaman, utanacaklar düşünerek soğan erkekliklerini!
while my hair was still cut straight across my forehead
i played about the front gate, pulling flowers.
you came by on bamboo stilts, playing horse;
you walked about my seat, playing with blue plums.
and we went on living in the village of chokan:
two small people, without dislike or suspicion.
at fourteen i married my lord you.
i never laughed, being bashful.
lowering my head, i looked at the wall.
called to, a thousand times, i never looked back.
at fifteen i stopped scowling,
i desired my dust to be mingled with yours
forever and forever and forever.
why should i climb the lookout?
at sixteen you departed,
you went into far ku-to-en, by the river of swirling eddies,
and you have been gone five months.
the monkeys make sorrowful noise overhead.
you dragged your feet when you went out.
by the gate now, the moss is grown, the different mosses,
too deep to clear them away!
the leaves fall early this autumn, in wind.
the paired butterflies are already yellow with august
over the grass in the west garden —
they hurt me.
i grow older.
if you are coming down through the narrows of the river,
please let me know beforehand,
and i will come out to meet you
as far as cho-fo-sa.
saçım alnımın önünde dümdüz kesilirken hâlâ
ön kapının oralarda oynardım, çiçekler koparırdım.
bambu çubuklar üzerinde gelip uğradın yanıma, atçılık oynardın;
oturduğum yerin çevresinde dolanır, mürdüm erikleriyle oynardın.
chokan köyünde yaşamayı sürdürüyorduk senle:
iki küçük insandık, sevgisizlikten, kuşkudan uzak.
on dört yaşında evlendim efendimle; senle.
hiç gülmezdim bile utangaçlığımdan.
başımı eğip duvara dimdik bakardım.
bin kere seslendin bana, geri dönüp bakmazdım.
on beşimde somurtmayı bıraktım,
istedim ki, tozum senin tozuna karışsın
sonsuza dek sonsuza dek sonsuza dek.
niçin beklemeliymişim başka birini?
on altı yaşındaydım, ayrıldın sen,
uzaktaki ku-to-en'e gittin, burgaçlı sularından geçerek nehrin,
beş aydır da yoksun ortalarda.
maymunlar hüzünlü sesler çıkarır yukarılarda.
dışarı gittiğinde ayağını sürüyordun.
kapıda yosun büyüdü şimdi, değişik yosunlar,
temizlenemeyecek kadar derindeler!
yapraklar erkenden dökülüyor bu güz, rüzgârda.
kelebek çiftleri çoktan sarardılar ağustosta
batı bahçesindeki otların üzerinde —
canımı acıtırlar.
yaşlanıyorum.
nehrin darlıklarından aşağı geliyorsan eğer,
lütfen bana önceden haber ver,
ben de çıkıp seni karşılamaya geleyim
ta cho-fo-sa'ya kadar.
alnımın üzerinde saçım dümdüz kesilirdi daha,
oynardım sokak kapısının önünde, çiçek dererdim.
bambu sırıklara binmiş gelirdin, atlılar gibi,
dört dönerdin yöremde, mürdüm erikleriyle oynardın.
chokan köyünde yaşayıp gidiyorduk işte:
iki küçük çocuktuk, sevgiden gayrısını bilmeyen.
on dördünde vardım sana, efendim benim.
gülemezdim karşında, sıkılgandım çünkü.
başımı eğer, duvara çevirirdim yüzümü.
kırk kere de çağırsan, gözüm yerden kalkmazdı.
on beşimde yüzümü çatmadım artık
ayağının bastığı toprak olmayı istedim,
dünyalar durdukça durdukları yerde...
daha yukarılarda mı olacaktı gözüm?
on altıma bastım, sen gittin.
anaforun kaynattığı sulardan, ku-to-yen'e
beş ay oldu ayrılalı
dallarda maymunlar üzünç içinde.
ayağını sürüyordun gittiğinde.
kapının önü yosun şimdi, bir sürü yosunlar var,
yolunmayacak kadar kökleri derinlerde.
yapraklar erkenden dökülüyor bu güz estikçe rüzgâr.
çiftleşen kelebekler ağustosta sarardı daha,
batı bahçesindeki otların üzerinde.
dokunuyor bana bunlar.
yaşlanıyorum.
kiang ırmağının dar geçitlerinden inmekteysen şimdi,
bana haber ver, bileyim de önceden
karşılayayım seni
cho-fu-sa'ya kadar çıkıp.
----- yenilik, ağustos 1955, sayı 32, s. 26-27.
----- değişim, 15 nisan 1962, sayı 6, s. 2.
uktecinin notu: askeri uydurma çorbası (19.12.2016 10:35)
ayrıca gerçek bir çorbaymış.
Şafak çorbası tarifi malzemeler:
1 adet yumurta sarısı
1 litre su.
1 yemek kaşığı tuz.
3 yemek kaşığı margarin.
3 yemek kaşığı un.
½ su bardağı süt.
½ bardak tavuk suyu.
Margarin ile unu hafif altın rengini alana kadar kavurun, suyu ve tavuk suyunu yavaş yavaş ilave ederek karıştırmaya devam edin.Bir miktar kaynadıktan sonra yumurta sarısını ve sütü ayrı bir kapta çırpın ve yavaş yavaş çorbaya ekleyin, ağız tadınıza göre tuz ilave edip tekrar kaynamaya başlayınca altını kapatarak dinlendirin.Servis yapmadan önce üzerine biraz nane ilave edebilirsiniz.
this man knew out the secret ways of love,
no man could paint such things who did not know.
and now she's gone, who was his cyprian,
and you are here, who are "the isles" to me.
and here's the thing that lasts the whole thing out:
the eyes of this dead lady speak to me.
---
şiire yaptığım türkçe çeviri:
jacopo del sellaio üzerine
bu adam bilirdi gizli biçimlerini aşkın,
öyle resimler çizemezdi, bilmeyen biri.
şimdi gitti o da, onun kıbrıslısı,
sen ise buradasın, benim "adalar"ımsın.
burada işte, tüm bunlardan geriye kalan:
bu ölmüş kadının gözleri konuşur benimle.
---
bu şiire bilge karasu'nun (cevat çapan'la birlikte) yaptığı çeviri:
jacopo del sellaio üzerine
biliverdi bu adam gizlisini aşkların,
bilmese çizemezdi bütün bu çizdiklerini.
artık yitirdi onu, o kıbrıslısını.
sense buradasın, bana, "adalar"ı getiren.
karşımda işte bütün bunlardan arta kalan.
toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.
the eyes of this dead lady speak to me,
for here was love, was not to be drowned out.
and here desire, not to be kissed away.
the eyes of this dead lady speak to me.
---
şiire yaptığım türkçe çeviri:
resim
konuşur benimle, bu ölü kadının gözleri,
çünkü aşk vardı burada, bastırılamayan.
arzu vardı burada da, öpüşlerle geçmeyen.
gözleri bu ölü kadının, konuşur benimle.
toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.
aşk vardı burada çünkü, söndürülmez bir susuzluk.
burada istek vardı, öpüşlere kanmayan.
toprak olmuş bu kadının gözleriyle söyleşirim.
not: bilge karasu'nun önceden (şiir çevirileri kitabından önce) dergilerde yayımlanmamış bu şiir çevirisinde, üç nokta ile gösterdiği, niyeyse çevirmediği mısrayı merak etmiştim. şimdi yazarın üslubuna da uydurarak şu şekilde çevirebilirim o mısrayı:
nice nice yitirdim kendimi denizlerde
kulaklarım yeni koparılmış çiçeklerle dolu
dilim sevgiyle, sonsuz acıyla dolu.
yitirdim nice nice kendimi denizlerde,
yitirdiğim gibi gönlünde birtakım çocukların.
bir gece olsun yoktur, bir öpücük verildiğinde
yüzü silik insanların gülümseyişi duyulmasın,
bir kişi olsun yoktur, yeni doğmuş bir çocuğa dokunduğunda
atların kımıltısız kafataslarını unutsun.
çünkü güller arar alınlarda
sert bir kemik çevren,
insan ellerinin de başka bir anlamı yoktur
toprağın altındaki köklere öykünmekten.
yitirdiğim gibi kendimi gönlünde birtakım çocukların,
nice nice yitirdim kendimi denizlerde,
suyu bilmezliğimle arayıp duruyorum
beni yakıp tüketecek ışıklı bir ölümü.
erkekler yalnız kaldı;
son geçen bisikletlerin hızlarını gözlüyorlardı.
kadınlar yalnız kaldı;
japon yelkenlisinde bir çocuğun ölmesini bekliyorlardı.
erkeklerle kadınlar yalnız kaldılar;
cançekişen kuşların açık gagalarıyla, düşlere dalarak,
yeni çiğnenmiş kurbağayı
delip geçen sivri şemsiyeleriyle
güdük su ağızlarının altında
bin kulaklı bir sessizliğin,
ayın şiddetli saldırışına
direnen dar sokaklarda.
ağlıyordu yelkenlideki çocuk, yürekler paralanıyordu,
her şeyin tanıklığından, uyanıklığından kaygılı
hâlâ kara kara işlerin kaldığı göksel kaldırımlarda da
karanlık adlar, nikel ışınlarla tükürükler haykırıp durduğu için,
son iğneyi çaktıklarında susması önemli değil çocuğun,
pamuk taçyapraklarında yelin rotası da önemli değil
bir ölüm dünyası vardır çünkü, kendilerini kemer altlarında
------- gösteriverecek,
ağaçların arkasında kanınızı donduracak, değişmeyecek
------- denizcileri olan.
boştu aramak yolda, gecenin
yolculuğunu unuttuğu girintiyi.
pusuda beklemek, paçavrasız,
kabuksuz, ağıtsız bir sessizliği,
örümceğin minicik şöleni bile çünkü
bütün göğün dengesini bozmaya yeter.
ne japon yelkenlisindeki iniltiye çare bulunur,
ne de dörtyol ağızlarında ayağı takılan bu gizli kapaklı
------- adamlara.
köklerini hep bir yere toplamak için kuyruğunu ısırır kır,
otların arasında sürü, doyundurulmamış, uzanmak özlemini
------- arar.
ayışığı; polis memurları; transatlantik düdükleri;
kıldan, dumandan ev yüzleri: şakayıklar, çamsakızı eldivenler.
gece içinde her şey kırık, her şey yırtık,
sessiz, korkunç bir çeşmenin.
ey baylar; ey kadıncıklar; ey askerler;
budalaların gözlerinde yolculuk etmek gerekecek,
gözü kamaşmış uysal kobraların tısladığı açık alanlarda,
en serin elmaları üreten kurganlarla dolu topraklarda,
gelsin diye ölçüsüz ışık,
korktuğu varlıkların büyüteçlerinin arkasında,
bir yanı zambak bir yanı fare bir tek vücudun kokusu,
bir iniltinin çevresinde işeyebilen bu kalabalığın yanması için;
yahut hiç tekrarlanmayan dalgaların yuvarlandığı ince
------- kadehler içinde.