aksini iddia edeni odunla kovalayabileceğim bir savım daha.
şunu iddia ediyorum; zevk, ihtiyaç, sevgi gösterisi, şu bu herneyse bir yana, seks en çok özgüven update etme ihtiyacıyla yapılır. hatta, ekşından sonra taraflara çöken bir boşvermişlik hali, bir at yarışı izleyen padişah rahatlığı vardır. 10 gün önce "ulan keşke bi saçımızı düzelttirseydik" ya da "ya bunla terlerim ben şimdi, çocuğa rezil olurum, daha mı ince bişey giyseydim" gibi kaygılarla yanına gittiğimiz kız/çocuk/hanım/adam/partner, ekşın sonrasındaki özellikle birkaç saatte gayet önemsizdir.
peki bu neden kaynaklanıyor? neden insanoğlu olarak böyle kaypakça bir sürüklenişe gidiyoruz?
türk dilinde, "işini bitirdi, döndü g.tünü uyudu" dediğimiz olgu da işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. erkeklerde daha fazla bu sanırım. olay anında, insanoğlu, karşı tarafa delicesine ilgili, sevgi dolu, adeta peşinde bir köpek olabilecek kadar aciz bazen. ya sonrası? sonrasında, sanırım insan bazı şeyler vücudunda çok yükseldiği için, diğerlerini s.ktiredip, "muhteşemim lan ben" gibi bir hisse kapılıyor. zira insan hayvanı olarak karnının doyması, güvende olması gibi ihtiyaçlardan sonraki en büyük ihtiyacı karşılanmış. artık önündeki daha spesifik maçlara bakıyor. hani karnı aç olan bir insanın, matematik ispatları, kavramları umrunda değildir ya, onun gibi bişey.
neyse, evet, kapılmayalım tabii bunlara, hoş değil. ama ekşından sonra birçok insanın daha dik yürüdüğü, daha volumlu bir sesle derdini anlattığı da yadsınamaz bir gerçek.
demek ki neymiş? seks, insanın özgüveninde yadsınamaz bir yükselişe yol açıyormuş. "ne verirsen elinlen, o da gelir seninlen" diyerek, son derece alakasız bir deyişle kapatıyorum bu entry'yi. esen kalın.
1 yıldan uzun süredir, belli kriterlere sahip yedinci nesil yazarlara ödenen maaş, bu gece enflasyona müteakiben %11 artarak ortalama 1640 liraya çıkmıştır.
yalnız bu artıştan kaynaklanan vergi dilimi değişimiyle, yazarlar kesintiden sonraki meblağı net 1619.2 tl olarak çekebileceklerdir. zall reyizle yapılan uzun pazarlıklar sonucu kendisinin yedinci neslin başarısını taçlandırırcasına yaptığı bu artış, şüphesiz ki yazarların evlerinde coşkuyla kutlanmış, kimi araba taksitlerine, kimisi çılgın aksaray gecelerine yönelmiştir.
neredeyse bir ikinci nesil yazar maaşını yakalayan 7. nesil yazar maaşı, bu artıştan sonra birinci ve ikinci nesil yazar maaşlarından sonra üçüncü sıraya yükselmiş, hemen ardındaki sekizinci nesil yazar maaşıyla arasındaki farkı biraz da olsa arttırmıştır.
ramazan pakedi dağıtmayarak bilgi içerikli entry'lerde gözle görülür bir düşüşe sebep olan sözlük yönetimi ise, yazarların gönlünde eski yerine kavuşmuştur.
vatana, millete hayırlı olması, bereketli olması dileğiyle,
uludağ sözlük ekonomi servisi, eksisozlukteki ssg.
yıllar, yıllar boyu mesaisinde lojistik-tedarik ilmine kafa yormuş bir iktisatçının, hasretini çektiği gülyüzlü yarine haklı seslenişi.
"elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak, ikimizin de saçları ak, öyle durup bakışacağız, belki bir deniz kenarında, el ele maziyi konuşacağız, benim içimde yanan ateş var, sevgilim ne zaman buluşcağız" demeye çalışıyor adamcağız, ama anladığı-konuşabildiği dil bu. tıp çaresiz.
yıllarca istatistik ilmine kafa yormuş bir iktisatçının, hasretini çektiği gülyüzlü yarine haklı seslenişi.
"haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize, ordaki sevgililer özenip birer birer, gün olur erişirler ikimize" demeye çalışıyor adamcağız, ama anladığı-konuşabildiği dil bu. tıp çaresiz.
bir iktisatçının, hasretini çektiği gülyüzlü yarine haklı seslenişi.
"iki gözüm seneler geçiyor, gönül ektiğini biçiyor, bi selam lutfet, bu ne çok hasret, gel barışalım artık" demeye çalışıyor adamcağız, ama anladığı-konuşabildiği dil bu. tıp çaresiz.
insan hayatına onarılması neredeyse imkansız yaralar bırakan bir olay. rüyalardan uyandırır, eller cepte dimdik yürürken insanı büzüştürür, unutturur gibi yapar hep, ama aklın kıvrımlarından çıkamaz.
sene 2008, yaz ayları, neredeyse tam bu zamanlar. trenle kadıköye gidiyorum. tren pendik istasyonuna varmak üzere. bilen bilir, tam kaynarca-pendik arasında, sağda lüks sitelerin olduğu kocaman bir çayırlık vardır. tren tam orada.
ben de elime dergimi almış, en ön vagonun, en ön koltuklarından birinin sağ tarafında oturuyorum. tesadüf bu ya, kafamı dergiden kaldırıp camdan dışarı bakmamla ileri sağ çaprazda trene doğru koşan, 30 yaşlarında sarışın bir kadın gördüm. "asktir geçemez bu gerizekalı trenin önünden" diye aklımdan geçirmemle, acı bir fren sesi duymam bir oldu. ayağa kalktım o an, kafamı camdan dışarı çıkardım. vagonda en fazla 10 kişiydik.
fren sesi ve benim yerimden sıçrayışımın böylesine senkronize olduğunu gören diğer yolcular, camlara koşuşturmaya çalıştılar. ayak seslerini duyuyordum. benim, ve cama yetişebilen şanssızların, o an trenin altına bakarak görebildiğimiz tek şey, trenin altına kendini atan o kadının sıçrayan kanlarıydı. aynı o çayırlığın ilerisindeki lüks sitelerin bahçesinde olan çim sulama fıskiyeleri gibi. bir insanın ne çok kanı olduğunun farkına, o zaman vardım sanırım. üzerinden geçen, onlarca tonluk vagonlar, kadının en fazla 50 kiloluk vücudunda, kim bilir nasıl bir basınç oluşturmuştu.
tren sonunda durabildi. kapıların açılmasını beklemeden bir sigara yaktım. yere oturakaldım. gördüklerim, aslında hiç de şahit olmak isteyeceğim şeyler değildi. yanımdaki koltukta oturan yaşlı amcayla gözgöze geldik. o da herşeyin farkındaydı. "lanet olsun" dedim, amca omzuma dokundu teselli etmek ister gibi.
kapılar açıldı. kapısı duraklara düzayak olan trenle, yer arasında 1-1,5 metre kadar bir mesafe vardı. aşşağı atladım. trenin gerisine doğru yürüdüm. trenin neredeyse 2/3'ü kadının üzerinden geçmişti. yaz sıcağında kavrulan, rayların altındaki çakıllar lastik tabanlı ayakkabımın altından, bana o kadının hissettiklerini anlatmak istercesine ayak tabanlarımı yakıyordu.
gördüğüm ilk ölüm değildi bu, ama, en acıklısı olmak konusunda oldukça iddialıydı. yürümek istediğim yere vardığımda gördüğüm, göğüsleriyle omuzları arasında bir yerden ikiye ayrılmış genç bir kadın vücudu, hiç aklımdan çıkamadı. et, iğrenç bir şeydi. ölüm, tren, sıcak yaz günleri... hepsi iğrençti.
etraftan duyduğum, "kim bilir ne derdi vardı zavallının" türü cümleler, asla bu intihara gerekçe oluşturmayacak kadar cılızdı. "ne derdi varsa ben çözerdim lan" dedim kendime, bunu söyleyenlere cevap verir gibi. orada, o kadına acıyanların 1/10'u bir araya gelse, o kadının bütün problemlerini çözebilirlerdi.
o an, o fıskiye gibi sıçrayan kanlar, kadının o iştahla koşuşu, hiç aklımdan çıkamadı. çok güzel uykularımı yarıya böldü. çok özel insanlarla yaptığım birçok tren yolculuğunu mumya gibi geçirmeme sebep oldu.
bir intiharı izlemek, ölümün, "aşkından ölüyorum" kadar şevkatli bir duygu olmadığını öğretti bana. acıklı bir ölüm, kahverengiydi. soğuk bir hastane bahçesinde içilen sigara gibiydi. ölüm, çok hastalıklıydı.
son günlerde, fazla melankolik olsa da bu radyoyu dinliyorum. arada çıkan ziyan şarkıları saymazsak kesinlikle mükemmel bir kanal. hiç reklam olmaması beni ayrıca cezbediyor, orası ayrı konu.
bahsetmek istediğim, bu frekansta hafta içi akşamları 8-11 arası çıkan dj. ulan arkadaş, her bağlananı eski aşkına döndürmeye çalışan, sevgilinin çirkin ve en yakın arkadaşı gibi adam bu. bir adamcağız arayıp bi şarkı istiyor, kendince hüzünlü, ufak bir buruk hikaye anlatıp iç geçiriyor falan şarkıyla ilgili.. dj'imiz hemen başlıyor, insan aslında kimseyi unutamaz, aslında unuttuk diyebiliyorsak bile hatırlıyoruzdur, kimsenin izi silinmez...
hayır bi de hazırlıksız zamanda yakalıyor it, akşam evimde viskimi açmışım, keyfim yerinde, hayatımın en travmatik ayrılığının üzerinden bir yıl geçmiş, mutluyum falan.. bu herif biraz daha salmış olsam kendimi gafil avlayıvericek beni. salya sümük eski manitayı aramaca durumları sonra, tatsızlık...
demem o ki, bu radyoyu dinleyin, ama temkinli olun tabii.
muhteşem bir çocukluk arkadaşım. bu yaptığından sadistçe bir zevk almaktaydı. yaşlarımız 5-6 falandı sanırım. çişi yüzüne denk getirmekten imtina etmezdi. yağmur suları+balkon temizliği suları altında da duş almaktan çekinmezdi. sokakları çocuklar cumhuriyeti olan muhteşem günlerdi.
sonra bu çocukla baya görüşemedik biz. şimdi küçük bir kentte 2 yıllık bir okulda okuyor. aldığım haberlere göre bu alışkanlığını bırakmış.
sanırım, biz late 80s kuşağına tusubasa'nın aşıladığı bir kavram. bir isyan, bir ne olacaksa olsunculuk. gelişine vurduktan sonraki ferahlık ise kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel.
bu yaz, tarafımdan düzenlenecek bir zirve. sıkılanlar zirvelerinin sonuncusu.**
gelişmeler için şahsıma mesajla ulaşılabilir. hamam çıkışı bira kesinlikle kaçınılmaz. *
23 senelik bilgi, birikim, tecrübe, müşteri memnuniyeti, vizyon ve misyonuma dayanarak, düşüncemi tüm bu imbiklerden geçirerek yaptığım muhteşem çıkarım.
etrafınıza iyi bakın, evinde kedisi olan, eline bir paket whiskas alıp sokak sokak kedi besleyen hatunların tamamı sorunludur. aksini iddia etmeyin, kalp kırarım şu güzel pazar günü. sonuç olarak, kedi fitriyatlı hatunlardan mümkün mertebe uzak durun. kendiniz uzak durmakla kalmayın, yakınlaşanları uyarın.
istanbul trafiğine aşina olanlarımız buna kesinlikle yabancı değildir. özellikle motorlu kurye kardeşlerimiz tarafından kullanılan bu can cepte sürüş modeli, gerek trafikte bize süpersonik bir hız kazandırması, gerek trafik tıkandığında "bunlar babadan oğula nesil heralde" şeklindeki küfürleri ağzımızdan alması sebebiyle, şahsen de pek sevdiğim bir olay.
özellikle e-5 gibi yollarda, sabah ya da akşam trafiğin durma noktasına geldiği saatlerde, sol şeridin solundaki bu ortalama 1 metre enindeki boşluk, birçok motosikletçi için vazgeçilmezdir. vazgeçilmez olduğu kadar tehlikeli de olan bu ufak yolun birkaç kötü yönü var, üşenmeyip sıralayalım;
-genelde nerde daralıp nerede genşleyeceğinin belli olmaması (işte bu yüzden bunu daha ziyade bildiğimiz yollarda uygulamalıyız)
-yoldan fırlayan, arabaların çarptığı hayvan leşlerinin genelde buraya itilmesi (geçenlerde üzerinden geçtiğim bağırsakları çıkmış hayvanın ne olduğu konusunda hala bir fikrim yok)
-bu ufak yolla sor şerit arasında bulunan yansıtıcı ufak yer işartelerinin motosikletler için hayli tehlikeli olması.
-70 kmh ya da daha yüksek hızlarda ilerlerken, yaşayacağımız en ufak bir sarsıntıyla, önce bariyerlere, oradan sekerek sol şeritteki arabalara çarpma ihtimali.(allah yazdıysa bozsun)
işbu yöntem, sabah saat 8-9 arası neredeyse çakılı olan maltepe-harem arasını normalde 40 dakikadan önce asla gidemeyeceğimiz halde ortalama 15 dakikada gitmemizi sağlar. hem de bütün arabalı ibibiklere nazire yaparcasına. sol şeridin bu sol tarafına iyice yanaşıp oradan geçilecek kadar bile mesafe bırakmayan özellikle bayan şoförlere de burdan iki çift lafım var; "geçen sabahki siyah honda civic'li kurumsal abla, orta şeritten korkup bana o kadar yanaşmasaydın, trafik durduğunda, arabanın dibinde durup sana el işaretiyle "nabıyon amk" işareti yapmazdım. şaşırdın, korktun beni camda görünce biliyorum. ama beni gerçekten çok korkuttun fakin biç. esen kal. o arabaya bi pasta cila attır."
depresyon sınırındaki nazlı bünyelerin de gayet gerçekleştirebildiği bir eylem. bu eylemin gerçekleşmesi sırasındaki tatlılık ise, bu entry'nin konusu değil.
halbuki adını uzun zamandır biliyorsun, yani bir "nasıl duyuluyor acaba" testi değil bu. değişik bir ruhiyat. ders çalışırken, işyerinde yemeğe inerken, yolda kulaklıklar takılı yürürken...
heyecanla katışık bir başka duygu bu. karşında olmadığını biliyorsun bunu söylerken, kimsenin duymadığını da. içinde kıpır kıpır birşeyler var işte..
ortamala 3 yıldır görülmemiş, son 1-1,5 yıldır kendisinden haber dahi alınmamış eski sevgilinin artık bir teyze olduğunu görmektir. ulan bu kız benden yalnızca 1 (yazıyla bir) yaş büyüktü. halbuki şimdi, market sırasında öne geçmek için izin isteyecek olsam abla derim lan! 20'lerinin ilk çeyreğini bitiren bir insan olarak, eski sevgilinin, şuan 23 yaşında bir kızın 30 göstermesi acıdır. erken bunama belirtisidir, içimizdeki irlandalılıktır.
saçlara bir sarışınlık ekletilmiş, tamam. hafif kilo alınmış, o da tamam yakışmış zaten. ama insan 3 senede nasıl 4x hızında yaşlanır lan? akıl sır ermiyore!
uludağ sözlük sıkılanları olarak, güzel bir mayıs akşamı toplanıp, bira+patates eşliğinde sıkılmalarımıza birkaç saat de olsa ara veriyoruz, gerek sohbetlerimizle, gerek hayat hakkında ibretlik paylaşımlarımızla birkaç saat önce tanımadığımız insanlarla 3 biradan sonra canciğer oluyoruz, eve mutlu dönüyoruz. hatta belli bir kesimle belki de eve dönmüyoruz.
malumunuz, birçoğumuz kapalı ortamlarda, bilgisayar başında ömür çürüten insanlarız. herkeste bir jilet gibi işe gitme merakı, anlaşılamaz halde. merkez bankası'nda, pwc'de çalışsak hadi tamam derim ama, birçoğumuzunki her sabah 10 dakikayı aynada heba etmeye değer bir iş değil be güzel kardeşim. uçak tasarlamıyoruz.
bunu ben yapıyorum. ilk başlarda biraz garipsediler, yan yan baktılar. ama, zaten halihazırda plazanın şarapçısı kıvamında bir insan olduğumdan kelli ses çıkaran da olmadı. ha derseniz ki, hiç traş olmayalım, hayvan gibi mi gezelim? hayır. haftasonu olursun be abicim, pazartesi yine jiletsin rahat ol.
neden traş olmadığımı soranlara da gayet lakaty bir şekilde "düğüne mi gidiyoz munagoye!" şeklinde bir cevap veriyorum, cevap vermeden gidiyorlar.