27 ekim 2013 itibariyle öldüğünü öğrenmiş olduğumuz muhterem. tam da bugün metallica ile yaptıkları lulu albümünü dinleyip biraz eğleneyim, güleyim demiştim. sözlerim kadar düşüncelerimin de şom olduğunu düşünüyorum artık. huzur içinde uyusun.
pearl jam 'in son bombası. herkes müzik eleştirmeni olduğu için klasik olarak son dönem müziklerinde eski etkiyi bulamadıkları gibi şeyler söyler. fakat bu albüm 2013 yılının en iyi albümü bana kalırsa ki dinleyen benken bana kalıyor haliyle. albümün getaway gibi keyifli bir şarkıyla başlıyor oluşu ilk izlenimi zirveye taşıyor, peşinden ilk single mind your manners gereken mesajları veriyor. izlemeyenler için mind your manners 'ın bol mesajlı klibi buradan:
sirens gibi bir şarkının hala yapılabiliyor oluşu da müziğin topu topu 7 notadan ibaret olmadığının sağlam bir kanıtı. çok güzel, stüdyo performanslı klibi de youtube\'da mevcut. pendulum da gayet farklı bir etkiye sahip diğer bir favorim. son favorim de tabii ki sleeping by myself olacaktır zira ukuleleli eddie vedder versiyonu ne kadar iyi olursa olsun albümdeki versiyonu çok daha iyi geliyor kulağa. hele o yüksek notalara çıkışları yok mu...
kısacası 12 parçalık albümün dinlenemeyecek parçası yok, hepsi çok iyi. üstüne 12 'de 5 'lik favori oranıyla birçok albümde olmayan orana sahip. bir tek infallible parçasında eminem tınıları aldım girişte, o kadar. eminem 'i de ayrı severiz, orası ayrı konu.
kafamı sikeyim. sikeyim ki duygularımı kullanarak olayları kontrol edebilme yeteneği geliştirebileyim. mantığı çok kullanınca mantıksızlığa kayıyorum, gerçi her zamanki halim.
Her zaman yaptığım gibi yine bir izlenim yazısı yazdığım konserlerden biridir. öncekileri ne yazık ki sözlükte tamamen bulunmuyor ama bunu ayrı bir yazasım geldi sözlük.
Bundan üç beş sene öncesine kadar bırakın bu denli büyük konserler izlemeyi, Iron Maiden'ı bu süre içinde iki kere izleyeceksin deseler gülerdim. Bu sefer de gülüyordum ama sebebi mutluluktu. Kimse Iron Maiden'ı görecek olmaktan mutsuzluk çıkartamaz zira. Konserin haberini ilk duyduğumda dışarı vuramasam da içimde fırtınalar kopuyordu. Biletini yine çıktığı gün alarak kendimi rahatlattım. Sold-out olma ihtimalini 2011'deki konser çıkışı kalabalığını gördükten sonra yüksek tutmuştum fakat ne yazık ki öyle olmadı. En azından bilet elimdeydi, gerisi önemli değil.
Stadyum konserlerinin en güzel yanı aynı girişe farklı kategorilerin yığılmaması oluyor. Saha içine tek bir giriş de yeterli değil tabii ama en azından başka bir kategoriyle de aynı yerde değildi. Öğlen saat 1'e doğru saha içi giriş demirlerine yakın bir yerde yerimi aldım. iptal olan konserler nedeniyle sıcakta bekleme şansı yakalayamamıştı insanlar. Bu yüzden çok kalabalık yoktu. Bundan 1 saat kadar sonra değişmez konser kadromuzun geri kalanı da Avrupa yakasına ayak basıp yanıma gelmişlerdi. Kapı açılana kadar sıcaktan kavrulmaya başlayan kalabalık, her yere su saçarak serinlemeye, uzun bez parçaları açarak gölge yaratmaya başlamışlardı. Dayanamayıp yoldan geçen polislerden toma talebi, daha sonra geçen tomaya su için yalvarmalar, en son ise itfaiyeyi aramalar falan. "inönü'ye bir itfaiye" diyen çocuğa "Beşiktaş'taki mi?" diye soran bir itfaiye görevlisi var bu yeryüzünde.
içeriye girişimiz belirtilen vakitten biraz daha geç olsa da girip saha içinin en ön demirlerinde boş bulduğumuz yerlere yapıştık adeta. 2011'de önüme yanlışlıkla bir devenin gelmesinden sonra arkalara gitmiş, küçücük adamları havaya kalkmış ellerin arasından zorlukla gören ben şimdi ön demirde yerimi alıp görüşümü garantiye almıştım. Voodoo Six çıkmak üzereyken güneş artık sahnenin arkasına düşmüş ve gölge gelmişti. Voodoo Six anavatanı ingiltere düşünüldüğü zaman daha karmaşık şarkılar yapabilmeli diye düşündüm. Eğlenceli ve gaz olmalarına rağmen dümdüz gidiyorlarmış gibiydi.
Anthrax'ı tam setlist izleme şansını ne zaman elde edebilirim bilmiyorum. Bu adamların alt grup olarak çıkması zaten üzücü bir durumken 9 şarkıyla geçiştirilmesi daha bir üzücü. Charlie Benante'nin yokluğunda davulu Jon Dette sahiplenmişti. Caught in a Mosh ile hızlı bir giriş yapıp ardından Madhouse ve Indians ile gazı üst sınırlara çıkartmışken hemen ardından TNT cover'ı ile stadyum hep bir ağızdan ses çıkmaya başlamıştı nihayet. Şarkının hemen bitiminde Back in Black'e girer gibi yapıp durunca biraz kursakta kaldı. Açıkçası ACDC'yi hiç sevmem fakat TNT ve Back in Black için aynı şeyi söyleyemem. Anthrax sahneden inerken Scott Ian "tekrar görüşene kadar" temalı cümlesini kurup vedasını etti ve Iron Maiden bekleyişi başladı.
Belirtilen saatte, yani 20:45'te Doctor Doctor yükselmeye başladı. ilk defa görmeyi geçtim, sanki ilk defa konsere gitmiş kadar heyecanlandım yine. Peşinden eriyen buzullar geçti, onun da peşinden Moonchild'ın introsu ve birkaç patlamayla Moonchild... işte Maiden tekrar istanbul'da ve dedikleri gibi daha büyük bir yerdeydi...
1. Moonchild
2. Can I Play with Madness
3. The Prisoner
4. 2 Minutes to Midnight
5. Afraid to Shoot Strangers
6. The Trooper
7. The Number of the Beast
8. Phantom of the Opera
9. Run to the Hills
10. Wasted Years
11. Seventh Son of a Seventh Son
12. The Clairvoyant
13. Fear of the Dark
14. Iron Maiden
15. Aces High
16. The Evil That Men Do
17. Running Free
Setlisti ile turne setlistinde değişim yapmadan çıktılar. "Keşke çalsalar" diyebileceğiniz her şarkı peş peşe çalındı. The Prisoner'da "Ben özgür bir adamım" dendi hep bir ağızdan... Afraid to Shoot Strangers'dan önce Bruce'un iptal olan konserlerin saçma bir sebepten olduğunu ve Iron Maiden'ın hiç bir şeyden korkmadığını söylediği sırada "Her yer Taksim, her yer direniş" sloganları onu bastırıyordu. Bruce konuşmayı bırakıp bekledi ve sessizlik oluştuğu anda pek bir manidar olan Afraid to Shoot Strangers'a girişi yaptı. Müthiş bir şaheser, müthiş bir performans. Konserin tamamı müthiş bir performanstı fakat benim için kilit şarkılardan biri olan "Afraid..." beni benden aldı. Seventh son of a seventh son'a kadar olan kısım "Scream for me istanbul"larla birlikte ciğerimi şişirdi, dalağımı patlayacak kıvama getirdi... 1 saniye bile duraklamadan çaldılar, ben yoruldum onlar yorulmadı. Seventh son girince gökyüzüne doğru yükseleceğimi düşündüm. Böylesine güzel bir şey olamaz. Dünyanın 7. harikasını canlı canlı dinleyebilmek... Konserin kilit şarkılarından bir diğeri... Erdiğimi düşündüm açıkça. Ve konser başından bu yana grubun soluklandığı tek bölüm Seventh son'un orta bölümüydü. "Fear of the Park" dediğini duyduk sonra... Iron Maiden parçası çalarken sahneye atılan "Maiden Turkey" yazılı bezi açıp kaldıran ve sonra davula tutturmaya çalışıp başaramayan, peşinden sahne arkasından bant alıp onu yapıştırmaya çalışırken aynı zamanda şarkıyı söylemeye devam eden Bruce, formundan bir şey kaybetmediği gibi üstüne daha da artırmış bir halde ve seyirciyle iletişimi üst seviyede bir performans sergiledi. Son 3 şarkıyla birlikte veda ederlerken "eminim bir daha görüşeceğiz" cümlesini duyup bunu bir söz olarak alıyordum. Running Free ile birlikte sahneden indiklerinde kalabalık bir süre daha alanda "Maiden Maiden" diye bağırıyordu fakat dönüş yolunda sahne arkası güvenliğinden öğrendiğimize göre sahneden indikleri gibi arabaya binip gitmişlerdi. Boşa mı bağırdık peki? Hayır...
Aileleri ile gelenleri saymıyorum ama geri kalan kalabalığın büyük çoğunluğu Fear of the Dark'ta takılı kalmış, lise gezisine Topkapı Sarayı'na gelmiş ama bir şey anlayamamış insanlar gibiydi. Bizzat arkamda birkaçına şahit oldum, bir kez daha üzüldüm...
Iron Maiden gelir, Iron Maiden geçer ama gelip geçerken yıkar, yeniden yapar, yüceltir, doyurur... Eddie'ler, alevler, akrobatik hareketler... Tek kelimeyle efsaneydi.
Bir sonraki Roger Waters ve araya başka bir konser girmezse Europe konserlerinde görüşürüz.
lan ben salağım, gerizekalı falan da olabilirim. yani o kadar düşündüm başka bir sonuca varamadım. ders notlarının aynısını soran adamın sınavından 45 gibi saçma sapan bir not alabilmeyi başarabildiysem bende bir sıkıntı var. mühendis olacak kafa zaten yok da oraya okuduğunu anlayan her hangi bir insanı oturtsan yine yükseklere oynar. bi gerizekalılık testi falan varsa gönderin hayrına, bir bakayım ne bokmuş bendeki.
nefret, taklidi yapılamayacak kadar kaliteli bir duygudur. seviyormuş gibi görünebilirsin, kızmış gibi görünebilirsin ama asla nefret edermiş gibi görünemezsin. az ya da çok değildir, hep çoktur, hep en uç noktadır ve hep zevk verir; bir o kadar da zarar.
midesi bulanmayan adamın midesini bulandırır. belki duygunun kendisi değildir de nefreti hissettiren kişidir bulantının sebebi ama sessiz kalmak, saçma sapan kelimeler sarf ederek nefretin seni aşağıya çekmesinden daha iyidir. kaliteli dedim ya, kalite hep iyi değildir. kalite, bir şeyi en iyi yapabilmektir ve nefretin en iyi yaptığı şey aşırı dozda kullanıldığında o çok uğraşıp koruduğun sakinliğini, mantıksal, duygusal ve ruhsal hareketlerini tam tersine çevirmesi ve en dibe çekmesidir. cevap vermeye tenezzül bile etmeyeceğin ilkokul sataşmalarına dalmana ramak kalır ama yine birinin, bir şeylerin hatrına atarsın içine. onu özütene kadar saçın beyazlar, göz altı torbaların yerçekimine yenik düşer, yüzün kırışır, eklemlerin ağrır, dişin sızlar... ama sonunda hep bir "ama" vardır.
anneni seviyorum. ciddi anlamda seviyorum anneni çünkü senin gibi bir karakteri farkında olmadan tanımama fırsat verdi. sayende ben de nefretin ne denli güzel bir duygu olduğunu anlamış oldum. hayır hayır, senin gibi bir anlık sinire kapılıp "yıkarım dağları" triplerine girmeyeceğim, sana ve dolaylı olarak anneni de işin içine katarak küfür de etmeyeceğim zira küfür yenilginin acısını azaltmaya çalışmanın bir ürünüdür. ayrıca tapılası bir varlığa hakareti ben kendime yediremem. ha, ben seninle de bir yarış içinde değildim ki bir şey kazanayım ya da sen kaybedesin ama belli ki sen bir yarışa kapılmışsın. senin yerine geçtiğim de yok, geçmek de istemem. neden sen olmayı isteyeyim ki? ben kendi yerimi yarattım, ben ilk gün nasıl davranıyorsam yine öyle davranıyorum. bu kadar basit. küfür etmek kolay, aynı performansı konuşma diline de yansıtabilmek zor.
değişme demiyorum, hobi olarak yine değiş ama tümüyle değiştirme kendini gözünü seveyim. en azından insanlığının temeli olan kişiliğin sabit kalsın. seni vezir edecek de o, rezil edecek de.
vururum, kırarım demek isterdim ama yok. ha tabi bu hiç demeyeceğim anlamına gelmez. sabrım çoktan taştı ama bardak henüz çatlamadı, az kaldı.
bu bir tehdit değildir ama sanıyorum okuyacak olursan tehdit olarak alacaksın. ben sadece yazmam, aynı zamanda yaparım. zarar versem de zarar alsam da her türlü rahatlayacağım günün birinde. amacım bir şey kazanmak değil ne de olsa.
adın bile midemi bulandırıyor, yüzünü görsem acaba kusar mıyım konusu çok edilmiş o güzel yüzüne? sahi, nazar değer diye mi saklıyorsun? neyse. yok lan, kusamam. madem o kadar güzel, kıyamam. anca alkol alıp üstüne sigara dumanı koklayınca kusabiliyorum. fiziğin senin olsun, benim işim kişiliğinle. sadece hangisiyle uğraşacağıma karar veremedim henüz.
uzun bir aradan sonra (ölüm haberli entryler hariç) dönüp dolaşıp yine burayı buldum. başlayalım o halde.
* geleceğimde ne olacağını bilseydim ve bundan tatmin olmasaydım şu saniye kendimi öldürebilirdim.
* bundan sonra bir selde, bir fırtınada suya kapılmış bir odun ya da kırık bir dal parçasından farklı olmayı düşünmüyorum. suyun canı nereyi isterse oraya gidip ne halim varsa göreyim. hani high hopes klibinde akarsuya gitar bırakılmıştı ya, heh işte o gitarın ağacından olmayı isterdi gönül ama kırık bir daldan daha fazlası değilim. gilmour'un söz ettiği "iki kayıp ruh"tan birisiyim.
* depresyon demek pek doğru olmaz ama ruhsal yıkıma uğrama ihtimalim çok küçük şeylere bağlı. şu an hayatımda koyduğum hedeflere bir adım bile yaklaşamamış olmamı bir kenara bırakırsak bana söylenmiş küçücük bir yalanın ortaya çıkması, sırf beni az da olsa mutlu edebilmek için olayların benim istediğim şekilde gidiyormuş gibi gösteriliyor olması ya da yine aynı şekilde benim istemediğim bir olayın yaşanmasının akabinde yine benim bunu en iğrenç bir şekilde öğrenebilecek olmam o yıkımla aramdaki pamuk ipliğini inceltmekten başka bir işe yaramıyor. yine de her şeyi bilerek yıkılmak hiçbir şey bilmeden yıkılmaktan daha iyidir.
* kişiliği bedeniyle aynı oranda yaşlanmayan bir insana hala değer veriyor olmam kendimi sorgulatıyor. periyodik alakasız triplere maruz kalıyor olmam artık etki etmiyor. balıkçı eli gibi oldu artık duygularım, hissetmiyorum.
* hazır konusu açılmışken (yani en azından kafamda konusu açılmışken) ben artık hiçliklerle uğraşmak da istemiyorum zira beynimi çok kurcalıyor. o kadar üşengecim ki düşünmekten başka yapabildiğim pek bir şey kalmadı. ya "hiç" duymamak için soru sormayacağım ya da sorduğumda daha az düşündürecek bir cevap arayacağım.
* bir de bana gaz versin birisi. söz dinlemiyorum, dürtecek adamlar da benden farklı değil. kendi çözüm yollarımı kendim çürütüyorum.
an itibariyle öldüğü haberini aldığım pek bir güzel insan. bununla birlikte son 3 entrymin ölen güzel insanlar için olması da fazlasıyla rahatsız edici. 2013 bok gibi gidiyor.
son zamanlarda yapılmış en güzel filmlerden biridir. 3 ana karakter ile tarantino'nun kafası birleşince müthiş bir sonuç çıkmıştır, tavsiyedir, izleyindir efenim.
güldüren gösteridir fakat olaya cem yılmaz başlığı altında bakarsak cem yılmaz standartlarından düşüktür. ilk bölümün neredeyse tamamını teknolojik bir ürünün özelliği üzerine geçmiştir. ikinci bölüm daha bir gülünesiydi. tespitler, espriler ne kadar güzel olursa olsun bir "anadolu rock" tarzında değillerdi. sözün özü, pişman etmez ama beklentiyi yüksek tutmaya da değmez.
günümüz şartlarını, yaşam şekillerini, ıvırını zıvırını en hakiki şekliyle gösteren ve bu yüzden büyük kesim tarafından sevilmeyen 3 diziyi izlemektir efendim. herkes sevemez, sevmek için baştan sona izlemek gerekir. ha yok hala kötü diyorsanız gerçeklikten, konusundan kilometrelerce uzaklaşmış kavukluları izleyip, "şişe, git duvara işe" espilerini yapan dizilere gülebilirsiniz. make your choice.
yeni yayınladıkları mein hertz brennt'in piyano versiyonunun klibinde till lindemann harikalar yaratmıştır. böyle bir mükemmel insanı içinde bulunduran gruptur. sesi bir kenara bırakmadan klip performansını da üstüne katarsanız belki siz de şirinleri görebilirsiniz.
asus olayı çözmüş bitirmiştir. bir n56 kullanıcısı olarak ısınma seviyesi yok denecek kadar azdır diyebilirim.
dell kullanan ev arkadaşım ise bulduğu ilk fırsatta laptopunu atacaktır. zaten kalorifer yakmıyor kışın odasında, laptopla idare ediyor.
ayrıca toshiba da konuyla alakasız olmasına rağmen inanılmaz ve gereksizce pahalıdır. aynı özellikte bir asus ve toshiba arasında çok fark vardır.
her gün o sesi duysam ya. her gün ama. istisnasız. şu şartlarda zor ama her gün görebilsem ya. şartları şartlandırmayı öğrenebilsem de sorumluluklarımı başkaları değil kendim belirlesem. özlüyorum sözlük efendi. öyle böyle değil. yeni dil yaratıp anlatmayı istiyorum ama bilinen her hangi bir dilde karşılığı olmayacağı için yine anlatamamış sayılmaktan korkuyorum. korkmak da değil aslında. aslında anlatamamak daha anlaşılır bir şey. az olan bir şeyi anlatması zaten kolay, çok bu, aşırı çok, çok'un kelime anlamı dışındaki çoklardan. yok yok abartı falan yaptığım da yok. hani bi sarılırsın iliklerine kadar hissedersin ya, öyle işte. olm ben alışık değilim böyle hissetmelere. bak yine oldu. sesine kurban. senin olsun tüm bu bol noktalı cümleler 3 noktam. ama senin sonunda hiç tek nokta olmasın...
annesiyle babası arasında 15 yaş fark olan insanların karşı çıkması saçma olan ilişki türüdür. ayrıca çene yormaya, klavye kırmaya değmeyecek, kişisel tercih türüdür. herkesin değişimlikleri farklıdır, herkesin bir popisi vardır.
keramet değildir. gezegenin her köşesinde "çavi" (kimi yerlerde "şavi" de olabilir) diye okunduğu için buradaki telaffuzu duyunca pek de şaşırmayacak bir oyuncudur.
sesini her önüne gelen parçada kullanmaması gereken şarkıcı. şarkıcı diyelim hadi. metallica'nın fuel, system of a down'ın chop suey parçalarını coverladıktan sonra kendisinden son derece soğudum. uzayın en uzak köşesindeki soğukluk bile bir hiç.