esesdopiyespiyes
377 (Tsubasa Ozora)
yedinci nesil yazar 4 takipçi 36.72 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    enkaza karışan hayaller

    1.
  1. insanları ötelemeyi, ötekileştirmeyi, kategorize etmeyi sevmem fakat ne yazık ki tüm bunları yapmadan onu nasıl tasvirleyebilirim, bilmiyorum.

    karakteristik özelliklerimizi söylenildiği gibi yaradılışımız ve yaşadığımız çevre belirliyorsa eğer, onun neden böyle olduğunu anlamak hiç de güç değildi. ailesi ve çevresindeki insanlar ona kendilerinden birer parça bıraktıklarından o da onlar gibi paraya ve güce tapan, maddeye çok önem veren, düz, dümdüz bir kız olmuştu ve ben, olayların nasıl geliştiğini bile anlayamadan onu hayatıma sokuvermiştim.

    bir gece kulübünde, ortak arkadaşlar vasıtasıyla tanıştırıldık. internetteki kişisel hesaplardan ekleştik. birkaç romantik buluşmadan sonra evime oldukça sık gidip gelmeye başladı. ilişkimizin bir adı yoktu. "fuckbuddy" kavramını her zaman itici buldum ama sanırım tam olarak öyleydik.

    zamanla aramızda daha farklı, daha duygusal demeyeceğim ama içinde daha az seks ve daha fazla sohbetin olduğu, "fuck" ve "buddy" oranlamasında buddyliğin ağır bastığı bir bağ oluştu.

    ilk defa "sanırım senden hoşlanmaya başladım," dediğinde kendinden gayet emin görünüyordu. kartları her zaman açıktı. gizemli halleri yoktu. benden cevap beklemiyordu ama içten içe bir karşılık beklediğinden emindim. içkiyi fazla kaçırdığımız bir gece "galiba benimle evlenmeyeceksin, değil mi?" dedikten sonra kahkahayı patlatması bunu açıklıyordu zira. hayır onunla evlenmeyi düşünmüyordum ama birlikte iyi vakit geçirdiğim ve belki de hoşlanmaya başlayacağım biriyle bağlarımı koparmama o an için hiç gerek yoktu. ikimizde otuz yaş üstü insanlardık ve toplum normları denen zımbırtı yüzünden o bir kadın olarak daha endişeliydi kendi geleceğinden. belki de bırakmalıyım onu, kendi yoluna gitmeli diye düşündüğüm çok oluyordu. gel gör ki tavırları "kasma kendini" der gibiydi. kasmıyordum ben de.

    bilgi sahibi olmadığı konularda da fikir sahibi oluyordu, gösteriş meraklısıydı, sahip olduğu ne varsa insanların gözüne gözüne sokmaya bayılırdı. ortalık yerde en ufak bir espiriye bile kahkaha atmaktan geri durmazdı. aşırıydı, abartılıydı ama hayatımın içindeydi artık.

    bazı artı yönleri de yok değildi tabi. nerede ne yenilir, içilir ondan sorulurdu. yormuyordu, uğraştırmıyordu, başımı ağrıtmıyordu. ılımlıydı. bir de çok güzel masaj yapıyordu.

    aşk değildi aramızdaki emindim ama anlaşıyorduk işte. bir başkasına gerek duymuyordum onunlayken. aşk zaten kısa ömürlüydü, bir ilişkinin temelini kısa ömürlü bir şeye güvenerek atmaktansa belki de iyi anlaşabilmek, güzel ve kaliteli zaman geçirmek gibi kıstasları da göz önünde bulundurmalıydım. hem aşk dediğin, karşındakinin senin ağzına sıçması sonucu kendiliğinden gelişen bir duygu durumu değil miydi? kimbilir, belki bir gün o da benim ağzıma sıçmaya başlardı ve ben de aşık oluverirdim!

    bir akşamüzeri, eve yarı ölü, yorgunluktan canım çıkmış vaziyette adım atar atmaz üzerime atlayıp sarıldı; "hakan! şimdi sana bir teklifim olacak ama evet diyeceksin," dedi. "neymiş o," diye sordum. "eve yürürken ana caddedeki ortaokulun önündeki öğrencilerin ellerinde gördüm, geçmişe gittim bir an. kibritten ev yapmışlardı. biz de bu geceyi buna ayıralım mı, nolursun!" diye inletti tüm salonu. "kibritten ev mi yapacağız yani, canın oyun istiyorsa monopolly, tabu gibi birşey oynayalım, nasıl becereceğiz onu," dedim ama nafileydi. "kibrit almaya çıkıyorum beeen," diye bağırdı.

    değişik bir aktiviteydi başlangıçta. yüz elli altı paket kibrit harcasak da, farklı bir şeyler yapıyorduk her zamankinden. bir yandan sıcak şaraplarımızı yudumlarken bir yandan minik şatomuzu inşa ediyorduk. o gece, kibritten şatomuz yıkılırken, bu ilişkiye dair tüm umutlarımızın da enkaz altında kalacağını henüz bilmiyorduk...

    "annem bana çocukken hep kibritçi kız'ı okurdu," dedi. "çok üzülürdüm onun haline..." dudağını büktü; "zavallı kız, hayal kurarken soğuktan donup ölüyordu."

    "peki kibritçi kız, senin en büyük hayalin nedir," diye sordum. mallık bendeydi. otuz dört yaşında ve yaşıt arkadaşlarının hemen hepsinin evli olduğu bir kadına en büyük hayalini sormuştum. tabi ki evlilik diyecekti. kendi ağzıma sıçmak istedim o an.

    sıcak şarabın etkisiyle hafif neşelendiğini görebiliyordum ama o yine de işini bilirdi evet. beni ürkütmemeye çalışacaktı, öyle de yaptı. dolaylı yollardan anlatmaya başladı isteklerini; yarısını tamamladığımız kibritten evin kapısını gösterdi; "çok bir şey değil," dedi, "minicik ama çok tatlı bir evim olsun ve kapısını çaldığımda karşıma çok yakışıklı bir adam çıkıversin," kadehini bitirdi, gözlerimin içine baktı; "sonra o adamla çocuk yapalım, bir sürü bir sürü..." elimi tuttu; "senin hayalin nedir?"

    evlilik bahsini kapamak için anlattıkça anlattım, anlattıkça saçmaladım. amsterdam'a gitmek istediğimden, orada küçük bir fabrika kurma hayalimden bahsettim. belki daha sonra amerika'ya geçerdim belki kanada'ya. izin verse daha da devam ederdim anlatmaya, elime uzandı aniden; "ömür geçiyor hakan," dedi, "farkında mısın, ömür geçip gidiyor..." bir kadeh daha doldurdu kendine, iyiden iyiye sarhoş oluyordu; "ben de kibritçi kız gibi gökyüzüne bakıp hayal kurarken mi öleceğim yoksa hakan," dedi. gözleri doldu.

    "ölüm mölüm ne alaka derya ya!" diye sert çıktım tüm kazmalığımla. azıcık yumuşattım sesimi; "ölmek için çok genç ve sağlıklısın."

    "anlamak istemiyorsun değil mi," diye bağırdı. ayağa kalkacaktı, sendeledi, tekrar oturdu; "bence biz, yani seninle ben, olabilirdik hakan. biz olabilirdik, anlıyor musun?" biraz daha içti.

    "derya daha fazla içme istersen," dedim. bu konuyu kapatmak ve dışarı çıkıp hava almak tek isteğimdi o an. boğulmuştum. onunsa susmaya niyeti yoktu. içindekileri kusuyordu adeta; "içmeden konuşulmuyor hakan, izin ver lütfen," dedi, sustum, devam etti; "sen çok tatlı bir adamsın. bunu biliyorsun değil mi, ve bence hakan sen de benden hoşlanıyorsun, çok hoşlanıyorsun! hatta belki aşıksın bana!" gülmeye başladı," belki de bana aşıksındır hakan, hiç düşündün mü? belki aramızdaki tutku zamanla aşka dönüşmüştür, hiç sorguladın mı? belki benimle güzel günler ve tutkulu geceler geçirirken anlayamadan, kaşla göz arasında aşık oluvermişsindir hakan... olamaz mı?" sesinde bir çatlama oldu, gözleri doldu yine, gözlerimin içine baktı; "olamaz mı hakan?"

    "olamaz!" diye seslenmek istedim o an! "hayır olamaz!" halbuki çok değil dört beş saat öncesinde bu ilişkiye belki de bir şans tanımalıyım diye düşünüyordum.

    masadaki yarısı tamamlanmamış kibritten ev, bitmiş şarap şişesi, ağlayan sarhoş kadın kombosu beni kendime getirmişti. sert bir rüzgar yemiş gibiydim. "hayır derya hayır, "diye seslenmek istiyordum, "sen o değilsin, hayır derya! " hiçbir şey diyemedim.
    bakışlarımdan anlamış olacaktı ki sustu, bir şey demedi. masaya tutunup ayağa kalktı ve beni öpmeye kalkıştı. "derya lütfen," dedim, geri oturdu sandalyeye. güldü, "allah belasını versin her şeyin," diye bağırıp yumruğuyla kibritten evimizin tepesine indirdi. kibritler bir yana, umutlar bir yana dağılmıştı.

    zamansızlık ne tuhaf şeydi. sonsuzda boğulmak istiyordum.

    ve yemişim kendi hayallerimi, bir başkasının hayallerini enkaza karıştırmanın azabını hangi bedeli ödeyerek yok edebilirdim?
    ümit yaşar oğuzcan, seneler evvel o mısraları sanki bizim için yazmıştı;

    "...nasıl da yandı bir anda. görüyor musun?
    dev ağaçlarıyla o içimizdeki orman...
    yanmamış bir yer buluruz belki, ararsak,
    şimdi ya da hiç bir zaman...

    kişi sımsıkı sarılıyor bulduklarına...
    umutların bir rüzgarla savrulduğu an...
    yine de bir şeyler kurtarabiliriz belki,
    şimdi ya da hiçbir zaman..."
    2 ...
  2. 30 kasım 2013 blue istanbul konseri

    1.
  3. taa 2000'li yılların başlarında iken kendilerinin ağır bir hayranı olan şahsımın, dün akşam zorlu psm center'daki konserlerine gidip 21.30'dan 23.00'a değin çılgınlar gibi eğlendiği konser olmuştur efendim. bir zamanlar abd ve avrupa'da müzik listelerini altüst eden ingiliz boy band, ben gibi bir çok 10 yıl öncesi ergenlerinin doldurduğu opera salonunda acayip eğlenceli bir konser vermişlerdir.

    hiç nazlanmadan tam vaktinde konsere çıkmaları, ara vermemeleri, sıcacık samimi tavırları ile gönlümü yeniden fethettiler. yaşlanmışlar azıcık ama. olsun be.

    yirim. *
    0 ...
  4. mezarlık fedaileri

    1.
  5. bazı çocukların çocuk olmak, çocuk olmanın gereklerini yerine getirmek, şımarmak, haşarılık yapmak gibi lüksleri yoktur.

    bilirsiniz... evin içinde on çocuk, genelde hayırsız baba, illa ki vefakar bir anne.
    tanıdık manzaralar işte...

    rastgele yaşanan hayatlar... hatta abartmıyorum; tam bir survivor. ayakta kalıp da belini doğrultabildiysen ne ala, doğrultamadıysan üzgünüm, ömrün aynı ivmeyle cefa ve sefalet içinde sürmeye devam edecek.

    kader... herkes anasının karnından çıkar çıkmaz pamuklara sarılarak "hoşbuldum" demiyor dünyaya.

    ***
    çocukluğumun bir kısmını, istanbul'un bir türlü semtleşememiş bir semtinde geçirdim. hala tam bir semt sayılmaz aslında, geçen bayram eşi dostu ziyarete gittiğimde bazı yerlerde otlamaya çalışan ineklere bile rastgeldim. vallahi.

    annem ve babam ayrıydılar. ikisi de başka insanlarla evlenmişti. bu yüzden tüm çocukluğum boyunca anneannemleydim, ama o üç sene daha bir başkaydı. ve ben, o semtte onunla ve arkadaşlarımla geçirdiğim üç seneyi hiçbir zaman unutmadım.

    arkadaşlarım... teke bekir, hüseyin, gavur ahmet, mesut ve sarı pipi hasan. hiç unutmadığım, unutamadığım, her biri birbirinden farklı ve aslında bir o kadar da aynı çocuklar. güzel çocuklar. üzerlerinden kir, dillerinden küfür eksik olmasa da... bana göre, çok güzel çocuklar.

    ve ortak oyun alanımız; mezarlık.

    evet mezarlık. o üç sene boyunca her öğleden sonram ve dışarı kaçabildiğim bazı geceler, hep mezarlıkta geçti.

    mahallemizi çevreleyen koca bir mezarlık vardı, şimdi yandaki arsayı da mezarlığa dahil etmişler daha da büyümüş. arkadaşlarla okuldan sonra, öğle ezanından hemen önce buluşurduk meydanda.

    leş gibi koktuğundan "teke" lakaplı bekir, kadim dostum hüseyin, parası her şeyden kıymetli ve katti surette kimseye zırnık koklatmayan ahmet, adı gibi her daim güleryüzlü mesut ve kara kaşlı kara gözlü, esmer tenli anne ve babanın türlü çeşitli dedikodulara sebebiyet veren sarışın evladı sarı pipi hasan. bana ömrümün o unutulmaz üç yılında yarenlik eden dostlarım.

    ahmet, bekir, mesut ve hasan ellerinde boş damacanalarla çıkarlardı evlerinden. kabristanın hemen girişindeki hayrattan su doldurur ve hangi kabrin başı doluysa "allah rahmet eylesin, allah mekanını cennet eylesin, allah günahlarını affetsin" vb. sömürme gücü yüksek sözlerle para toplarlardı mezar başındaki insanlardan. birkaç kez ben de denedim fakat pek beceremedim. utanıyordum miletten para istemeye. yanlarında duruyordum öyle. millet bir iki metre uzağımızda yaşlı gözlerle annesinin babasının ruhuna dualar gönderirken biz bildiğin bel altı muhabbet çeviriyorduk. küfürler havalarda uçuşuyordu. yediğimiz azarın da haddi hesabı yoktu tabi.

    anneannem, arkadaşlarımdan hiç haz etmezdi;

    - takılma şu piç oğlanlarla, ödevine bak işine bak sen. adam olmaz onlardan.

    - ya arkadaşlarıma piç demesene anneanne. canım sıkılıyor evde.

    - oğlum aç onlar aç. anaları babaları evde para bekliyor onlardan. yoksa niye mezarlıkta dilensinler bütün gün.

    - dilenmiyorlar, su döküyorlar toprağa, ondan para veriyor insanlar.

    - lan sen beni deli mi edeceksin! kabristanda bir sürü çeşme var, oradan doldurup döküyorlar, sanırsın kuyudan su çekiyorlar! dileniyorlar işte. itle köpekle takıla takıla onlara benzeyeceksin! aç oğlum onlar evde, babaları hayırsız anneleri cahil. evin içinde bir sürü çocuk. takılma şunlarla takılma! arayacağım ananı yoksa gelsin alsın seni.

    ne annem ne de babam gelmezdi, bilirdim. zira pek umurlarında değildim o dönem. anneannemin tehditleri boşaydı yani. annemi bayramlarda birer defa, babamı da çocukluğum boyunca toplasan on kere gördüğümden, ben aslında anneannemin oğluydum. etim de kemiğim de onundu.

    açıkçası o zamanlar, bana güzel yemekler yapan anneannem, birlikte acayip eğlenebildiğim dostlarım ve mahallemizde içinde deliler gibi koşturabildiğimiz bir mezarlığın olması bana anne ve babadan daha güzel nimetler gibi geliyordu.

    insanın herhangi bir şeyi, bir varlığı, bir olguyu, bir olayı henüz çocukken beynine nasıl işlediği çok önemlidir ya hani, mezarlığı belleğime oyun alanım olarak kaydettiğimdendir ki kabristanlar ve ölüler benim için hiçbir zaman korku unsuru olmamıştı.

    tek bir gün hariç... ve o günün etkisinde geçirdiğim birkaç gün daha...

    *******

    hüseyin ve sarıyla akşamüzeri caminin önünde buluştuk. aylardan temmuzdu ve dışarısı feci sıcaktı. anneannem başıma güneş geçmesin diye öğlen vakti çıkmama izin vermiyordu. hayrata doğru yürüdük, yüzümüzü yıkayıp azıcık ferahlamaya çalışıyorduk. o sırada ahmet geldi koşa koşa, nefes nefese...

    - n'oldu lan gavur? sucuk gibi olmuşsun koşmaktan.
    - oğlum çok acayip bir şey oldu öğlen görecektiniz var ya, çok acayipti.
    - ne acayipti? söylesene lan.
    - öğlen birini gömdüler buraya. görecektiniz oğlum var ya.
    - lan neyi görecektik göt? anlatsana!
    - bir adamı gömdüler bugün. kocamandı. kocaman boyu vardı lan. üç metreydi neredeyse.
    - harbi mi? ee?
    - cenazeye o kadar çok insan geldi ki, en az üç yüz kişi. çok mübarekti, çok iyiydi filan deyip durdular. bir sürü kadın kendilerini döve döve ağladı. hiç böyle bir şey görmedim.
    - sonra?
    - konuşmalarını dinledim insanların çaktırmadan. adam çok şey biriymiş, yani ne derler, peygamber gibiymiş.
    - tövbe de lan piç.
    - lan valla bak. iki gözüm önüme aksın ki çok önemli biriymiş.
    - vay be!
    - üç metre boyu var diyorum lan. normal insanın o kadar boyu olur mu?
    - kim acaba?
    - mezar taşını diktiklerinde okuruz artık ismini.
    - o kadar bekleyemem ben!
    - n'apcan lan gavur! nasıl öğrenebilirsin kim olduğunu? diriltip soracan mı sen kimsin bey amca diye.
    - siz dalga geçin. görmediniz tabi bugün.

    hava kararana kadar üç metrelik(!) adamı konuşup durduk. bekirle mesut da gelince muhabbet iyice büyüdü;

    - büyücü filandır belki.
    - büyücü diye bir şey yok lan.
    - nah yok. kuran'da bile yazıyormuş var diye.
    - hayır büyücü olamaz. çok iyi biriydi diyorlardı oğlum.
    - belki cami hocasıdır.
    - üç metrelik cami hocası mı olur lan!

    birden bir sessizlik oldu. hepimiz deli gibi bu gizemli adamı düşünüyorduk. sessizliği ahmet bozdu ve hepimizin başına dert açacak o cümleler dökülüverdi ağzından;

    - gece mezarlığa kaçıp adamın ruhunu çağıralım mı?

    birbirimize baktık. olayın bizler için tehlikeli olacağının farkına varmıştık ama hayır diyemiyorduk. merak, heyecan, hepsi birbirine karışmıştı. heyecandan karnıma ağrılar girmişti. çatallı çıktı sesim;

    - nasıl yapacağız?
    - gece yapacağız bir kere. yoksa ruh gelmez. mustafa, anneanneni atlatacaksın! uyurken kaç! gece 11'de bakkalın önünde buluşalım, mezarlığa arka taraftaki arsadan atlayarak gireriz. bekçinin görmemesi lazım.
    - ruhu nasıl çağıracağız?
    - hımmm... hepimiz evden birer tane mum getirelim. kabrin etrafına dizeriz. bir de abdest alıp gelin. mübarek bir insan sonuçta.

    anlaştık. gece 11'de buluşacaktık. çok heyecanlıydım. ama işim kolay değildi. bir de anneannemi atlatmak vardı.

    bütün akşam esnedim durdum kadının uykusunu getirmek için. çaktırmadan bir mum bulup cebime attım. anneanneme yorgun olduğumu söyleyip iyi geceler dileyerek odaya gittikten sonra, saati beklemeye koyuldum. anneannemin horladığını duyunca da dünyanın en mutlu insanı oldum. 11'e doğru anahtarı cebime atıp sessizce evden çıktım.

    *****

    mezarlığa girişimiz tahmin ettiğimizden kolay oldu. bekçi ön tarafta sigara içip uyukluyordu. adamcağızın mezarının etrafına mumları dizip yaktık.

    - ne yapalım şimdi?
    - çömelelim, etrafına dizilelim. bir de fatiha okuyalım.
    - fatiha hangisiydi?
    - hangisi olacak gerizekalı! elhamdülillahirabbilalemin errahmanirrahim diye başlayan.

    ahmet ne derse onu yapıyorduk.

    - duayı okuduysanız çağırmaya başlıyorum.
    - ...
    - cevap versenize lan korktunuz mu?
    - sen korkmuyorsun sanki piç?
    - biraz korkuyorum ama kim olduğunu merak ediyorum.
    - ya cevap vermezse.
    - verir çünkü çok mübarek bir insanmış. öyle dediler.
    - tamam başla.

    ahmet, ağlak bir ses tonuyla yalvarır gibi konuşmaya başladı;

    "ey ruh! gece vakti yanına mezarına geldik! kim olduğunu öğrenmeye! sen çok mübarek bir insanmışsın. söyle bize, sen kimsin ey ruuh!"

    rüzgar estikçe ürperiyorduk. filmlerdeki gibi.

    "ey ruh! haydi söyle bize sen kimsin?"

    - ruh gelmeyecek galiba gavur.
    - neden gelmiyor ben de anlamadım. abdest almadan mı geldiniz, niye gelmiyor lan?
    - gelmeyecek galiba. eve dönelim hadi anneannem uyanmadan.
    - bence geleceğine inanmadığımız için gelmiyor. hepimiz gözlerimizi kapayalım ama açmayalım hiç. gelene kadar.

    sımsıkı kapadık gözlerimizi. ahmet devam ediyor;

    "ey ruh! cevap ver artık! hadi n'olursun allahını seviyorsan cevap ver sen kimsin ruh!"

    ve o sırada duyduğum sesin şiddetinin verdiği korku ve kendimi uzun süredir kasıyor oluşumun da etkisiyle salıverdim donuma yaklaşık bir saattir zor tuttuğum çişimi; "siz ne arıyorsunuz lan bu saatte burada orospu çocukları!"

    bekçi, elinde koca bir meşe sopası hepimize gelişine vurmaya başladı; "siz nasıl girdiniz buraya, ne yapıyorsunuz lan piç kuruları! sizin allah'tan korkunuz da mı yok lan şerefsiz herifler!"

    yediğim sopanın verdiği acı ve bacaklarımın arasındaki sıcacık ıslaklığın verdiği utanç
    ile rezil bir halde, yalpalaya yalpalaya çıktım kendi sokağıma. her birimiz bir yere dağılmıştık.

    eve bir geldim ki kapının önünde anneannem, komşuları da ayaklandırmış panik içinde beni bekliyor. kulağımdan tuttuğu gibi eve soktu beni, tam dövmeye başlayacaktı ki ıslanmış pantolonumu farketti, bıraktı kulağımı; "e oğlum," dedi "bir musibet bin nasihata bedelmiş." ve hiç kızmadı. hatta o geceyi bir daha hatırlatmadı bana. canım benim.

    seneler geçti. oradan taşındık. anneannem beni büyüttü, okuttu. evlendim, koca herif oldum. o mahalledeki dostlarımın her biri, bir başka yere dağıldı. görüşemesek de haberlerini hep aldım bir yerlerden. rahmetli anneannem haklı çıktı aslında; hiçbiri adam olamadı.

    ama düşünüyorum da, onlar zaten çocuk da olamamışlardı. mezarlık fedaileriydi onlar, erkenden büyümek zorunda kalan fedailer.

    ***

    zaten henüz çocukluğunu yaşayamamış insanlardan adam olmalarını beklemek dünya adaletsizliğinin en büyük kanıtı değil miydi?

    ***
    6 ...
  6. seda türkmen

    1.
  7. an itibariyle fox tv'nin uyarlama dizisi fatih-harbiye'de boy gösteren güzel oyuncu. kendisinin müthiş bir aurası var, enerjisi yüksek, gözleriyle konuşangillerden.

    (bkz: buralar entry dolacak)
    0 ...
  8. beklentiler yüzünden

    1.
  9. - beni anlayamadın ki cansu, hiçbir zaman. belki de anlasan, en başından anlasan yani, benimle olmazdın hiç.

    - neyi anlamamışım ali?

    - ben çok şey bir adamım cansu, nasıl denir, böyle çok düz. acayip düz. hiçbir dalgam yok benim.

    - yok bunu anlamıştım zaten ali.

    - anlasan benimle olmazdın cansu. anlasan böyle beklentiler içinde de olmazdın.

    - ben senden ne bekledim ki şimdiye kadar? evet sen normal bir adamdın, ben de bunu biliyordum. konumuz bu değil zaten.

    - ben seni seviyorum cansu, elimden gelen bu sadece.

    - ya sevmek filan... bırak şimdi ali. geç kaldım, eve gidiyorum ben.

    gitti. elimde, içinde üç adet camel soft kalmış sigara paketi, gözlerim cansu'nun benden hızla uzaklaşan düz tabanlı ayakkabılarına dalmış ve tüm vücudum bankın üzerine kakılmış vaziyette kalakaldım.

    cansu gidiyordu. yavaş yavaş gidiyordu. uzun zamandır, her buluşmamızda, her telefon görüşmemizde aynı bahaneleri aynı sıralamayla aktarıyordu bana. senelerdir her şey aynı imiş, o böyle olacağını tahmin edemezmiş, ona, kendisini özel hissettirmek için hiçbir şey yapmıyormuşum.

    sonumuzu kendi ellerimle hazırlamışım. belki de onu hiç sevmemişim.

    peki bunları nereden çıkardın cansu?

    her hareketimden belliymiş.

    vay anasını.

    cansu ki benim en kıymetlim, güzel gözlü sevgilim... yarım akıllı, deli dolu... fakültedeki kızlardan her zaman farklı gördüm onu. bir türlü çok bilmiş ol(a)maması, ahkam kesmeyi becerememesi, o küçük, masum dünyası... renk katıyordu bana.

    mahallemizin kızıydı. ilk elele tutuştuğumuzda mahallenin bitimindeki çıkmaz sokaktaydık ve ilk defa yine o sokakta öpmüştüm onu bundan seneler önce. ben üniversiteye yeni başlamıştım o da süpermarketteki işine.

    zerre miktar büyüklük taslamamama rağmen, üniversite okuduğum için beni kendisinden hep bir adım önde gördü. mektuplarının sonunda yazdığı "seni herkezden çok seviyorum" cümlesindeki o mide kaldıran yazım yanlışına, her daim bitişik yazdığı dahi anlamındaki -de'ye ve soru eklerine de takılmadım. o benim masum kelebeğim idi. çok da güzeldi.

    aramızdaki tüm farklılıklar vız gelir, tırs giderdi.

    ***
    yıllar geçtikçe daha da bağlandık birbirimize. kitap okuma alışkanlığı edindi sayemde. onu arkadaşlarımla tanıştırdım. başta hepsini kasıntı tipler olarak görse de zamanla ısındı. kız arkadaşlarımdan her daim nefret etti. ben de zaten tüm kızlarla arama koca mesafeler koydum.

    üniversiteli kızlar, kendilerini bir şey sanıyorlarmış.

    üniversiteli kızların, onun tırnağı olamayacağını söyledim ona her defasında. isterlerse atomu parçalasınlar, cansu'mun yanında esameleri okunmazdı.

    zaman zaman aklımı çelen kızlara da bir şekilde karşı koydum. güzel kızlara karşı koymak sanıldığı kadar zor değil ama; hem zeki hem güzel kızlar bence dünya üzerinde bulunan en kompleks ve tehlikeli organizmalar.

    velhasıl, onu hiç aldatmadım.

    ***

    okulumun bitmesine bir sene kala, cansu muhteşem hayaller kurmaya başlamıştı. bir sene sonra sözlenip, bir sonraki sene evlenecektik. sevimli bir evimiz olacaktı. kocaman bir kitaplık yaptıracaktık ki bu dileğine hem sevinmiş hem de epey şaşırmıştım.

    işler planlandığı gibi gitmedi tabi. aynı sene babamı kaybettim, erkek kardeşim trafik kazası, annem anjiyo operasyonu geçirdi. uğradığımız bu maddi ve manevi yıkım ezip geçmişti bizleri. öyle takatsiz kaldım ki, okulum bir sene uzadı. biter bitmez iş bulamadım, sonunda bir iş buldum ama ne yazık ki ücreti ne beni, ne ailemi ne de cansu'yu pek tatmin edemiyordu.

    - ya ali, allah aşkına o kadar üniversite okudun. benden yüz elli lira fazla alacaksan niye yordun ki bunca yıl kendini?

    - yeni mezunum cansu. kaç lira vermelerini bekliyordun acaba?

    - ay ne bileyim! ben iki buçuk filan alırsın sanıyordum. aynı maaşı alıyoruz neredeyse.

    - iki buçuk mu! tamam cansu, boşuna okudum ben. tamam bu konuyu kapa allah aşkına.
    ---

    insanlar garip.

    en sevdiklerin bile, eğer canını yakmaya niyetlendilerse, bir zaafını bulup oradan yüklenirler sana. anladığım kadarıyla bundan ince de bir zevk alırlar.

    yaranamadım.

    ne cansu'ya, ne aileme.
    -
    "madem sözlenmiyoruz, o zaman yüzük tak bana." demişti, şaka ile karışık. "tek taş olsun ama."

    allem edip kullem edip paramı birleştirdim. pırlanta olmasa bile bir tek taş taktım parmağına.

    yine yüzünü güldüremedim.
    *

    ve kavgalarımızın birinde, asla başına kakmak istemediğim halde dayanamayıp lafını yaptım yüzüğün;
    " yüzük de aldım sana cansu, neden mutlu değilsin hala?"

    dik dik yüzüme baktı;
    - inanamıyorum sana! yüzük aldın ve sorunlar bitti yani, öyle mi ali?
    - sorun ne ki cansu?
    - hiçbir şeyin değişmemesi.
    - ne değişmeli?
    - of ali of! anlamıyorsun.

    bu kadardı. konuşmalarımız bu kadar sürüyordu artık. tartışmak, tartışabilmek iyi bir şeymiş meğer. tartışamıyorduk ve bu canımı yakıyordu.

    benden bir şeyler bekliyordu ve beklenti içinde olan her insan gibi mutsuzdu. mutlu olabilme ihtimali belirli koşulların gerçekleşmesine bağlı olan insanlar asla gerçek anlamıyla mutlu olamazlar.

    ah benim minik kuşum, nasıl bir gaflete düşmüştü! halbuki mutlu olmayı en çok hakeden o'ydu.

    *************

    son görüşmemizden sonra iki hafta hiç konuşmadık. ne o aradı, ne ben en ufak bir girişimde bulundum. marketin önünden bile geçmedim.
    belki de fazla boğuyordum onu. beni özlemesi için fırsat vermeliydim?!
    iki hafta sonunda buluşmak istedi benimle. parkta.

    gözlerinin içinde keder vardı cansu'mun. aylardır ilk defa bir duygu kırıntısına rastlamıştım onda.

    doğrudan mevzuya girdi.

    ayrılmak istiyordu. artık yapamıyormuş. beni suçlamayacakmış, belki de suçlu olan ben değilmişim, bilmiyormuş, kafası karışıkmış. enişteleri memleketlerinde market açmış, onu da çalışması için çağırmışlar, yabancı yerde çalışmasından iyiymiş, bir ay sonra memleketine gidecek, çalışacak, biraz da dinlenecekmiş. o gidene kadar onu asla aramamalıymışım, zaten bu kararı kolay almamışmış, gittikten sonra arasam da farketmezmiş. böylesi ikimiz için de en iyisiymiş.

    hakkımı helal edecekmişim, onun ki helal olsunmuş.

    gitti.

    kafasında tasarladığı tüm konuşmayı bir çırpıda gerçekleştirdi ve gitti. acılı görünse de gayet kendinden emindi. bana bir fırsat bırakmadı. şaşkın değildim açıkçası. feci derecede acı çekiyordum, bunun dışında pek bir sorunum yoktu. etlerimi kesiyorlardı sanki.

    planlar yapmıştı. yol çizmişti kendine. garipti. ben dımdızlak kalmışken onun alternatifleri vardı. yıllar önce bir kitapta okuduğum gibiydi belki de olay; hiçbir kadın alternatiflerini belirlemeden terk etmezdi.

    kaza geçirmiş gibiydim. yüz seksen kilometre hızla giden bir arabadan bir kaza sonucu fırlamış gibi değil de, düz yolda azami sınırı aşmadan ilerleyen bir arabaya, arabadan ittirileceğimi bile bile binmiş gibi. zaten benim gibi aşırı makul, asgari özelliklerde bir adama da azami hız sınırını aşan bir arabadan atlamak yakışmazdı. yavaş ve derinden acı çekmeliydim. hiçbir alternatife sığınmadan.

    bir saat sonra mesaj attı; "herkesten özelsin benim gözümde. kendine dikkat et ali..."

    ah canını yediğim!

    en azından artık "herkez" yazmıyordu!
    6 ...
  10. kardan adam mağrurluğu

    1.
  11. -anne lütfen! hava karardı, yollar buzlu. n’olursun sabahı bekleyelim.

    -hayır, gidiyoruz. şu küçük bavulu al yanına. çamaşır, hırka filan koy, fazla doldurma. on beş dakikaya çıkıyoruz.

    -anne!

    -öyle bakma bana. gidiyoruz dedim!

    hızlıca çekti kapımı. yatağın üstüne oturmuş, öylece kalakalmıştım. akşamın dokuz buçuğunda, karlara ve buzlanmış yola aldırış etmeden gitmemizi istiyordu annem. dünyanın en mantıksız ve tehlikeli işini yapmak üzereydik. son bir kez daha şansımı denemek için yanına gittim.

    -anneciğim bak, haklısın. biliyorsun, her zaman haklısın. yarın sabah bir çaresini bulacağız. ama n’olursun bu akşam gitmeyelim.

    -baban birazdan gelir. o gelmeden gitmemiz gerek.

    -çocuklaştığının farkında mısın sen? ya kar lastiği bile yok anne. altı saatlik yola gidelim diyorsun bana. gitsek bile yazlık evde nasıl ısınacağız söyler misin? site bomboştur zaten. illa gidelim diyorsan başka bir yere gidelim.

    -nereye gideceğiz?

    -bilmiyorum anne. otele gidelim ne bileyim kafa bırakmadın bende.

    -offff!

    perdenin kenarından dışarı baktı. tam biraz sakinleştiğini düşünürken, koltuğa oturup içini çeke çeke ağlamaya başladı.

    babam tuhaf bir adamdı. iyi bir kalbi olduğunu biliyordum aslında ama kendini ifade ediş biçimi sorunluydu. neye kızdığını, neyi sevdiğini tam olarak çözememiştim. annemse tanıdığım en hassas kadındı. hisleri kuvvetli, akıllı, leb demeden leblebiyi anlayan cinsten. evliliklerinde hiçbir zaman şiddet, aldatma gibi okkalı sorunlar olmamıştı ama diyalogları hastalıklıydı. çoğu zaman susardık bu yüzden. yemekte, arabada. tartışmaları ise felaket. konuşmayı beceremeyen insanların sözlü atışması inanın küfürlerin havada uçuştuğu, kafa göz girişilen kavgalardan daha rahatsız edici;

    -ahmet, kiracıya sordun mu, doğalgaz borularını değiştirmişler mi?

    -niye soracakmışım kiracıya doğalgaz borularını? değiştirmişlerse değiştirmişlerdir zaten.

    -ahmet ev ne halde merak ediyorum.

    -evin ne halde olduğunu merak etme hakkımız var mı? ev kiracının sorumluluğunda şu an.

    -sor diyorum ben de zaten. bir şey yap demedim.

    -soramam. ha sormuşum ha “evi fazla dağıtmayın” diye gözdağı vermişim. farkeden bir şey yok.

    -nasıl yok ya. telefonda hallerini hatırlarını sorup, doğalgaz borularını değiştireceğiz diyordunuz, n’oldu filan diyebilirsin.

    -evin ne halde olduğunu nasıl anlayacaksın bu konuşmadan. abi evin anasını ağlattık mı diyecek?

    -ben sana hiçbir şey demiyorum ahmet.

    - …

    bu ve bunun gibi bir sürü sonu bağlanmayan diyalog. koca bir evliliğin böyle geçtiğini düşünün. elle tutulur bir şey yok aslında. elle tutulamayan şeyler var daha çok. havada kalan konuşmalar, haklı tarafın belirlenemediği münakaşalar, uyuz eden tonlamalar, baygın bakışlar…

    işte o akşam da gayet alelade bir olayı -sırf konuşmayı beceremedikleri için- tartışma haline getirmişler kendi odalarında. annem sonradan anlattı. babama “nefes alamıyorum senin yüzünden ahmet” demiş. babam da gayet sakin bir şekilde ”ahmetsiz hava sahasına çık o zaman nesrin, rahatlarsın” diye karşılık vermiş. annem bu konuşmadan babamın kendisine kibarca “defol git” dediğini çıkarmış. ve işte son durum; annem evden gitmek istiyordu.

    annemin yanına gittim, elini tuttum. “gel uyuyalım anne” dedim, hiçbir şey demedi. arada bir susuyor, sonrasında sessiz sessiz ağlamaya devam ediyordu. “gitmeyeceğiz bir yere değil mi” diye sordum. “gitmeyeceğiz, uyu sen istersen.” dedi.

    uyuyamazdım. babam ve annem ben kendimi bildim bileli iletişim kopukluğu yaşarlardı ama annem ilk defa bu kadar kırılmışa benziyordu, belki yılların birikimiydi.

    pencerenin önü karla kaplanmıştı, camı açıp küçücük bir kardan adam yaptım. sonra annemin yanına oturup omzuna yattım, hiç konuşmadık.

    ***

    omzumda feci bir ağrıyla kapının sesine uyandığımda saat on bire çeyrek vardı. babam gelmişti. annem de omzumda mışıl mışıl uyuyordu. hazır annem uyurken kalkıp babama bir şeyler söylemeyi istedim aslında ama onun da keyfinin yerinde olmadığını tahmin edebiliyordum. kapadım gözlerimi, uyumuş taklidi yaptım ben de. babam battaniyeyle üzerimizi örttü. sıcacık oldum birden, odama çıkmak istemedim, koyverdim, uyuyup gittim oracıkta.

    sabah kahvaltısında, suratlar asık olsa da dün geceki huzursuzluk azalmış gibiydi. babam işe gittikten sonra annem “dün gece gitmek istediğimi babana söyleme sakın” dedi. söylemezdim zaten ama “neden” dedim anneme, “neden söylemeyeyim anne? ısrar etmesem gidecektik neredeyse.” boynunu büktü biraz, “gideceğimiz filan yoktu bu karda kışta, sinirlendim bir an.” dedi. haklıydı, gitmezdik zaten, bir şey demedim.

    dün yaptığım kardan adama baktım. hala kar yağdığından erimemişti. mağrur mağrur bakıyordu zeytinden gözleri. annem de onun kadar mağrurdu şu an. her şeyi kabullenip sırtlayabilmenin, güçlü bir insan olmanın haklı mağrurluğu. annemi seviyordum.

    -baban iyi bir adam. ama işte sinir ediyor insanı bazen.

    -doğru söylüyorsun.

    -ama milletin kocalarına bakınca şükretmem lazım yine. adamın içkisi yok, kumarı yok, karıya kıza gitmez. işte tuhaf sadece biraz.

    -haha! dün geceki isyankar hallerine n’oldu anne?

    -aman ne bileyim ya. sen de uzatma tamam.

    -tamam sustum.

    tam odamdan çıkmaya hazırlanıyordu ki bana yöneldi yeniden;

    -damla?

    -efendim anne?

    -sen yine de baban gibi bir adam bulma kızım.

    -nasıl adam bulayım?

    -daha konuşkan olsun, daha düşünceli olsun, daha romantik olsun. kapalı kutu olmasın.

    -tamam anne merak etme sen.

    gülümsedi. her anne gibi kızı için en iyisini istiyordu.

    ve her insan gibi en kötüyü düşünerek haline şükrediyor, her kadın gibi içten içe “daha iyi olabilir” diye düşünüyordu. her şeyin daha güzel olmaması için hiçbir neden yokken, vasata şükretmek de az biraz zoruna gidiyordu.

    dostoyevski haklıydı; aslında insanı en çok acıtan şey hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardı.
    7 ...
  12. kaderin nanik yapması

    1.
  13. ” sen de büyü, senin de çocukların olsun, o zaman anlarsın beni. ” şu klişe cümleyi çocukluğum boyunca en az bin kere duymuşumdur. her türk çocuğu gibi. ve hayat beni hangi ara bu kadar sıkıcı bir insan yaptı bilmiyorum ama; az önce kendimi, aynı cümleyi -birebir- kızıma kurarken buldum.

    insan çocukluğunu hatırlarken ya sevinir, özlem duyar ya da üzülür ve o günlere lanet eder değil mi? bende durum farklı. çocukluk dönemimi iyi ya da kötü diye net bir şekilde tabir edemiyorum fakat, o yılları hatırladığımda kendimden utandığım su götürmez bir gerçek. öyle böyle bir utanma değil hem de.

    sorunlu bir ailenin sorunlu çocuğuydum. annem babam ben altı yaşındayken ayrılmışlardı. klasik hikaye; şiddetli geçimsizlik. henüz çok küçük yaşta olmama rağmen çok net hatırlıyorum olan biteni. tuhaftır, bazen öyle ayrıntılar hatırlıyorum ki kendime şaşıyorum.

    annem çok güzel bir kadındı. “her anne güzeldir” mevzusundan öte bir şey, ciddi ciddi güzeldi. sürekli birileri döndü durdu etrafında. malum güzel kadın, dul bir de. o hep sakin kaldı, ciddiye almadı, umursamadı. babamsa, boşandıktan bir buçuk sene sonra patronuyla evlendi. şimdi rahmetli oldu kadıncağız, nur içinde yatsın. neyse…

    ben hep öyle kalacak sandım, baba gider, anne hep seninle kalır, bir tek ve daima seninle kalır, kendine başka yoldaş aramaz sandım. öyle değilmiş. zira üçüncü sınıfa yeni başlamıştım ki, bir gün, okul dönüşü, annem karşısına alıp ciddi bir konuşma çekti bana. “bu devirde dul kadın olmak zor” diye giriş yaptı, “kendime uygun birini buldum, evleneceğim, sen de yanımda olacaksın oğlum” diye bitirdi sohbeti. özet geçtim tabi. kadıncağız bana bunları söylerken kıvranıyordu. cümlesini nasıl bitirdiğini bile hatırlamıyorum aslında.

    üvey babam annemle aynı yaştaydı. daha önce bir evlilik yapmıştı ama çocuğu yoktu. sessiz sakin, güleryüzlü bir adamdı. ve tabi ki, babamın yerini almaya çalıştığı, ya da ben öyle sandığım için en nefret ettiğim insandı. tartışmasız. ben de bu nefreti göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, ve hatta abartılı hareketler yaparak annemin dikkatini çekmeye çalışıyordum. maksat; tek dikkati benim üzerimde olsun, o adamı ihmal etsindi. buydu evet. çocuk aklımla dikkat çekmek için her şeyi yapmıştım. en başta, mahalledeki arkadaşlardan öğrendiğim tüm küfürleri evde bağıra bağıra sanki şarkı söylermiş gibi söylüyordum, rezalet! böyle baya ezgili, ritimli şarkı yapıyordum küfürlerden. sonra bağıra bağıra evde söylemeye başlıyordum küfürlü şarkıyı. sürekli kavga ettiğim bir çocuk vardı mahalleden. tüm şarkıları ona ithaf ediyordum:

    “orrooooospuu çocuuğu vedaat, orospu çocuuğuuuu vedaaaat! vedatın anası deniiz, s*meyen keriiizz, heeey!!”

    tek bu da değil tabi. ödev yapmıyordum, odamı asla toplamıyordum, dişlerimi odamda fırçalayıp, on beş dakika salyalarımı akıta akıta evin içinde dolanıyordum, arkadaşlarımla kavga ediyordum, evin içinde futbol oynuyor, cam çerçeve indiriyordum. vs vs… akla gelebilecek her türlü haşarılık…

    zavallı annem, kızarıp bozarıyor, şekilden şekle giriyordu benim o hallerimi görünce. kaç defa eşinden benim adıma özür diledi bilmiyorum. kaç defa “yapma oğlum, neden böyle davranıyorsun?” diye karşımda ağladı en ufak fikrim yok. sonsuz kere.

    ve o adam, bana hiç kızmadı. yalnızca bir kez, “burak, böyle yaparak anneni ne kadar üzdüğünün farkında mısın” diye sorarken sesi azıcık yüksek çıkmıştı. ve ben kendimi odaya kapatmış, annemin de kafasının etini yemiştim, bu adam bana bağırıyor diye.

    böyle davranmaktaki amacım, sadece annemin ilgisini üzerime kitlemekti fakat, günden güne bu hallerimi benimsiyor, sevimsiz bir adam oluyordum.

    bir gün, ben yine evin içinde bağıra çağıra vedatın anasına göndermeler yaparken, üvey babam ; “burak, sen satranç oynamayı biliyor musun?” diye sordu. kaba bir şekilde “yoooooöööö” dedim. öğreteyim mi, dedi. istemem, dedim. hadi ama çok zevkli ,dedi. başka bir şey dememe izin vermeden, hızlıca odasına gitti ve bir satranç takımıyla döndü salona. masaya oturduk karşılıklı. tek tek başladı anlatmaya. “bak burak bu piyon, önemsiz gibi gözükse de satrancın en önemli taşları bunlardır bence. ilk hamlede iki adım atabilirsin..”

    onu ağzım açık dinlediğimi farkettim, vay şerefsiz herif, nereden biliyordu bunları.

    öyle böyle, üç dört saat sonra maç yapacak kıvama geldik. daha doğrusu kıvama geldiğimi, kafamın çalıştığını, çok zeki bir çocuk olduğumu söyleyip durdu ve daha ilk maçımızda bilerek bana yenildi. tabi o zaman bu durumun farkında değilim, onu yendikçe yenesim geldi ve aynı gün yedi defa daha maç yaptık, hepsinin galibi bendim. sözde galip.

    her akşam, satranç maçı için evden gelmesini bekliyordum ve haftasonları günde en az dört saatimizi satranç maçına ayırıyorduk. uzun zaman sonra ilk defa üvey babama “mustafa abi” demiştim.zamanla bu durum benim de hoşuma gitmeye başladı, eskisi gibi kendimi yıpratmıyordum. annem mutluydu, mustafa abi mutluydu. itiraf ediyorum, en mutlusu da bendim. bir anda efendi çocuk olmadım kabul, ama zamanla, büyüdükçe makulleşti tavırlarım. mustafa abi'ye duyduğum nefret ise, satranç maçlarından hemen sonra yok oldu. evet, sandığımdan basit olmuştu onu sevmek.

    mustafa abi’ye hiç “baba” demedim. ömrümün en büyük pişmanlığıdır. “baba” sıfatını hakedecek her şeyi yapmasına ve aslında onu öz babam olarak görmeme rağmen, ona bu mutluluğu yaşatmadım. benden hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı ama, eminim bu ona verebileceğim en büyük armağan olurdu.

    mustafa abi, ben on yedi yaşındayken, bir iş kazasında öldü. çok acı ve talihsiz bir ölümdü. sadece “sekiz yıllık babam” idi fakat onu yürekten seviyordum. annem bir daha evlenmedi, evlenme fikri aklının ucundan bile geçmedi. mustafa abi’nin ölümü onu derinden yaralamıştı. gariptir, mustafa abi’ye hiç baba demememe rağmen, kızım anneme “babaanne, bana dedemi anlatsana” dediğinde benim babamı değil de, mustafa abi’yi anlatıyor.

    kızıma satranç oynamayı tabi ki öğrettim, geçen sene ilçe çapında birincilik ödülünü almaya giderken yanımıza annemi de aldık. onun gözündeki mutluluğu görmek her şeye değer.

    —-

    hayat garip, bir zamanlar anasına düz gittiğim vedat, şimdilerde ikinci lig’den birinci lig’e taşınmakta olan bir futbol takımının teknik direktörü oldu. yani halen, binlerce insan tarafından küfür yiyor.

    daha da garip olan, geçenlerde maçı izledikten sonra kalabalığı aşarak zorlukla yanına inip “merhaba vedat, beni hatırladın mı” dedikten sonra, vedat’ın küçük bir hafıza yoklamasının ardından birbirimize sarılmamız oldu. öyle duygulandım ki, neredeyse yılların orospu çocuğu vedat’a sarılırken ağlayacaktım.

    sözleştik, bu ayın başında tekrar görüşeceğiz.

    -

    hayat, bir insan hakkında, onu doğru düzgün tanımadan hüküm kesmemem gerektiğini bana öğretti, iyi güzel de.

    yani allah’ım, sözün özü; orospu çocuğu dediğim adamla da yıllar sonra kanka yapma beni olur mu?

    tamam, küçüktük filan ama...

    utanıyorum. vallahi.
    4 ...
  14. felsebiyat dergisi

    1.
  15. genel sanat yönetmenliğini arda özgüven'in yaptığı, ismi üzerinde, felsefe ve edebiyatı doğrudan bünyesine katan, yanısıra güncel konuları irdeleyen, güzel isimlerle röportaj yapan bir e-dergi. aynı zamanda tatlı tatlı öyküler var bu sitede, haberiniz ola.
    2 ...
  16. kendimi standartlara sığdırabilme mücadelem

    1.
  17. herkesin hayatında, iz bırakan, derinden sarsan, efendime söyleyeyim allahını şaşırtan ve pek keyif vermese de, en okkalısından koca koca dersler veren olaylar olmuştur. fakat, evet, bazı insanlar uslanmamaya yemin etmişlerdir ve onlar için pek de bir şey farketmez.

    *
    bundan dört yıl önce, otuz bir yaşımın sonbaharında, halen bekar ama aramaya inanan, huysuz ama tuttuğunu koparan, kısa boylu ama "bodur tavuk her daim piliçtir" felsefesini yürekten benimseyen bir "taze" idim ve aynı zamanda kapalıçarşı'da on sekiz yıldır varlığını devam ettiren "şafak kuyumcusu"nun altı yıllık emektar tezgahtarıydım.

    her ne kadar şafak kuyumcusunun, diğer kuyumcuların altın sarısındaki ısrarına inat tozpembe boyanmış duvarları olsa da, bu durum benim algımda herhangi bir yanılsama yaratmıyor ve koyu gri düşünceleri her daim salık veriyordum beynime.

    ---
    mesela şu gelen pos bıyıklı adam, yanındaki çıtırla alyans bakıyorlar kendilerine. nereden bulduysa bu kızı. bulduğu çıtırı geceler boyu çatır çatır tövbee... yazık yahu. şu kızın körpeliğine, kalem parmaklarına, ürkek bakışlarına bak. şimdi de saat üç yönüne çevir kafanı. bu nasıl bir adam böyle, meymenetinden belli ne nemrut olduğu. kızı iki günde canından bezdirir, dozer gibi de ezer. eh be kızım, taş çatlasa 19'sun. ne acelen vardı? sırf parası var diye, her gece bir gorille sevişeceğinin farkında değil misin sen? allah herkese aynı aklı vermiyor tabi, biz boşuna mı bekliyoruz. bak 31 olmuşum ama doğru adamı bulmadan evlenmem. evlenmem arkadaş!
    -
    hah, hele bir de şuna bak! kokona! hoşgeldiniz efendim. dükkana girer girmez bayat parfüm kokusu öldürüverecekti bizi. parmakta da zevksiz bir alyans. kim evlenmiş bu kazulet karıyla allah aşkına. yağlı kapıya dükkan açmış herhalde, kendine kolye bakıyormuş hannnnfenddii. bu karıyla ömür geçer mi be. ayy evlilikten soğuttunuz adamı yeminle. yok yahu, bu insanlarda zerre kadar akıl yok. evliliği ne sanıyorlarsa; yazık.
    -

    ve 4 mart 2009-
    heh, sen de hoşgeldin canım! beş dakikalık kahve keyfimin de içine sızdı yeni bir evlilik heveslisi. ne istiyorsun sen bakayım, hımm alyans demek. bir dakika bir dakika, ağır ol! o yüzük benim yüzüğüm olacak! oo, beyimiz kararlı görünüyor, müstakbel eşinin parmak ölçüsünü de almış. hem de iple! bu devirde iple ölçü alan tek antika sensindir paşam. nabzım mı hızlandı benim, başım da dönüyor. ee, ip nerede? hay aksi, yerlerde sürünüyor, üstüne de basmışım. bozuldu mu acaba ölçüsü? aman, karakuru bir şeydir kesin bununki. ayarlayıveririm bir tane beyimin istediği modelden. benim yüzüğümden yani, birazdan karakuru kızımızın parmaklarına giriverecek yüzük.

    6 mart 2009-
    çok yoğun bir gün olmayacak sanki bugün. çok kalabalık değil çarşı. şafak abi de laf etmedi televizyon izlememe, hayret. yani günde dört saatimi şu izdivaç programlarına ayırırım, daha bir kere birbirine yakışan bir çift görmedim. aa müşteri yok mu demiştim, geçen günkü herif geliyor, şu benim yüzüğümü alan. beğenmedi mi acaba müstakbel karısı...

    - olmadı bayan olmadı, yüzük sevgilimin parmağına olmadı, ikinci boğumu geçemedi.
    - aa nasıl olmaz, hay allah. hemen büyüğünü vereyim beyefendi. kusurabakmayın.
    - böyle kusura bakılır. her şey tamam. müzik, ışıklar, mumlar. üç aydır yaptığım organizasyon bir kıçı kırık yüzük yüzünden mahvoldu. sıkışıp kaldı parmağında. ölçüye göre yüzük satmayı bilemeyeceksen, ne diye kuyumcuda çalışırsın? her şey mahvoldu! teklifim berbat oldu, hevesim kırıldı. nasıl ödeyecek bu dükkan bana bunu?

    yüzüğüme hakaret etti, eşek hoşaftan ne anlar!

    - kıçı kırık dediğiniz yüzük bu dükkandaki en değerli yüzüklerden biri, çok narin bir yüzük. dolma parmaklılara yakışmaz zaten. isabet olmuş.
    - ne diyorsun sen ya? sevgilime dolma parmaklı mı dedin sen?
    - gülcan, ne dediğinin farkında mısın kızım?
    - farkındayım şafak abi,yazık günah. güzelim yüzük, dolma parmaklarda mındar olacaktı. sen en iyisi o yüzüğü iade et. teklifine gelince; doğrudan beni suçluyorsun ama belki de kısmet değildir. olamaz mı? hevesin de kırılmış bak!
    - hem beceriksizsin hem de terbiyesizsin!
    - sana bir şey söyleyeyim mi? sen de kıronun tekisin. böyle yüzükmüş, mummuş, teklifmiş boşuna uğraşma. yontulmazsın sen.
    - gülcan, kes!
    - kesmiyorum şafak abi, sevgilisi de yüzüğü de ölçüsü de yere batsın.

    "allah hepinizin belasını versin." diyip çıktı dükkandan. seninkini vermiş vereceği kadar. domuz! şafak abi de "gel konuşalım" diyor, sinirim de tepemde! "kızım, lafını ölçüp de konuş" diyecek herhalde yine. demesi kolay tabi, insanı çileden çıkartıyorlar.

    - buyur şafak abi.
    - çek şu tabureyi, otur bakalım gülcan.
    - az önceki konuyla ilgiliyse, kusurabakma şafak abi ama sen de gördün ayının ne yaptığını.
    - kızım olmaz bu böyle. kaç defa uyardım seni. esnaf dediğin müşterisine hoşgörü gösterir, sen bir de hakaret ediyorsun. bak orada ne yazıyor; "müşteri her zaman haklıdır."
    - ya şafak abi, ne yapsaydım, gördün sen de.
    - gördüm kızım gördüm. bak ne diyeceğim sana. uzun zamandır dikkat ediyorum davranışlarına. dilin kılıç gibi oldu, hep gerginsin, mutsuzsun. esnaflık kolay iş değildir, hele ki kapalıçarşı gibi bir yerde. yıpratır insanı. sen de yıprandın. ben diyorum ki gülcan; biraz dinlen.

    dinlenmek mi? nasıl yani, izin mi yapayım biraz? mart ayında hem de. yok canım. e o zaman? nasıl yani, işten mi çıkartıldım? e, dinlen dedi ama.

    altı yıldır çalıştığım yerden kovarken "defol git" diyecek hali yok ya şafak abinin. kibar kibar kovuyor beni: "biraz dinlen."
    ---

    dinleneyim şafak abi, dedim; sen bilirsin. "senin iyiliğin için kızım, yıprandın." dedi. doğrudur, dedim. helalleştik.

    *******

    altı yıllık işyerim, altı yıllık ekmek kapım, altı yıllık alışkanlıklarım, gördüklerim, öğrendiklerim... öyle çok büyük, derin üzüntülere gark etmemiştim ama boşluğa düşmüştüm ve bundan sonra ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. ne olmalıydı, ne olabilirdim? hangi yoldan gitmeliydim, hiç düşünmedim. kalbim kırıktı, nasıl olduğunu anlamadan kendi kendimi yaralamıştım ve tek isteğim onarılmaktı. bir başkası tarafından onarılmak. evet, yıllar sonra ilk defa kendime itiraf edebildim; bir erkek tarafından.

    hiç uzatmadım, düşünmedim, hatta diyebilirim ki bu işi ciddiye bile almadım. çok zor bir şey olmasa gerekti. ne paçozlar ne gudubetler evleniyordu. ben mi evlenemeyecektim?

    unutmuyorum, 1 nisan sabahıydı. anneme, "asude teyzenin bahsettiği adam hala evlenmemişse ve benimle görüşmek isterse, ben o adamla bir tanışmak istiyorum" dedim. çay boğazında kaldı. 1 nisan şakası yapıyorsun değil mi, diye sordu defalarca. sonunda anladı ciddiyetimi.

    öyle çok fazla uzatmadık. görüştük, tanıştık. karşımdakinin tek isteği evlenmekti. evet, benden on yaş büyüktü, kesinlikle yakışıklı değildi ve sadece evlenmek istiyordu. artık ne olursa...kısmet benmişim. oluverdi, evlendik. 3 yıl geçti. şimdi ne durumdayız, merak ettin değil mi? şöyle söyleyeyim, her şey gayet normal. fazla normal. ne bileyim, öyle işte, çok şükür.

    hiçbir zaman neyle karşılaşacağımı bilemediğim, aslında ne istediğimi de bir türlü kestiremediğim hayat yolumda, diğer insanların daha önce kullanıp onay verdiği, belirlenmiş kurallara uyarak ilerliyorum başıma bir şey gelmesin diye. kocam da, öyle normal, cidden çok normal, fazla konuşmayan (bazen bir gün içinde yalnızca üç cümle kuruyor) bir adamcağız. sıkıntı yok.

    bir de şu beyaz deri koltukları alsak bizim salona. hani kenarlarında koyu kahverengi bantları olan koltuklar... ne zaman şık bir mekan görsem, içinde illaki bu koltuklardan görüyorum ve çatlıyorum! bugün çok ısrar ettim. ağzından mıyıl mıyıl bir şeyler çıktı, tam duyamadım ama, bir kaç kafa şişirme seansından sonra aldırırım diye umuyorum.

    aldırırım yahu, zaten mülayim adam. sessiz sakin.

    aman aman...

    çok şükür...
    7 ...
  18. aşk ve öbür cinler

    1.
  19. aşkın dinden, emirlerden, yasaklardan, görünen görünmeyen her şeyden üstün olduğunu anlatan gabriel garcia marquez romanı.
    "mutluluğun iyi edemediğini iyi edecek ilaç yoktur."
    2 ...
  20. ataletin bedeli

    ?.
  21. " start wearing purple wearing purple! start wearing purple for me now! "

    gece, uykuya dalmadan biraz önce, sabah neşeli kalkabilmek ya da sadece "kalkabilmek" adına ultra neşeli bu şarkıyı alarm sesi yapmıştı telefonuna. fakat bu bile kalkmasına yardımcı olamıyordu, zira dün 'bundan sonraki hayatı' na dair radikal kararlar almıştı ve radikal kararlar aldığı gecelerin sabahı, kendini fazlaca halsiz hisseder, dolayısıyla radikal kararları eyleme dökme gününü de başka bir tarihe ertelerdi. bu böyle olurdu. her defasında!


    dördüncü birasını yudumluyor, on üçüncü sigarasını tüttürüyordu televizyon izlerken. işten ayrıldıktan sonra kendini çok salmıştı ve yeni bir işe girecek ne enerjisi ne de hevesi vardı. gereksiz şekilde göbek yapmış, kirli sakal olayını abartmıştı. üç yıldır ciddi bir ilişkisi yoktu ve açıkçası, tek gecelik ilişki olayına da çok bayılmıyordu artık. dağınık ve "erkek" kokulu evine, yabancı bir kız getirmek fazla zahmetli geliyordu gözüne. telefonu çaldı, arayan arkadaşı cem'di.

    - söyle cem?
    - belki vazgeçip gelirsin diye aradım oğlum. n'apıyorsun?
    - televizyon izliyorum, bira içiyorum, bir de biraz kokuyorum galiba. duşa girmem lazım.
    - ulan kokuşuk herif, çık arada o pis evinden. gel işte, bira içiyoruz zaten biz de. laflıyoruz bizim çocuklarla balkonda. benim ev sahibi yok. müziği de açtık. forget her dinliyoruz son ses.
    - benim kuyruk acım yok oğlum. i already forgot all them. sizin gibi acılı heriflerle içimi bayacağıma, ararım kebapçıyı kendime acılı adana söylerim.
    - siktir git tolga.
    - sen de aşkım, öptüm.

    ***

    göbeğini kaşıya kaşıya televizyon izlerken köpeği varoş gelip, "karnım acıktı" bakışını attı tolga'ya. tolga elindeki peynirli krakerleri tuttu avcunda, varoş'a uzattı. varoş sevmedi krakeri. maması bitmişti ve sorumsuz babası yürüyüşlerini de aksatır olmuştu.

    *

    üzerindeki peynirli kraker kırıntılarını silkeleyerek "çarpılcaz bir gün bakalım ama.." diye söylene söylene lavaboya, dişlerini fırçalamaya gitti. elindeki fırçaya macun sürüp tam dişlerini fırçalamaya başlayacaktı ki, aynada kendi suretine bakakaldı. kıpırdamadan...yavaşça yaklaştı aynaya, daha da yaklaştı. vee gözaltı torbaları!!! felaket boyutlara ulaşmışlardı.

    "hasssikttirrr!" dedi gür sesiyle. "n' olmuşum lan ben böyle torbacı gibi!"

    konuşamadı daha fazla. açık ve net; dumur olmuştu. böyle şeylere asla takılmayan, dünyanın en rahat adamıydı tolga ve onu bile rahatsız edecek boyuta gelen gözaltı torbalarına bir çare bulmalıydı. ya da daha iyisi, tüm hayatına bir çare, bir neden, bir anlam bulmalıydı. kısacası dağıttığı götü başı toplamalıydı, kendine çeki düzen vermeli, ve daha önce binlerce kez yaptığı gibi döneklik yapmamalıydı bu defa.

    ***

    ve işte bu büyük karardan sonraki ilk gün, fondaki gogol bordello enerjisine rağmen sıcak yatağından kalkmak büyük külfet geliyordu ona. kıçını dönüp tekrar uyumaya hazırlanıyordu ki koridorda gezmekte olan varoş'un hırıltısını duydu.

    müthiş bir hızla kalkıverdi yataktan. gözaltı torbalarıyla karşılaşmamak için aynaya bakmadan yıkadı yüzünü. varoş'un tasmasını taktı ve çıktılar evden. günlerdir, tolga'nın üşengeçliğinden boş yere cefa çeken varoş'un hırıltısı, bordello'dan daha etkili olmuştu.

    *****

    hava ne sıcak ne soğuk, tam yürüyüş havasıydı. kulaklıkları taktı tolga. kendini kaptırdı müziğe, klip çeker gibi yürümeye başladı bebek sahilinde. ara sıra varoş, bir yerlere takılıp hızını yavaşlatsa da, kondisyonu iyi sayılırdı.

    tolga, bir ara hızını yavaşlatıp sahilin kenarındaki tekneyi incelerken, varoş durdu. kendi gibi bir golden retriever bulup muhabbete başlamıştı. kafasını kaldırır kaldırmaz, golden'ın sahibiyle göz göze geldi tolga. ve içler acısı olan, bu yeni golden'ın taş gibi bir sahibinin olmasıydı. evet, içler acısıydı. zira, kızı görür görmez tolga'nın aklına kocaman gözaltı torbaları, ve biranın hezimeti sonucunda sahip olduğu göbeği gelmişti.

    varoş bey'in keyfi yerinde, diğer köpeğe burnunu değdiriyor, diğeri de ona karşılık veriyor ve saçma sapan hareketlerle kendi çaplarında sosyalleşiyorlardı.

    "oğlum böyle şeyler filmlerde olur lan!" diye düşünürken, kız birdenbire "merhaba!" deyip, bembeyaz dişlerini gösteriverdi tolga'ya.
    "merhaba" diye karşılık verdi tolga. gözaltı torbalarının yarattığı çirkinlik hissi ve koca göbeğinin yaptığı basıncın ezikliğiyle gülümsemeye çalıştı.

    varoş, yeni arkadaşını bırakmaya pek niyetli değildi. tolga da varoş'un bu azgınlığı karşısında mahcup oluyor, ek olarak, kendini king kong gibi hissettiğinden, bir an önce oradan ayrılmak istiyordu.

    - varoş, hadi! hadi oğlum!

    - aa ismi varoş demek. hehe çok hoş. benim kızımın adı da paspal.

    - desenize ondan iyi anlaştılar.

    tolga kendini feci şekilde kasmanın verdiği etkiyle, böyle salakça espiriler yapıyor, kız da garip şekilde her espiriye gülüyor, tolga'nın her söylediğine "aaaa, ciddi misin, hahaha yapmaa yaaa" gibi abartılı tepkiler veriyordu. tüm konuşmalar köpekler üzerineydi haliyle; ayaküstü beş dakikalık konuşmadan da derin mevzulara inilmesi beklenemezdi.

    10 dakika kadar sonra, köpekleri kendi hallerinde oynaşmaya bırakmışlar, banka oturmuş sohbet ediyorlardı. kızın adı pelindi. zaten tam da pelin tipi vardı. uzun ve inceydi, kemikli yüz hatları vardı. konuşkandı da. biraz fazla kikirdek olabilirdi. tamam ses tonu da fazla tiz sayılabilirdi. ama o kadar olurdu canım. güzel kızdı işte, daha ne olsun!

    *****

    muhabbet, ara sıra yerini suskunluklara bıraksa da iyi sayılırdı. varoş'la paspal birbirlerinden sıkılmamışlardı ama bir ara paspal'ı tek başına oynarken gördü tolga.

    - seninki sıkıldı galiba baksana.
    - ay acıkmıştır ya, ben ona biraz bisküvi vereyim.

    çantasından, şu mukavvaya benzeyen diyet bisküvi paketinlerinden çıkardı. paspal'a uzattığı gibi yutuverdi köpek bisküviyi.

    - aaaaa, nasıl ya? diyet bisküvi yiyor?
    - haha, evet. annesine çekmiş. alıştı benden göre göre.
    - ilginçmiş hakkaten.

    iki tanesini köpeğe verdikten sonra, geri kalan mukavvalardan bir tane ağzına atıp, paketi tolga'ya uzattı. tolga diyet ürünlerden nefret ettiğinden kibarca "yok ya, sağol." diye karşılık verdi. bu kız tam bir "pelin" diye düşünmeden edemedi tabi.

    muhabbet bir ara -artık nasıl olduysa- sezen aksu'ya, oradan nazan öncel'e, oradan hangisinin daha başarılı olduğuna kadar gelmişti. pelin, "ay ben sezen'e bayılıyoruuuum" gibi yorumlar yapıyordu ve yine aynı muhabbetin biraz boğmaya başladığı ve güneşin tam tepelerine dikildiği sırada çantasını açtı pelin ve kocaman, kemik rengi bir gözlük çıkarıp taktı: "güneş gözlerimi aldı yaa!"

    kafasını çevirip pelin'in gözlüklerine bakan tolga, geceki berbat hissin aynısına kapıldı yeniden. nitekim, koskoca camlardan, gözaltı torbalarının yansımalarını görmüştü! ve sırf gözaltı torbaları olmamıştı sanki o an canını sıkan. koca torbalarla birlikte koca göbeği, dağınık, pis, ağır erkek kokulu evi, işe yaramazlığı, üşengeçliği, bıkkınlığı...

    rezalet hissetti kendini. o parka, o banka ait değildi sanki. koşa koşa evine gitmek, abartana kadar bira içmek, televizyon izlemek istiyordu.

    kendinden beklenmeyecek kadar iyi bir oyunculukla pelin'in sözünü kesti:

    - ya pardon sözünü kesiyorum da, buradan sarıyer'e en yakın nasıl gidebilirim?

    - valla nasıl gidersin biliyorum da en yakın nasıl gidersin bilemiyorum. neden ki?

    - ya unutmuşum tamamen. yirmi dakika sonra veteriner randevusu var varoş'un. geçen hafta kakasının rengi bir tuhaftı, randevu almıştım da.

    - hmmm, yediği bir şey dokunmuştur belki. gidecek misiniz şimdi?

    - mecburen. kendine ve paspal'a çok iyi bak, çok memnun oldum. varoş! hadi oğlum!

    - ben de memnun oldum, siz de kendinize iyi bakın...

    varoş huysuzlanmış, pelin'in suratı düşüvermişti, açıkça belli oluyordu bozulduğu. tuhaftı her şey. bundan 2-3 sene önce, fıstık gibi bir kızı oracıkta bırakıp, koşar adım yalnızlığına gideceğini söyleseler kahkahalarla gülerdi tolga. ne zaman böyle atıl, kendini her şeyden soyutlamış bir adam olmuştu ki?

    ve her şeyden önemlisi, yalnızlık acı veren bir şey olarak bilinmez miydi? öyleyse, verdiği bu garip hazzın sebebi neydi?

    peki bu basit ve zevksiz, fakat yine de garip şekilde huzurlu hayat, nereye kadar sürebilirdi?

    yine mi dönmüştü büyük kararlarından?

    belki de büyük kararlar büyük insanlar içindi. küçük insanlar, küçük hayatlarına istedikleri gibi devam etmelilerdi. ne de olsa dünyanın işleyişine bir katkıda bulunamayacaklardı.

    kendini mi kandırıyordu?

    bilmiyordu, çözemiyordu ve aslında kafa patlatmak da zor geliyordu.

    ***

    eve girer girmez bir şişe bira açtı.

    evet, en azından şundan emindi; bira güzeldi.

    ***
    4 ...
  22. sözde saftirik

    1.
  23. “hasan deri’ye iki çay!” diye seslendi diafonun öteki ucundaki çaycı çırağına. anlatmaya devam etti: “öyle işte bekir… memlekette epey sıkıntı çektik vaktinde, ne zaman benim amca oğlu verdi bana bu aklı; aldım çoluk çocuğu geldik istanbullara. küçücük bir dükkan açtık evvel. sonrasında büyüdü işler. gördüğün gibiyiz şimdi, bir sıkıntımız yok.”

    -maşallah hasan abi, buralarda dikiş tutturmak kolay değil öyle. bak bizim köyden kimler kimler geldi, tutunamayıp döndüler memlekete yine. en son ramazan gelmişti, hatırlar mısın? tek ayağı aksak olan hani…

    -duymuştum. n’olmuş sonra?

    -dolandırmışlar mazlumu, bir kaç herif çelmiş bunun aklını, gel ortak dükkan açalım demişler. ramazan da varını yoğunu vermiş bu şerefsizlere, adamlar cukkalayıp kaçmışlar. bir daha hiçbirinden eser yok.

    “deme be! yazık olmuş ramazan’a desene.” güldü. “e tabi kolay değil be bekir, eksik akıllı olmayacaksın bu devirde. bak mesela, benim amca oğlu bana akıl verdiğine göre kafalı adammış ama kendisi açlıktan sürünüyor şimdi köyde. sürecek bir tarlası bile yok, neden? çünkü kafalı olmakla akıllı olmak aynı şey değil, o kafayı kullanabilecek akıl lazım adama. ben akıllı adammışım ki büyüttüm işlerimi.”

    -amca oğlunu da aldırsan ya yanına hasan abi, birlikte yürütseniz işleri.

    “orada duracaksın işte!” dedi hasan. anlık hiddetini örtmek için yapmacık bir gülümseme takındı suratına: “allah herkesin rızkını verir, herkesin yiyeceği ekmek bellidir. öyle herkes amca oğlunu yanına aldırsaydı ohoo!”

    - yok hasan abi yanlış anlama. amca oğlundur, daha iyi yardımcı olur. ne bileyim, elalem gibi kazık atmaz, diye dedim. malum etraf yamuk adamla dolu… kime güveneceğini şaşırıyorsun bu devirde. yoksa öyle tabi, herkesin rızkı kendine.

    …

    çayları getirdi 11-12 yaşlarındaki çırak, “iki tane yabancı kadın bizim ocağa sizin dükkanı sordu hasan abi, gelirler şimdi.” dedi.

    “gelsinler bakalım.” ellerini ovuşturdu: “bizim ekmek kapımız ruslardır bekir, ruslar olmasa dericilik diye bir şey de olmazdı koca laleli’de…”

    …

    az sonra biri yirmili, diğeri otuzlu yaşlarda iki sarışın kadın geldi dükkana. uzun boylu, beyaz tenli ve fazlaca gösterişlilerdi.

    “zdravstvuyte!” dedi dükkana girer girmez otuzlu yaşlarda olanı.

    “dabro pajalavat!” diye karşılık verdi hasan güzel kadınlara gülümseyerek. rusçası -bunca yıldır laleli’de dericilik yapmasına rağmen- toplasan 10 kelimeden ibaretti. dükkanın arka tarafındaki elemanlarından rusça bilenine seslendi: “kamil gel oğlum, müşterilerimiz var.”

    “kamil gitti abi.” dedi elemanlardan diğeri, “anası diyalize girecekmiş bugün.”

    “hay onun anasına!” diye söylendi hasan, ” ne bok yiycez ulan şimdi, çağır gelsin.”

    -karşıya geçecekti abi, çağırsak da gelmesi iki saati bulur, beklemez müşteriler. senin oğlanı çağırsak ya, o anlar dillerinden.

    *

    müşterilere el hareketleriyle -parmağıyla saatine vurduktan sonra, baş ve işaret parmaklarını hafifçe kısıp “azıcık” işareti yaparak- “sizi biraz bekleteceğiz” mesajını vermişti. kadınlar, hasan’ın yanlarına kadar çektiği taburelere karşılıklı oturup kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başladılar.

    hasan, bekir’e döndü: “bu rus karıları da bir başka oluyor yav, şunlara bak ilik gibi.”

    bekir kızardı: “hep geliyorlar mı abi böyle kadınlar?”

    -yahu bunların hepsi böyle zaten, içlerinde bir tane çirkinine rastlayamazsın.

    -hakkaten hepsi böyle mi abi, nataşa değil değil mi bunlar?

    -nataşa da var aralarında tabi, ama bunların nataşaları bizim nataşalar gibi değil, okumuş nataşa. geçen bizim kamil bunlardan biriyle sohbet etmiş, kadın memleketinde diş doktoruymuş ama burada daha iyi para kazanıyormuş.

    şaşırmıştı bekir. okumuş nataşa mı olur diye düşündü içinden. hasan, rus kadınlarını öve öve bitiremezken o bir yandan çaktırmadan kadınlara bakmaya çalışıyor, bir yandan da uçsuz bucaksız hayal dünyasında +18 hayaller kuruyordu.

    ***

    genç ve tok bir erkek sesiyle kendine geldi.

    “selamunaleyküm” dedi ali.

    “aleykümselam.” diye karşılık verdi dükkandakiler.

    -heh şükür! oğlum müşterilerimiz yarım saattir seni bekliyorlar, bak köyden de bekir abin gelmiş, yanımıza uğradı.

    -hoşgeldin abi, dedi ali.

    -hoşbulduk ali, dedi bekir. koskoca adam olmuşsun yav. hadi müşterilerle ilgilen sen sonra konuşuruz.

    ***

    hasan’ın en büyük oğlu ali müşterilerle ilgilenirken hasan ile bekir sohbet ediyor, bekir ise göz ucuyla kadınları kesmeye devam ediyordu.

    - bu rusya çok soğuk memleket bekir, ondan böyle meraklılar deriye. biz malın hasını diğer dükkanda üretip bu dükkanda satıyoruz. bir kere bizden alışveriş yapan, müdavimimiz oluyor. bak kendi mallarım diye demiyorum... ucuza kaçmam üretirken, gelgelelim satarken de ucuza satmam.

    -abi şimdi bu kadınlar nataşa değil mi?

    “hayda! oğlum sana ne anlatıyorum ben. kafan karılarda değil mi?” bastı kahkahayı: “her sakallıyı deden mi sanıyorsun sen? her rus orospu mu olacak oğlum, tövbe tövbe.”

    -belki öyledirler abi, sordursak mı ali’ye adaplıca.

    -lan senin çenenin yayı kopsun! müşteri lan onlar! senin canın karı istiyor anlaşıldı, köyde yok değil mi böyleleri?

    -yok valla hasan abi, böylelerini görmüşken nasiplenmeden dönmeyeyim köye.

    -sus oğlum ali duyacak. hasan abin seni aç göndermez köye merak etme. dükkanı kapayalım, icabına bakarız. anavatanlarına götürürüm seni bunların. paran yoksa hiç heveslenme ama.

    “sen de gelecek misin abi?” diye sordu sessizce. “yalnız çekinirim şimdi ben.”

    “istersen aranıza kayıvereyim bende.” dedi hasan. “kaç yaşında adamım oğlum ben, ayıp. maksat senin gönlün olsun.”

    “yapma gözünü seveyim hasan abi.” bir yandan da “bana ayak yapma şimdi” bakışı atıyordu hasan'a.

    -bakarız. şşt sus geliyorlar.

    ***

    elinde biri bordo biri siyah iki deri ceket ile ali önden, kadınlar da arkasından kasaya yaklaştılar. “bunları alacaklarmış baba.” dedi ali.

    -vı prinimaete kreditnıe kartoçki?

    -kredi kartıyla çekilir mi diyorlar baba, pos makinesini uzatıversene.

    kadınlar kartları çekerken dahi, bekir kadınların vücut hatlarını süzmekten bir dakika vazgeçmemişti. “abi gidiyoruz değil mi dükkanı kapayınca?” diye fısıldadı hasan’ın kulağına.

    “sus be oğlum, tamam dedik.” diye cevap verdi hasan.

    ***

    müşteriler, “dobrıy veçer” deyip çıktıktan sonra, oturup ikişer çay daha içti hasanla bekir. ali yanlarına geldi.

    -yav bu ali, senin en büyük abine benziyor hasan abi, şu belediyede memurluk yapana. kaşı, gözü, boyu posu aynı amcası. nasıl gidiyor aslanım, kaçıncı sınıftasın şimdi sen?

    -lise sonuncu sınıftayım bekir abi.

    “huyu suyu da aynı amcası.” dedi hasan. “saftirik, vur ensesine al ekmeğini. çok isterdim benim izimden gitsin, derici olsun diye ama olmayacak, bunda ticaretçi kafası yok. benim küçük oğlan bana benziyor, çakal. o olacak inşallah babası gibi, bu da amcası gibi memur neyin olur artık.”

    “kısmet abi, herşeyin hayırlısı.” gözlerini büyüttü: “çıksak mı abi biz ufaktan, şu işi halletseydik?”

    -ali biz çıkacağız şimdi. bekir abinin bir işi var onu halledeceğiz, sen dükkana göz kulak ol.

    -olurum baba.

    ***

    dükkandan çıkmadan, masanın üstünde duran ve üzerinde “hasan dericilik toptan ve perakende satış” yazısı bulunan kabartmanın üzerindeki tozu eliyle alıverdi kabaca.

    -dükkanı kapamadan z raporu almayı unutma. çıkıyoruz biz.

    sol adımla çıktı dışarı, “haydi bismillah, allah’a emanet olun, müşterilerle ilgilenin. annene söyle yemekleri yapsın, misafirimiz olacak. yorgun geliriz eve. bekir gel araba şu sokakta.” dedi.

    ***

    babası yokken de babasının koltuğuna oturmazdı ali. bir tabure çekti. çekmeceden kalem alıp masanın üstündeki bulmacayı çözmeyi düşünmüştü. olmadı.

    hiç yapmak istemediği ve kendi kendine bir daha bakmayacağına dair söz verdiği halde kalktı, ve elemanların yanına yaklaşmasının dahi yasak olduğu yazarkasayı açtı. oradaki varlığından, bir hafta kadar önce tesadüfen haberdar olduğu, binlerce fişin altına -aransa dahi bulunamayacak kadar özenle- saklanmış kondomun yerinde olup olmadığını kontrol etmek için yavaşça fişleri kaldırdı; yoktu.

    ah şu adam...ne tuhaf adamdı!

    boğazına koca bir yumru oturdu. kulakları uğuldamaya başladı.

    “sen de allah’a emanet ol baba, allah işini rast getirsin, allah yardımcın olsun. sağ ayakla gir gireceğin yere, sol ayakla da çık.” dedi içinden.

    babası haklıydı, gerçekten hiçbir zaman onun gibi olamayacaktı.. toparlanmaya çalıştı ve diafonun yanına gitti kafası karmakarışık:

    “hasan deri’ye bir oralet getirir misiniz?”

    ---
    5 ...
  24. kıymete binen shrek

    1.
  25. "o tanıdığım en sığ adam!" yazdı büyük harflerle günlüğüne. ve paragraf başı yaparak devam etti:

    "bugün yine deli etti beni. artık iyice gözüme batmaya başladı tavırları. kaba, umursamaz, dalgacı. benden altı yaş büyük ama sınıfımdaki erkek öğrencilerden farklı çalışmıyor beyni. bunu yeni farketmedim, hayır. sadece; tahammülüm kalmadı. bu aramızdaki, ilişki, bağ, artık her neyse, yılların getirdiği saçma alışkanlıktan başka bir şey değil, farkındayım. sorun şu ki cesaretim yok günlük, olmuyor, yemiyor işte. bir cesaret toplasam, bir yerden bir işaret ne bileyim, bir güç bulabilsem. ya da bahane, tek bir bahane yeter aslında. ama güçlü bir bahane olmalı. off, acaba yanlış yolda mıyım? şimdiye kadar elle tutulur bir hatasını da görmedim aslında. allah'ım, ya bana ayrılabilecek gücü ver ya da şu adama yeniden ısınabileyim artık! iyi geceler günlük!"

    öğretmenler günü hediyesi olan, pembe peluş kaplı günlüğünü kapatıp masasının üzerine bıraktı. uzandı yatağa. günlerdir düşünmekten kafayı yiyecek kıvamda, az biraz şaşkın, garip bir şekilde huzursuz ve bariz şekilde hazırlıksızdı hayatını değiştirmeye.

    yirmi yedi yaşındaydı ve istanbul'un "sosyetik" semtlerinde bir kolejin ana sınıfında öğretmendi hande. etraftan bakıldığında kendi ayakları üstünde durabilen güçlü bir kadın; kendi içindeyse ne yapacağını bilemeyen, çocuk ruhlu, melankolik, olgunlaşmaya çalışan genç bir kız gibiydi. annesi babası farklı şehirlerde, farklı insanlarla evliydi. istanbul'da, 170 metrekarelik kocaman kiralık dairesinde kedisi "pırasa" ile birlikte yaşıyordu. bir de daimi misafiri vardı tabi: sevgilisi "deniz".

    gözlerini kapadı, deniz'i düşündü; o dev gibi adamı...nasıl da muhtaç hissederdi kendini sevgilisine eskiden. ailesi o'ydu hande'nin. sevgilisi, abisi, babası... ne değişmişti bilmiyordu. hata mı ediyordu böyle düşünmekle; bunu da bilmiyordu. tek bildiği; olmuyordu artık. artık deniz, onun ailesi değil; her hareketiyle onu kendinden uzaklaştıran öylesine bir adamdı işte. sevgili. eski sevgili olma yolunda koşar adım ilerleyen sevgili.

    ---

    sabah uyandığında böğründeki koca yumru biraz hafiflemişti sanki. hep böyle olurdu ya zaten; geceleri adama uyku uyutturmayan tüm dertler, sabahları daha bir çözülebilir gelirdi insana.

    ---

    pırasa'yı kucağına alıp mıncıkladı, öptü. "annesinin oğluşu acıkmıştır." deyip doldurdu tabağı mamayla. pırasa'nın tabağı silip süpürüşünü izledi gülerek ve duşa girdi rahatlama umuduyla. yeni güne daha mutlu, daha güçlü başlamalıydı.
    -
    duştan çıkıp giyindikten sonra, deniz'in hediyesi channel parfümü boca etti üzerine. deniz geldi aklına yine. bu sabah daha az nefret ediyordu ondan sanki...

    ***

    çocuklar oyun saatindeyken, mutfağa gidip dolabın arkasına çömelerek bir sigara yaktı. aşçı kamuran laf attı hemen:

    -bir gün ispiyonlayacağım seni çocuklara haberin olsun. biricik öğretmeniniz sizden gizli tüttürüyor çocuklar, diyeceğim.

    -aman kamuran abla sakın ha. dillerinden kurtulamam valla.

    -dillerinden kurtulama da bırak şu zıkkımı. ne diye içiyorsun anlamam.

    -bir sigaram var kamuran abla, ona da karışma, dedi hande gülerek.

    ---

    oyun saatinin bitmesine yakın, stajyer kızı da yanına alıp bahçeye çıktı hande. ter içinde kalmıştı hepsi. hasta olmasalar bari diye düşündü. kimi yakalamaç, kimi top oynuyordu. bir kaç kız öğrenci de şarkı söyleyip garip dans figürleri sergiliyorlardı birlikte.

    ---
    -öğretmenim, berke topu bize vermiyor. onun topuymuş.
    -hayır can, top hepinizin topu. berke'ye söyle.
    -öğretmenim, berke diyor ki bahçe de onun bahçesiymiş. ama bahçe allah'ın bahçesi, onun bahçesi değil ki. değil mi?
    -kağancım, bahçe de berke'nin değil, hepinizin bahçesi. ne konuşmuştuk, hakkımızı savunuyorduk değil mi? hadi berke ile konuşun, anlatın ona.
    -tamam öğretmenim.
    ---

    saatine baktı, beş dakika daha vardı oyun saatinin bitmesine ama koşuşturan çocuklar başını döndürmüştü. seslendi öğrencilerine:
    "çocuklar! oyun saati bitti! resim çizeceğiz birazdan. hadi sınıfa! masalarınızın başına!"
    stajyer'e döndü sonra:
    "selincim toparla hepsini."

    ---

    on altı adet öğrencisi de masasının başına geçene kadar bekledi. hepsi masasının başına geçip, boyalarını dizdikten sonra da "eveet" dedi. "bugün, hafta sonu ne yaptıysak onu çiziyoruz çocuklar."

    -öğretmenim, ben babamla basketbol oynadım!

    -ne hoş. o halde, bunu çiz defterine yiğit.

    -öğretmenim, ben hiçbir şey yapmadım, sadece televizyon izledim.

    -bunu duymam hiç iyi olmadı mete. peki, sen de televizyon izleyen bir mete çiz o zaman.

    -öğretmenim, ben hafta sonu annemle pizza hut'a gittim, orada sizi gördüm. sevgilinizle kavga ediyordunuz!

    şaşırdı hande. hiç beklemiyordu bunu. çocuklara ve özellikle o kokoş, dedikoducu annelerine malzeme olmayı istemezdi doğrusu.

    -öyle mi nilsu? ben seni görmedim.

    -biz sizi gördük öğretmenim. sevgiliniz vardı yanınızda. sinirli sinirli bağırıp pizza yiyordunuz.

    -arkadaşımdır o benim.

    -öğretmenim, çıkarken elinizi tuttu ama... siz önce vermek istemediniz elinizi ama sonra siz de tuttunuz.

    -öyle mi, dedi. yalanı açığa çıkmıştı sanki. "tamam o halde. sen de pizzacıda yemek yiyen bir anne-kız çizebilirsin."

    -ben sizi çizmek istiyorum öğretmenim. sevgilinizle sizi yani...

    -peki tatlım.

    sinirleri bozuldu hande'nin. ne gerek vardı ki böyle bir muhabbete. çocuklar, insanı gerçekten zor duruma sokabiliyorlardı.

    resmini bitiren öğretmeninin yanına gelip gösteriyordu çizdiklerini. bir ressam edasıyla resimlerini pazarlıyorlardı adeta.hem de o fazlaca entel, abuk ressamlardan çok daha içten bir şekilde. "öğretmenim burada annem, babam, ben lunapark'ta eğleniyoruz, aslında kardeşim de vardı ama onu çizmedim, onu hiç sevmiyorum. bebek gibi ağlıyor." diyeninden tutun da, annesini cadıya benzetip kafasına koca bir cadı şapkası çizenine kadar, hepsi ayrı birer dürüstlük timsaliydi.

    elinde resmiyle nilsu göründü sonunda. sarı kıvırcık saçlarını attırarak geldi hande'nin yanına. ve resme bakmasıyla anlık bir şok yaşadı hande.

    -nilsu'cum bu ne böyle?
    -öğretmenim, bu sizsiniz. saçlarınız böyle de güzel, ama ben daha dalgalı yaptım. kahverengiye de boyadım. bu da sevgiliniz...
    -nilsu! shrek bu!
    -öğretmenim, sevgiliniz shrek'e benziyor ama.
    -ne diyorsun tatlım sen?
    -dev gibiydi, üstünde de yeşil tişört vardı. ben de shrek çizdim.
    -peki nilsu, geçebilirsin yerine.

    anlamsızca sinirlenmişti hande. tuvalete gitti hızlıca. elini yüzünü yıkadı. "şuna bak." dedi kendi kendine. garip bir koruma içgüdüsüne büründü birden. sevgilisi shrek'e benzemiyordu hayır, gayet de yakışıklıydı: "elin veledine bak sen! shrek'miş hah! boylu poslu, dağ gibi adam be!

    shrek'e benzeyen sevgilisini getirdi aklına. hemen ardından da minik nilsu'yu ve fıldır fıldır dönen gözlerini... aniden midesi kasıldı. gülmeye başladı, kahkahalarla hem de.

    "sevgilim shrek'e benziyor. tanrım çok şanslıyım." dedi kendi kendine.

    --

    mesaj attı deniz'e: "yeşil tişörtünü giyme bir daha, shrek'e benziyorsun."

    cevap geldi deniz'den: "sen de jennifer lopez'e benziyorsun tatlım, bu akşam alayım mı seni evden? hem düzelelim artık be, olmuyor böyle!"

    "geç kalma aptal!" yazdı hande.

    -

    nasıl olduysa, sevgilisine ısınıvermişti yeniden. minicik bir çocuk sebep olmuştu buna.

    -
    kıymete binmişti shrek. hem de hiçbir şey yapmadan.
    -
    13 ...
  26. söykü dergisi pdf versiyonu

    1.
  27. uludağ sözlük kıymetlisi, bir tanecik öykü dergisi söykü'yü, başlık başlık açıp, entry şeklinde okumaktansa; şöyle sayfaları çevire çevire, tadına vara vara okumak isteyenler için, söykü dergisi sayı 4 çamur'u da içinde barındıran söykü dergisi pdf versiyonu karşınızda efendim...

    buyrun, afiyetle okuyun: http://www.uludagsozluk.com/soyku/

    gözlerinize sağlık...
    12 ...
  28. gönüllü bağımlılık ve kramponlar

    1.
  29. adnan menderes havalimanı iç hatlarda, uçağının kalkmasına kırk dakika kala, tüm şehrin uyuduğu o saatte, kabak gibi tehlike arz eden uyuyakalma riskine rağmen uyukluyordu mert. son bir kaç saatte yaşadıkları bünyesine fazla gelmişti. olayın ilk şokundan mı, yoksa bardağı taşıran son damladan sonra akan damlaların fazla da bir şey değiştirmeyeceği gerçeğinden midir bilinmez, garip bir rahatlama hissi vardı üzerinde. tek istediği uyumaktı.

    yarım saat içinde eşyalarını bavuluna yerleştirmiş, tam kapıdan çıkarken de kramponlarını unuttuğu gelmişti aklına. geri dönmedi tabi; kimbilir daha neler neler unutmuştu da, gün geçtikçe çıkacaktı meydana. yakın arkadaşı taner'i aradı takside.

    -alo taner. ben istanbul'a gidiyorum. begüm'le ayrıldık.

    +oğlum manyak mısın, ne diyorsun sabahın dördünde?

    -gidiyorum diyorum, ayrıldık oğlum. işim yok artık burada.

    +lan karı gibi triplere girdin de ananın evine mi gidiyorsun sıçtırtma bacağına! kır kıçını otur, sabah konuşuruz. ya da bana gelsene lan sen?

    -gidiyorum aga, telefonla yer ayırttım zaten. haberin olsun diye aradım, bir kaç gün telefonu kapatabilirim ben, boşa meraklanma...

    +ciddi ciddi gidiyorsun yani? karı milleti oğlum, çiçek miçek alıp halledemedin mi lan, neyi uzattınız bu kadar?

    -ben ayrıldım zaten, olmuyo aga... neyse hadi şarjım az, görüşürüz mü diyeyim ne diyeyim bilemedim. ararım ben seni.

    +aramamazlık yapma lan sakın! hadi atarlı genç, haber et bana...

    ---

    uçağa binip koltuğa oturur oturmaz gevşedi vücudu... vücudu gevşedi gevşemesine de, kafasından o kadar çok şey geçmeye başladı ki hızla, uyumasına imkan kalmamıştı. ilişkilerinin kısa ve genel özeti beyninin arka plan görüntüsüyken, günün o bomba etkisi yaratan ve fazlaca iç acıtan diyalogları da sekme sekme açılıyordu kafasında.

    üç yıldır devam eden bir ilişkileri vardı ve mert yaklaşık beş aydır begüm'ün evinde yaşıyordu. istanbullu olmasına rağmen, sırf begüm'ün "amaaan meeert, izmir'de de iş buluruz sana. hadi n'oluuur, yanımda kal biraz." şeklindeki serzenişlerine dayanamadığından ve izmir'e gelmediği takdirde begüm'ün çenesinin asla kapanmayacağını anladığından, kalktı izmir'e yerleşti. ve o hiç ısınamadığı izmir'de, hiç içine sinmeyen bir firmada, hiç de içine sinmeyen bir maaşla çalışmaya başladı, üç ay sonra da istifa etti. neyse ki, içine sinmeyen bunca şeye rağmen, gayet içine sinen ve yanına yakıştırabildiği çok güzel bir sevgilisi vardı.. yalnız o da son zamanlarda azıcık fazla mı göbek yapmıştı ne?

    halı saha maçından gelmişti o gece mert. yorgundu. sıkıntılıydı da. rakip takıma 14-4 yenilmişlerdi. eve girdiğinde begüm esneyerek televizyon seyrediyordu.

    -hoop, uyumadın mı sen daha?

    -ya mert allah aşkına, gecenin ikisinde biten maç mı olur ya, şu allahın belası maç daha normal bir saatte oynanamaz mı?

    -haydaa, sanki sol bek oynadın anasını satayım. sanane kızım, cefasını çeken biziz. anamız ağladı valla, yenildik bi de.

    - bir dakka bir dakka, bir dakka dur kımıldama! ayağını kaldır bakıyım bi!

    -n'oluyo ya?

    -meeeert! allah kahretsin mert! çamurlu ayakkabıyla evin içine mi girdin sen??

    -yedek ayakkabı almamışım yanıma, çıkaracaktım şimdi, zor geldi eğilmek. yorgunum. pardon.

    -pardon mu? sen benimle dalga mı geçiyorsun yaa?? çamurlu ayakkabıyla evin içine nasıl giriyorsun? gerizekalı mısın sen?

    - düzgün konuş!

    - düzgün konuşmuyorum seninle, ayı!

    - kızım ne diyorsun sen, bak ben ağzımı bozarsam fena olur!

    - allah aşkına boz ağzını. gözümden daha fazla düşemezsin zaten. iğrençsin be, iğrençsin!

    ağlıyordu begüm. çamurlu ayakkabıyla eve giren mert'e deli gibi sinirlendiği ve sinirini çıkartmaya bir kaç ufak hakareti yetmediği için ağlıyordu . mutfaktan bez aldı, bağıra bağıra ağlayarak yeri silmeye başladı.

    - allah kahretsin seni yaa, sen nasıl düşüncesiz bir adamsın!

    - begüm, sakin ol! abartma, çamur o be! bok değil!

    - senden ala bok mu olur iğrenç yaratık, dayanamıyorum sana artık!

    - begüm, ne diyorsun sen?

    - dediğimi duydun! tahammül edilmez bir adam oldun artık sen.

    mert, bir yandan begüm'e anlam veremezken, bir yandan da çok çok iyi anlıyordu onu. onca hır gür, kavga, bağırış, çağırış.. bunca zamandır, bunun gibi bir sürü kavgaları olmuştu zaten. begüm, normalde sesini bile çıkartamayacağı şeylere karşı inanılmaz tepkiler vermeye başlamıştı. bitmişti aslında. neyi zorluyorlardı ki daha?

    - bu kadar dellenmenin sebebi sadece o allah'ın belası çamur değil, biliyorsun değil mi?

    - neymiş?

    - kendine delleniyorsun aslında, benimle hala birlikte olduğun için. benimle paylaşacak hiçbir şeyin kalmadı artık senin. bu yüzden, düzenli aralıklarla sorun çıkartıp nefretlerini sunuyorsun bana. böylelikle de rahatlıyorsun sanırım.

    - mert, o koca ayaklarınla salona girip her tarafı çamur yapmışsın!

    - begüm, allah aşkına ya, allah aşkına! bahane olur da, bu kadar mı olur?

    - neyin bahanesinden bahsediyorsun sen?

    - bitirmişsin kızım sen, bitmişiz artık. istanbul'a dönüyorum ben.

    - öyle mi?

    - öyle!

    - defol git!

    ve yarım saat içinde bavulunu hazırlayıp, biletini ayırttırıp çıkmıştı evden mert. bunca zamandır, iki tarafında aklına gelen ama sırf -buncayılınhatrına- geciktirilen o ayrılık, nihayet gerçekleşmişti. hem de boktan püsürükten, çamurdan bir sebeple.

    ---

    kırk beş dakika boyunca gözünü kırpmamıştı. daha eve gidince annesi babası tarafından sorguya çekilecekti bir güzel. hem izmir'deki arkadaşlarından sadece tanerle konuşabilmişti. begüm arar mıydı acaba, yok canım bu sefer kesin bitmişti. olsun, belki arardı. yok, bu defa kesin bitmişti.

    evet evet, bitmişti...

    "o değil de" dedi kendi kendine. "o kramponlara 200 lira saymıştım lan ben, arayıp geri istesem çok mu ayıp olur?"

    ---

    ertesi sabah, oğlunu öperek uyandırdı annesi.

    "eee.." dedi sonra. "müstakbel gelin hanım bir şey demedi mi gelmene?"

    "yok be anne, değişiklik olur sana da, git dedi."

    ---

    akşamüstü beşe geliyordu saat ve mert düzenli periyotlarla telefonuna bakıyordu.

    "arar lan belki." dedi içinden. "yok lan aramaz, bu sefer kesin bitti."
    9 ...
  30. gerçeğin pespayeliği

    1.
  31. " bazen sana özeniyorum, biliyor musun baba? oturduğun yerden izliyorsun herşeyi sakin sakin... dışarıda savaş çıksa umrunda olmayacak. " diye söylendi tekerlekli sandalyesinde oturmuş, boş gözlerle yere bakmakta olan adama. hızlı hızlı topladı odayı ve babasının tekerlekli sandalyeden yere düşen hırkasını astı kapının arkasındaki askılığa. "ben çıkıyorum." dedi. "bir iki saate kadar dönerim, acıkırsan da biraz sabrediver artık. "

    seksen yaşındaydı reşat bey. iki yıldır boynundan aşağısı felçliydi. algıları açıktı fakat konuşamıyor, hareket edemiyordu. en küçük kızı figen bakıyordu ona. üç odalı evinin en küçük odasını reşat bey'e ayırmıştı. altını alıyor, yemeğini yediriyor, odasını havalandırıyor, temizliyor, arada bir de sitem edip ağlanıyordu babasına. karısının ani ölümüyle yıkılmıştı reşat bey ve bir gün mutfakta kendine türk kahvesi yaparken aniden tüm bedeni uyuştu, yığılıp kaldı olduğu yere. felçliydi artık. bir başkasına bağımlıydı, küçük kızı figen'e...

    *

    reşat bey'in odası bir yatak, bir tekerlekli sandalye, bir giysi dolabı, giysi dolabının üzerindeki yüklükler ve bu yüklüklerin arasına sığıntı gibi yerleştirilmiş bir daktilodan ibaretti. kırk sene adliyede memurluk yapmış, emekli olur olmaz da hemen adliyenin önünde arzuhalcilik yapmaya başlamıştı. işte o emektar daktilosu, eski günlerin yadigarı o daktilo, belkide geçmişinden yanına taşıdığı en vefalı arkadaşıydı.

    *****

    perdenin kenarından güneş geliyordu yüzüne. figen perdeyi tam kapatamamıştı demek ki. sol yanağı yanmaya başladı sıcaktan ve arzuhalcilik yaptığı günleri anımsayıverdi hemen...

    sultanahmet sıcağı da bir başkaydı yazları. kavururdu adamı. adliye'nin önünde, güneşten kavrulmuş teniyle simitçi bekir söylenmeye başlardı: " allah'ın işine karışmak gibi olmasın da, bu sıcaklar adamın iflahını kesiyor. bari azıcık esiverseydi yahu, bize de günah. bir ayran ister misin reşat memurum? "

    dört beş yudumda içiverirdi ayranını reşat bey... kendine gelir, gözleri daha bir açılır ve daha bir hevesle yazmaya devam ederdi arzuhalleri. bazen de, kendisini bildi bileli adliye önünde dilenen dilencinin yanına gider, simidini yarıya böler, dilenciye verirdi.

    " allah razı olsun. " derdi dilenci.
    " allah senden de razı olsun. " diye karşılık verirdi reşat bey.
    " ben yaşamıyorum ki reşat memur. allah benden razı olsa ne yazar? herşeyimi aldılar benim. bak iki kuruş paraya, bir lokma simide muhtaç kaldım. ben ölüyüm reşat memur. allah senden razı olsun, benden değil. sen hür adamsın bak, istediğini yaparsın. allah senden razı olsun da, çoluğuna çocuğuna helal lokmalar götür. "

    hep dinlerdi dilenciyi ve dokunaklı hayatını... varlıklı bir aileden geliyordu aslında dilenci, okumuş bir adamdı hem de. zamanla işleri batmış, evine haciz gelmiş, bütün ailesini kaybetmişti. bir kaç kere intihar etmeye kalkışmış, becerememişti. bir keresinde kolonya şişesini dikip içmişti, yine becerememişti ölmeyi. gözleri kör olmuştu üstelik. ve artık adliyenin önü, onun mesken tuttuğu tek yerdi.

    " ölmeyi bile beceremedim reşat memur. bu ne demek bilir misin? bunları sen hakettin, öyle kolay kolay ölmek yok, yaşayacaksın demek. her gün biraz daha öle öle yaşayacaksın. bazı adamlar, ölmeyi bile beceremezler reşat memur. şuradan geçen insanların vereceği iki kuruşa muhtaçsan eğer, ölmeyi bile beceremezsin. ağır ağır ölürsün, yaşaya yaşaya ölürsün. dilediğini yapamayacak haldeysen eğer, dilediğini yapanlardan hayat dilenirsin. "

    ***

    sol yanağı iyice kızarmış, sol gözü kanlanmaya başlamıştı. düşünüyordu. adliyeyi, karısını, kendisine -onlarındabakılacakbirailesiolduğuiçin- bakmayı reddeden diğer evlatlarını, torunlarını, tekrar adliyeyi, simitçi bekiri, dilenciyi, adliyeden çıkan mutlu, mutsuz, şaşkın insanları... ve hafifçe başını kaldırıp, dolabın üstündeki daktilosuna baktı. hayatının hemen her anında ona arkadaşlık eden daktilosuna. kapadı gözlerini, içi geçti hemen. rüyaya daldı.

    ***
    rüyasında dilenciyle upuzun bir kumsalda yürüyorlardı. dilenci kör değildi üstelik. kumsalın ne kadar uzun olduğundan bahsediyorlardı birlikte.
    ***

    kapının sesine uyandı reşat bey. "geldim baba." diye seslendi kızı. "gelene kadar da öldüm vallahi, çok sıcak. dur yemeğini getireyim."

    elleriyle yedirdi babasına lahana dolmasını, suyunu içirdi, bir güzel ağzını sildi. "bizim kıza çeyizlik birşeyler aldım. " dedi. "yarın öbür gün evlenip gidecek, el kapısında rezil olmasın." güldü. "getireyim de yerleştireyim şunları."

    zar zor taşıdığı, koca iki yorganla odaya geri döndü. "bunları aldım." dedi. "yalnız evde yer yok, her taraf tıklım tıkışık. senin daktiloyu kaldıracağım. eskiciye de söylemiştim sabah, gelip alsın diye. durduk yere yer kaplıyor. kimsenin işine yaramaz bu saatten sonra." sandalyenin üstüne çıkıp, daktiloyu dolabın üstünden kaldırdı: " üfff! eşek ölüsü gibi de ağır!"
    ***

    gözyaşlarını serbest bırakmak için kızının odadan çıkmasını bekledi reşat bey. kızı çıkar çıkmaz da bıraktı kendini. yaşlar yanağından süzüldü, ağladı, ağladı.. en yakın dostunun gidişine ağladı, ona nefes veren tek şeyin onu terk edişine ve tüm bunlar olurken derdini anlatamayışına ağladı. ona bakan tek evladı figen'in, onu en yakın dostundan böyle rahatça koparabilmesine, ona eski günlerini hatırlatan yegane şeyin iki yorgana peşkeş çekilmesine ağladı. gözleri acıdan yanana kadar, göz kapakları uykuya teslim olana kadar ağladı.

    *****

    " dilediğini yapamayan insanlar, dilediklerini yapabilenlerden hayat dilenirler. " diyordu dilenci ona rüyasında. "unuttun mu sana söylediklerimi?"
    9 ...
  32. aidiyetsiz sahipsizlik ve hüseyin

    1.
  33. En yakın arkadaşı Mustafa’nın zoruyla, hiç adeti olmayan bir şey yapmaya gitmişti o sabah, bir psikiyatrist ile görüşmeye…

    “Gözünü seveyim Mehmet Ali” demişti Mustafa, “Allah aşkına git, bir konuş, bir dertleş, bak Allah’ın adını verdim. Yahu ayıp değil, günah değil. Koskoca adamsın, cahillik etme. Eskidenmiş o psikiyatristlere deli doktoru demeler, artık muhabbet kuşu ölen vay kuşum öldü, vay bunalıma girdim diye doktora gidiyor be! Bak hakkımı helal etmem sana.”

    “Başlatma hakkından hukukundan.” dedi Mehmet Ali, “Ulan amma bulaşık adamsın, kendi işin gücün yok mu senin?”

    ”Benim işim gücüm sensin arkadaş. Randevu alıyorum bir kaç güne, hazırla kendini.”

    ***
    Nişantaşı Rumeli Caddesi’nde bir apartmanın beşinci katına çıktı hırıldayarak… Sigarayı günde iki pakete çıkarmasının etkileri, böyle zamanlarda çok daha hissedilir oluyordu haliyle.
    “Ulan Mustafa” diye söylenmeye başladı, “Ulan, ne hale soktun beni göt oğlanı!” ve zile bastı…
    ***

    Yaklaşık yirmi dakikadır, gayet modern döşenmiş, vanilyalı oda spreyi kokulu bir muayenehanede, kendisinden en az on beş yaş küçük ve hatta -birazişlensegüzelsayılabilecek- kumral, zayıf ve iri gözlü bir psikiyatristle karşılıklı oturuyordu.

    “Mehmet Ali Bey, kırk sekiz yaşındasınız, fakat görüyorum ki kendinizi yetmişlerinizde hissediyorsunuz.” dedi genç kadın hafifçe gülümseyerek. “Sırf dinlenebilmek için işinizden ayrılmışsınız ve herhangi bir hobinizin olmadığını söylüyorsunuz, fakat bu mümkün değil. Herkesin kendince, yapmaktan hoşlandığı bir şeyler vardır.”

    -Hali hazırda yapmaktan hoşlandığım herhangi bir uğraşım yok.

    -Kitap okumaz mısınız mesela?

    -Altı yedi aydır okumuyorum.

    “Anlıyorum.” dedi genç kadın, elindeki hardal rengi, deri kaplı defterine bir şeyler not etti ve devam etti: “Peki bir hayvan beslemeyi düşünmez misiniz, şirin bir kedi gibi?”

    -Aslında kedileri severim, fakat ne yazık ki her gün büyük bir sorumlulukla ev arkadaşım Hüseyin’i besliyorum ve bir kedi onun için fazlasıyla tehlikeli.

    -Hüseyin bir fare o halde, yani hamster besliyorsunuz, öyle mi?

    -Aslında hamster değil, bildiğimiz fındık faresi. Henüz hiç karşılaşmadık ama uzun zamandır evimde olduğunun farkındayım ve her gün mutfağa onun için bir parça peynir bırakıyorum, şimdiye dek hiç bir ikramımı geri çevirmedi.

    ****

    Dışarıda hızla yağan yağmur, muayenehanenin camlarını dövmeye; psikiyatristse kendinden gayet emin, kafa şişirmeye devam ediyordu...

    “Eşinizden ayrılmanızla birlikte, birdenbire içine düştüğünüz o ağır boşluk duygusundan kurtulmak için, bu abartılı yalnızlığınıza bir son vermelisiniz Mehmet Ali Bey. işinize geri dönmeli veyahut arkadaşlarınızla daha sık vakit geçirmelisiniz.”

    *

    Uzunca bir süredir yumruklarını sıktığını, avcunun içine geçen tırnaklarının verdiği acıdan sonra farkedebildi, saç dipleri terlemiş ve muhtemelen nabzı normalin çok çok üstüne çıkmıştı. Son zamanlarda, kalabalık bir yere girdiğinde veya biraz fazla gerildiğinde vücudu hep bu tepkiyi veriyordu istemsizce.

    Doktorun sözünü kesti ve “izninizle, artık gitmek istiyorum.” dedi.

    -Ama seans hala sürüyor Mehmet Ali Bey.

    -Çıkmak istiyorum.

    -Aslında, yazmak istediğim bir kaç antidepresan var, bu hapların size yardımcı olacağını düşünüyorum.

    “Teşekkür ederim doktor hanım ama kullanmakta olduğum bazı yardımcılar var zaten.” dedi gülerek, ve ekledi: “Bir de antidepresanlarla birleşirlerse intihar etmiş olurum sanırım; henüz hazır değilim.”

    Girişte duran orta yaşlı göbekli kadına, çalıştığı zamanlarda aldığı maaşın yaklaşık beşte birini ödedi ve çıktı…

    ***

    Yanında şemsiyesi yoktu, ellerini cebine soktu, yağmura aldırmadan Nişantaşı’ndan Cihangir’deki evine kadar yürüdü. Aklından binbir çeşit şey geçiyordu, eski karısının yüzü, minik bir farenin yüzüne karışıyor, karısının ciyaklayan sesi, bir farenin kapana kısılışını anımsatıyordu ona.

    “Sen beni artık mutlu edemiyorsun!” diye bağırmıştı karısı terketmeden önce. “Anladım ki,senin o küçük dünyanda, kendinden başka hiç bir canlıya yer yok! Bencilin tekisin sen, ve ben şimdi senden kaçıyorum. Aslında istediğin de buydu değil mi? Sadece kendini mahvettiğini sandın Mehmet Ali, ama beni de tükettin. Hep böyle uzak ol herkesten tamam mı? Zehrini kimseye saçma, kendi kendini mahvet. Sonra da geber!”

    ***

    düşündü, düşündükçe kendini kaybetti. Düşündükçe kanı çekildi, elleri soğudu. Düşündükçe, yağmurla birlikte ruhu aktı logar kapaklarından...

    ***

    Buzdolabından çıkarttığı ve her zaman aynı yere koyduğu peyniri, bu sefer kilerden arayıp bulduğu paslı bir kapanın üstüne yerleştirerek koydu her zamanki yerine ve müziği açtı son ses.

    Ne kadar zamandır müzik dinliyor, ne kadar zamandır o kanepede oturmuş boş boş yerdeki parkeleri inceliyordu, bilmiyordu. Zaman kavramı tamamen yok olmuştu o an..

    Ve nihayet, mutfak tarafından gelen tiz bir cıyaklama sesi karıştı Bülent Ortaçgil’in sesine…

    Kulaklarını tıkadı Mehmet Ali var gücüyle, ev arkadaşı Hüseyin paslı kapanda can çekişirken…

    ve şarkıyı mırıldanmaya başladı hıçkıra hıçkıra…

    Sev beni, sar beni...

    Bir tek kötü sözün sarsar beni...

    Bu saçma sapanlıktan kurtar beni...

    Ben bunları kimseye anlatmadım...

    Kendimle bile konuşmadım...

    Bir tek sen duy diye...

    Sen bil diye...

    Sen anla diye…
    12 ...
  34. sosyofobik zımbırtı

    1.
  35. “kar yağıyor!” diye seslendi annesi mutfaktan, ”bu soğukta hiçbir yere götüremem seni, al kalemlerini, şu ördeği taşırmadan boya bakayım.”

    boyama kitabındaki ördeğe baktı önce, sonra perdenin kenarından, sokağın sonundan görülen parka… parkta kimse yoktu, tam istediği gibi. diğer çocuklarla hiç konuşmuyordu ve her gelene sırasını kaptırdığından salıncak sırası bir türlü ona gelmiyordu. annesi defalarca tembihlemişti “sıranı verme kimseye!” diye ama olmuyordu. tam oturacakken biri ittiriyordu ve kaptırıyordu salıncağı. bir keresinde “sıra bende.” diyecek gibi oldu ama başaramadı. sustu, yutkundu, boğazına oturan koca bir yumru ve her defasında çocuklara belli etmemeye çalıştığı ıslanmış gözleriyle birlikte, hafifçe çömelerek kumlarla oynamaya devam etti.
    —
    bu sefer park boştu işte, sırasını kapacak kimse yoktu. özgürce sallanabilirdi, salıncağa oturacakken kimse ittiremezdi bu sefer onu. mutfaktan kafasını uzattı, annesi harıl harıl bulaşık yıkıyordu. bir kez daha “anne,parka gidelim mi?” diye sormaya yeltenemedi. boyama kitabına baktı tekrar, ”belki taşırmadan boyarsam götürür.” diye düşündü.
    —
    boya kalemlerini masasının üstüne dizdi. sarı boyayı aldı önce eline, beğenmedi; sarı ördek olmazdı herhalde. sonra maviye uzandı,peki mavi ördek olur muydu,kafası karışmıştı. boyamaya başladı; mavi ördek diye birşeyin var olmasını umarak...
    —
    bitirdi.sonunda masmavi bir ördeği olmuştu. mutfağa gitti, "boyadım.” dedi ördeği göstererek. annesi kahkahayı patlattı, ”mavi ördek olmaz.” dedi. ”ördekler beyaz olur, şu beyaz gibi görünen gri boyayla boyamalıydın, neyse ki taşırmamışsın. aferin.” biliyordu zaten, mavi ördek olmazdı, yanlış yapmıştı yine, tıpkı daha önce o koca kurbağayı kırmızıya boyadığı gibi...
    —
    boyalarını toplarken annesi ıslak ellerini önlüğüne sile sile pencereye yürüdü, dışarı baktı: “mübarek amma da çok yağdı.” dedi.

    “parka gidelim mi?” diye soruverdi birden pencereden bakan annesine ve sorar sormaz da şaşırdı nasıl tekrar sorabildiğine.

    “soğuk,üşürsün.” diye cevap verdi annesi.

    “üşümem.” dedi, ”atkımı takarım,hadi gidelim.”
    —

    annesi öyle bir sarıp sarmalamıştı ki her yerini, atkının yünleri ağzına giriyordu. salıncağın zincirine tutundu önce. oturacağı yerdeki karları temizledi eliyle. etrafına baktı bir daha, evet kimse yoktu, kimse kaldıramazdı onu oradan. oturdu ve annesine: “sallar mısın beni?” diye sordu mutlulukla.

    gökyüzüne bakıyordu. sallanırken karlar suratına çarpıyordu ama hiç acı hissetmiyordu. bacaklarını ileri geri oynatıp daha da hızlanıyordu, belki de ilk defa annesinin ikazını dinlemeden, hızlandıkça hızlanıyordu, hızlandıkça heyecanlanıyordu. ”ben ördeği maviye boyadım.” dedi içinden. ”mavi ördek olur,çünkü ben ördeği maviye boyadım.”
    ***
    saatine baktı, dördü çeyrek geçiyordu. tam 10 dakika boyunca,elinde soğuttuğu kahvesiyle pencereden sokağın sonundaki parka bakıyordu, belki de ilk defa o aksi patronunun masasına yığdığı raporlara aldırmadan...

    ”öyle rapor olmaz.” demişti patronu, ”yine becerememişsin,öyle rapor olmaz!”

    “olur işte.” dedi kendi kendine, ”mavi ördek olur. çünkü ben, ördeği maviye boyadım!”
    36 ...
  36. anne klişeleri

    1.
  37. annelerin sıklıkla söyledikleri,söylemekten asla bıkmadıkları,bıktırdıklarının farkına varmadıkları laflardır.
    mesela;
    -annen olmam.
    0 ...
  38. yaran babaanne diyalogları

    1.
  39. esesdopiyespiyesin fena halde başı ağrımaktadır.

    babaanne:gel kızım okuyayım seni.
    esesdopiyespiyes:oku babaanne.

    babaanne esesdopiyespiyes'i okur, okur, okur. artık gerçekten mi yoksa formaliteden mi bilinmez gözlerinden yaşlar gelir.

    babaanne:nazar değmiş sana. git camdan bak. baktığın ilk kişi erkekse erkek nazar değdirmiştir, kızsa kız değdirmiştir.

    camdan bakılır, ilk görülen kişi kuruyemişçinin oğlu olur.

    esesdopiyespiyes: erkek gördüm valla babaanne.
    babaanne: pezevenkler nazar değdirmiş kızanıma.
    31 ...
  40. haddess

    ?.
  41. mühendis adayı sınıf arkadaşıdır,kendisi çok sevilir sayılır,sözlük aleminin tozunu attırmaya gelmiştir,hoşgelmiştir.
    2 ...
  42. tersten konuşabilmek

    1.
  43. bu maharete sahip olan insanların hayatını karartan olaydır.zira bu insanlar yolda gördüğü bilimum tabelaları,billboard yazılarını istemsiz olarak tersten okurlar.bu insanlar herkesin tersten konuşabildiğini sanır,olayın böyle olmadığını idrak edince kendilerini özel hissederler belkide öyledir tabi ama neticesinde hiç bir işe yaramayan gereksiz bir yetenektir.
    2 ...
  44. © 2025 uludağ sözlük