galatasaray a2 takımında oynayan * 92'li oyuncu. lesotho milli takımıyla birlikte afrika kupasında top koşturmaktadır şu anda. galatasaray necati ateş transferi karşılığında aydın yılmaz veya kendisini antalyaspor'a verecekmiş. bence aydın verilsin bu çocuğun geleceği çok parlak kiralık gönderilmeli.
milli eğitim bakanımızın yeni açıklaması. iç ferahlatan, kafa açan bir açıklama. bu kadar öğretmen ne yapacağını düşünürken milli eğitim bakanımız mükemmel bir intihal şey yani açıklama yaptı. bundan iki sene önce de bulunduğum okulda istanbul il milli eğitim müdürü gelmişti. okulumuz bittikten sonra atanma korkumuzla ilgili bir soruya -yahu merak etmeyin sizden önce mezun olanlar ya bir işe başladı ya da çoluk çocuğa karıştı rahat olun- diye mükemmel akademik kimliğine yakışır, entellektüel bir cevap vermişti. velhasıl zihniyeti biliyorduk lakin bu kadar arsızca itiraf edeceklerini bilmiyorduk.
madem öğretmen fazlası var;
hala yığılma olan alanlarda neden bölümler açılıyor? acaba küçük şehirlerdeki bacasız fabrikaların çalışanlarını mı arttırmak istiyorsunuz?
mevcut olan bölümde 10 bin yığılma varken tutup bir çok okulda aynı bölümün ikinci öğretimini açmak da ne oluyor? yoksa üniversitenin masraflarını böyle mi çıkarıyorsunuz?
bunun yanında tamamen başlıkla alakasız bir iki şey söylemek istiyorum. geçen şanslı masaya katıldım. biliyorsunuz ilk bölüm şanslı masada bir iki kelimeden cümle çıkarmaktı. kelimelerim; şerefsizler, beceriksizler, şark kurnazları idi kuramadım cümleyi.
conan'ın gönülleri sızlatıp gitmesinden sonra pörsük herif gözüyle bakılan jay leno'nun yaptığı programdır. ama şöyle de bir durum var jay leno show'dan kat be kat iyidir. bunun nedeni leno'nun ekstra performans göstermesi mi bilemeyeceğim ancak ben çoğunlukla bu performans farkını masaya bağlıyorum. programın masası programı götürüyor arkadaş. herhalde ben sunsam ben de kotaracam işi.
bilinen en eski coğrafi belgedir. kil tablet üzerine çizilmiştir. tabletin m.ö 3800 ait olduğu bilinmektedir. günümüzden 5800 yıl öncesinde çizilmiş bu haritada fırat, dicle, mezopotamya ve zagros dağları çevresi gösterilmiştir.
-düşman islam a davet edilir. kabul ederse malına canına dokunulmaz.
-düşmanın eli, ayağı, burnu kesilmez. kadınlara, kızlara, ihtiyarlara dokunulmaz.
-aman dileyene kılıç kalkmaz.
-müslüman olmayandan haraç alınır. haraç vermeyi kabul etmezlerse ekinleri, ağaçları bozulur, yakılır.
-ok atmak, ata edep öğretmek helaldir.
-gazi olmak için gerekenler; evine nafaka koymalı, padişah emri dlmalı, silah arkadaşına bakmalı, müslümanlara zarar vermemeli,savaş meydanından kaçmamalı,gaziliği din ve müminler için yapmalı,savaşta arslan, sabırda eşek gibi olmalı. *
yalnız bir insan evladının geçip giden bir günüdür. *
gözlerimi açıyorum; tam tepemde yatak odasının yarısına kadar inen avize ile gözgöze geliyoruz. yalnızlığımı müjdeliyor. 'bugün kaçıncı gün?' diyor Waterhause'un 'gül koklayan kadın' adlı tablosu; 'kaç gün oldu onsuz uyanalı?'. başımı yastığıma bastırıyorum. 'bunlara kendini alıştırmalısın.' diyor yastığım. kitaplığımdaki kitaplar hep bir ağızdan 'dönmeyecek.' diye haykırıyorlar. hıçkırıklar, hıçkırıklar. 'bırak ağlasın.' diyor kader, her zaman söylediği gibi; 'açılır'.
...bugün diğer günlerden farklı olarak erken kalktım. büyük binaların arasında kaybolmuş evimin küçük odasındaki pencereden denizi görebilmek için kafamı uzattım. denizin üstündeki sis bulutunu büyük bir zarafetle aralayan translatlantiğin geçişini izledim bir süre. hava aydınlık olmasına rağmen sokak lambalarının hala yanıyor olmasına şaşırdım. penceremin önüne koyduğum; hani bana geçen ay onun aldığı yıldız çiçeğinin söylediğine göre dün gece sabaha doğru yağmur yağmış. gerçekten de elimle yakalayabiliyorum havadaki toprak kokusunu; içime çekiyorum. toprak, toprağa can veriyor.
yatağıma dönüyorum. yatağım hala sıcak, yatağımın yarısı hala sıcak. hala o varmış gibi dikkatli yatıyorum, hala o varmış gibi gözümü açtığımda onun mezapotamya'ya kadar uzanan simsiyah saçlarıyla karşılaşacağımı sanıyorum. yastığını kaldırmayı aklımın uundan bile geçirmiyorum. derinlerimde cılız bir ses her gece kulağıma fısıldıyor; 'şükürler olsun. döndü, beklenen; beklediğin geldi.'. kendimi kandırıyorum biliyorum. arkadaşlarım bu durumuma anlam veremiyorlar. tek kelime dahi etmeden çekip gidişinin ardından bu kadar acı çekişimi saçma buluyorlar; anlatamıyorum. galiba onların yanında susmak en iyisi.
parmaklarımdan su gibi akıyor yalnızlık. içimi dolduran hasret, aşkı daha bir alevlendiriyor. gözlerim kapıda saatlerce anahtarın kapının kilidini çevireceği dakikayı bekliyorum. deri bir koltuğun üstünde akşama kadar siyah kapıyı izliyorum. zaman uzuyor. kapı açılmıyor. bir kara liste hazırlıyorum. listemin başında zaman var. bana hatıraları unutturmaya çalışan zaman.
artık hava kararıyor. muhteşem güneş yerini ay'a bırakıyor. yalnızlığım; yalnızların en çok gece rahat ettiklerini söylüyor. yalnızlığımı doğrularcasına geceleri gündüzlere göre kendimi daha iyi hissediyorum. hikayeler yazıyorum; yarım kalmış hikayeler, tamamlanmayı haketmeyen hikayeler. çünkü onsuz tüm hikayelerimin öksüz kalacağını biliyorum.
bu gece fırtına var. yıldız çiçeğimi içeri almalıyım. yere düşüp parçalanmasını istemem. pencereye yöneliyorum. yıldız çiçeğini çiçek açtığını görünce günlerdir gülmeyen yüzüm ilk defa gülüyor. bana utangaç ama mağrur bir şekilde sonbaharı müjdeliyor.
gün bitti. yatağıma, benim için bir mezardan farksız olan günün başladığı yere dönüyorum. mezar kurtları her zaman ki gibi beynimi talan ediyorlar. hiç itiraz etmiyorum, direnmeden mağlubiyeti kabul ediyorum. artık yarından umut etmekten başka bir çarem yok. gözlerimi kapatıyorum.
yılını tam hatırlayamıyorum ancak bu yılın hülya avşar'ın sol ayağına takılan mikrofon kablosunu sağ ayağıyla öteye ittiği ve gene bu mikrofon kablosunu tarkan'ın, karizmatik olduğunu düşünerek, koluna sardığı döneme denk geldiğini iyi biliyorum. cumartesi çuvala girmiş gibi tüm ailenin pazar günü banyo yaptığı günlerdi. rejoice piyasaya yeni yeni giriyordu ve galiba sezen aksu anavatan partisine hadi bakalım kolay gelsinşarkısını henüz vermemişti.
işte böyle bir dönemde güzel bir pazar sabahı ailece oturmuş kahvaltı ediyorduk. oturduğumuz, ilçenin en güzel manzarasına sahip olduğuna inandığım evimizde ilkbahar'ın ilk günlerinde, özlenen güneşi evimizin balkonunda karşılıyorduk. kendimi bir pagan ayininde hissediyordum! şaka lan şaka annemin önerisiyle kardeşime d vitamini depolamak için sabahın köründe dikilmiştik balkona. gerçi ben her sabah saat yedi sularında tsubasa'nın hatrına alarm kurmuş gibi uyanıyor olsam da hafta içi devlet dairesinde kafa patlatmış olan evimizin reisi bu durumdan pek memnun değildi. ancak babamın bu direnişleri, tek tip bir aile yaratma isteğinde olan sosyologların, her ailenin içine fitne olarak attığı ve annemin bayraktarlığını yapıp 'ben bu evin içişleri bakanıyım.' lafının yazılı olduğu duvara çarpıp yok oluyordu.
evimizin manzarası güzeldi fakat çocuk populasyonunun yerlerde oluşu bakımından; bir çocuk için izbelikten farkı yoktu. bu beni çoğu zaman sıkıyordu ama neyse ki o vardı; mahallenin en güzel kızı seçil abla. üniversite sınavlarına hazırlanan, kıvırcık saçlı ve fındık burunlu bu güzeller güzelinin beni her görüşünde 'bitanem, sevgilim, aşkım' türünden tatlı sözler söylemesi saklambaçsız, futbolsuz, simitsiz geçen günlerimi unutturuveriyordu. yalnızlığıma da çare bulmuştu; kitap. 'kitap bir insanın en iyi dostudur emilio, bir kitapla bambaşka dünyalara ulaşabilirsin.' seçil abla'nın önerisiyle kitap dünyasına daldım... eğer mahallenin güzel kızı komşumuz olmasaydı ve onla hiç tanışmamış olsaydım o pazar sakin geçecek ve ben şu an vicdan azabı çekmeyecektim.
ama kader ağlarını örüyordu. bir gün o muhteşem balkonumuzdan dışarıyı izleyip öndişlerimin arasından tükürük atmaya çalışırken seçil abla'nın elinde bir kutuyla bize yaklaştığını gördüm. hemen salona koşup tom amca'nın kulübesini okumaya başladım. kapı çaldı. konuşmalara kulak kabarttım 'aman seçil nerden çıkardın, boşuna masraf yapmışsın.' diyordu annem. bunun üzerine daha da meraklanarak elime kitabı alıp okuyarak kapıya yöneldim. kitaba dalmış gibi yapıyordum. 'aşkıım kitap mı okuyorsun sen?' dedi seçil abla. utangaç bir tavırla omuz silktim. bu sırada gözüm kutudaydı yanları delik üzerinde 'banana' yazan bir kutuydu bu. annem 'bak seçil ablan sana ne almış?' dedi. kutuyu açtığımda karşıma sarı, şirin mi şirin, veteriner dükkanlarının duvarlarında asılı olan civciv fotoğraflarına benzeyen bir civciv çıkıverdi karşıma. nasıl sevindim anlatamam, teşekkür ederim deyip atılıverdim, yaşım büyük olsa beni kesinlikle kaçırmayacağını söyleyen bu güzeller güzelinin kollarına.
hayatımda ilk defa bir hediye almıştım. * civcivime gözüm gibi bakıyor onu elimle besliyordum. geceleri kalkıp gizli gizli kontrol ediyor baba şefkatiyle gülümseyip huzurlu bir şekilde yatıyordum. günler böyle neşeli gidiyordu ta ki o pazar sabahına kadar. o pazar günü biz güneşin tadını çıkarıyorken aklıma civcivim geldi. babama civcimi dışarı çıkartmak istediğimi söyledim. evimizin hemen önündeki bahçede o da ilkbaharı selamlıyabilir sapsarı tüyleri güneş ışığıyla birleşince daha parlak bir görünüm alabilirdi. kutusundan çıkarıp bir öpücük kondurup bahçeye bıraktım. su kabına gene sıçmış olduğu için kabı yıkayıp içine su koydum. onun özgürlüğün tadını çıkarışını keyifle izlemeye koyuldum. ne de çabuk büyüdü kerata diye düşünrken annem balkondan 'çayını soğutma gel, bak kardeşin de ağlıyor ben de inecem diye.' beni eve çağırdı.
yukarı çıktım babam kahvaltısını bitirmiş balkondan salonu gören pencereden dilsizler için verilen haber bültenini izliyordu. annem sofrayı toplamaya başlamıştı. kardeşimse mandal sepetini kafasına geçirmiş bir şekilde şaşkın gözlerle babama eşlik ediyordu. bense güzeller güzelinin hediyesini izliyor; civcivimin toprağı eşeleyip çıkardığı solucanı afiyetle yemesine şahit oluyordum. o sırada karmaşık kişiliğimin baş sorumlusu olan hayvanı gördüm. bir gözünü muhtemelen bir mart kavgasında kaybetmiş olan siyah melun kediyi. 'babaa' dememe kalmadan, civcvimi tuttuğu gibi götürdü namussuz. babam tüm babalar kahramandır ilkesinden hareketle bir hışımla kedinin peşine düştü. kedi önde babam arkada gözden kayboldular. bir süre sonra babam geriye elinde civcivimin cansız bedeniyle döndü. yıklmıştım. uzun süre civcimin kedinin ağzındabir o tarafa bir bu tarafa sallanan görüntüsü gözümün önünden gitmedi. seçil her ne kadar üzülme dese de ateş düşmüştü ve düştüğü yeri fena halde yakmıştı. artık kedilere düşmandım.
-----10-15 filan yıl sonra---
nihayet hülya avşar'ın günmdemden düştüğü, tarkan'ın metamorfoz geçirerek yer altı çarşısı esnafına dönüştüğü, türkiye'nin ajdar'la tanıştığı ve saçlarım dökülmeye başladığı için bioxcin kullandığım bir dönemde üniversiteyi kazandım ve gerçek bir üniversiteli olmak için çalışmalara başladım.
saçlarımı uzattım, sakal çıkmadığı için yüzüm boş kalmasın diye çenemin altına çince 'anarşi' yazdırdım. annemin özenle çantama koyduğu iç donlarını, yeşil külotlarımı ve aynı renkteki fanilaları çöpe attım. her şey kusursuz olmalıydı. arnavut arkadaşım eridon'la birlikte ortaklaşa aldığımız bez dolabın içini esprili, rocker tişörtler, kareli pantolonlar ile doldurdum. kadıköyde çakmacı bora diye nam salmış bir elemandan 3 çift konvers aldım. yanında iki tane baksır verdi.
ağrısız, sızısız beş milyona kulağımı deltirtip, halkalı bir küpe taktım. artık fiziki evrimimi tamamlamıştım. sırada düşünsel anlamda üniversiteli olmak vardı. önce insanların duyarsızlıklarına isyan ettim. dünya ülkeleri eriyip giden doğal hayatı umursamıyorlardı. kimse taşın altına elini koymayı istemiyordu. tüm bunları kimi zaman 14 kişiyi bulabilen bir nüfusa sahip olan, -2. katta bulunan, rutubetli, yazları soğuk,kışları sıcak; güneş görmeyen, iki haftadır yıkanmamış bulaşıkların kokusuna tahammül edebilen insanların yaşadığı 2+1 evimizde düşünüyordum.
artık bi hayat görüşüm, bir bakış açım vardı. ama hala bir şeyler eksikti. dersleri asma+, sabaha kadar king çevirme+, final sabahı uyuyakalma+, fiziksel evrim+, gülyüzlü-. tabi ya bir bal dudaklı eksikti. hemen aramalara koyuldum. yonja, gayet.net, istanbul.net, hatta gönüldesevenler.com'a bile üye olmuş fakat hiç birinden bir şey düşürememiştim ta ki fatura yatırmaya gittiğim gün bankada onu görene dek. doğuştan sürmeli gözleri, rüzgarın dalgalandırdığı başakları andıran saçlarıyla bir afet-i devran tam karşımda duruyordu. nazik elleriyle gişe işlemlerine bastı. -124-. önünde 73 kişi daha vardı. umutsuzlukla boş bir yere oturdu ve sırasının gelmesini beklemeye başladı.
o gün 'ne olur ne olmaz mnıskim.' diye gişe işlmlerinden iki tane fiş almıştım. fişlerden birini başına taç olarak güneşi takmış olan bu güzeller güzeline vermeyi istiyordum ama bir türlü yemiyordu. kendimi gaza getirdim ve yanına gittim. 'affedersiniz bende fazladan bir fiş var, eğer arzu ederseniz...? uzun süredir konuşmadığım için sesim az ve çatallı çıkmıştı. kafasını kaldırdı, 'beyefendi.' dedi * 'işte böyle fazla fazla alıyorsunuz biz de gereksiz yere bekliyoruz.'. beni bozmuştu fakat elimden de fişi çabucak almayı ihmal etmemişti.
moral bozukluğuyla dışarı çıkıp bir sigara tellendirmeye karar verdim. bir taraftan sigaramı tellendirirken bir taraftan da pizzacının ordan beni kesen kediye bakıyordum. 'ne kadar tatlı değil mi?'. arkamı döndüğümde onu gördüm benim peşimden dışarı çıkmıştı. 'biraz önce kabalık ettim affedersiniz.' dedi ve elini uzattı; 'barıştık mı?'. içim içime sığmadı az önce yaptığı ne? ağzıma sıçsa gene sorun olmazdı benim için. ben de elimi uzattım 'hiç kızmadım zaten. ben emilio'. dedim memnun oldu onun adı da roxane'mış. roxane kediyi gösterdi. 'bayılıyorum bu hayvanlara. kimi insanlar çok acımasız oluyor hayvanlara karşı. sen sever misin kedileri?'. işte o an mideme bir acı saplandı. kişiliğimin üzerine kurulu olan bir prensibim mi? yoksa bu güzeller güzeli mi?
bir süre sustum. sonra kendimden ödün vere vere, gözümden süzülen yaşları roxane'a belli etmeden ağzımdan şu cümle döküldü; en sevdiğim hayvan kedidir. onun da en sevdiği hayvan kediymiş. beni kedi sevenler derneğine üye yaptı. sonra bir gün aynı seçil abla gibi elinde bir kutuyla çıkageldi. içinde siyah bir kedi vardı. o gün bugündür kediyle yaşıyorum. pis pis yalanıyor. geçenlerde atıyordum, bir de baktım miiv miiv sesler bu namussuz doğurmasın mı? iyice yerleşti pezevenk. hayır tüm yavrularda siyah içlerinden biri sarı olsa...
amerika'da kendi dallarında başarılı olmuş sporculara verilen 'hall of famer'ödülünü 94-98 sezonları arasında gösterdiği performans dolayısıyla kazanmış olan; milli voleybolcu. ayrıca amerika'da tuba meto'nun 551 setlik sayı rekoru 2008'e gelene kadar 12 yıl boyunca kırılamamıştır. bravodur, ayakta alkışlanasıdır.
haline acınası çocuktur. dertlerin en büyüğünü, sıkıntıların boğum boğum boğanını yaşayan çocuktur. hele gidilen evde çocuk yoksa ve ortalama yaş milan takımının ortalamasına denkse bu çocuk için çaresizliklerin, ızdırap dolu dakikaların başlayacağının habercisidir.
gelmelerinden yaklaşık onbeş dakika sonra baba gidelim, anne gidelimlere başlar. ev sahibinin getirdiği şeftali ancak on dakika oyalayabilir toramanımızı. sağa döner sola döner bir türlü zaman geçmez. ama genelde çocuğun bünyesi buna dayanamaz ve misafirliğin yarısında uyuyakalır.
ancak kimi zaman bu sıkıntı ters teper ve çocuk tek başına inanılmaz bir hayal gücü oluşturarak macera dolu bir ortama düşüverir. çekyatları at yapar, halıları lav denizi, misafirlikte sunulan çubuk krakerleri keleş. ancak kimi zaman annesi ev sahibine çaktırmadan uyarmaya çalışır. kaş göz hareketleri yapar ama nafile artık kahramanımız yoldan çıkmıştır. annesi yetişene kadar kolonyasına yani jipine atladığı gibi, 3 kat yastıkla korunaklı hale getirilmiş eşya dolabına girmiştir bile. ev sahibi bırak oynasın çocuk dese bile içten içe kıl olmaktadır. hele hele takıntılıysa annenin dikkatinin dağıldığı dakikalar kahramanımıza sert bakışlar atarak meydan okur ve gerçek yüzünü ortaya koyar...
velhasıl ebeveynler sizlere sesleniyorum eğer çocuğunuz baba gidelim diyorsa gidin daha yeni geldik oğlum nereye demeyin. kızdırmayın adamı.
gecit: bu giride bana ilham kaynağı olan yan odadaki misafir çocuğa teşekkür ediyorum. çok sıkılıyor yazık lan.
ülkemizce pek bilinmeyen ve bu sebeple hor görülen iran'ın yüz akıdır iran sineması. iran sinemasının bugün dünyada çok saygın bir yeri vardır. asya'nın birçok ülkesine ilham kaynağı olan iran sineması'nın bu kadar saygı kazanmasının altında yatan neden ise entellektüel birikimdir. bugün ülkemizle kıyaslayacak olursak okuma oranının daha yüksek olduğu iran, zor şartlar altında rejime rağmen bağımsız bir sinema oluşturabilmiştir.
canın, gülyüzlün, uykusuz gecelerinin müsebbibi ile yollar ayrılmıştır. artık eve gidip yas tutma vaktidir. kalbine bir şey saplanmış gibi mal mal ortalarda dolaşmaktasındır. o mallığın arasında göt cebindeki telefon çalar -dittitiri-. bir mesaj sesidir bu *.
büyük bir heyecanla elini cebine atar telefonun ekranını görmek için sabırsızlanırsın. yoksa al dudaklın 'dön! lanet olsun seni seviyorum işte ahmak.' mı yazmıştır? bir an için sevgilinin amerikanvari bu cümleyi yazma ihtimali olduğu için sevgilinden tiksinirsin. telefonu eline alır ekrana bakarsın. mesaj ramço'dan gelmiştir; 'naber ;)'.
okkalı bir küfür savurursun, arada kendine saydırırsın tabi. salak hemen nasıl da yumuşayıverdin diye. sonra bir anda kafanda yıldırımlar çarpar, elektriklenmeler olur. bu ramço günseli yani eski sevgilinden başkası değildir. zamanında baldudaklının korkusuna kendisini ramço diye kaydetmiş, eski sevgililerden konu açıldığında günseli'den sinema tarihimizini en kötü kadın karakterlerini canlandıran aliye rona gibi bahsetmişsindir.
elinde telefonla yaklaşık beş dakikadır beklemektesin. yüreğin büyük çelişkiler içinde. günseli ile roxane arasında gidip gelmektesin. mesaj gelmeden önce özlem tekin hesabı sen olmadan da yaşatırım ben bu aşkı diye düşünürken şimdi şeytan seni gıdıklamakta. önce arkasını bile dönmeyip gidişi gelir gözünün önüne. oysa sen kaç defa arkanı döndün türk filmlerindeki o sahneyi yaşamak için. sonra bu ilişkide hep senin fedearlık yaptığını fısıldar şeytan kulağına. onun koca götlü arkadaşlarının 'muhabbetin de şahaneymiş.' dokundurmalarına katlanıp her cumartesi yüzmekten nefret ettiğin halde tonlarca para bayılıp havuza yazılmışsındır. dittitiri.
ikinci mesaj gene ramço'dan artık ramço'yu günseli olarak değiştirsen iyi olacak. hem şu mesaj sesini de değiştir.'tanıyamadın galiba?!?' diye ikinci bir mesaj atmıştır günseli. bir süre iki soru işareti arasındaki ünleme takılır gözlerin. kendini bu ünleme benzetirsin. peki ya bu ağzına takılan şarkı; sesli sesli yıldız tilbe'den iki kadın bir adam şarkısını söylemeye başladın. az önceki karizmatik soru işaretleri arasındaki ünlem benzetmen yerle bir oldu. düşünmen lazım önünde alman gereken ciddi kararlar var. ve kahrolası da bir gururun
az sonra dudaklarından halay çekerek çıkacak olan şu cümle şeytanı çok eğlendirecek; 'aslında günseli ile hiçbir problemimiz yoktu.' geri sayım; 5,4,3,2,1 veee beklenen cümle. hemen günseli'ye ya ben pc başındaydım telefon yan odadaydı duymamışım diye klişenin ağa babası bir yalan sallarsın. sen nasılsın? anında cevap gelir. söz döner dolaşır geçmişe gelir. güzel günler anılır, keşkelerden bahsedilir. keşkeler ortaya konur. aslındalara bu kadar çabuk gelinmesine sen bile şaşarsın. haftasonu günseli ile her zaman buluştuğunuz yerde buluşmak için sözleşirsin. iyi geceler, görüşmek üzereler, öptümler...
mağlup olduğu bir savaştan dönen ordu komutanının dönüşte yaptığı küçük yağmanın hazzı vardır üzerinde. artık hayatına dönmelisin. dünya dönüyor. fiji adaları'na yapacağın yolculuk için para biriktirmelisin. dittiri. oo günseli hayır diyorsun. bu kadarı fazla. ama ekranda görünen mesaj sahibi roxane ellerin titriyor. mesajı açıyorsun ve evet karşına çıkan tam tahmin ettiğin gibi; 'dön! `lanet olsun seni seviyorum işte ahmak.'
devletin tepesindekilerini kara kara düşündüren cenazedir. bundan önce devlet adamlarının cenazeleri, yaptıkları onaylansın onaylanmasın bir şekilde teamüllere uygun olarak tertipleniyordu. oysa kenan evren'de durum çok farklı. toplumun her kesiminin tepkisini çeken ve şu anda ülkenin içinde bulunduğu durumun baş sorumlusu olarak gösterilen bu 'devlet adamı'na nasıl bir tören düzenleneceği merak konusu olmaktadır. kör ölür badem gözlü olur kaidesi, istisna duvarına çarpacak mı sorusu ise ayrıca bir merak konusu.
türkiye ile yunanistan arasında yeni bir krize yol açabilecek kaş açıklarında bulunan; burnumuzun dibindeki adadır. aidiyeti belli olmayan bu adaya yunanistan üs kurmuş asker bayrak dikmiştir.bu iddialar yunan genelkurmayı tarafından yalanlasa adadaki yapılar, askerler görüntülenmiştir. önümüzdeki süreç neyi getirir hep beraber göreceğiz. bakalım atina'da kahvaltı yapmaya istekli bir paşamız çıkacak mı?
saçma sapan ve gereksiz ayrımcılıktır. bugünlerde sigaraya yapılan onca muameleye karşın alkol için aynı önlemleri göremiyoruz. bugün sigara dışlanmış, hor görülmüşken alkol bağra basılmıştır. yanlış anlaşılmasın sigara içmiyorum, sigara şirketlerinde hissem de yok ancak ilginç bir şekilde sağlığa zararlı olan sigara yasaklanırken aynı derecede sağlığa zararlı olan alkol için önlem alınmıyor. en azından sigara gibi içkilerin üstünede uyarıcı cümleler yazılabilir. birisi akciğeri mahvediyosa diğeride karaciğeri harcıyor. sigara şirketlerinin yerinde olsam dükkanı kapatıp içki işine girerim. hem ürünününz televizyonda mozaiklenmez bedava reklamı yapılır hem de her sene değişen kanunlara uyum sağlamak için paket hazırlamaktan kurtulurum. gözünü sevdiğim, çifte standartların at koşturduğu, bin akıncının şen olduğu ülkem...