insanlıktan nasibini almamış birinin açtığı başlıktır. Bunu diyen zamanında "başörtülü bacılarımız üniversitelere giremediler" de diyen biriyse tam bir çelişkidir. Zira o zaman da baskıyı kuran devlettir, şimdi de.
Esef veren olay. Türkiye'nin 1946'dan beri devam edegelen demokrasi denemelerinde bir türlü başarıya yaklaşamamasının göstergesidir. Bunun yanında HDP'ye yönelik arabaları yakmaya ve hatta şöforünü öldürmeye kadar varan nefret eylemlerinin ardından gelmesi aklı başında her Türk ve Kürdün vicdanını acıtmalıdır. Aynı zamanda patlamanın ardından çevredeki insanların galeyana gelip birbirini ezmemeleri ve hatta sağlık görevlileri için bir koridor açabilmelerine rağmen polisin toma ve gaz ile müdahalesi kabul edilebilir değildir. Ama en önemlisi böyle bir durumdan sonra halkın o sırada (ve belki sonrasında da) sorumlu görme ihtimali olan kurum kuruluş ve/veya kişilere karşı soğuk kanlı davranması ve bir linçe girişmemesi yüreklere su serpmiştir.
Ölenlerin ailelerine baş sağlığı, yaralılara da acil şifalar diledikten sonra yetkililerin ne yaptığına bakalım. Ne bir tutuklama ne de araştırma hakkında haber var. Yine yayın yasağı mı var yoksa bir şey yapılmıyor mu? Demokratik hakkını kullanarak miting yapan bir partinin seçimlerden iki gün önceki mütüngindeki patlama sonucu insanlar ölmüş, insanlar yaralanmıştır ama hükümet bu konuda goygoyun ötesine giden bir şey ne söylemiş ne de yapmıştır.
Türkiye bölünmez diye nefrete sarılanlar aslında Türkiye'yi bölmek için elinden geleni belki de bilmeden yapanlardır. Nefret söylemini, eylemini körükleyerek insanlar arasına yar açan ama insanları ne birbirine ne de sevdiklerine yar etmeyen bu dikenli dili önce medya ve ağzı bozuk siyasiler bırakmalıdır.
Uyku düzeni mi? O da ne? Lisede nasıl yaşamışım, geceleri nasıl uyuyabilmişim bilmiyorum ama üniversiteye başladım uyku düzeni gitgide bozuldu. Şimdi yüksek lisans yapıyorum (tezin de doğal etkisiyle) sabah insanların kalktığı saatte gidip yatıyorum. Kısmetse doktoraya düzelir. Aklıma böyle bir şey geldi https://www.youtube.com/watch?v=2q4AG-0PEK0
Milliyetçilik ya da ulusçuluk ya da ulusalcılık bukalemun gibi bir ideolojidir. Tom Nairn'e göre milliyetçilik moderniteye ulaşmanın gerekliliğidir ve Marksizmin en önemli sıkıntılarından biri olarak karşımıza çıkar. Lakin, Marks'ın milliyetçiliğin daha doğrusu 19. yüzyılın sonunda geç kalmış emperyalist emelleri olan ve ulusal birliğini sağlamakta gecikmiş Almanya ve italya gibi devletlerin atı alıp üsküdarı geçmiş olan Fransa ve ingiltere'yle aşık atabilmesi ve dünyanın kenar mahallelerindeki sömürgelerin kurtuluşa erebilmesi adına bu kadar yaygın bir ideoloji haline geleceğini bilememesi de doğaldır. Marksizm milliyetçiliğe ya da amiyane tabirle ulusal soruna hep bir baştan savma tavırla yaklaştı. Rosa Lüksemburg'un ve Lenin'in ısmarlamasıyla Stalin'in bu sorun üzerine çalışmaları üzerine Gramsci'nin romantizmin ötesine gitmeyen bakış açılarından başka bir şey eklenmedi. Neyse, Tom Nairn'in Modern Janus başlıklı makalesine dönersek, Nairn burada Marksizm açısından hep varolagelmiş bir ayrımın aslında analitik bakış açısından yoksun olduğunu milliyetçiliğin muteber ve muzır olarak sınıflandırılamayacağına dikkat çeker. Bu sınıflandırma nereden geliyor? Marksis-Leninist teoride, özellikle Stalin ve Lenin'in eserlerinde ezen ulusun milliyetçiliği gerici ve muzır, ezilen ulusun milliyetçiliği ise ilerici ve muteber görülür. Ancak, ilerici olarak görülen milliyetçiliğin ortaya çıktığı coğrafyalarda, ya da Tom Nairn'in deyişiyle dünyanın kenar mahallelerinde bu milliyetçiliği ortaya koyup geliştirebilecek ne oturmuş bir eğitim sistemi ne de başka uygun koşullar mevcut, bu durumda da entellektüellerin elinde ne varsa bununla milliyetçiliği yaymaya, insanlara 'ruh kazandırmaya' çalışıyorlar. Tabi bu da ne oluyor, eskimiş, unutulmuş mitler, folklorik müzik, yöresel ağızlar diller vesaire gibi söz konusu halkın sahip olduğu ve onu diğer halklardan ayıran özellikler milliyetçi entellektüellerin elindeki tek araç. işte Tom Nairn, iki yüzlü tek başlı Roma tanrısı Janus'a benzeterek şöyle diyor: muzır ya da muteber milliyetçilik yoktur, zira milliyetçilik modernite'nin kapısında bekleyen Janus gibidir, bir yüzü geriye bakarken, bir yüzü ileriye bakar.
Milliyetçilik araştırmaları konusunda önemli isimlerden biri de Benedict Anderson'dur. 'imagined Communities, Hayali Cemaatler' adındaki kitabında, milliyetçiliği 13. yüzyıl hıristiyanlığına benzetir. Milliyetçilik modern bir dindir. Almanya'da ve daha sonra Avrupa'da Martin Luther'in başlattığı (aslında ilk reform hareketi bugünkü Bohemya'da Çek Cumhuriyeti'nde Jan Hus tarafından 15. yüzyılın ilk yarısında başlatılır) Reform hareketi ile lingua franca, yani okumuş etmişlerin, entelektüellerin ve dini işlerin ortak dili olan Latince yerine ulusal diller ortaya çıkmaya başlar. Ulusal dillerin oluşması demek öncelikle standartlaşma demektir. ikinci olarak ise, Latince basım-yayın pazarı doygunluğa ulaşmışken yeni ortaya çıkan ulusal dillerin (Almanca, Fransızca, Macarca vs.) daha piyasası yeni oluşmaktadır. Bu yüzden basım-yayın sektörünün kapitalist emelleri ulusal birleşmeye ve standartlaşmaya en büyük faydalardan birini sağlar. Bu dönemde Latince bilenler için Latince eserleri ulusal dile kazandırmak bir yurttaşlık görevi olarak görülmüştür. Anderson her sabah gazetemizi elimize aldığımızda orta çağlardaki dini ritüellere benzer teatral bir plebisite katıldığımızı söyler. Kahvaltı sofrasında ya da otobüste gazetemizi okurken bizimle aynı anda adını sanını, nerede olduğunu bilmediğimiz ama varlığından emin olduğumuz binlerce, milyonlarca hemşehrimizin, yurttaşımızın aynı şeyleri okuyor, aynı duyguları paylaşıyor olduğunu hisseder ve günlük plebisitte oy hakkımızı ulusun bir parçası olmaktan yana kullandığımızı söyler. Burada gazete ve eşzamanlılık ile ilgili dikkat edilmesi gereken konu zaman algısı ile ilgilidir. Orta Çağ'daki zaman algısı geçmiş, gelecek ve şimdinin aynı düzlemde buluştuğu bir zaman algısıdır. Her an kıyametin kopacağı düşünülür. Geçmiş şimdinin olgularıyla hayal edilir. Örneğin diyelim ki italya'daki bir kiliseye gidiyorsunuz bu dönemde Meryem italyan giysileri içinde tasvir edilir. Eşzamanlılık algısının edebiyatla ve basım-yayın faaliyetlerinin artan okur-yazarlık oranıyla orantılı şekilde gelişmesi birlik duygusunu ve hayal edebilme yetisini ortaya çıkarır. En küçük bir ülkede bile bir yurttaş, ülkesindeki diğer yurttaşların en fazla kaç tanesini doğru düzgün tanıyabilir ki? Ama onları hayal edebilir ve varlıklarından emindir.
Devamı gelecek...
Gazeteciliğin etiğinde gerçekleri ortaya çıkarmak vardır. Bazı devlettan çok devletçi aktroller de bunu dünyaya şikayet olarak görebilirler. Bu iki şeyi ortaya koyar: bunu savunanlar iŞiD'i, bu örgüte verilen yardımları 'ne de olsa devletimiz yapmış, bir bildiği vardır' diye haklı görürler; ikincisi, kendilerini devletin tek makul ve de makbul vatandaşı görürler. Ben istemiyorum, bütün gücümle de karşı çıkıyorum, gerek sosyal medyayı kullanarak, gerek insanlara anlatarak, gerek blog'da yazarak, devletin bu pis işlere bulaştığını, asgari ücretliye gelince olmayan paranın, cihatçılara gittiğini.
Şimdi bu kendini dünyadaki tek haklı, doğru olarak gören ve islamcı kardeşlerine gofret göndermenin hiçbir sakıncası olmadığını düşünen yaratıklar Vietnam savaşı sırasında Amerikan medyasına bir göz atsınlar bakalım. Amerkan medyasının bir kısmının olayı kör ve gerizekalıca bir milliyetçilikten uzak, tarafsız yansıtma kararlılığı olmasa Vietnam savaşı zor biterdi. Amerika varını yoğunu döker, gerekirse atomu döşer dize getirirdi Vietnamı.
Şimdi dünyayı Türkiye'den ibaret ve geri kalan herkesi düşman gören (müslüman kardeşlerimizin yeri ayrı) bu darkafayı ne yapsanız açamazsınız. Nereye gitse bir pislik, nereye baksa bir hinlik düşünen bu kafadır işte bizim en büyük sorunumuz. Onun suçu değildir zira bu kafa Türkiye'deki hemen herkese default olarak verilir, ama bu kafada diretmesi onun suçudur. Bu köylü kurnazlarını, sosyopatları, ve adalet denilen mefhum kendilerine yaramadığında yok sayan bu pislikleri dışlamak lazım toplumdan. Çevrenizde böyleleri varsa bir iki tebliğ edin, düşüncelerini yanlış olduğunu anlatmaya çalışın, olmadı arayıp sormayın, dışlayın gitsin.
Eski Türkiye'de kalmıştır. Özlenmiştir. Demokrasiden anladığımız hesap vermeyen, başına buyruk iktidar bir yanda sesi sedası medyanın elverdiği kadar çıkan muhalefet bir yanda bir seçim havası olmuştur. iktidar ad hominem argümanların ötesine geçmeyen süslü ama içi boş sözleri meydanlarda tekrarlamanın ötesine gitmez olmuşken ben eski Türkiye'yi bu yönüyle özlüyorum.
ilk olarak bir azınlık sorunu olarak görülmesidir. ikincisi yetiştirildiğimiz şöven eğitim sistemi ve devlet söylemidir. Üçüncüsü devletin taraf olduğu bir sorun olduğunun unutulmasıdır. Yani sorunun Kürtlerle Türkler arasında gösterilmesidir. Halbuki sorun devletle Kürtler arasındadır ve bilindiği üzere Türk milliyetçiliği devlet sponsorluğundadır ve devlet kutsaldır eleştirilmez. Dördüncüsü, resmi tarihtir. Beşincisi, askeri yöntemlerle küçük siyasal hesapların birbirine karışmış olmasıdır. Altıncısı, çok partili sisteme geçildiğinden beri partilerin toprak ağalarıyla ve şeyhlerle elele verip halkı yoksaymasıdır. Yedincisi, siyasi temsil ve kültürel kimlik ile ilgili hakların tanınmamış olmasıdır. Sekizincisi, Türk milliyetçiliğinin bir harita milliyetçiliği olması (misak-ı milli), yani hak iddia ettiği coğrafyanın asıl özelliklerinden ziyade haritasına önem vermesidir. ister 'doğu sorunu', ister 'eşkıya sorunu', ister 'gerici hareketler', ister 'ecnebi kışkırtması' deyin bizim sorunumuzdur.
edit: Ayrıca bu sorunun kriminalize edilmiş olması ve insanlar ölürken Türklerin devlet sponsorluğundaki milliyetçi söylemin dışına çıkıp eleştirememeleri ve eleştirenlerin de susturulması sorunun tabulaşması da epeyce etkili bir sebeptir. Yani böyle sosyo-ekonomik, tarihi ve kültürel ve siyasal bir sorun için böyle bir başlık açılması bile halen anlaşılamadığını gösterir. Sorunun tek bir kaynağı yoktur. Çözümü de zamana yayılması gereken ve diyalogla, şeffaflıkla hal yoluna koyulabilir
işte benim gençliğim olmasa bile en azından çocukluğumdur bu heba olan. Abimin piyanist-şantör olmasından mütevellit maruz kalmadığım arabesk türü, makamı, meyanı kalmamıştır. Ergenliğe yeni yeni girmeye başlayınca daha da fena hale gelmişti bunun üstümdeki etkisi. Hani Ata Demirer'in tiplemesindeki gibi bir üzerimde ağırlıkla acıyla dolaşıyordum. Gördüğüm neredeyse bütün kızlara aşık olup, olduğumu düşünüp, kafamda arabesk senaryolar kurardım. Mutlu sonla bitirmezdim hayallerimin sonunu, arabesk mazoşist yapıyor insanları. Aman aman şimdi evlerden ırak diyorum.
Dikkat edelim, gençlerimizi böyle dertlere gark etmeyelim.
Bence Türkiye'de kitap okumakla ilgili sosyal bir anomali mevcut. Kitap okuyana elitlik taslıyormuş gibi bakmak, kitap okuyanın caka satmak için okuduğunu düşünmek ya da bazılarının kitap okumaya haklarının olmadığını zira anlayamayacaklarını ima etmek (bkz: metroda kitap okuyan keko saçmalığı), okumamak, okumaktan, öğrenmekten, sorgulamaktan korkmak. Aslında epey geniş oldu bu tanım. Sizin görüşlerinizi bekliyorum sevgili yazarlar.
Kendisi ortadoğu ve Kürtler üzerine yaptığı çalışmalarla en çok referans verilen isimlerdendir. Paris'teki EHESS (Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales - Sosyal Bilimler Yüksek Okulu)te öğretim görevlisi olarak çalışmakta olan Bozarslan'ın kitaplarından bazıları: 'Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi', 'Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi', 'Bir Zamanlar Ermeniler Vardı...', 'Conflit Kurde', 'L'histoire de la Turquie: De L'empire a nos jours'.
1980 öncesi Kürt hareketinin önemli isimlerinden Mehmet Emin Bozarslan'ın oğludur.
vali-i vilayet, hademe-i devlet, Atçalı Kel Memet şeklinde imzaladığı fermanlarla Osmanlı'ya 'hadi oradan' demiş, tabi sonrasında katl-i vacip görülmüştür. Aydın yöresinde özellikle eskiler arasında halen adı anılır. Ama en önemlisi memleketi Atça'daki heykelidir. Mininüsten inmek için 'Kel'in önünde ineceğim denir.
Diğer birçok eylem gibi içki içmek (ya da içmemek) de politik bir eylemdir. içki içen seküler olduğunu gösterir, içmeyense makbul müslüman. Başka bir ayrım da kadın ve erkeğin içki içmesine toplumun bakış açısı olabilir. Erkek her konuda olduğu gibi istediği boku yer, yaramazlaştıkça erkek olur. Kadınsa bırak içki içmeyi, etek giyse laf olur.
edit: biraz daha kültürel pratik olarak bakarsak da üç beş sap toplanıp şarabın başında arabesk dinleyip eften püften dertlenmek ve sarhoş olmak için içmektir yaptığımız. Kadınlarla erkeklerin beraber içki içtikleri ortamlar bildiğiniz gibi epeyce sınırlı. Bu yüzden pavyon diye bir kavram var yahu. Kadınla içmek istiyorsan pavyona gidiyorsun. Konsomatrislere para yediriyorsun.
Şu anda bir aydınlanma yaşadım. Konsomatris Fransızca consomtrice'den gelir, dişil artikelli tüketici demektir. Bu pavyondaki kadınlar da rivayete göre içki üstüne içki isterler, sonra kol gibi hesap gelir, ondan mı böyle denmiştir acaba?
Neyse, temennim içmek isteyen herkes ailesiyle, annesiyle, babasıyla, kız arkadaşıyla, arkadaşlarıyla sarhoş olmak değil sosyalleşmek için içsin, eğlensin.
Okunan kitabın yalnızca sayısı değil niteliği de önemlidir. Sabahtan akşama kişişel gelişim kitabı okuyup kendini dünyanın en iyi ikna eden insanı, ya da en iyi başka bir şeyi sananlar; vıcık vıcık aşk romanları okuyanlar; şöven tarihi romanlar okuyanlar bunların etkisini en aza indirmek için okunan 'paçavra' sayısının iki katı kadar adam akıllı bilimsel kitaplar ya da edebi değeri olan eserler okumalıdırlar ki sıfırlansın.
Atatürk üzerinden hangi parti olursa olsun siyaset yapma devri kapadığında bu ülke demokrasiye kavuşmuş olacaktır. ister CHP, ister AKP farketmez. Atatürk olsa şöyle derdi, o olsa şöyle yapardı. Heyulasını kouşturacaklar neredeyse adamın. Atatürk tarihsel bir figürdür artık, o hiçbir şey demez, diyeceğini demiş, sen ne diyorsun onu söyle. Tarihin siyasetle bu kadar vıcık vıcık olup da tarihini zerre okumamış insanların olduğu ülke, aynı inandıkları kitabı açıp okumayan insanlarla dolu olduğu gibi.