tükenmiş kalem! hohlarsın hohlarsın genede yazmaz ya böyle kağıdı da yırtar...
kemer deliği (en sondaki, kemeri belde bol bıran, hani ha takmışsın ha takmamışsın, o derece gereksiz)
yeşil pelikan silgi (sahte/sert olanlarından)
yumuşak şeftali
lamba sensörü hani açamazsın da sipastik sipastik hareketler yaparsın
pili bitmiş kumanda hani değiştiremezsin kanalı en sonunda çalıştırmak için kumandayı kırarsın ya hani..
islanmis kup seker
yere yakın salıncak
yanlışlıkla kapatılmış sekme
acı çekirdek hani en son ona denk gelir agzında acı tadı kalırya ondan iste
tükenmiş kalem! hohlarsın hohlarsın genede yazmaz ya böyle kağıdı da yırtar...
kemer deliği (en sondaki, kemeri belde bol bıran, hani ha takmışsın ha takmamışsın, o derece gereksiz)
yeşil pelikan silgi (sahte/sert olanlarından)
yumuşak şeftali
lamba sensörü hani açamazsın da sipastik sipastik hareketler yaparsın
pili bitmiş kumanda hani değiştiremezsin kanalı en sonunda çalıştırmak için kumandayı kırarsın ya hani..
islanmis kup seker
yere yakın salıncak
yanlışlıkla kapatılmış sekme
acı çekirdek hani en son ona denk gelir agzında acı tadı kalırya ondan iste
her hafta sonu olan bir olay aslında (avcılar için) ama saat6da elektrikler geldikten sonra birde doğalgazın arıza meselesi adamı çıldırtır. ulan ev buz, sıcak su yok. ve işin kötüsü doğalgazın ne zaman düzeleceği hala belli değil. şebekeler meşgul, sinirler gergin, oynatmaya az kaldı bekliyoruz.
gazeteci yazar ece temelkuran ölüm tehditleri alıyor. hepimiz görüyoruz. twitterda açıkça onu öldüreceğini söyleyen kimseler var. bir değil, beş değil.
bu tehditlerde ifadesini bulan zapt edilemez nefret, cinai saldırganlık meşru mu? değilse, nasıl oluyor da böylesine alenileşebiliyor? ve biz niye ağzımızı bile açmadan öylece duralım?
ece temelkuran, türkiyenin en önemli gazetecilerinden biri. belki de en iyisidir. londraya gider, filozoflarla görüşür, sokaktaki evsiz isyancılarla konuşur; i̇rana uçar birinci ağızdan röportajlarla döner; latin amerikadaki devrimci oluşumları yerinde takip eder; hindistan, fransa, endonezya, almanya, suriye nerede büyük bir sarsıntı varsa ece temelkuran hiç üşenmez, olağanüstü bir enerjiyle koşar, vakayı yakından tetkik eder ve incelikli, derinlikli yazılar kaleme alır. i̇ngilizce konferanslar verir, arapça öğrenir, asla boşa vakit harcamaz, türkiyeye muazzam bir entelektüel, duygusal enerji aktarır.
bugün ayşe arman gazeteciliği diye bir şeyden söz ediyoruz. asıl ece temelkuran gazeteciliğinden söz etmemiz gerekir.
o, binlerce olayın, tutuklamaların, sokak savaşlarının, katliamların, çatışmaların tam kalbine gider ve oradan ses verir. temelkuranı böylesine sevilen, vazgeçilmez biri kılan nitelik onun, iddia edildiği gibi basit bir duygu sömürücüsü olması filan asla değil, tam anlamıyla bir gazetecilik dehası taşımasıdır.
bazı fikirlerine, birtakım cümlelerine, eğilimlerine katılmayabilirsiniz. fakat ona kandil muhibbi demek, nerden baksanız iftiradır. temelkuran, kürt sorununu ve siyasetini gerçek nitelikleriyle kavramaya çalışan bir gazetecidir. bunun ötesinde, kürt meselesi, temelkuranın alakadar olduğu yüzlerce konudan yalnızca biridir. onun farkı, kürtleri uzaktan değil yakından tanımaya yönelmesidir. hiçbirimiz yerimizden kalkmazken o bütün doğu şehirlerini bir bir gezdi, oradaki insanlarla birebir görüştü. mahalle futbolcusundan militanına, zerzevatçısından yeni geline kadar herkesle. yeminle söylüyorum büyük cesaret. hakikat iştiyakı.
ayrıca, son derece titiz bir romancı, özel bir şairdir. yazının kalıcılığı ve bağlayıcılığına ilişkin bilinci, onun edebiyatla kurduğu irtibatı bir ölçüde açıklar.
muz sesleri, ortadoğuya [beyruta] gidilerek yazılmış, bu ülkedeki tek romandır. [en azından benim bildiğim tek roman. belki bir, bilemedin iki tane daha vardır, olabilir.] bu, temelkuranın insanlık sorunları, siyasi meseleler, sosyal problemler karşısında edebiyatın yatıştırıcı ve şifalı tesirini kavramış ender yazarlarımızdan olduğunu kanıtlar.
kısacası, ece temelkuran bir dahidir.
bunları, temelkuran güzellemesi yapmak için söylemiyorum. i̇cap ettiğini düşünmesem, ondan hiç bahsetmezdim. benim işim değil. hakkında şimdiye dek bir yazı yazdım, o da erkekler ergen mi, değil mi? tartışmasıydı. fakat ölüm tehdidi de ne oluyor arkadaş? delirdiniz mi? onunla gurur duymamız, ondan ilham almamız gerekirken, evimizin okumuş kızı gibi benimsememiz gerekirken yani, ece temelkuran dünyanın öbür ucunda sosyal hak mücadelesi veren işsiz bir kimyagerle anlaşabiliyor da bizimle mi anlaşamıyor?!
ece temelkurana özür borçluyuz.
bu derece çalışkan, yetenekli, duyarlı ve zeki bir yazara vijdan kuaförü demek de banal. böyle uyduruk etiketleri birbirimize yapıştırarak hakikati perçinleyemeyiz. bu, eleştiri değil. bu peki, kızmayacağım manasız tamam, söylemek zorundayım: kudurmuş soytarılıktır! mevlana vijdan kuaförü müydü, yunus emre patetik bir meczup muydu? en büyük bilgelerimizin bir elleri daima vicdanlarındaydı. vicdansızlığı, kabadayılığı, gözü dönmüşlüğü mü öveceğiz?
birileri de şöyle yazıyor: ece temelkuran kimdir? yani kim ki, kim oluyor? yazının bir haysiyeti var, kim olduğunu sen söyleyeceksin, böyle sokak ağzıyla, soru görünümlü ithamlarla yazı yazılmaz.
ece temelkuranın yerine koyabileceğimiz ikinci bir kişi yok. bunca işi, bu kalitede hiç kimseye yaptıramayız. hele ki bu ücret, bu muamele karşılığında.
dikiş attık karşılıklı, çift taraflı dikişler oldu bunlar, pembe yanakların, aslında hiç de özel olmadığını sonradan anladığın renkli boncuklu lokantaların, çıplak yatılan yatakların, çamaşırların öylesine fırlatılmış olduğu komodinlerin üzerine atıldı dikişler; acıttı, bir sürü kuşlar uçtu, sivri gagalı martılar ve kaldırımda bulduğu armutları dişleyen kuzgunlar; başının üstünden ve bileklerinin kenarlarından uçtular ama dalgalar durulmadı, herkes birbirinin kuması oldu; tek taraf bunu fark etmedi, ama belki de o kadar akılsız değildi, ve yalnızca işine gelmedi; af dilemek o kadar da zor değildi, çünkü duyulması gereken utanç sığmıyordu tekmelenmiş dizlerin yarasına, kadın kokularına, kadın kısmına belki ve bozukluğuna; ve yürürken organlarında hissettiğin acıyı, anlatmaktan feci bir tedirginlik duyduğun o bulantıyı, her eşyanın hatırlattığı yükü, küstahlığı ve aldatmayı geçirmiyordu; masmavi bulutların arasından bir gün yürüyeceğin boylamasına upuzun parkları, cam şişelerden içeceğin böğürtlen sularını, yakacağın sigaraları düşünmek, tren garlarını ve küçük marketlerden küçük paralara alınmış sofra şaraplarını aklına getirmek bile korkunçtu artık; düşünmek ne korkunçtu, bütün iplerin ucundan istemesen de birbirine bağlanması ve vücudunu sürükledikleri yerde yalnızca bir adam ve alelade bir kadının ve daha bir sürü kıymetsiz kadınların anısı olması, tüm güzelliklerini, küçük güzelliklerini, büyük düşlerini, loş ışıklarını, kitapların o çok sevdiğin ilk sayfalarını, onun o üzerine geçirdiğin kazaklarını, evinin antresindeki spot ışıklarını, yatak odasından elma bahçesine açılan büyük pencereyi, aklına tezeri hayal edince bile geçemeyecek kadar kazınmış olan o görüntülerin olduğu bar köşelerini, gellerini, gitlerini, ruhunun dize gelmez sinirini, ve bunun her dakikasını lanetlemiş adamı, alıp götürüyor ellerinden; kire bulanmış süprüntüler olarak geri veriyor sana, yaşamının yani, senin, uyandığın her sabahın, oturduğun ve kalktığın her dakikanın sivri bir tahta parçasıyla oyulması, akan kanın hiç durmaması gibi, ince bir tül gerilmiş vücudunun üstünden yapılan bütün hakaretlere karşılık çaresizce ağladığın, ama basbayağı ağladığın, öylesine iç geçirdiğin değil, ve üstüne üstlük tüm bunların ona yalvardığın gerçeğiyle, sadece bu, bomboş eller, atılan suçlardan kapkara bir kalple sokağın ortasında öylece durduğun için; basbayağı sonlandırılması gibi bir hal alıyor, tedirginliğin camlara vuruyor, kontrol edilemez bir hale geliyor, güçleniyorsun, krııyorsun; kırıklığından, sonra susuyorsun, elden bir şey gelmiyor,
tüm insanların yanından bu yüzden uzaklaştığını, bu yüzden kimsenin, kimsenin olmadığını, bu yüzden kimsenin kalpten sevmeyeceğini bir anda, arkasında duran o küçücük yosmayla söyleyivermesi, seni tamamen değersiz, manasız, rezil bir parçası yapması hayatının, basit bir ayrıntı olarak kalıyor, ne kadın geçiyor, ne adam, ne dikişin çift taraflı olmasıyla gelen o suskunluk, ne suskunluktan içine kıstırdığın şiddetin.
en çok şiddet kalıyor, ve şiddetle asla bitmeyecek hükümlülüğün.
içimde eksiklik,
hissedemediğim yakınlık,
duyularım açık,
alabildiğim tüm acıyı içime doğru
içime doğru çektikçe dokunduğum yanıklık,
kokular, üstünlük, kazanılma, yaver giden şanslar,
yollardan ayrılan hayvanlar, bırakılanlar,
kaybolan ışıklar, gözlerde parlaklıklar,
his kayıpları, hissizlikle gelen körlük, sağırlık,
yerle bir edilmiş,
çaresiz ve durgun bir zeka,
gel - geleyim, git - gideyimlerle
geçen,
teklifler, dersler, tokatlarla yoğrulan,
utanmayan, rezil olan, saldırgan,
kızgın yağa atılmış
yanan
sürekli yanan ruhum.
bazen soruyorum bu kadar güzel ama bir o kadar da acı veren bu aşkı hak edecek ne yaptım? ben bu yazıyı sevgilime yazdım. dün akşam geldi Ankara'dan, aylar sonra yeniden gördüm. bir insanı uzaktan sevmek çok zordur, ama ben bu aşkı hak ettiğimi düşünüyorum.onu hak ettiğimi düşünüyorum. boyu uzamış, daha yakışıklı olmuş. gözlerinin yeşili daha parlak sanki, daha canlı. onun göz bebeklerinde kendimi görmeyi özlemişim. hala bir rüya sanıyorum gerçi onun gelişini, dün gece gitti ve eve geldim uyumak istedim ama yapamadım. sanki uyusam aslında bu rüyadan uyanacak ve herşey bu güzelliğiyle, uzak mesafelerle kalacaktı.
ağlamak yok dedi, ağlamak yok... yok dedim tamam. tamam diyorum gitti ama gelecek. söz verdiği herşeyi yaptı o, yine yapacak.
şimdiden çok özledim, çok özledim. çok...
kokusuna doyamadım ki, canımdan bir parça bindi gitti o otobüse.
sahi...
bu kadar güzel ama bir o kadar da acı veren bu aşkı hak edecek ne yaptım?
her yağmur yağdığında bulutları izliyorum, izliyorum, izliyorum.
sessizce ardından bakıyorum.
ve bekliyorum
güneşin yeniden açmasını bekliyorum.
her yağmur yağdığında yeniden
keşke gittiği yağmurla gelse diyorum...
--spoiler--
bir ağanın almanyadan getirdiği kurt köpeği aralarında ağanın da oğlu olmak üzere köyün çocuklarını ısırır. köylü köpeği öldürmek istese de ağa, köpeğin kuduz oldugunu kabul etmez ve bunu engeller. üstüne üstlük kendi oğluna aşı yapılmasını da istemez. dispanser köye hayli uzaktır. çocukları dispansere götürme işi ağanın kızına(necla nazır) aşık olan topal gence(tarık akan) düşer.
--spoiler--
negra sombra
aim for a smile
penny & the quarters - you and me
a walz for a night
ma mémoire sale
les yeux au ciel
je n'aime que toi
anyone-else-but-you
gemide soundtrack
hani böyle yorgunsundur, arkadaşlar, gereksiz insanlar vs. onlara hep mutlu gözükürsün ama herkes evlerine dağıldığında otobüste, dolmuşta yalnızlığın çarpar ya suratına hani... bazılarının el ele gezdiğini, bakıştığını, başını onun omzuna yasladığını görürsün. dayanamaz insan be, biri yorgunluğunu alsın istersin, ellerini ısıtsın, başın birinin omzunda dinlensin, seni korur gibi evine kadar eşlik etsin istersin. of aman be kederlendim.