f628
1521 (aşmış)
sekizinci nesil yazar 76 takipçi 324.19 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    ekonomik sistem ve düşünmek

    1.
  1. modern dünya yeni olanın daha güzel olduğu savı üzerine kurulu. ömür dediğin, en yeniye sahip olup sırada ki malı tüketeceği anı beklemekten ibaret. içi boş bir yaşam tarzı, insan dediğin benim elbisem daha cici diye karşı tarafı rencide eden çocuktan farksız. modern dünyada sadece fabrikalar madde üretmiyor emin ol, toplumun ürettiği mallar da mevcut. mal yani madde, maddenin temel vasfı felsefeye göre yer kaplamak. descartese göre ruhtan farkı ise düşünmemek.

    boyalı kuşdan nefret eder herkes, insanlar kendi gibi olana yaradılıştan meyilli. düşüneni sevmez toplum, düşünen farklıdır, farklı yani yabancı, yabancı yani düşman. emerson ‘’düşünenin zırhıdır egoizm’’ diyor. yoksa toplum bi böcek gibi ezer seni, annen ezer, kardeşin ezer...''… diğerlerinin elinden tutarken yükselemez insan bu nedenle yalnızlığa çekilmeli, malum düşünce kıldan köprü üzerinden ahali geçemez.

    alimlerin hayatlarını oku. kaçmakla geçen bi ömür görürsün. insanlık icraat aynasına küskün. mukaddimeyi yazan ibni haldun imparatorların şerrinden kaçar meçhul bi gemi ambarında. zira sistem için düşünmemek gerekir bilhassa günümüz sistemi için. düşünen tüketmez, tüketim durursa üretim tökezler, üretim tökezlerse işsizlik başlar ve akabinde ekonomik kriz, batının değimiyle buhran. bu nedenle ekonomik sisteminden ötürü yeniyi met etmek zorundadır 21 yy. dünyası. yeniyi met geçmişi silmeyi gerektirir. geleneklere değil belki ama geleneğe düşman yetişmelidir insan, kozasını yırtmalıdır. halbuki uçmayı bilmez ama farkında olmaması kafidir. salakça yarışmalar icat edilmeli, gereksiz filmler çekilmelidir. insan vakitten tasarruf etmek için teknolojiyi geliştirmeli akabinde nasıl vakit öldüreceği üzerine kafa yormalıdır. fuzuli yarışmalar izlemeli, kendini bilgili sanmalıdır. doğaya çok önem verdiğini iddia etmeli ama doğa ile tek ilişkisi onunla götünü silmek olmalıdır.

    bi çoğu için düşünmek bi lüks, topluma katılmak için düşünmemek ön koşul.
    2 ...
  2. bedava otobüsle ekmek almaya bağdata giden amca

    1.
  3. hey sen, hayır sen değil öbürü, yok lan sana da seslenmedim. şu kulağı duymayana seslendim. lannn!!

    hiç işi olmamasına karşın her gün ekmek almaya bağdata giden amca. bedava bindiği otobüs 15 dakika bekletince ''otobüs geç kaldı'' diye laf yapan kişi. evet sana seslendim.

    ***

    eskiden beri bünye olarak sıcağı çekemeyen birisiydim. kışın sıkıntım yoktu. soğuk havada buzlu gölden sıçrayarak çıkıp el çarparken burnumda top çevirebilirdim. lakin yazın öyle miydi??? terlerim, bunalırım 100 metre güneşin altında yürümek çin işkencesi gibi gelirdi bana.

    geçenlerde elektronik malzeme almak için ulusa gideceğim, durakta bekliyorum. arkadaş böyle bi şey yok yanımda ki amca her dakika otobüsün gelmediğinden şikayet ediyor. lan tamam geç gelmesin ben de beklemeyi sevmem ama saat 13.küsürat hacı. o saatte gerçekten işi olan adam durakta beklemez. lakin yok amca mühim bir toplantıya katılacakmış gibi ''nerde kaldı, üff bi gelmedi'' diyerek volta atıyor durakta. bu arada önümüzden dakika başı dolmuş geçiyor ama amca onlarda binmeye yeltenmiyor, niye??? otobüs bedava amk. ben mi?? yok lan sevmem dolmuşu, otobüslerin en azından kliması var.

    neyse ilerde otobüs bi gözüktü arkadaş baya ufacık otobüs camından dışarı sarkan yaşlılar var, öyle kalabalık. ben ise kendimle muhakeme halindeyim. ''ulan acaba binsem mi??? binmesem mi??? klima mı!! kalabalık mı!!'' diye düşünürken klima ağır bastı amk. binmeye karar verdim. otobüs yanaştı, hızlı davrandım, amcadan önce bindim otobüse.

    bindiğim anda ilk olarak koltukta oturan bi genç dikkatimi çekti. etrafında 10 tane yaşlı artık gençlerde saygı kalmadığı konusunda birbirlerini ikna etme yarışındaydı!! 'o değilde gençlerde saygı kalmadı'!?! aralarında biri ise mütemadiyen ''benim ayağımda nasır var yavrum, uzun süre ayakta duramam'' cümlesini tekrarlıyordu lakin neyse ki bu yaz sıcağına inat otobüs ferahtı. klimalar fosur fosur çalışıyordu. vay be bu teknoloji dedikleri ne hoş şeydi diye düşünürken amca da bindi otobüse(15 dakika sürdü) ve bindiğine dair ankaramatikten ses duyuldu ''65 yaş...''

    o sırada çoğunluğun suratı düştü otobüste. amcayı görenler inmeye yeltendi. amca otobüsün hitleriydi sanki. biraz sevenin yanında çoğunluğun huylandığı birisi.... acaba neden amcaya böyle soğuk davranıyorlardı??? sonuçta o da onlar gibi bedava biniyordu. acaba gelin şikayetlerine hak mı vermiyordu??? yoksa emekli maaşlarının yeterli olduğuna dair vaaz mı vermişti??? neydi bu amcayı itici yapan'' diye düşünürken amca şoföre doğru kaldırdı kafasını ''klima beni çarpıyor evladım, kapatır mısın'' dedi.

    vay amk amca ulan git evinde otur lan o zaman. adam milletin beleşe gittiği saatte 10 dakika bekleten otobüse söyleniyor, 1 saatlik yola ekmek almaya gittiği gibi ekvator sıcağında klimayı kapattırıyor. neymiş çarpıyormuş. çarpıl zaten sen amca, çarpıl kafan gözün kaysın senin. çarpıl...

    neyse kapattı klimayı şoför ulusa gidene kadar terlemekten 2 kilo verdim amk. bu arada yanımda 1 paket hamur vardı. bi baktım ekmek olmuş hemen amcaya verdim. hani belki bi an önce iner eve döner diye ama inmedi. ekmeği aldığı gibi hiç teşekkür de etmedi lavuk.
    7 ...
  4. kızların kendiyle çelişmesi

    1.
  5. eskiden sessiz birisiydim, hani oksijen misali insanlar vardır yaa her an ortamda olmalarına karşın fark edilmeyen tipler, işte onlardan birisi. bu sebeple konuşmadığım için elimden bazı fırsatları kaçırdığımı düşünürdüm herdaim. lakin sonradan kitap okumak açtı beni, daha atılgan bi tip oldum. fakat ne fark etti??? muallak bir soru;

    8. sınıftayken bi kız vardı sınıfta, duygu. kısa boylu, siyah saçlı, kocaman siyah gözleri olan, göğüsünü gererek yürümesiyle kısmen göksele benzeyen hoş kızdı azizim. hoştu ama bir o kadarda şırpıntıydı. eteğini kaldırarak altından bacak kaşımalar, kaçmış çorabı uhu ile yapıştırmalar falan erkeklerin yüreğini hoplatan numaraları boldu.

    bilirdim sınıfta 3-4 kişi daha hastaydı bu kıza. işin garip yanı kız bunları fark eder ama herkese ve bilhassa kendinden hoşlananlara mesafeli dururdu. belliki diğer erkeklerin köşeye çekildikleri vakit ondan bahsetmeleri, ona bir çok kişinin uzanmaya çalışması kendinin onlardan daha yüksekte olduğu algısı yaratır, kendini önemli hissetmesine sağlardı. tabi bunları o zaman anlayamazdım. içimizden birinden hoşlandığını düşünür bu kişinin ben olma ihtimalinde heyecanlanırdım.

    pek konuşmadım o kızla dedim yaa zaten mesafeli birisiydi. lakin hayaller kurardım birlikte bir şeyler yapacağımıza dair. onu sınıftaki diğerlerinden farklı olduğum konusunda ikna etmeliydim akabinde bi teklif, sinema yolunda yapılan espriler ve kızın bana hayran olması. bütün erkekler gibi hasta olduğu kızın kendine güleceğini konusunda emindim, garip bir duygudur bu. neyse bi gün isim şehir oyununda ''b'' harfi çıkmıştı da o kız benim adımı yazmıştı. bi mutlu oldum. sonuçta 'b' ile başlayan bir çok isim varken neden benim adımı seçmişti?? kasten yaptığını düşündüm. kendime güvenim geldi. bir şeyleri beraber yapmalıydık. bir gün oruç tutuyordu o kız hiç unutmam, cesaretimi topladım...

    iftar vakti geldi. okunan ezanla birlikte içimi sahile vuran dalgalar misali mutluluk kapladı. ilk defa beraber bir şey yapıyor, aynı anda yemek yemeye başlıyorduk farklı ortamlarda da olsak. o kendi evinde ben kendi evimde...

    akabinde yıllar geçti. ortamlarda lafı eline alıp bildiklerinin gücüyle bilmişlik taslayan tip oldum. yeryer diğerlerinin bilmediğini ima ettim. ağır şakalar yaptım. kızlar güldü, eğlendi, pekte komiktim. okudukça daha çok öğrendim ve bunun bana güç verdiğini düşündüm. okudum, okudum bir edebiyat öğretmeninden çok edebiyat okudum. felsefe ve ideoloji ile ilgilendim. psikolojiye dalıp çıktım. ortamlara girdim konuştum, kızlar güldü.

    o kızı yanında konuşmadığım için kaçırdığımı düşünmüştüm zamanında. şimdi bakıyorum alakası yokmuş. fark ediyorum ki; kızları elde etmenin yolu onları önemsemediğini ima etmekten geçiyormuş. eğer sen bi kıza onun hiç bir değeri olmadığını söylersen kendini ispat etmek adına ardından koşarmış. eğer sevdiğini belli edersen kendini senden üstün görür sana zulmetmeyi doğanın bir kanunu olarak benimsermiş. akabinde bu kızlar sözlüğe üye olunca ''aşık olunacak erkekte aranan özellikler'' başlığına kendileriyle çelişerek ''dürüstlük, aldatmama, saygılı olma'' falan yazarmış.

    dünya anlayanı olmayan bir masalmış
    birisiyle eş olacağını düşünmek abesmiş.
    insanlara değer vermek safsata.
    yalnızlık ebedi, arsızlık revaşta olsada
    umut etmek gerekmiş
    belki de düzelir bu dünya...
    17 ...
  6. modaya önemseyenlerdeki mantık hatası

    1.
  7. açık konuşalım, çoğumuz etrafımıza kendinin farklı olduğu havası yaratma peşindeyiz. bu sebeple ''sevgililer gününü 14 şubatta kutlamam çünkü ben herkes değilim'' diyen kızları yada tweettera ''herkes gibi edebi şeyler yazardım ama ben herkes değilim'' yazan insanları gözlemlemek zor değil.

    psikologlar insanların farklıyım imajı yaratmasını ölüme karşı bir savunma mekanizması olarak açıklıyorlar. yani herkes ölür, gasp'a uğrar, kaza geçirir ama ben geçirmem çünkü herkes değilim diye düşünür insan diyor ve bu şekilde kendini ölümden koruduğunu düşünüyorlar ama neyse konumuz bu değil.

    ne diyorduk. evet, hepimiz farklı olduğumuzu düşünürüz. bu sebeple evi bizimle aynı şekilde düzülmüş birisini görmek rahatsız eder bizi. lakin bu ''farklıyım'' imajını aşırıya kaçıran tipler vardır. bunlara ''herkes gibisin'' cümlesini kuracağınıza sövseniz daha iyidir. 2-3 cümlede bir orjinal olduklarını iddia eder bunlar.

    işin garip yanı, bu tiplerin modaya çok önem vermesidir. nasıl bir mantık anlamıyorum lan??? 1 kişi sizle aynı giyinince ''üff pişti olduk'' diye rahatsız oluyorsunuzda milyon kişi giyinince ''ama o moda'' diye niye koşturuyorsunuz?? hayatını adadığın orjinalliği görünüşte bile pas geçmişsin!!!

    yok, yok, siz gidin binlerce satan ''farklı birisi olmak(!!!)'' gibi kıytırık kitaplar okuyun. milyonlarca insanla aynı giyinin. giyeceğiniz elbisenin rengini bile seçmekten aciz kalın, fikirlerinizde gram orjinallik olmasın, sorgulamayın. lakin fikrini geliştirdiği gibi sizin aksine giyimine önem vermeyen insanları görünce(ki amaç farklı olmaksa bunlar toplumdan farklı durur) ''üff çok banal'' deyin. arkasından laf yapın. ağzınızı açınca ''orjinal olmalı yaa'' falan deyin.

    farklı olmayı dış görünüşe indirgeyen cebindeki telefona göre insan seçen, kendinden daha akıllı telefona sahip olan megalomanlar dağılın gidin lan.
    6 ...
  8. dünya devi olmak için yapılması gerekenler

    1.
  9. geçen bizim eve gelen elemanlardan birisi ''bizim siyasetçilerde hiç akıl yok'' diye lafa girdi ''ne var sanki amk gir suriyeye. güçlü ordun da var. 2 saatte alırsın musulu sonra zaten gelsin petroller. dünya devi olursun'' dedi.

    cumhurbaşkanlığına onu aday göstermeye çalışıyoruz dostlar, acaba dışarıdan aday göstermek için kaç milletvekilinin imzası lazımdı bilen var mı?



    28. saniye.
    9 ...
  10. bir kızla yakınlaşmanın en kolay yolu

    1.
  11. bak abi, öncelikle öğren!! bütün kadınlar dünyanın en büyük derdini kendisinin çektiği konusunda emindir. tabi bu konuyu diğer dişilerle konuşmaz zira onların anlamayacağını düşünür. evet abi, öğren bir kadın kendisinin diğer kadınlardan bir kaç gömlek üstün olduğu konusunda da emindir. o sebeple derin yalnızlığını, fikirlerini onlara açmaz hem açsa da diğerlerinin ona hak vermeyeceğini bilir. malum herkesin en iyi olduğunu düşündüğü ortamda demokratik seçim yapılmaz.

    tamam şampiyon, konuya giriyorum sabırsızlanma. evet gençler hoşlandığımız güzel bayana, o her akşam eğlencelere akan kişiye efemine tavırlarına rağmen yanaşamıyor musun?? tamam sen bana yanaş. hayır lan senle flört etmeyeceğiz!! sululuğu bırak, dinle beni.

    hoşlandığınız kızla bi ortamda bulunuyorsunuz diyelim, ortam dediysek sınıf, kantin vs. de olabilir hemen strese girme neyse etraftaki diğer tikicanlar ortadan kaybolduğu anda kızla 3-5 saniye baş başa kalıyorsun yaa işte bu anda başlıyor işimiz. o her akşam eğlenen, facede 3bin arkadaşı olan kızımıza ciddi bir ses tonu takınarak ''sen her akşam eğlenmeye gidiyorsun, etrafında ki insanlar gibi gülüyor görünüyorsun ama sanki sende başka bir şey var. içten içe eğlenmiyor gibisin, göründüğünden daha olgun bir duruş seziyorum sende'' dediğiniz anda eğer birazda edebi bir duruşunuz varsa kızımız size içini dökmeye başlayacaktır. ''sen güldüğüme bakma derin düşünceler içindeyim''ler ''aslında ben çok yalnızım ama'' ile başlayan cümleler ''her akşam eğlenmeye gidiyorum fakat'' türevi cümleler kısa bir süre içinde ''beni bir tek sen anlıyorsun''a kayacaktır dostlar.

    bu kızımız faceinde sınır devleti kuracak kadar arkadaşı da olsa derin yalnızlıkları olduğunu, ortadoğu desen ''bizim doğunun ortası şırnak mıydı!!! acaba'' diye düşünecek biriside olsa diğerlerinden farklı yani kültürlü olduğunu, düşünce kelimesinin ''ü'' harfinin üzerinde ki 1 nokta kadar düşünce dünyasıyla alakası de olmasa içten içe hayatı çözdüğünü dolayısıyla asla diğer insanların kendini anlamadığını, onlar gibi boş olmadığını düşünecektir.

    neyse gençler böyle kanka olabilirsiniz gerisi size kalmış amk. herşeyi benden beklemeyin. hatta bi bilen varsa anlatsın gerisini. ben de yalnızım amk, hiç kimse beni anlamıyor zaten. siz öyle şakalar yaptığıma, güldüğüme bakmayın falan filan işte...

    not: genç filozoflar rahatsız :)
    22 ...
  12. insanın zamanla saflığını yitirmesi

    1.
  13. bilirsin, üniversitede hoca ''1 cümleyle şu sandalyeyi yok edin'' demiş eleman ''hangi sandalye'' yazıp 100 almış diye bir efsane vardır hani. işte bunu bana arkadaşım ''benim abim böyle yaptı 100 aldı, üniversiteden mezun oldu'' diye anlatmıştı. hiç şüpheye düşmedim ''amk ne alakası var senin abin mühendis'' falan demedim, ''vay amk biz de üniversitede böyle mi olacağız'' diye düşündüm.

    yer yer bu efsaneyi başkaların ağzından da duymaya başladım ''hangisi demiş 100 almış'' gibisinden. ''hhehehe biliyorum'' dedim ''benim arkadaşın abisi o...'' tabi pek inanan olmuyordu bu sözlerime ama olsun, ben biliyordum abisiydi o, öyle olmalıydı. annem iyi kalpli diyerek üstünü örterdi ama yok be bildiğin saftım. kirli değildim, fesat düşünceleri kafamdan kovalamayı bilirdim. daha doğrusu herkesi dürüst sanardım. malum insan kendinden yola çıkarak tespit yapardı...

    şimdi bakıyorum, o saflığımdan pek eser kalmamış gibi bünyemde. insanların yalan söylediğini bilerek dinliyorum onları. örneğin vikitap.com'da insanların okuduğu kitap sayılarına bakıyorum, 500-600 yazıyor. kurduğu cümleler aksini iddia ediyor. ne kadar süper hayatı olduğunu anlatan birisini dinliyorum. cümlelerinden ve el yazısından kendine güven sorunu çektiğini görüyorum. lakin yüzüne vurmuyorum. mesela her işi yapabileceğini iddia eden birisiyle mi konuşuyorum. yapamayacağını ima etmiyorum artık lakin böyle birisiyle sohbet ettiğim için suratım düşüyor. karşı taraf onu kıskandığım için suratımın düştüğünü sanıyor halbuki ben ona acıyorum.

    küçükken dinlesem bunları inanırdım fakat artık doğruları söyleyenlere bile şüpheyle bakıyorum.

    artık insanlara pek güvenemiyorum, neden?? bunu da bilmiyorum. benim büyüdüğüm süreçte mi kirlendi dünya?? yoksa hep kirliydi ben mi büyüyünce kirli olduğunu idrak ettim, emin değilim. bu soruyu sorsam dünyaya vereceği cevaba inanır mıyım?? sanmam.

    görüyorum ki saflık bir buz misali doğan güneşlerin sayısı arttıkça eriyor insan ömründe. suyun içinde kalınca yüzülmesi gerekiyor insanın, hayat gittikçe zorlaşıyor.
    13 ...
  14. ortamın en güzel kızı bendim diyen kız

    1.
  15. vay arkadaş nasıl bir özgüven? nasıl bir kendini beğenmişlik? nasıl bir victoria secret'dan fırlamak?? ben anlamış değilim. tamam, her insan kendini beğenir ama bu nedir amk. gerçek hayatta karşıma alıp konuştuğum kızların yarısından duyuyorum ben bu cümleyi.

    ***

    günlük hayattan sohbet etmeye başladığım kız üniversitede aynı evde kaldığı hiç bulaşık yıkamayan kız arkadaşı muhabbetlerinden girip konuyu nasıl ediyorsa buraya getiriyor. başlıyor anısını anlatmaya;

    -geçenlerde nişandayım, ortamın en dikkat çekici - güzel kızı ben olduğum için x beni kesiyordu, fark ettim. zaten eve gittim hemen face'den eklemiş, hihihi...

    şu geçen belediye otobüsünde kendi ayarında bi düzine kız vardır ama koca nişanda ortamın en dikkat çekici kızı olduğundan şüphe etmiyor!! ifadesi o kadar ciddi ki tanımayan ''nasanın yeni uzay üssü projesini tasarlıyor herhalde'' diye düşünür, o derece. ahh ulan facebook...

    bu facebook'un allah belasını versin. insanlar beğenilmek için benliklerinden farklı kişiliklere bürünüyorlar. 2-3 iltifat alınca götleri kalkıyor ama dışarı verdikleri kişilikle kendi benlikleri arasında bağ olmadığını bildikleri için içten içe değersizlik duygusuna kapılıyorlar. işte bu kızımızın özgüveni de kendine sokakta laf atan 2-3 akılsız ve 5-6 face yorumundan geliyor;

    +hmmm.
    -tabi biraz konuştuk ama sonra yüz vermedim.

    ''yüz vermedim'' kelimesini vurgulayıcı ses tonuyla söylerken bir paryadan bahsediyormuş gibi yüzünü ekşitiyor. lakin yinede aşağılık olarak gördüğü o kişinin beğenisinin evrensel olduğundan şüphe etmiyor. ''o kadar kişi arasında beğendiyse en güzelim'' mantığı... amk bi düşün seni neden hep hor gördüklerin, insan yerine koymadıkların beğeniyor???

    +hmm neden??
    -beni taşıyacak, duygularımı ve kişiliğime tam uyum sağlayacak birisini arıyorum. o öyle birisi değildi kikiki...

    ulan sen nesin ki seni taşısın??? genel kültür yok, fikir yok, zeka aşmış değil, güzellik orta lakin ağzını açtığı zaman ''beni taşıyabilmeli - en iyisine layığım'' sen ne vaad ettin de en iyisine layıksın arkadaş??? dünyada 2 kişiden birinde bulunan organları karşı tarafa vaad ettiği için kendini önemli bir insan profiline koymak neyin kafasıdır!!

    hayır madem cemil meriç, brad pitt karışımı birisine layıksın neden üniversitede50 kişiyle çıktın?? niye talibin yok, evde kaldın?? ne!! değer meselesi mi?? değerin mi bilinmedi?? halbuki elmasın değerini herkes bilmez mi???

    vay arkadaş neymişsin be!!! victory secret'a hasbelkader girsen orada bile ortamın en güzel kızı olursun sen, kafa olarak...

    ***

    yanında ikinci bir insan varken ortamın en bilgili, en kültürlü, en güzel insanı olma ihtimali düşük olan megalomanlar dağılın lan!
    22 ...
  16. modern sanat eseri gibi araba park etmek

    1.
  17. olağan bir insan işi bitince market arabasını bile köşeye bırakır değil mi???

    bizimkiler otomobillerini koymaktan bile aciz. ulan, tamam park alanı olarak bir sorunumuz yok ama yinede biraz düzenli koysak arabaları olmaz mı???

    yok arkadaş, bizim komşular direkt yolun ortasına atıp gidiyorlar. uzaktan bakınca, sanki bir yere giderken aniden benzini bitmiş de yol ortasında kalmış izlenimi uyandırıyorlar arabalar. hepsi atomu parçalamaya koşuyor, zamanları yok zaar.

    modern sanat eserlerinde geçen alakasız çizgiler gibi araba park ediyorlar amk. biri apartmana paralel, diğer çapraz koymuş. 2 tanesi yolu barikat kurarak kesmiş vs. 2-3 arabanın yanında ateş yaksam ''sokak çetelerinin savaşı var'' diye polis basar mahalleyi. amaçları ne anlamıyorum ki. yüksekten sanat eserlerine bakınca zevk alıyorlar diyeceğim ama???

    onlar bu duruma bakınca ne görüyorlar bilmiyorum ama ben insanların bir şeyi fazla bulunca bokunu çıkarttığını görüyorum. milletin 10 cm park yeri için kavga ettiği yerde otursalar görürdüm ben onları.

    edit: işte bizim mahalleden bir resim;

    https://galeri.uludagsozluk.com/r/818723/+

    not: soldaki koyu mavi bizim bina.
    13 ...
  18. anneye seni seviyorum demek

    1.
  19. üniversite üçüncü sınıf, eğitim dersindeyim. her daim sempatik hareketlerine aşina olduğumuz zıpır hocamız sevgiden bahsederken ''sevdiğinizi söylemeyi ihmal etmeyin arkadaşlar, özellikle annenize söyleyin. bir gün çok geç olur, pişman olursunuz'' dedi ama bunu öyle içten, öyle tecrübe edinmiş bir tonla söyledi ki yarma odundan oluşan bizim sınıf bile etkilendi amk. herkes ''ulan ara olsun annemi arayacağım'' bakışları atmaya başladı. telefondan annesinin numarasını okşayanlar mı dersin, mektup yazmaya başlayanlar mı dersin, ne ararsan var sınıfta.

    10 dakika geçti geçmedi ''ara vakti geldi hocam'' dedi arkadan bir ses. hoca saatine baktı ''doğru'' dedi ''gelmiş 15 dakika sonra burada olun'' hurraaa, sınıfta bir hareketlenme oldu, mektuplardan çoktan uçak yapılmıştı onlar uçuştu, uçuşan uçaklar altından millet sıraya kalmamak için kantine koşturuyordu. dediğim gibi sınıf odundu, duygusallık en fazla 3-5 saniye sürmüştü aliminyum.

    bizde 4 arkadaş laklak ediyorduk, ulan normalde hep 5 kişi olurduk, biri niye yoktu? nerede lan bu diye etrafı kolaçan ediyorduk ki 5. eleman ''abi ben annemi arayacağım'' dedi. vahim esprilere bile anırarak gülen katırlarken bir anda mezbağayı gören koyun gibi ciddileştik, şok geçirmiştik. sınıfta sessizlik hüküm sürmeye başlamıştı. teknik eğitimde pek nadir bulunan duygusal arkadaşımız arka sıraların oraya geçti, kısık sesle konuşmaya başladı;

    +alo anne.
    -alo oğlum.
    +seni seviyorum anne.
    -güüümm...
    +anne.
    -...
    +anne sesin gelmiyor.
    -...
    +anneee...
    -lan!! ne dedin lan anana?? bayıldı kadın!!!
    +bir şey demedim baba.
    +kapat lan!! bir şey olduysa sorarım sana.

    arkadaş telefonu kapattı ama rengi kabız olmuş bukelamun gibi bozdan mora dönüyordu. ''annem bayıldı lan'' dedi, ''bir şey olmamıştır abi'' dedik. haliyle teselli olmadı. elindeki telefona hipnotize olmuş gibi bakıyor, kovayla ter akıtıyordu. ''arasana abi'' ısrarlarımız işe yaramadı, hem kötü bir şey olmuştur korkusu hemde babasından çekindiği için arayamıyordu, 10 dakika olmuştu ki telefon çaldı;

    -aalo...
    +oğlummm...
    -anne?
    -oğlum kendine bir şey yapma, oğlum ne sorunun varsa hallederiz, oğlum, oğlum... ühühühü.
    +anne ya bir şey yapmıyorum.
    -oğllum, intahar falan edeyim deme, oğlummmm...

    ***

    hiç demediyseniz dikkatli olun dostlar, mühim bir konu.

    not: öğrencilerimin bu yazıya çektikleri kısa film;

    https://vimeo.com/100021352
    91 ...
  20. pazar günü ekmek almaya giden kadın yalnızlığı

    1.
  21. bugün buhranlı bir günümdeyim nedenini bilmiyorum, az uyudum belki ondan. belkide misafirler geldiği içindir, bilmem?

    insan neden misafirlerin yanında her şey yolunda imajı çizmek zorunda? insanlar neden kendileriyle bu kadar yabancı? herkesin sorunları olduğunu bilmemize karşın sosyal ortamlarda mutlu gözükmeye çalışmak hangi ilizyonistin buluşu? ilk kim mutsuz olmanın kaybetmek olduğunu düşündü?

    kah geziyorum sokaklarda kah evde oturuyorum, yılbaşı için süslenen cafcaflı dükkanlar, televizyonda rengarenk reklamlarda gülümseyen insanlar, her şeyin yolunda gittiğini bize kanıtlamaya çalışan misafir.

    bunları gördükçe kendi içinde ki ücra, izbe, karanlık bölgelere daha da yabancı kalıyor insan. modern dünya bize ''herkes mutlu sen de mutlu olmalısın, bir sorunun mu var? alışverişe çık boşver'' diyor. reklamları basite indirgemek gerekirse '' çok mu sıkılıyorsun? iç bir gazoz mutlu ol'' diyor. ''eğlen, dans et'' diyor. halbuki insan için kabullenilmiş bir yalnızlık ve mutsuzlukta gereklidir bazen. dışarıda ki renkli dünyaya benzemediği için kendi benliğine küsen insanların sayısı hiçte az değil günümüzde...

    ***

    plastikten eğlence, yılbaşı yaklaşıyor ve o yaklaştıkça ben bünyemde pazar günü ekmek almaya giden kadın yalnızlığı hissediyorum.
    12 ...
  22. keşkeler diyarında ömür sürmek

    1.
  23. eski çalıştığı yerin elektronik atölyesinde tek üniversite mezunu bendim. yaptığımız işlerde çok ağır değildi doğrusu. bana genelde masa başında devre montajı işi falan verilirdi. diğerleri daha ağır işleri yapardı.

    lakin bakardım diğerleri hiç şikayet etmez, işini beğenirdi. 4-5 senedir orada çalışan insanlar vardı. bense 5-6 ay zor dayanmıştım. aslında dirayetli bir insanımdır ama ağır gelmişti o iş bana. bezmiştim, bunalmıştım.

    düşündüm, ''bu kadar insan çalışıyorken ben neden yan çizmiştim???'' ilk cevabım orada çalışanların genelinin evli olması yada ailelerinin muhtaç durumda olmasıydı. doğru, bir çoğu çalışmaya mecburdu ama olmayanlarda vardı ve onlar da durumundan şikayetçi değildi. nasıl oluyordu bu??

    sonradan fark ettim ki onların çelişkisi yoktu. onların yolu keşke kavşağından geçmemiş. kendisi, keşkeler denizinin sahilinde gezmemiş. bünyesi, geçmişindeki ihtimalleri düşünerek hayatından bezmemişti.

    ***

    keşkeler diyarında yarım yaşıyordu insan. daha iyiye ihtimal varsa şüphede kalıyordu akıl. dengini daha üst mertebede görmek nefse ağır geliyordu.

    ***

    dostoyevskinin dediği gibi;

    çamurda sürünmeyi de kahraman olmayı da kabul edebilirdim aslında. ikisi de mümkündü benim için. fakat bir gün fark ettim ki çamurların içindeyken çok mutsuzum. o an anladım ki beni mutsuz eden çamurun içinde debelenmek değil, çamurun içindeyken hala kahraman olduğumu düşünmekti.

    ***

    çelişki, yer bitirir insanı. keşkelere çıkan yollarda heba olur insan ömrü...

    ***
    15 ...
  24. dünyadan izole bir yaşam sürmek

    1.
  25. telefonum bilgisayar ekranımın ışığından aydınlanan karanlık odamın içinde yüksek sesle çalmaya başladı. sesin geldiği yere doğru yönelip yorganın altında buldum telefonu, arayan üniversite arkadaşımdı. açtım;

    x-ne haber hacı yaa...
    f628-ne olsun senden ne haber??

    vefasızlığıma dem vurdu arkadaşım, haklıydı oldum olasi kimseyi arayip sormayan birisi olmuştum. ikimiz de iş aradığımızdan bahsettik. ''önemli insanım'' imajı çizerek vakitsizlikten görüşemediğimize kanaat getirdik, ah modern hayat dedikleri bir zaman canavarıydı sanki...

    konuşmanın tıkandığı bir yerde arkadaşımın sürekli öksürdüğünü fark ettim ''neyin var hacı'' dedim. ''hasta mısın yoksa???'' sanki önemli bir konuşma yapacakmış gibi boğazını temizledi arkadaşım ''baya kötü hastayım abi, hem bütün şehirde salgın var zaten'' dedi. salgın mı??? bir kaç ortak arkadaşımızın da hasta olduğundan bahsetti, mahallelerinin yarısının da hasta olduğuna dem vurdu. bütün şehir mi????? ''gelip sana nane kaynatayım heheh'' gibi gerzekçe bir espriyle lafı çevirdim. yalnızlığı telefonda dile getirmek olmazdı. kapattım telefonu, aynada kendime baktım. ne burnumda kızarıklık nede boğazımda öksürük vardı, olağan ama azınlıktım.

    yalnızlık dediğin, bütün şehir hastalıktan kırılırken, virüslerden bihaber yaşamak. kimseye hasta olacak kadar yaklaşmamaktı.

    yalnızlık dediğin, sağlıklı olduğuna pişman olmak, hüzünlenmekti.

    kısacası yalnızlık dediğin hayattan izole bir yaşam sürmekti.

    ***

    boğulmasın diye kimse, yalnızlıklar denizinde.
    sağ kolumu kaldırdım, diğerlerine boy verdim.

    kimsesiz, izbe sokağın ücra bir köşesinde.
    öksüren bir adam gördüm de nasıl imrendim.
    18 ...
  26. usain boltun atletizme başlama hikayesi

    1.
  27. çocukken çok yalnız birisiydim. tipsizdim, sırık gibi boyum vardı. kimse benle takılmazdı. sonra bir söz duydum kaçan kovalanır diyordu. demek ki bu yüzden kimse sallamıyordu beni. ben hepsinin içine düştüğüm içindi bu yalnızlık. koşmaya başladım, yine kimse umursamadı. biraz daha hızlanayım dedim. herhalde yeterince hızlanmadım ki kovalayan yok derken dünya rekorları kırdım. şimdi bütün kızlar peşimde panpalar. kaçan kovalanır, doğru ama kaçtığı için mi kovalanır parası olduğu için mi? bilemedim amk.

    soru üzerine: alıntı değildir.
    19 ...
  28. çok okuma gözlerini bozarsın

    1.
  29. yaklaşık 15 dakikadır otobüsün orta kısmında lak lak yapan liselilere şikayetçi gözlerle baktım. bakışlarımı yanımda oturan teyze fark edince içini sevinç kapladı. malum, şikayet edecek birisi vardı, söylenmeye başladı...

    gençlerin otobüste çok ses yaptığından, kendinin sesi kaldıramadığından bahsetti. yolculuk boyunca sessiz sedasız kitap okuyan birisi olarak örnek bir genç olduğumu düşünmeye başladım. kim bilir bana ne kadar hayrandı teyze, işte geliyordu birazdan ''ah bütün geçler senin gibi olsa'' gibisinden cümleler. hayaller kuruyordum, takdirler, tebrikler havada uçuşuyordu.

    tam bu sırada hayallerime bodoslama giriş yaptı teyze, ''çok okuma'' dedi ''gözlerini bozarsın'' bu kelamından sonra kısa bir sessizlik oldu ortamda. sözlerinin manasız durduğunu fark etmiş olacak ki örnekleme ihtiyacı hissederek ''bak, ben çok örgü örerdim. gözlerim bozuldu, şimdi çok pişmanım'' dedi.

    ''su testisi su yolunda kırılır'' demek geçti içimden. lakin vazgeçtim anlamazdı beni.

    ''gözlerimin bozulmasına razıyım'' dedim. sözlerine itibar edilmediğini fark eden bütün yaşlılar gibi geçmişine sarıldı teyze ''ben emekli sınıf öğretmeniyim'' dedi ''25 senelik öğretmen, yüzlerce öğrenci yetiştirdim, sen iyisimi dinle beni...''

    ''yapabileceğin en kötü mesleği seçmişsin teyze'' demek geçti içimden fakat kırılır, üzülürdü. kitaplara tutuldum tutulalı değişmiş, daha fazla konuşan birisi olmuştum işte. kendisiyle daha fazla, diğer insanlarla daha az konuşan birisi.

    ''peki teyze'' dedim, durağıma yaklaşırken ''iyi akşamlar'' deyip ayağa kalktım. o mutlu oldu, sevindi biraz, bense üzüldüm.

    bu mantıkdaki öğretmenlerin yetiştirdiği toplumdan kitap-ideoloji-edebiyat-felsefe konusunda ne beklenirdi??

    otobüsün kapısı açıldığında 25 senelik emekli öğretemene baktım, ben hala atanamayan işsiz bir öğretmendim.
    7 ...
  30. ben daha ucuza aldım adamı

    1.
  31. geçen anneme saksıda gül aldım. elimde koca saksı durakta indim eve doğru yürüyor, yan yana olmalarına karşın tamamen ayrı birer dünya olan apartmanların önünden geçiyordum. tam o sırada sağımda ki apartmanın 2. katının balkonundan tanımadığım bir dayı sevinçle bana seslendi;

    -hişşt genç.
    -buyur dayı.
    -elindeki nedir.
    -(görmüyon mu amk)beyaz gül??
    -kaça aldın?(dayı gülmeye başlar)
    -10 liraya.(dayı zevke geldi)
    -(sağ çaprazında ki kırmızı gülü göstererek)ben bunu 5 liraya aldım(boşalıyor)

    http://p1309.hizliresim.com/1f/f/snnk8.jpg

    ulan ne diyeceğim bu durumda?? belli ki adam ucuz görünce almış. emekli olduğundan beri ''elinde gül fidanı olan birisi geçse de laf soksam'' diye balkonda bekliyormuş.

    ''nereden aldın'' dedi ''balgat'' dedim. ''ben ulustan aldım'' dedi gururlanarak. eminim lale devrinde hollandadan lale ithal eden adamlar bile çiçekleriyle bu kadar gurur duymamıştır hacı. ''hmm ne güzel-ne mutlu sana'' filan dedim. yoluma devam ettim.

    ayna karşısında bu ana çalışan hatta sırf bu an için yaşayan adamlar var dostlar. eminim o dayı bir kaç güne ruhunu teslim etmiştir. hani türk filmlerinde katilinin adını söylediği anda ''hıhhgh'' gibi bir ses çıkardıktan sonra kafası yana düşüp ölen adam vardır yaa. hah aynen o misal bu ulvi görevi yerine getiren dayı da ölmüştür diye tahmin ediyorum. neyse ki son günlerinde kendini gerçekleştirmiş olmanın huzurunu yaşadı.

    bide bu dayının bir adım ötesi, karakuşaklısı ''x'de y liraydı adamı'' vardır. dayının aksine bu versiyonda ki adamın bahsi geçen şeye sahip olması gerekmez. mesela bu adam elinde telefon mu gördü kendinde olmasa da sorar;

    -ne kadara aldın telefonu.
    -500 tl.
    -elm546 xf184 değil mi o?
    -evet.
    -gittigidiyor'da 350 liraydı.

    seni bir sıkıntı basar ''kesin çin malıdır o'' filan diye kendini teselli ederken ibnetor ekler ''çin malı filan da değil haa aynısı''

    ***

    neyse toparlayalım entryi, hülasa;

    ben daha ucuza aldım adamı ve x'de y liraydı adamı s. ktir git.

    not: 4 liraya saksıda çiçek buldum lan. satın alıp gün boyu dayının evinin oralarda gezineceğim. kesin kalpten gider bu sefer :).
    20 ...
  32. avrupalı gibiyim diyen türk

    1.
  33. ''ne mutlu türküm diyene'' deyip batıya özenen bir milletten geldiğim için batılı (gibi) olmak yada daha basitine kaçıp öyle görünmek istiyordum. Malum ülkemizde ideolojiler-fikirlere-yaşam tarzları idrak edilmez daha ziyade öylemiş gibi görünülürdü. Bu düşüncelerimin üzerine 2-3 arkadaşımın ''abi hiç türke benzemiyorsun yaa'' kelamları eklenince karar vermiştim. Evet, türke benzemiyordum, aynı batılılar gibiydim lan.

    ***

    geçenlerde kuzenimle istanbul'u gezmeye gittik. gülhane parkından girdik ayasofyaya yürüyoruz. etraf tarih kokuyor, insan adım atarken kaldırım taşlarına bir şey olacak diye korkuyor öyle bir ortam. neyse gülhaneyi geçtik ayasofyanın önüne geldik. ulan nasıl bir kalabalık arkadaş. durum ana baba gününü aşmış çoktan ama nedense hiç türk yok. her yer turist dolu. hani senelerdir ''yaa yabancılar bilgisiz abi. adamlara ülkemizin yerini haritada sorsan gösteremez'' filan deriz yaa yok hacı öyle değil. adamlar bizden iyi geziyor ülkemizi. hülasa dediğim gibi her yer turist dolmuş bir güvenlikler bir de biz türküz.

    Ayasofya girişinde sıra oluşmuş. sağa, sola tabela koymuşlar ama tabelalar hep ingilizce aliminyum. o an onlar mı yabancı ben mi emin olamadım doğrusu. görsen, adamlar benden daha aşina mekana. neyse biletçilerin yerini öğrenemeyince ''kalabalığı takip et'' şeklinde hareket edip sıralardan birine girdim. sağ çaprazımda slav kökenli bir çift, solunda fransız'a benzeyen bir bayanla avrupai bir havada ilerliyoruz. tam bu anda yanımıza güvenlik görevlisi geldi ''ticket'' dedi. biletleri toplamaya başladı. önümdeki herkes bileti verince sıra bana geldi.

    insan bu anda ortamın efemineliğine kendini kaptırmak istiyor anladın mı?? işin ahengini bozmak istemiyor. senelerdir ingilizce ders görmüş, ''bilet nereden alabilirim'' diye inglizce sormak istiyor. kafamda cümleyi toparlamaya çalışıyorum en fazla 1 saniye sürüyor ''can i ticket where....'' yok yok öyle değil ''where can i buy a ticket'' heh lan buldum diyorum o an. yaklaşık 1-1,5 saniyedir benden bilet bekleyen görevliye bakıyorum. tam sorumu soracağım görevli benden önce davranıp kati bir ses tonuyla ''bilet almadınız mı???'' diye soruyor.

    ulan o nasıl bir ses tonu, nasıl bir kendinden emin olmaktır arkadaş??? nereden anladın türk olduğumu???

    ''hee, hhi, evet'' filan diyorum. biletçilerin yerini gösteriyor. biletleri almaya giderken satıcı bir çocuk yanaşıyor yanıma ''selamunaleykum information'' deyip elinde ki ''istanbul'' yazılı kataloğu uzatıyor. ''de git ben türküm'' diyorum. ''pardon abi'' diyor ''arap sandıydım''

    ***

    arkadaşların ''türke benzemiyorsun'' derken kasıtları avrupalı değilmiş meğer.

    vay amk.
    5 ...
  34. üniversiteyi uzatmadan bitirmek

    1.
  35. üniversite 4. sınıftaydım. 3. sınıftan çuvalla ders kalmış. telefonda ''dersler nasıl'' diyen babaya ''iyi baba, bu sene bitiyor, * bitirmeden eve gelmem'' gibi laflar ederken yutkunuyorum. her sınav final havasında geçiyor, her puan altın değerinde. artık bütün dersler bölümün en zor dersi bana göre.

    vizemin düşük olduğu zooloji diye bir ders, dersinde matrak bir hocası var. matrak ama dengesiz olan türden. bir gün labaratuvara geldi bu, gitti mikroskoba bir şeyler yaptı ve sınıfa dönüp ''bugün sözlü olacaksınız, bilene finalde +10, bilemeyene -10 puan'' dedi. nereden çıktı lan bu???

    sağ taraf sıraya göstererek ''şu sıra'' dedi. mikroskopta 10 kişilik sıra oluştu. sırası gelen mikroskoptan böceğin bacağına bakıp adını söylemeye çalışıyor!!

    -ıhh şey phthiraptera hocam.
    +yanlış, numaran kaç?
    -072012514

    *orthopterida hocam.
    +yanlış, numara söyle.
    *072541465

    hoca herkesi sıradan geçiriyor aliminyum. 15 kişiden ancak 3 tane bilen oldu. onlarda bildiğinden değil haa. basit geldi, şans yani ama ben umutluyum. daha geçen böcekler konusuna çalışmışım.

    geçtim sıraya, böcek bacağıyla aramda 2 kişi kalmış. bir yandan ''ulan bunu bilsem, hopp 10 puan cepte vizeyi de kurtarmış oluruz'' diye hayaller kuruyorum diğer yandan babama verdiğim sözler kulağımda yankılanıyor; ''bu sene biter, bitirmeden gelmem...''

    sıra bana geldi. gözümü dayadım mikroskoba. bak, karşımda abartısız şöyle bir şey vardı '' şğz!!ksa&su/(as?!//i&r '' emin ol o bacağın hangi böceğe ait olduğunu bilsem bu kelimeyi de rahatlıkla çözebilir, kriptoloji diplomasını almaya hak kazanabilirdim. ama hemen yılmadım, baktım baktım bi 10 sene filan baktım. ağır ergenlik geçiren saçları dikili veledi sahra çölünün ortasında görmüş afrika yerlesi gibiydim. hiç bir şey çağrıştırmıyordu lan. sonra ansızın beynimden dıt dızt dırzt(hesap yapmaya çalışan eski bilgisayarları hatırla) sesleri gelmeye başladı. bir şeyler oldu. kafamda yanan ampulden etrafa ışık saçmaya başladım;

    -mystroptera hocam.

    dındın dındın dındın dındın * sessizlik oluştu sınıfta, o kadar kati bir sesle söyledim ki herkes şok geçirmişti. bütün kızlar hayran olup ''bu ne özgüven'' demiş hangisiyle çıkacağım hakkında tartışmaya başlamıştı ki;

    +yanlış, numaranı söyle.

    sinirlerim tepeme çıktı bir an, nasıl yanlıştı lan??? o sinirle kotumu sıyırdım. sağ bacağımı hocaya doğru uzatarak ''buyur hocam sıkıysa sen söyle'' dedim. sınıfta bir curcuna, bir panayır, bir festival havası oluştu. herkes gülüyor, herkes eğleniyordu. bir kişi hariç.

    okuldan uzaklaştırma aldım amk, uzatmadan bitiremedim.

    -alo baba eve geliyorum.

    #erken mi bitirdin, aslan evladım.''

    -vay amk-

    not: bir arkadaşım böyle bir sınav olduğundan ve hocayı bozduğundan bahsetmişti. bir şeyler ekleyerek paylaşayım dedim lakin uyaranlar oldu. böyle bir fıkra varmış. oylamadan önce ona göre karar verin dostlar.

    şuh günler...
    54 ...
  36. çocukken yapılan gariplikler

    1.
  37. sabah uyandığımda ''seçim var bugün'' dedi babam. başladım kim, kiminle, nerede, nasıl oyununu oynamaya; ''seçim nedir, nasıl yapılır,nerede yapılır, neden, ne kadar....''

    okula doğru yola koyulduğumuzda sorularıma devam ediyordum ''ben de seçmen miyim?, niye herkes okula gidiyor sadece küçükler gitmez mi??? vs...'' sınıftan içerince anneme de babama da mektup verdiler. önce annem geçenlerde kazak almaya gittiğimiz dükkanda ki kabine benzeyen yere gitti, çok merak ettim. ne yapacaktı ki orada?? içimden yanına gitmek geldi ama dizginledim kendimi, üstünü değiştiriyor olabilirdi, ayıptı...

    babam kabine doğru yönelince ardından hemen ben de gittim. kabine girdikten sonra babam uzunca bir kağıdı yavaşça açtı. biraz göz attıktan sonra hızlı bir hareketle elinde ki mührü kağıda indirip kağıdı katlayarak mektup'a koydu. kabinden çıktık. annemle beraber alt komşumuz(annem her gittiğimiz yerde bi tanıdık bulur, öyle bir yetenek)yanımıza geldiler, annem parmağını uzatarak ''bak f628 parmağımı boyadı amcalar'' dedi. biraz etrafıma bakındım, sadece annemin değil yanında ki komşumuz neriman teyzenin de parmağını boyamışlardı. ne güzeldi lan. anlaşılan buraya gelen herkesin parmağını boyuyorlardı.

    babamla mektubu büyük bir sandığa atıp parmak boyatma sırasına girdik. önde ki amcanın parmağı boyandıktan sonra sıra babama geldi, boyadılar parmağını fakat sıra bana gelince beni es geçtiler. neymiş? küçüklerin parmağı boyanmazmış!! halbuki ben de o kabine girmiştim, bu haksızlıktı lan.

    yol boyunca parmağı boyalılara özenerek eve gittim. içeri girer girmez pastel boyalarımı çıkarıp sadece bir değil tam dört parmağımı siyaha boyadım. onlardan bile çok parmağımı boyamış, kuralları yıkmıştım. ben bir süper kahramandım. ''parmağı boyalı adam'' elinde ki boyayı kötülerin gözlerine sürerek onları kör eden bir adam, hahahaha... şehirde ki bütün kötülüklere son vermeye, bütün kötüleri yenmeye karar verecektim ki annem ''f628 ali kapıya geldi, seni çağırıyor'' dedi. şimdi oyun vaktiydi kötülerin icabına daha sonra bakardım.

    aliyle koşturarak apartmandan çıkıp diğer çocukların yanına gittiğimizde hiç birinin parmaklarının boyalı olmadığı dikkatimi çekti''hehehe ben bugün çok önemli yerlerde bulundum'' diye düşündüm. acaba bir süper kahraman olsam yardımcı olarak hangisini yanıma alırdım??? aman neyse bu düşünceleri kafamdan atmam gerekirdi, oyun ve şehri kurtarmak aynı anda yürümezdi.

    güneşin altında 2-3 saat oynayınca yorulduk, herkes evine dağıldı. ben de eve mesaisi biten kömür işçisi suratıyla dönünce annem ''oğlum bu kadar kirlenecek ne yaptın’’ diye sordu ''bir şey yapmadım anne yaa'' dedim ''sadece suratım kaşındı biraz.'' hemen üstlerimi çıkarıp beni banyoya soktu, yıkadı.

    banyodan çıktığımda parmağımda boya kalmamasına karşın annemle babamın ki duruyordu. off şehri kim kurtaracaktı???? pastel boyam neredeydi??
    6 ...
  38. senin araba ne kadar yakıyor döngüsü

    1.
  39. erkeklerin bulunduğu ortamda 2-3 tanesinin arabası varsa kaçınılmaz olan hasbihaldir;

    arabalı1-(gözleri soru soracağı adamın arabasında)senin araba ne kadar yakıyor??

    arabalı2-20 kuruş.

    arabalı3-vay amk.

    a1- vay amk.

    a2-senin ki çok iyiymiş be benim ki 25 yakıyor.

    a1-benim ki de 23 yakıyor.

    artık sözün bittiği yere gelmişlerdir. aralarında en az yakan arabaya sahip olan kişi, ortamın kralı belli olmuştur. diğerleri kendilerini mal gibi hissederler. taa ki ortamın eistein'ı muhabbete dahil olana kadar;

    einstein- ne kadar yaktığını en son ne zaman ölçtün?

    a1- 2 ay olmuştur.

    einstein- ohoo 2 ayda benzine ne biçim zam geldi, sen şimdi ölçsen daha fazla çıkar.

    işte einstein soruna farklı açıdan yaklaşıp çözüm üretmiştir. herkes derin bir ohh çeker. artık gönül rahatlığıyla yaşamaya devam edip girdikleri ortamda arabalarının anahtarlarını masaya atarak gözünüze sokabilir fakat ağzını açtığında arabanın filan önemli olmadığından bahsedebilirler.

    haa unutmadan arabasını değiştirmeyi düşünüyordur. süper bir araba vardır, fiyatı çok iyidir, lastiklerini yenidir vs. şirketinde kendileri ile pek sohbet etmeyen adam da arabadan anlamamaktadır. güzel arabası vardır aslında ama jantları felakettir, heheh ne salak adamlar vardır.
    4 ...
  40. güzel kızlara tanınan ayrıcalıklar

    1.
  41. geçenlerde kütüphanede çaprazıma uzun siyah saçlarını dağınık topuz şeklinde toplamış, ahu gözlerinde derin, buğulu bakışlara sahip, orta boylu, narin vücutlu (ulan konu dağılıyor)bir kız oturdu. tabi önümde malum sınav kpss vardı ''hayatım 4 saate endeksli'' filan demedim kızı süzmeye başladım. ilk olarak bütün hareketlerini saran ahenk dikkatimi çekti. çantasını koydu masaya. sandalyesini ürkütmekten korkuyormuş gibi yavaşça çekip oturdu. defterlerini çıkarmaya başladı, o ara kendimden geçmişim...

    tekrar kendime geldiğimde ahu kız ayakkabısını çıkarmış çıplak ayaklarıyla kütüphanenin halısına basıyordu ''ne kadar tatlı, ne kadar doğal'' diye düşündüm(benle beraber 3-4 erkek daha hayran hayran bakıyordu) hayal dünyama tekrar dalıyordum ki içimden bir ses ''hişşt hop lan, bir dakika lan'' diye beni uyarıp ''ulan bunu bir erkek yapsa hayvan herif, pis ayak kokusu da kesin ondan geliyordur. allah bilir en son ne zaman yıkandı?? böylelerini kütüphaneye almamak lazım'' dersin üstüne üstlük onu kabul eden ünviversiteye de yetiştiren anneye-babaya da söversin'' dedi.

    düşündümde haklıydı lan. neydi bu güzel kızlara tanınan ayrıcalıklardan çektiğimiz??? neydi bu pozitif ayrımcılık?? ulan ben kaba, saba, kıllı bir adam bile değilim buna rağmen ben ayakkabımı çıkarıp çıplak ayakla otursam millet ''hayırdır amk piknikte miyiz'' bakışları atar, o ayağımı bir yerlerime sokmak için seferberlik ilan ederdi. hatta bunla yetinmez kütüphane kartımı iptal edip çıkışa kadar dayak atar, ana avrat düz giderdi. çok sinirlenmiştim, artık bu güzel kızlara tanınan ayrıcalıklara dur demenin vakti gelmişti!!!

    bunları düşünüyorken ahu kıza ilişti gözlerim, bir anda zamanın akışı yavaşladı. sanırım kantine gitmek için kalkıyordu ki elbisesi yanında oturan çocuğun cüzdanına takılıp cüzdanı yere düşürdü. gülen gözlerle ''önemli değil, insanlık hali'' gibi laflar etti çocuk. ''ahh'' diye düşündüm ''ne tatlı, ne şirin bir sakarlığı var'' , ''bir dakika lan o cüzdanı ben düşürsem...''

    edit: imla değil.
    92 ...
  42. eski türk filmlerindeki hancı

    1.
  43. iş aşkıyla yanıp tutuşan insandır, şöyle ki;

    hatırla o sahneyi, hatırla... handa düşman iki grup karşılaşınca kılıçları çekip ''atıl kurt'' nidaları arasında manasız şekilde sallardı hani. örneğin masanın üzerinde ki adamın ayaklarını kesme girişiminde filan bulunurlardı. 1-2 dakikalık bu atraksiyonun akabinde her iki grubun da elemanlarından birinin aynı kolyeyi taktığı(!)fark edilir ve bu kolyeler sayesinde aslında düşman olmadıklarını anlaşılırdı. işte tam bu anda sıra adamımıza gelir. suratında apalak bir ''hihihihi'' ifadesiyle koyu tenli, kısa boylu, şişman hancı sahneye dahil olurdu. elinde tır direksiyonu büyüklüğünde tepsiyle ''acıkmışsınızdır gençler, uzundur kılıç sallıyorsunuz, alın yemek getirdim'' gibi laflar edip masaya yemeği koyardı. hatırladın di mi bu sahneyi??

    işte öyle bir iş aşığı bir hancıdır bu. içeride ölümüne kavga olsa bile ''dövüş insanı acıktırır'' diye düşünür. içeriye kafasını uzatıp ''ulan şimdi 10 kişiler 3'ü ölse... 7 kişilik yemek hazırlayayım ben en iyisi'' diye düşünüp hızla yemeği hazırlar. kavga sonunda dövüşten memnun kalmış ifadesiyle(husumet bittiğinden mutludur ellaam) masaya getirir yemeği. hana girip kavga etmeden ''hancı yemek getir'' desen o kadar hızlı gelmez o yemek, öyle duyarlı bir insandır bu.

    ulan bizim ülkede böyle 10 tane adam olsa şimdiye muasır medeniyetler seviyesine ulaşmıştık...
    20 ...
  44. çok konuşan arkadaş

    1.
  45. üniversitedeyken böyle bir arkadaşım vardı. adam futboldan konuya girer 5 dakika içinde arıcılığın türkiyeye faydalarından çıkardı amk. o konuşurken yakaladığım konuyla ilgili kafamda 2-3 cümle tasarlayana kadar konu çoktan geçer ben de mal gibi ortada kalırdım.

    neyse bir gün bu arkadaşla yürüyerek vatan bilgisayar'a gitmeye karar veriyoruz. gün boyu kapalı olan hava sağanakla atıştırma arasında gidip geliyor. hani yağmur yağınca su birikintileri oluşur yaa onlar çoktan oluşmuş hatta bir kaç tanesi birleşip göl oluşturma aşamasına girmiş. bazılarına bakınca ''ulan olta atsam 1-2 balık yakalar mıyım??'' diye düşünüyor insan. lakin biz azimliyiz inat ettik yürüyeceğiz...

    alacağımızda öyle netbook filan değil haa 3-5 boş cd filan amk. kah çamurlardan atlayarak, kah koşarak çukurlarla dolu son düzlüğe giriyoruz, 50 metre ancak var. tabi bana oranla baya cüsseli arkadaşım yol boyunca sürdürdüğü performansından gram bir şey kaybetmiyor. memleketinde ne çok yağmur yağdığından giriyor, cırcır olduğunda içtiği baharatlı baldan çıkıyor. adam anlattıkça anlatıyor. ruhumu teslim etmeme az kalmış. tam o anda kurtarıcım olan araba, bir tanesi titrek yanan lambalarıyla bize doğru hızla geliyor. benim gözlerim arabada arkadaş ise amcasının da böyle bir arabası olduğundan, ışığının titrek yandığından bahsediyor. araba yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor...

    ''çaaattttt'' arabanın yanımızda ki çukura girmesiyle su öyle yükseliyor ki okyanus yanındayım da med cezir dalgaları üzerime geliyor sanıyorum. hani biri sörf tahtası filan verse sörf yaparım öyle bir durum. refleksle kafamı duvara doğru çeviriyorum...

    bir kaç saniye bekleyip gözümü açtığımda sırılsıklam değilim. hatta ıslak bile değilim. sadece yürürken ileri attığım sağ ayağımın paçası ıslanmış. lakin bütün duvar sırılsıklam, benim olduğum yer kuru. biraz dikkatli bakınca kuru kalan kısmın yürüyen bir insana benzediğini fark ediyorum, arkadaşımın izi duvara çıkmış amk. adam öyle feci ıslanmış ki ağzından sular, balıklar, kaplumbağalar filan çıkıyor. dönüp arabanın arkasından küfrediyor ama dediklerinden bir bok anlaşılmıyor ''gulu gulu guluuu...''

    neyse gittik ben girdim, boş cdleri aldım, çıktım. çıkıncada ''nerde kaldın'' diye beni azarladı, çok üşümüş. döndük eve o günden sonra o arkadaşla hep çukurlu yollarda yürümeye çalıştım. adam su birikintisi gördüğü anda sustu, sesi çıkmadı. haa bir de bir kaç gün su içmedi, yok yok tiksindiğinden filan değil. bir kaç günlük suyu orada içtiği için :)

    yapayımda silinmesin editi: hayattan bezdiren, aynı şeyleri 10 kere anlatan arkadaş modelidir.
    8 ...
  46. kırmızı izler

    1.
  47. ''oğlum hadi gel yemeğe'' diye bağırınca annesi ''iki dakikaya gelirim'' diye cevap verdi Atilla. Aslında yalandı ne iki ne üç ne beş dakika, yemeğe gitmek istemiyordu. gözlerini bilgisayara mühürlemişti...

    uzun süredir muhabbeti olan hoşlandığı kız'a yani kendi tabiriyle diyaliz makine’sine ''bu hafta sonu sinemaya gidelim mi??'' diye sormayı düşünüyor, muhabbeti filmlere çekmeye çalışıyordu. çoğu insan için bu teklif ''2 biletim var sinemaya gelir misin???'' kolaylığında olmasına karşın Atilla için geçerli değildi, nedense eskiden beri zorlanırdı bu konuda.

    Sonunda cesaretini toplayıp ‘'bu hafta sonu ne yapacaksın???’’ yazıp gönderdi iletiyi akabinde ‘’yine ders çalışıp bunalacağım...’’ diye cevapladı kız. ‘’hehehe’’ diye sevdiği kıza sempatik gözükmeye çalışan çaresiz erkek gülüşü atan atilla ‘’arada dinlenmek lazım’’ dedi. Umursamaz bir ‘’evet’’ cevabı belirdi ekranda. ‘’malum’’ dedi Atilla ‘’her zaman gaza basarak yarış kazanılmaz, önemli olan doğru yerde frene basmaktır. bu arada filmlere göz attın mı şu sıralar???’’

    Uzun uğraşların sonunda muhabbet kilit noktaya gelmişti. Ekranda minicik harflerle ‘’zeynep ileti yazıyor’’ yazısına baktı, o cümleyi dört defa okudu. beşinci kez okumaya başlıyordu ki yazı silindi, cevap gelmişti.

    ‘’şimdi çıkmam lazım kusura bakma atilla...’’

    ****

    Torunu ''babanne hadi uyan'' diye üzerine çullanınca güldane hanım göz kapaklarına ağırlık asılıymış gibi yavaşça gözlerini açıp ''ne oldu sabah sabah??'' diye sordu. ''boncuk'' dedi atilla ''aşağı düşmüş...'' boncuk onun 6 aydır balkonda bakmaya başladığı civciviydi. 6 ayda büyümüş, koca tavuk olmuştu. boncuğun büyümesiyle birlikte atillanın mahallede karizması artmıştı. boncuktan ne zaman bahsetmeye başlasa çoğunluk etrafına üşüşürdü. hatta ilerde evleneceğini düşündüğü kız olan güleryüzlü gülbin bile kendisine boncuktan bahsedilmesine bayılır, aynı şeyleri onlarca kez dinlerdi. aşk bu olsa gerekti bildiğin şeyleri sıkılmadan dinlemek...ayrıca gülbin boncuğa yemek vermek için iki kere evlerine gelmişti, birazda odasında oyun oynamışlardı beraber, evcilik....

    Güldane hanım yavaşça kalktı yataktan başını alelade bağlayarak balkona çıkıp aşağıya göz attı ''bak aşağıda geziyor. git getir hadi boncuğu'' dedi atillaya. koşa koşa indi merdivenleri. boncuk onu görünce biraz kaçtı ama ondan hızlıydı atilla. yakalayıp eve götürdü. balkona koyup ''bir daha balkondan aşağı uçarsa çok kızacağını, onu mahallenin topal köpeği karabaşın yiyeceğini'' söylerken elinde ki taşı da tehditkar bir şekilde sallamayı ihmal etmedi.

    ****

    …tam beşinci kez okumaya başlıyordu ki yazı silindi, cevap gelmişti.

    ‘’şimdi çıkmam lazım kusura bakma atilla’’

    okuduğunu anlaması biraz uzun sürmüştü, yavaşça ellerimi klavyeye götürdü ''görüşürüz'' yazıp enter'e tıkladığımda ekranda ''iletiniz kullanıcı çevirimiçi olunca gönderilecektir'' ibaresini fark ettiği anda annesinin cırtlak sesini tekrar duyuldu ''hadi oğlum yemek soğuyor...''

    mutfağa bir kaç metre kala anlamıştı kokusundan yemekte yıllardır yemediğim tavuk olduğunu. Ve mutfağa girdiğinde her tavuk piştiğinde yaşanan merasim yeniden başladı;

    -oğlum hadi bu sefer tavuk ye...
    +anne olmaz, tavuk sevmiyorum ben.
    -döner yiyorsun ama, bunu neden yemiyorsun??
    +nedenini bilmiyorum ama bu şekilde pilav üzerinde sevmiyorum anne, ısrar etme.

    ***

    Atilla merdivenleri koşa koşa çıkmaya başladı. o kadar hızlı koşuyordu ki basamakları üçer üçer çıkan babasını bile geçmişti. ''oğlum yorulmadın mı sen??'' diye bağırdı annesi ve sanki yanında hayali bir sohbet arkadaşı varmış gibi ekledi ''sabahtan beri kızılaydayız. benim ayaklarıma kara sular indi o hala koşuyor…'' aslında o da yorulmuştu ama olsun boncuğu uzun süredir görmüyordu. kapıya varınca sertçe vurmaya başladı ''tak tak tak tak'' birazdan babannesi açtı kapıyı. ayakkabılarını çıkartıp balkona koştu ama boncuk yoktu ''babanne boncuk gene aşağı uçmuş'' dedi babanneside ''evet ben de gördüm ama herhalde yan mahalleye filan gezmeye gitti, aşağı da yok'' dedi. ''akşam ezanı okundu ama, hava karardı niye gelmedi ki daha???'' diye sordu Atilla. ''herhalde birazdan gelir'' dedi güldane hanım. ''peki'' dedi çocuk. ‘’acaba tavukların kulakları nerededir’’ diye düşündü. Eğer eve çok geç gelirse babasının boncuğun kulakları çekmesi gerekirdi ama kulakları yoktu ki??? Yoksa var mıydı??? Dilemmada kalınca babasına sormaya karar verdi…

    annesi ve babası girmişti içeri, anne ayakkabıları alırken babası mutfağa girdi ''yemekte ne yaptın anne'' diye sordu. güldane hanım ''pilav'' dedi gözleriyle tezgahın üzerinde duran eti işaret ederek ''yanında da biraz et pişirdim, şu da arttı dolaba koyacaktım.'' ete baktı atilla, kafası pek keskin olmayan bir bıçakla kesilmiş gibi yana bükülmüştü, yoksa??

    o akşam pilav üstü tavuk vardı yemekte, herkes yedi atilla yemedi. aslında içimdeki umudu da kaybetmedi, belki de gerçekten yan mahalleye gezmeye gitmişti??? Boncuğun evine bakmak için mutfağın balkonuna çıktığında balkonun taşlarını dikkatini çekti. normalde gri renge sahip olan taşların üzerinde kırmızımsı izler, balkona dökülen suyun aşağı akmasını sağlayan boruya çatlağından su sızdırmasın diye sıkıştırılmış bezin üzerinde kıpkırmızı lekeler vardı lakin yinede umudunu kaybetmedi.

    Hem belki de aşağı uçmuş topal karabaş onu yemişti haa?? gerçi yok yok karabaş onu yakalayamazdı ki, topaldı o, ama keşke yakalasaydı. Karabaşın yemesi en azından gözlerinin önünde annesinin, babasının yemesinden daha iyi olurdu.

    Atilla o günden sonra pilav üstü tavuk hiç yiyemedi, o günden sonra yanaşmadı yanına gülbin. Duymuştu boncuğun öldüğünü hatta ailesinin onu yediğini. ailesini yamyam olarak görmüş, şuan ölü olan bir tavuk hakkında eskiden beridir dinleye dinleye ezberlediği olaylarını dinlemek istememişti. sanırım gülbin ona değil boncuk'a aşıktı, bir tavuk bile kendisinden daha değerliydi, kızlara karşı güveni kırılmıştı....

    ***

    yemekten sonra bilgisayarın başına geçince diyaliz makinasının henüz çevirim içi olmadığını gördü, ''üff'' dedi ''neden çekingen davranıyorumki kızlara karşı, üff....'
    5 ...
  48. ortalıktan kaybolan adamın neredesiniz demesi

    1.
  49. başlık 50 harf kuralına takıldı, baştan yazayım;

    ortalıktan bir anda kaybolduktan sonra aniden zuhur edip neredesiniz lan diye millete fırça çeken tip

    ***

    temelin bir fıkrası vardır hani;

    temel bir gün otobanda giderken ters yöne girmiş ve o sırada dinlediği radyodan anons yapıldığını duymuş;

    -dikkat dikkat x kara yolu üzerinde ters yönde yol alan bir araç vardır dikkat dikkat...

    temel anonsu bitince buruşturmuş suratını, karşıdan gelen arabalara bakmış ''hangi biri hangi biri'' demiş.

    **

    5-6 kişilik arkadaş grubuyla gezerken sağa sola bakarsınız bir kişi eksik. adamımız bir kızın peşine takılmıştır, yandaki kafede canlı yayınlanan maçı görmüş skoruna bakmak için yanınızdan ayrılmıştır sonuçta yoktur. siz 10 dakika ''nerede lan bu'' diyerek bunu ararken adamımız kaybolduğu hızda ortaya çıkar ve yüzünde hafif stresli ifadesiyle ''neredesiniz abi sabahtan beri sizi arıyorum ben'' demeye başlar. onun algısında biz koyun sürüsü kendisi ise çobandır amk. hep biz kayboluruz bunlar asla kaybolmazlar.

    bir de iki sene boyunca selam vermeyi geçtim cevapsız çağrı bile bırakmayan arkadaşlar vardır. eğer ''ulan bir sesini duyayım'' diye ararsanız ''abi hiç aramıyorsun yaa'' diye açarlar telefonu. ulan mendebur ineği ben gene iki senede bir arıyorum, asıl sen hiç aramıyorsun amk. gerçi kesin aramıştır ama kapalıdır benim telefon, evet...

    ulan anormallik bir spor dalı olsa her olimpiyatta altın ve gümüş madalya bizim olurdu, altını birinci gümüşü ise ikinci arkadaş alırdı.

    neyse biraz garip, biraz kalendermeşrep tiplemelerdir bu insanlar ama yinede ben severim kendilerini.
    6 ...
  50. yemek adabı olmayan adamla aynı masada yemek yemek

    1.
  51. nasıl bir ortamda yemek yemektir anlatayım;

    hani eski türk filmlerinde bir sahne vardır. handa düşman iki grup karşılaşır kılıçları çekip ''atıl kurt'' nidaları arasında manasız şekilde sallarlar. örneğin masanın üzerinde ki adamın ayaklarını kesme girişiminde filan bulunurlar. 1-2 dakikalık bu atraksiyonun akabinde her iki gruptan bir adamın aynı kolyeyi taktığı gibi bir şey açığa çıkar ve bu kolye sayesinde aslında düşman olmadıkları anlaşılır. işte tam bu anda suratında apşalak bir ''hihihihi'' ifadesiyle koyu tenli, kısa boylu, şişman bir hancı dahil olur sahneye ve ''acıkmışsınızdır gençler, uzundur vuruşuyorsunuz. alın yemek getirdim'' gibi laflar edip yemeği az önce üzerinde milletin birbirini kesmeye çalıştığı masaya koyar.

    öyle iş aşığı bir hancıdır bu. içeride ölümüne kavga olsa bile ''ulan dövüş insanı acıktırır'' diye düşünür. içeriye kafasını uzatıp ''ulan şimdi 10 kişiler 3'ü ölse... 7 kişilik yemek hazırlayayım ben en iyisi'' diye düşünüp yemeği hazırlar. kavga sonunda dövüşten memnun kalmış ifadeyle masaya getirir yemeği. hana girip kavga etmeden ''hancı yemek getir'' desen o kadar hızlı gelmez o yemek, öyle duyarlı bir insandır bu. ulan bizim ülke de böyle 10 tane adam olsa şimdiye muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmıştık...

    neyse işte o kavga eden grubun başında ki adam eti eline alır sanki ''1 dakika kim daha çok but yiyecek'' tarzı bir yarışmadaymış gibi ısırmaya başlar. arada da yüz felci geçirmiş gibi içtiği şarabı ağzının kenarından akıtıp hiç bir zaman yeterince şarap getirmeyen hancıya ''hancı şarap getir'' diye bağırırken etten ısırmaya devam eder.

    hatırladın mı o sahneyi???

    işte böyle yemek yiyen adamlarla yemek yemektir.(yaa öğrenin tanım nasıl yapılırmış...)

    ramazan ayı iftar'a az bir süre kalmış.dayım, dedem, ben oturduk masaya iftarı bekliyoruz . tabi iftar bu insan ilk başta biraz hızlı yemek yiyebilir, yemeklere aç gözlü bakabilir normaldir ama yok bu masada durum öyle değil. sanki cami imamı fatih sultan mehmet bizde istanbul surlarına saldıracak askerleriz, sanki yemekler kimsesiz, tenha yerlerde gezen güzel bir dul kadın bizde tecavüzcü çoşkunuz öyle bakıyorlar yemeğe. emir bir gelse, hani bir okunsa parçalayacaklar yemeği...

    o anda bir hocanın ''alla...'' sesi duyuldu, masadakiler ''allah allah'' nidaları arasında saldırıya geçti. abartısız söylüyorum 3 saniye içinde dayım ağzına 2-3 dolma soktu, hani ağzını ısıtma yeteneği olsa tencere filan olarak kullanabilirsin, öyle bir adam...

    dedem desen adam canlı vakum makinası. çatak kaşık kullanmadan yemek yiyor, bukelemunların dilsiz halini düşün öyle bir yetenek, yemek istediği şeye 1-2 saniye bakıp ağzını bir açıyor çat yemek ağzının içinde, biraz zorlarsa örtüyü bile kaldırır...

    bende köşe de çorbamı içiyorum usul usul. bir ara tuzu alayım diye uzandım az kalsın kolumu yiyecekti birisi, zor kurtardım. neyse benim çorba bitmeden dayım başladı geğirmeye. adam bu konuda kendini yetiştirmiş hani olimpiyatlarda ''geğirme'' diye bir kategori olsa her olimpiyatta altın madalyamız garantiydi. bir bardak suyla bile 5 dakika gegirebiliyor, bunu sosyal statü sanıyor...

    neyse kısacası zor iştir lan o, dikkatli olun böyle yemeklerde(burası yemeği sakin yiyenlereydi) siz de yemeği düzgün yiyin lan, yavaş olun saldırmayın. bunlara anneleri hiç mi dememiş ''tamam gene sen yiyeceksin, hepimize yeter'' filan diye(burası tıkınanlaraydı) sizde çocuğunuza güzel yemek adabı verin(burası ebebeyinlereydi) tamam hadi siz de dağılın(buraya kadar okuyan olmaz ya buda okuyanlaraydı)
    6 ...
  52. daha mutlu olamamdan bir daha mutlu olamama geçmek

    1.
  53. öncelikle 50 harf kuralına takılan başlığımı baştan yazayım;

    ''daha mutlu olamamdan bir daha mutlu olamam'a kayan hayatlar''

    ***

    ilişkimin üçüncü yılı yüzüne bakınca hurilerden bir numune olarak dünyaya gönderildiğini düşündüğüm kız arkadaşımın gözüne çarpan güneş ışığı bir tanemin gözlerini daha açık renk gösteriyor, vurgun yemekten korkmadan gözlerinin derinliklerine dalıyorum. ''gitme'' diyor bana ''gitmem ki'' diyor içimde ki çocuk, sesi heyecandan titrek çıkıyor, gülümsüyorum ve şarkıya eşlik etmeye başlıyorum...

    gitme yoksa katlederim bizim yan komşuları...
    sonra polise derim öldürmüş masumları...
    gitme dünyam dönsün dönsün....

    ''herhalde bundan daha mutlu olamam'' diye düşündüğüm zamanlardı. sevgi bütün dünyamı kaplayan bir kar mutluluksa gönlümün karayollarında bolca bulunan buzdu. uçuyordum ayaklarım yerden kesilmişti...

    ***

    doğanın canlı bir varlık olduğunu düşünürdüm küçük bir çocukken, doğa da insanlar gibi üzülür, mutlu olur, güler, ağlardı. bu sebeple insanların sadece havanın kapalı olduğu günler öldüğüne inanmıştım zira bir insanın ölmesi ve doğa ananın buna gözyaşı dökmemesi ihtimali yoktu minik kalbime göre.

    dedemin vefat ettiği gün hava çocukluğumda inandığım tezi doğrular nitelikte kapalı ve yağmurluydu. mezarın başına omuzların üzerinde getirdiler tabutu, ''insanlar ömürleri boyunca kırk santim yol alıyorlar'' diye düşündüm, ''kucakta taşınarak başlayan insanoğlunun ömrü omuzlarda taşınarak son buluyordu.'' mezarın içine baktım beklediğimden derindi, bir buçuk metre kadar... içini son on dakikada hızlanan yağmur on-onbeş santim su doldurmuştu. tabutunu yere indirdiler, o ana kadar ıslanmasın diye dedemin üzerine örtülen poşeti çektiler üzerinden, kefeninden tutup mezara indirmeye başladılar. çok ıslanan kefenine ölü yüzünün sureti belirdi. koydular mezarın dibine ıslanan ölü vücudunu üstüne lah tahtalarını koyup toprak atmaya başladılar. ıslak toprağın ağır olmasına karşın on dakikada bitti insanın ömrünün bittiğini gösteren toprak atma merasimi...

    okunan fatihanın ardından hızlı adımlarda kabristandan çıkarken mezarlığın kapısında ki yazı dikkatimi çekti, gözlerimi kısarak okumaya başladım ''biz de gezerdik sizin gibi siz de geleceksiniz bizim gibi'' yazıyordu...

    ***

    gözlerini utanıp yerdeki halı motifleri üzerine mühürleyen çocuklar misali yerden gözlerini ayırmıyordu beş yıllık sevgilim, daha önce onlarca kez incelediğim dudakları aralandı ''olmuyor'' dedi ''artık devam edemeyiz'' sebebini sordum ''sebepsiz'' dedi ''bir şeyler birikti'', ''bir şeyler??'' diye üsteledim sessiz kaldı, ölüm sessizliği bu olsa gerekti. olağan ayrılıktan kötüsü uzun ilişkilerin kaderi olan sebepsiz ayrılıklardı...

    ''hoşçakal'' dedi ''kalamam'' dedim ''hayat bu'' dedi ''öğrettin'' dedim. daha önce yüzlerce kez geliş yolunu bekleyen gözlerim gidiş yolunu izlerken ''bütün ilişkiler ömürleri boyunca kırk santim yol alıyorlar'' diye düşündüm ''kalpte başlayan ilişkiler kafada bitiyordu.'' hızlı yürümesine karşın etrafında milyarlık vazolar varmışcasına aheste ilerliyor gibi algılıyordum, aklım işlemler ağır gelen bilgisayar misali yavaşlamıştı fakat gözyaşlarımdan üç tanesi çenemin orada bulunan bitiş çizgisine ulaşmak için birbiriyle yarışıyordu hızla, aklımın aksine...

    uzanıp kanlıcanın orta yerinde bi taşa...
    gözümün yaşını yüzdürdüm hisara doğru...
    ,....

    ***

    gözlerimi açtığımda kapalı ve sisli bir gün olduğunu gördüm. tabutun içinde taşınmama karşın kefenim yoktu. beni taşıyan adamlardan birisi ''kaçıncı basamaktan düşmüş'' diye sordu ''elli sekiz'' dedi bir başkası. üç-dört kişiden bir uğultu yükseldi. uyandığımdan bihaber tabutun sağ ön tarafında olan adam ''uyanmasa bari'' dedi. ''uyanmıştır bence'' dedi bir başkası ''uzun sürdü taşımamız'' tabutumu omuzlarından yere indirdiklerinde mühürlenmiş misali kapalı olan ağzım açıldı ''durun'' dedim ''ben daha ölmedim ki, neden gömüyorsunuz beni??'' fakat sorum beklediğim tepkiyi alamadı, hatta hepsinin suratına sanki bu soruyu bekliyorlarmış gibi soğuk kanlı bir ifade vardı. bir tanesi sağ kolunu gögüs hizasına kaldırarak ''buraya gömülmek için ölmek gerekmez'' dedi ''yoksa girişteki yazıdan bahsetmediler mi sana???'' kafamı kolunun hizasına kaldırıp elinin işaret ettiği tarafa baktım ''biz de severdik sizin gibi siz de ayrılacaksınız bizim gibi'' yazıyordu....

    çırpınmaya başladım zapt ettiler beni, bağladılar ellerimi indirdiler mezara. ilk ayaklarıma sonra karnıma en son olarak da gözlerime toprak attılar. görüntüm tamamen kararınca mezarlıktan yükselmeye başladım, yükseldim, yükseldim bir kaç saniye sonra uzaydan dünyayaya bakıyordum o anda bir mekanik bir gıcırtı sesi duydum bir-iki kere tekleyen dünya dönmeyi bıraktı, durdu ve gaipten bir ses duyuldu ''gitme dünyam dönsün dönsün....''

    ***

    ,....
    yapacak hiç bir şey yok gitmek istedi gitti...
    hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti...

    mırıldanırken ayak tabanlarımda bir baskı, bir sertlik hissettim, artık yere basıyordum.

    ''ilişkiler zifiri karanlıkta çıkmaya çalıştığımız sonu olmayan merdivenler gibiydi, her ay bir basamak çıkıyor belli bir süre sonra ayağımızın yerden kesildiğini hissediyor ve ömrümüz boyunca bu şekilde devam edeceğimizi sanıyorduk. lakin bütün ilişkilerin sonunda düşündüklerinin aksine düşüyordu insanoğlu. ben her ayın dördünde bir basamak çıkmış üçüncü seneye doğru ayağımın yerden kesildiğini düşünmüştüm. aslında hakkımda vardı yükseliyordum ta ki elli sekizinci basamağa kadar, zira elli dokuzuncu basamak yoktu ayağımı boşluğa atmış ve beş sene de çıktığım yolu bir saniye de inmiştim, artık yerdeydim''

    acaba o mu beni gömer ben mi onu diye tasalanırdım zamanında, aynı anda ölmek için dua eder mi lan insan??? ben ettim, o gün ''insanlar plan yapar ve tanrı güler'' sözünü zihnimin mahkemesinde tasdikledim.

    ***

    ''bir daha mutlu olamam'' diye geçirdim aklımdan, zihnim zaman saatine göre abartısız 1 senedir yürümesine karşın henüz benden 5-6 metre uzaklaşan sevgilimin ardından bakarken.

    fark ettim ki; daha mutlu olamamdan bir daha mutlu olamam'a kayan bir hayatın elçisiydim...

    ***

    kalbimin kara yolları üzerinde sevgi bir kar, mutluluk ise buzdu. ne zaman buz tutmaya yeltense gönlüm eski sevgilim tuz misali üzerime atıldı ve huzurumu çözdü....

    not: söykü dergisi sayı 14 kar için yazılmış bir öyküdür.
    20 ...
  54. dış görünüşe göre yargılamak

    1.
  55. --hani lavaboda yüzünü yıkarsın ve nereden geldiği belli olmayan uzun bir saç teli bembeyaz lavabonun üzerinden sana sırıtmaya başlar. işte o anda bir saniyeden bile kısa süren bir üzüntü aniden içini kaplayıp kapladığı hızla da yok olur zira o tel uzun senin saçların kısadır, senin değildir--

    işte o zamanlar lavaboda dökülen saçların hepsine cami avlusuna bırakılan çocuk muamelesi yapardım, görünce içim acır alıp ''başımın üstünde yerin var'' demek isterdim. harbi vardı lan, onlara bol bol yerim vardı...

    ***

    aylardan ocak ayı dışarıda kar havası var. soğuk, olabildiğince soğuk. saçı dökülen adamın yağmurda saçın açıldığı bölgelerde yağmur damlalarını hissetmesinin hüznünü yaşadığım zamanlar saçımı sıfıra vurmaya niyetleniyorum, anlık bir düşünce, ani bir karar...

    alıyorum elime makineyi vuruyorum, üzerinden de jiletle geçiyorum. aynanın karşısına geçince yüz ameliyatları hakkında konuşan psikologların ''insanın aynaya bakınca kendi çehresinde farklı bir yüz görmesi psikolojisini bozabilir'' sözleri aklıma geliyor, haklılar tanıyamıyorum kendimi, üzülüyorum...

    fakat havanın karlı olması sebebiyle bir avantajım olduğunu fark ediyorum. bere takınca gayet uzun olan sakallarım sayesinde çok olağan bir insan tiplemesi çizdiğime kanaat getirip sakallarım kalmasına karar veriyorum. yarın lüleburgaza yolcuyum, otobüstekilere normal gözükmek istiyorum.

    *****

    akşam vakti 22,00 otobüsünde yerimi almıştım, başta her şey normaldi ta ki otobüsün klimalarını hesaba katmadığımı fark edene kadar. otobüs hareket ettikten 10 dakika sonra otobüsün içi fırın gibi olmaya kafamda ki bere emanet gibi durmaya başladı. etraftaki insanların ''bu sıcakta ne beresi lan, manyak mı nee'' bakışlarına dayanamadım çıkardım bereyi. işte o anda yolcuların benim hakkında ki görüşleri tamamen değişti, benden korkmaya başladılar ''nereye sakladı lan acaba bombayı'' , ''şu üzerinden sarkan ipi çekse havaya uçar mıyız'' , ''ulan bunu kim aldı otobüse'' bakışı atıyorlardı, saçlar sıfır uzun sakal...

    ulan muavin millete ''ne istersiniz kola, çay vs.'' gibi laflar edip kızlara fazladan kek verirken bana gelince gülümseyen yüzüne senin suratına sıçayım ifadesini yerleştirip ''ne istiyon'' deyip yanımdan geçiyordu.

    arada dönüp bakanlar mı dersin, molalarda etrafıma 3 metreden fazla yaklaşmayanlar mı dersin, bir tuvalete filan gitsem beni orada bırakıp kaçmazlarsa adam değilim lan. hatta beni o otobüsten direkt atarlardıda ılımlı bir profil çizdim.

    benden size tavsiye olsun saçınızı sıfıra vurursanız sakalınızı da kesin oğlum zor duruma düşersiniz ayrıca insanları görünüşüne göre yargılamayın lan.

    cıks cıks cıks kızarım haa.
    25 ...
  56. sevgiliye kapitülasyon tanımak

    1.
  57. bir erkeğin kızı ne kadar sevdiği uğrunda feda ettikleri, vazgeçtikleriyle tanımlanır zannımca. ''abi ben çaldıranı aramam, 2 mesajıma cevap vermediyse 3. mesajı atmam'' deyip 4. mesajı da attık çoğumuz, kapitülasyonlar tanıdık, terk edildik lakin kapitülasyonlar hala geçerliliğini korudu çaldırsa arardık yine...

    çalmadı, iyi ki çalmadı zira inanırdık dediklerine.

    yapayımda silinmesin editi:bütün erkeklerin başına gelen durumdur, sevdiğine ayrıcalık tanımaktır.

    not: wecihii ve lord nubunagaa'e teşekkürler.
    6 ...
  58. konuşmayı geç söken bebek

    1.
  59. yakında alacağım şu plus paketlerden, böyle olmuyor, açacağım başlıklar 50 harf sınırına takılıyor... alacağım paketle kırbacı paragraf uzunlukta ki başlıklarıma vuracağım kırbacı nihaha yok lan bu başka bir şeydi neyse başlığı düzgün şekilde yazalım;

    konuşmayı geç söken çocuğu için eisteinde böyleydi diyen ebeveyn

    anne baba içgüdüsünden narinliğini görüp acımalı mı??? yoksa gerçekten umutlu olduğu için dalga mı geçmeli kararsız kaldığım aynı zamanda da gıpta ettiğim ebeveynlerdir. bu kişilerin çocukları 3 yaşına gelip hala konuşamasa bile umutlarını kaybetmeyip ''einstein de 6 yaşına kadar konuşmamış değil mi, benim oğlumda üstün zekalı olacak heheh'' gibi laflar ederler özenirim bu adamlara, benim gibi karamsar adamların çocuğu konuşmayı etrafından ki veletlere oranla bir geç sökse o bir ay içinde uyku düzenim bozulup içinde dilsiz insanları barındıran rüyalar görürdüm, keşke iyimser bir bakış açım olsaydı...

    bir de merak ederim acaba bu ebeveynler çocuğunun ileride başarısızlıklarını görünce, ne bileyim çocuğu okumayıp bakkal açarsa akabinde de bakkalı batırırsa.

    ''olsun sabancı da okumadı bakkal açarak başladı iş hayatına hehehi'', ''olsun büyük adamların el attığı ilk işler hep batmıştır, uzun atlamak için bir kaç adım gitmek gerekir hehehi''

    diyecekler mi??? sanırım demezler buda kendi içlerinde bir çelişki olarak sırıtsın bize bu platformdan.

    iyimser bir insan olmak varlığımın emellerinden olsa da yapamayacağım şeylerin yazılı olduğu ajandamın fazla dirsek sürtmekten kıvrılmış sayfalarının ucunda yazılı durmaktan başka bir şey yapamayacak anlaşılan.

    not: plus filan yok bu kadar iyimser olmayın.

    yapayımda silinmesin editi: okumayı yaşıtlarına oranla geç söken çocuktur.
    5 ...
  60. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük