akşam oldu, hüzünlendim ben yine
hasret kaldım gözlerinin rengine.
gel mehtabım, gel sevdiğim, gel yine
hasret kaldım gözlerinin rengine...
fotoğraflara bakıyorum. neden bilmem bu gece yine misafir oldun rüyama ve net değildi yüzün. bilgisayarı açıp fotoğraflarına bakmak istedim. ilk defa dikkatimi çekti. hiç birisi yeterince net değil. ya karanlık bir ortamda çekilmişiz ya gözlerin kapalı çıkmış ya da kötü bir makinayla çekilmiş. dolayısıyla uzaktan hiç birşey belli değil. yakınlaştırsam rüyamdaki haline benzeyip buğulanıyorsun. hiç birşey net değil.
pixel pixel lanet okuyorum yine bu gece özlemeye. hiç değilse sesin olsaydı... ya da kafama sıçayım, seni neden bi 5 dakika olsa da videoya kaydetmedim ki? neden hiç bir şekilde yanımda olamıyorsun?
dışarı çıkmanızla saçlarınızın arasına giren ağaç dalları ile dallanıp budaklanmanıza ve ara sıra suratınıza çarpan ot çöp ile resmen bir dilek ağacına dönüştüğünüz şehir.
senin karlı hallerine laf eden ağzıma sıçayım. özür dilerim ankara. dur yalvarırım, yeter!
fazlaca minik hanımlarda tuğla üstünde yürüyormuş etkisi yaratıp estetiğin canına okuyan lakin normal vücut ölçülerinde durumu kurtaran, çoğu zaman değil ama arada şık bile olabilen ayakkabılardır.
"yoksun neye yarar örtünsem kat kat yorganlar amannn" sözündeki aman kısmı ile emre aydın'ın gerçekten eski emre olmadığını bize gösteren ama yine içe dokunan, yine üzen şarkı.
"Herşeyi bırak benle ilgilen hasta numarası yapıyorum bu yüzden"
"Yüzün sürme oldu çektim hergün gözüme, hüznü en sık soğuk mevsimlerde giydim üstüme"
gibi daha birçok vurucu cümleyle ve;
"ikram ettin bana 3 gün düşünüp tek bir cümleyi tanımlarda kalma sevda darmadağan olmak gibi
ben çözülüyordum sen dibi uzaya uzayan buzul gibi yalnız bana ver seni, ben israf etmem zerreni,
çok kavga izim var benim masum değilim sen gibi, sen meleksin süt kokan bebek gibi."
uyanınca bir daha uyuyamadığımı bildiği halde sabahın körlerinde attığı mesajlarla hergün beni erkenden uyandıran, "okul da okul" diye tutturan, okula gitmeyeceğimi bildiği halde boş çabalar içinde kavrulan uyuz yazar...
gitmeyeceğim dedim dedim inanmadın, bak ne oldu şimdi?
ne zaman adı geçse ya da yesem "abi tatlının içine peynir koymak hangi sivrinin aklına gelmişte bu tatlı çıkmış ortaya" diye düşünmekten kendimi alamadığım tatlı.
bu tatlıyı yapanı tam yapar, yapamayanı iç bayar. çok şukela bir örneği her yıl ramazan ayında taaaa antakyalardan istanbul'a, sultanahmet'e gelip orada stand açan bir amca tarafından yapılır. 2 tabak yiyip utanmadığınız takdirde 3. tabağı rahatlıkla yiyebilirsiniz. öyle de hafif yapar. ama o ağzınıza attığınız lokma var ya... böyle eriiirr, eriiir, o eridikçe siz bi fena olursunuz falan...
yani efendim kısacası icad edeninin cennetteki yerini hazırlamış tatlıdır.
alah razı olsun.
git bi kursa mı yazılıyorsun ne yapıyorsan yap, şu bomboş hayatını bi düzene koy.
asalak gibi yaşıyorsun, hiç beğenmiyorum halini. ne kadar zamandır azından "ben şunu başardım" lafını duymuyorum. sıçtırtma depresyonuna! haline şükret salak, ne dertler var şu dünyada...
bahar da geldi, neyin depresifliğini yaşıyorsun anlamıyorum ki? git hayatının aşkını falan bul, ne bileyim birşey yap. bu ne boktan hayat lan! kendini karpuz zanneden kimlik bunalımlı manyak!
kendine aitt bir kültürü, bir adabı, bir hiyerarşisi olan, eğer matematiğe azcık yeteneğim olsaydı da kazanabilseydim görgüsüzlüğün dibine vurup her yerde adını söylemekten gurur duyacağım, mezunlarının o kendine has tavrı yüzünden bile imrenerek bakılan sayılı okullardan birisi.
istiklal caddesi gibi bir kaosun tam ortasında yer almasına rağmen öyle dingin bir bahçesi vardır ki; o heybetli kapıdan o cennet parçası bahçeye adım attınız mı anında sizi dış dünyadan soyutlar.
gece yatakta yatarken 2 üst kattan düşen komşu vardır ki ciddi anlamda evlerden ırak... çıkan gürültüyle balkon kapısına koştuğunuzda her yer kan revan içerisindedir. çığlığı basarsınız. o sırada düşen kişinin ailesi şoktadır. sizin aileniz daha da şoktadır. işler size kalır... ambulansı arayıp çok çok belirgin yerlerden anlatarak adresi verirsiniz. gecenin 2'sinde arabayla 10 dk uzaklıktaki hastaneden ambulans tam 55 dakikada gelir. o çocuk 24 yaşındayken hayatının son 25 dakikasını soğuk taşlar üzerinde verdiği nefeslerle harcar... bedeni soğumaya başladıktan yarım saat sonra gelen ambulans görevlisi ona tepki gösterenlere "bana bağıramassınız, girmem bak içeri" diye diklenir, yakasından tutulup zorla içeri sokulduktan sonra durumun ciddiyetinin farkına varır şerefsiz. ama çoktan iş işten geçmiştir...
o andan itibarek atılan her çığlıkla ortalık alev alır... gecenin 3'ünde odanıza cinayet masası ekipleri girer, incelemeler yapar, normal polis ekipleri girer incelemeler yapar, en son olarak kocaman bir tabut girer odanızın ortasına. ve alınır götürülür vefat eden 24 yaşındaki insan sonsuzluğa...
cep telefonu ekranının ışığından bile rahatsız olmanıza sebep olan, eğilmek isteseniz eğdirtmeyen, kalkmaya çalışsanız bok yeme otur oturduğun yerde diyen, bir yere giderken (ki bu durumda tuvalete gitmek kadar insani bir ihtiyaç bile çileye dönüşür) attığınız her adımın yüzüklerin efendisi'nde yüzükçü kardeşlerin moria'dan geçerlerken uyandırdığı orcların çaldığı davullar gibi gitgide artan bir şekilde beyninizde inlemesine sebep olan, kaşların hemen üstünü ve göz çukurlarının her yerini zonk zonk zonkltan, sanki beyniniz büyümüşte kafatasınız ona küçük geliyormuş gibi bir his yaratan hastalık.
o sizin cayır cayır ufo yakarak sömürdüğünüz devlet var ya... o ufoları bizim kıçımızda patlatıyor. dolayısıyla sizi yakaladığım yerlerde elimde ufo sehpasıyla kovalamaya and içerim. hatta amin!
altlarındaki yastıklar sayesinde hiç ses çıkarmadan evin içinde gezinmelerini sağlayan, karlı havalarda şu evrendeki en şirin imzayı yollara bırakan kedi uzvudur.
feci derecede sosyal medya kullanmaya başlamış, hatta bu konuda aşmış otobüs şirketi.
ekşi playlist olayı başlı başına bir olay zaten. bunun yanında ekşi sözlük'te yazılan her türlü entrye adamlar açtıkları hesaptan "pamukkale sosyal medya ekibi" imzası ile cevap veriyorlar.