Bu sayede ihl sözlük gençleri exper'in ilim ve irfan dolu entrylerinden faydalanacak, seher vakti zuhur eden sorunlarına exper ağabeyleri sayesinde derman bulabileceklerdir.
Örnek teşkil etmesi bakımından aşağıdaki entry i siz saygıdeğer uludağsözlük yazarlarına sunmayı bir borç bilirim efendim. Haydi bakalım siftahı bizden, bereketi experimantal dan.
***
"Cennetin kapısında ne yazılıdır?" diye sordu iri gözleriyle bana bakarak... cenneti göreceğinden emin bir tavrı vardı o an. Üstelik utangaç hareketleri sona ermiş, yerini bambaşka bir cesarete bırakmıştı. Dergahımdan içeri girdiği dakikadan bu yana mazlum halinden eser kalmamış, her kelimesine başka anlamlar yükleyerek konuşmaya başlamıştı.
Sakalımı sıvazladım, biraz düşündükten sonra sorusunu yanıtladım. Aramızda derin bir muhabbet hasıl olmaya başlamıştı. Uzun uzun hasbihal etmeye başladık. Edebi, ulvi, manzum sohbetlerde bulunduk. Bir ara gözüm elinde duran kitaba takıldı. Ayşe Kulin' in Sevdalinka adlı kitabıydı bu. "Okur musunuz hocam?" diye sordu. "Ben daha ziyade tasavvufla ilgileniyorum" diyerek yanıtladım. Güldü. Masamda duran Cogito adlı ecnebi dergileri görmüştü. Oysa ki ben onları dejenere olmuş bir yaşantının kırıntıları olarak takip ediyordum, bilmiyordu. Hepsi eski derbeder yaşantımda kalan saçmalıklardı. "Okumam!" diye çıkıştım, hem benim o itlerle zerre ilişkim olmaz!
Bu ani çıkışıma çok şaşırdı, irkilip donakaldı. Sözlükteki müritlerimden biriydi, oysa ki tek amacı şifa bulmak, hoş bir muhabbete dahil olmaktı. Ben ise onu fevri hareketlerimle ürkütüyordum. Ürkek gözlerle bana baktığını görünce divanımdan kalktım, yanına yanaştım. Kalp atışları daha bir hızlanmıştı. Aynı anda ışığı yanan blackberryimle de ilgilenmek zorundaydım. Bir saniye izin isteyerek ürkek bakışlarından uzaklaştım ve ivedilikle, gelen mesajları okumadan bir miktar zevceye "boş ol-boş ol- boş ol" diye hazırlamış olduğum mesajı yolladım. iletim raporlarının bir bir ekranıma düşmesiyle beraber her şey tamamdı, artık Allah'ın izniyle şifa dağıtmaya hazırdım.
(...)
Bir cinsi soruna daha şifa bulmanın rahatlığıyla gözlerimi açtığımda sol yanım boştu. Bu an hep dokunaklı olurdu, hafiften ağlar gibi oldum, ama dur dedim kendime, ağlanacak yer burası değildi, ağlayacaksam migros a gider ağlardım, hem gençlere güzel dersler çıkardı oradan. apar topar giyinirken pek kadim dostum, sevgili oktay girdi içeri, o da az şifa dağıtmazdı hani. "Çok güzel şerbet getirdim içer miyiz?" diye sordu bıyıklarını burarak. Şerbete baktım, ardından da oktay'a. Laptopumu kapatırken dudaklarımdan şu sözler dökülüyordu artık : içmez miyiz hocu, içmez miyiz!
kan ter içinde girdi odaya. soluk soluğaydı. sesi kekremsi bir tattaydı, gözyaşları ise buğuluydu. "neden?" dedi. "neden biz de onlar gibi yapamıyoruz?"
sustum, bir kaç saniye bakıştık yalnızca. ekranda artistik cimnastik hareketler sergilenmekteydi, yıllar evvel yurt dışında izlediğim olimpiyattan kesitlerdi aslında bunlar. ilgimi çekmiyordu o an. o an o da bende değildi ama benden istediği de başka bir bendi.
kravatımı gevşettim sonra, latte macchiato mdan bir yudum daha aldım. damağımda kalan tadıyla kendime geldim. halbuki henüz yeni çıkmıştım toplantımdan. yorucu ve sıkıcı dakikalardı. ardından iphone'umun ışığı yandı, bir mesaj daha belirdi. ah şu sözlük kızları yok mu, yine onlardan biriydi işte. tıpkı gün boyu mesaj atan, arayan diğer üçbinsekizyüzyirmiikisi gibi, farksızdılar. saat farkından ötürü beklenen entrymi girmeyi unutmuştum, ancak umursamadım bu kez. "ah şu popülarite, sen nelere kadirsin" diye geçirdim içimden. varlığın da yokluğun da bir bela adeta...
oysa ki o an bunların hiç bir önemi yoktu. karşımda taşlaşmış bir duygu, parlamış gözlerle bana ekranı gösteriyordu. yüksek atlamalar, sıçrayışlar pas de deux ler... bunlar olmalıydı, bunlar yapılmalıydı şimdi, an bu andı.
akabinde deneysel çalışmalarımız oldu o gece. yerinden oynayan eklemlerin sesleri, çıtırdayan, kütürdeyen kemikler ve zorlanan kaslar eşliğinde çığlık çığlığa bağırıyordu: daha da zor, daha da deneysel o yeah!
hepsi sanatsal bir hüzne yelken açıyordu oysa ki. her çığlık göğsümde yankılanıp kasıklarıma doluyor, oradan da bacaklarına boşalıyordu.
sonra çarşafların nemi dindi, alelacele giyinirken gözlerindeki ışıltıyla şu cümleler döküldü ağzından: "bunu da sözlüğe yazacaksın değil mi?"
sustum o an, utandım, konuşmadım. kapıyı çekip gittiğinde migrostaki gibi ağladım. havalimanındaki gibi olmadı ama. olsun işte ağladım. bunu da yazdım. hmm başka ne kaldı hocu? he şey var şey dur onu da yarın yazarım. off o çok fena lan.
arkadaşlığın da dostluğun da bir yere kadar olduğunu kanıtlayan erkektir.
tüm sırlarını paylaşan, yaptığı işin zorluklarını anlatan ve ömrünce tatmadığı bir duyguyu defalarca hemcinslerine tattıran bir kankası olsa dahi; kendini dostluk uğruna elizabeth e mahkum etmiş can yoldaşıdır. hayat kadını da olsa kankasının yanındadır ve onu incitmez. belki günün birinde cesaretini toplar ve ister ama bilir ki arkadaşı eve iş getirmez.
takım taklavatın özgürce salınmasını sağlar. özellikle bu yaz günlerinde rüzgarı yiyen koç yumurtaları ferahlar.
kızgın kumlardan serin sulara atlamak gibidir.
ne denirse densin karşı çıkmak, sürekli bir savunma mekanizmasıyla yaşamaktır.
her söylenilende bir mana arayarak iki dakika önce kendi söylediğine bile muhalefet etmektir. çevrede bolca bulunur bu tipler. ne derseniz deyin tatmin olmazlar, başka tatmin yolları denemek gerekir. o da olmazsa sktr çekilir ve gidilir.
şerefsizin önde gidenidir. ölüye saygısı yoktur. bir yandan da, kendi duygularını tatmin etmekle uğraşmaktadır. neden orada olduğu çok bellidir.
aynı safta namaza durmayınız.
havada uçan tespihler görmenize sebebiyet veren durumdur. çünkü tesbihata başlanmadan evvel, önden gelen tespihler bazı amcalar tarafından fırlatılır, evet bildiğin fırlatılır. bazen iki kişi arasında kalan tespihlerde de bir kararsızlık durumu yaşanır.
klasik türk insanı * serzenişidir. can sıkılınca, yumurta kapıya dayanınca, karın guruldadığında, çocuk harçlık istediğinde hep bu söylem dile getirilir.
eskişehirli gençlerin cinsel duygularını körelttikleri yerdir efendim, evet körelttikleri yerdir. gidin ve kendiniz görün bir de, çok merak ediyorsanız ve yolunuz buralara düşerse.
yaz aylarında sıklıkla başa gelen durumdur. sıcak havadan mürekkep iyice akışkan bir hal alır, kaleminiz de dandikse ucundan püskürür, durmaz, akar kan gibi. neticede masmavi bir gömleğiniz olur lekeli. ancak siz bunun farkına o kadar geç varırsınız ki çizilen karizmayı kurtarmanın bir tek yolu kalır sadece. o da koşarak eve gidip gömleği değiştirmektir.
içeri buyur edilmediği sürece sorun yaratmayacak eylemdir. ancak bir anda levhanın farkına varıldığında ortamdan uzaklaşma ihtiyacı hissedebilir insan, bu da doğal bir tepkidir.