ben kaybedenlerdenim. elinde avucunda her şey olduğu halde hiçliğe boğulan bir kaybedenim. yazdığım satırların anlamı olmadığını anladığım için kaybedenim. insanlar istediği zaman kazanabilir hak veriyorum ama istemediği halde kaybetmeyi seçecek bir aptal olduğumu sanmıyorum. bugüne kadar ekmeğini yediğim tek şey ders çalışmak oldu, o da bana yeterli gelmiyor.
seveyim dedim usta, göz yaşlarım kaybetti
3-4 sene aralıksız sevdiğim biri vardı. asabi günaydınlarımı hayatımdan çıkarıp bandırmanın hava durumuna bakarak uyandırdı beni alarmımdan bir saat önce. acaba üşür mü? saçı ıslak çıkar şimdi bu.. mesaj atardım her sabah, dikkat et hasta olma diye.
ne oldu? ben seni 5 değil 10 sene beklerim diyen kız bir hafta sonra en yakın arkadaşının eski sevgilisiyle çıkmaya başladı.
ailem olsun sadece dedim, gözlerim kaybetti
anaokuluna başladığım ilk günü anlatayım abilerim ablalarım dostlarım. o kadar şıkır şıkır bir gün ki. yaşıtlar rengarenk giyinmiş, ben de dahil saatinde okuldaydık. annem ve babam benimleydi, ilk günüm ya destek işte. önce babamı sonra annemi iki yanağından da öpmüştüm. koca yürekli bir çocuğun gözlerinden sevgi fışkırdığı anı düşünün, biraz ıslaktı ama. iyi dersler nasihatlerinden sonra kafam, çanta ve ayaklarım olmak üzere üç ayrı tek parça halinde okuluma doğru 5 adım attım atmadım. Arkamı döndüm ve babamın gözleri biraz kanlı, sıcak ve "oğlum" diye bakıyorken annem babamla aynı yere bakmamak istercesine kafasını çok eski bir ağaca çevirmişti, yaprakları hiçbir zaman tamamen yeşil olmazdı o ağacın. akşamına aile konseyine mutfaktaydık ve ben çok küçüktüm. olayın ciddiyetine 3 ay sonra babaannem yatağa yatırdıktan sonra babamın gözlerine bakıp "biz şimdi ne yapacağız" dediğimde varmıştım. bitmişti.
arkadaş dedim kardeş dedim, ellerim kaybetti
hiç unutmuyorum anaokuluna başladığım okulda 8. sınıfımı okuyordum. arkadaşımın biraz parası vardı adı irfan. o zamanlar Hidayet Türkoğlu'nun basketbol kursları yeni açılmıştı. bayağı ses getirmişti ve bu da ona katılmış, kendini geliştirmişti. gazetede haber yapmışlar, bunun da fotoğrafı çıkmış. kaçırır mı kaptığı gibi getirmiş sınıfa gazeteyi. bizim oralar meraklıdır çokça, üşütüler çocuğun üstüne. çocuk diyorum ama, o zamanlar beldenin en sağlam arkadaşlarındandık. bekledim başı dağılsın diye, yanına gidip gazetenin ucunu tuttum, bakayım kanka diye. "ya bırak" diye bir ses. "yırtacaksın". ne var lan dedim benden önemli mi kağıt parçası işte. "evet önemli, git" dedi. ondan sonra hiçbirine sonuna kadar güvenemedim ben. şu an can ciğer olduğum arkadaşlarıma bile sonuna kadar güvenemez oldum. kaybettim anlayacağın.
yağmurdan nefret ederim mesela, her yağmur yağdığında ıslanmaktan, çamurlu yollardan, ıslak çantalardan hep nefret ettim. inkar edemedim sade. yağmurun huzurunu inkar edemedim. içimdekileri her zaman o gün yüzüne çıkardı, o hatırlattı, o rahatlattı. yağmura bile kaybettim. şimdi country dinlerken ağlayan bir tip oldum. hayatın ne demek olduğunu öğrenemedim ama getireceği şeylere hazırlıklıyım galiba. ne olursa olsun pişman olmadım, her şey ufacık bile olsa tecrübedir. önemli olan ders çıkarabilmek.
şimdi bu saçmalığı okuduğunuz için teşekkür etmem gerekiyor ama ben hayatınızdan 10 dk çaldığım için özür dilemek istiyorum. kaybetmek değil önemli olan, kaybettiğiniz şeyi ilerde benim olacak biliyorum diye kaybettiğiniz zaman gerçekten kaybetmiş oluyorsunuz. yoksa kaybetmenin bile bir anlamı yok.
genellikle köy kahvelerinde esnaf ve çiftçi amcaların birbiriyle taşak geçmesi sırasında trakyayla karışık efsanevi bir şiveyle halk dilinde "bokunu çıkarmak" olarak bildiğimiz ve hayatımda duyduğum en sağlam ikinci laf.
anadolu çocuğu olmayı gerektiren bu harikulade hitap Türkiye dışında eşi benzeri bulunmamakla birlikte sonsuz içtenlik ve samimiliği de getirmektedir..