şanslı insandır vesselam. kedilerle olan anlaşılamaz benzerliği, her zaman her olayda dört ayağının üstüne düşmesine, tüm zorluklardan bir anda sıyrılıp kendine yeni şanslar yaratmasına yardımcı olur.*
insanın burada bozulduğu nokta, tesadüfün iğne deliğinden içeri kürekle bok çekebilme yeteneği ile donatılmış iken bu çok şanslı arkadaşın laylaylom şekilde ortalarda dolaşmasıdır.
şöyle sessizce yanına yaklaşıp kafasını okşasam şans biraz da bana bulaşır mı? diye düşünmüyorum değil.
hey yarabbim biraz da bu tarafa bak nolursun. amin.
edit: ekle butonuna bastıktan yaklaşık bir dakika sonra bilgisayar iptal..
şarkıcı. sezen aksu nun fi tarihinde beyaz show da yaptığı açıklamada, dağıttığı şarkıları için 'kargaya vermiyorum ki' demesine rağmen kahpe kader adlı parçasını kapmayı başarmış. vallahi bravo.
özellikle yaz aylarında işkence çeken insan türüdür bu. diğer normal tipler gibi tüm vücudu terlemez. kışın kar yağarken bile nemli olan elleri yaz gelince tümden kayışını koparır. nereyi ellese arkasında ıslak ipuçları bırakır. masa, telefon, mause, çanta... otobüse binince tutunmaya utanır, arkadaşlarını görünce tokalaşmaya utanır. çünkü eller yapış yapış.
mendil de fayda etmez kurban olduğum, beş dakka sonra durum yine aynı.
kilo aldırıyor, hazmetmesi zor oluyor gibi sebeplerle ekmeğin pamuk gibi olan iç kısmını yemeyip, dış kabuklarını kıtır kıtır kemirmektir. evde çocuk veya yaşlı varsa şanslısınız. 'sen kabuğunu yiyemezsin içini ye' bahanesiyle hem ekmek içleri ziyan olmaktan kurtarılır, hem de olası bir anne azarından* yırtmış olunur.
Yaşamak güzel şey doğrusu
Üstelik hava da güzelse
Hele gücün kuvvetin yerindeyse
Elin ekmek tutmuşsa bir de
Hele tertemizse gönlün
Hele kar gibiyse alnın
Yani kendinden korkmuyorsan
Kimseden korkmuyorsan dünyada
iyi günler bekliyorsan hele
iyi günlere inanıyorsan
Üstelik hava da güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu!
sabah sabah o ne müthiş bir kokudur ki, kahvaltı yapamadan evden fırlayan insan için işkence olur. önce etrafa yayılan mis gibi yumurtalı ekmek kızartması kokusu.* bu bildiğin balık ekmek! arkasından yayılan üzeri domates soslu papates biber kızartması kokusu. ama burası devlet dairesi değil miydi? sabah sabah nerden geliyo bu koku, çayla poça neyinize yetmiyo vicdansızlar!*
apelle, isa'dan dört yüzyıl önce doğmuş bir ressamdır. büyük iskender'in tablolarını yapmakla tanınmıştır. eserlerinin eleştirisini kendini göstermeden, gizlice dinlemek gibi bir alışkanlığı olduğu söylenir.
bir gün bir kunduracı apelle'in yaptığı tablolardan birini eleştirir. apelle de onu gizlice dinlemektedir. kunduracı önce resimdeki çizmelerin bazı kusurlarını söyler. apelle içinden onu haklı bulur. fakat daha sonra kunduracının, resmin yukarı kısımlarına geçip sanatçının tekniği ve sanatı üzerine bir takım olumsuz sözler söylemesi üzerine apelle dayanamayıp gizlendiği yerden bağırır:
-çizmeden yukarı çıkma!
kaynak: yusuf ziya bahadanlı(deyimlerimiz ve kaynaklarımız)
ister lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten sesiyle sokağa girerdi:
"Gazete, havadis!"
Sabahın dördünde yazı makinemin başına geçtiğim için, bu ses, bu kara, yağmura, ayaza kafa tutan bu canlı, bu pırıl pırıl ses beni yazı makinemin başında bulurdu. Gazete paralarını akşamdan masamın kıyısına koyduğum için, bekletmez, koşardım sokak kapısına. Gazetelerimi önceden hazırlamış olurdu. Uzatır, paraları alır, saymaya filan lüzum görmeden cebine atar, donmuş burnu buhar kazanı gibi tüterek uzaklaşırken, canlı, yaşam dolu sesiyle sokağı gene neşelendirirdi:
"Gazete, havadis!"
Anlattığına göre, gazetelerden birinde tahsildarlık yaparken kötü bir kadının ardında evini, istanbul'u bırakıp izmir'e mi ne giden babasına, annesi ilkin çok kızmışsa da, sonraları, "Ne yapalım? Bizden daha iyisini bulmuş olacak. Uğurlar olsun!" deyip kolları sıvamış. Karaköy'deki bir eczaneye girmiş. Görevi, boş ilaç şişelerini uzun tel saplı fırçalarla yıkamakmış. Bir, beş, on, yüz, bin şişe değilmiş ki, belki on binler, belki de yüz binlerce. isteyeni olsa haminnesi hemen evlendirecekmiş onu, ama yokmuş isteyeni. Bir gün kendi kendine, "Şimdi herkes güzel kadın alıyor," demiş. "Benim gibi kara kuruyu kim ne yapsın?"
Haminnesi Tahtakale'de, tuzcuda çalışıyormuş. Annesinin eczaneden kazandığıyla kıt kanaat geçiniyorlarmış ama, şu son zamlar olmasa. Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu tutmuş, gazete satıcılığına başlamış.
"Okumak istiyorum ağabey. ilk'i, sonra orta'yı, daha sonra da liseyi bitireceğim. Liseyi belki de yatılı sınavını kazanıp parasız okurum. Ama mutlaka okuyacağım. Kardeşim de. Babamıza benzemeyeceğiz hiç. Kardeşim diyor ki, o zaman babam ihtiyar olur. Saçı sakalı ak pak, elleri titreye titreye gelir. Yalvarır. Acır mıyız?"
Mevsim bahara dönmüştü ama gene de çok soğuktu.
"Sen ne karşılık verdin kardeşine?"
Omuz silkti:
"Acımak lazım ama olmaz ki. Baba. Anneme sordum, canı çıksın, dedi. Haminnem ateş püskürdü. Fakat olmaz, dedim kardeşime. Annemle haminnemden habersiz..."
Sabahın erken saatinde kalkıp koşuyormuş gazete bayine. Bayi ana baba günü. Kendi gibi o kadar çok okullu çocuk varmış ki, bayi gazetelerini nazla veriyormuş. Daha kötüsü de, gazeteleri alırken bayiye kaparo vermek!
"Babamın bir arkadaşı vardı, Sabri Bey Amca, ona gittim. Annem duysa öldürürdü. Hele haminnem! Ona da içerliyorum, varsa rahmetli kocası, yoksa rahmetli kocası. Kocası yani dedem polis miymiş Atatürk devrinde, komiser mi? Karakalem bir resmi var haminnemde, kırpık bıyıklarıyla iriyarı bir adam. Babam zayıftı. Güya torunlar çokluk dedelerine çekerlermiş. Nerde? Benim de, Şadan'ın da bileklerimiz ipince. insan bol bol yemezse, değil mi ağabey?
Karne zamanı birkaç gün gelmedi. Meraklanmıştım. Sınavlar sırasında olduğu için, belki de sınava hazırlanıyor demiştim. iyi düşünmüşüm. Geldi pırıl pırıl sesiyle, öksürüyordu;
"Kusura bakmayın ağabeyciğim. Dersleri hazırlıyordum. Gece yarılarına kadar çalışıp, sabahleyin de erkenden uyanmak fena yordu. iki gün aksattım. Dilber Hanım öksürük için bir ilaç yazdırdı ama, nerde?"
"Niçin?"
"Beş yüz otuz kuruş be ağabeyciğim!"
Aklıma bir şey geldi:
"Ben sana bu parayı versem?"
içlere çökük gözleri, fırlak elmacık kemikleri, solgun derisinin donukluğuyla yüzüme öyle bir baktı ki:
"Öksürük ilacını al diye..."
"Anladım ama, siz benim neyimsiniz? Karşılığında benden ne isteyeceksiniz?"
Kötüye yormuş olmasından korkmuştum. O,
"Babamın arkadaşı da bana para vermişti. Bayiye yatırdıydım. Sonra kazanıp götürdüm, almadı. Sende kalsın, dedi, yanağımı makasladı da paralarını suratına fırlatıp..."
"Ben o maksatla vermek istemiyorum ki..."
"Belli olmaz. Babamın arkadaşı da sonradan, o maksatla değil yavrum, dedi. Ben senin baba dostunum. Bir daha evinin önünden geçmedim. Ne kötü insanlar var şu dünyada... Haminnem, aman yavrum, kendinize dikkat edin, diyor. Pöh... Onun demesine ne lüzum var? Çocuk muyum ben?"
Ona, gerekli beş yüz otuz kuruşu bir şartla vereceğimi söyledim:
"Şartım şu: Bunu, bana verdiğin gazetelerle ağır ağır ödersin. Oldu mu?"
Az önce öfkeden değişen hırçın yüzü yumuşamış, durulmuş, çocuksu halini almıştı:
"Şimdi oldu," dedi. "Demek siz..."
"Ben ne babanızın arkadaşı, ne de bayiyim. Benimki yardım. Bakıyorum okuma hırsı var içinde. Okuyup adam olma hırsı. Hoşuma gitti. Mesele bu..."
Gözlerini yüzüme çevirdi:
"Doktor olacağım ağabey!" dedi. "Bizim mahalledeki kör, topal, inmeli, sızılıları tedavi edeceğim, hem de parasız!"
Parayı verdim. Aldı. Yıldırım gibi uzaklaştı. Sokağın başından sesi geldi:
"Gazete, havadiiis!"
Günler geçiyor, her sabah saat gibi geliyor, gazetelerimi verdikten sonra ekliyordu:
"Üç lira kaldı borcum ağabey!"
Sonraları borcu iki liraya indi, bir liraya, daha sonra da elli kuruşa. En son gün gelir, iki gazetemi verirse borcunu Ödemiş oluyordu ki, gelmedi. Şaştım. Neden gelmemişti? Elli kuruşumun üstüne yatabileceği aklımın kıyısından bile geçmiyordu. Sakın herhangi bir trafik kazasında... Sanki gerçekten olmuş gibi içim parçalanıyor, hızla gelen bir taksi ya da bir hususinin altında kalmışçasına, kanlı bir insan yavrusunun her yanı kırılmış cesedi kafamda canlanıyordu.
Günler günleri, günler haftaları, haftalar da ayları kovaladı.
Unutmuştum.
Bir başka çocuk getiriyordu gazetemi. Bu, ondan da cılız, ondan da üfürsen uçacak gibiydi. Onun da bir başka hikâyesi vardı çocuk omuzlarında taşıdığı.
Karların savrulduğu bir kış sabahıydı.
Yazı makinemin başına geçmiştim. Şimdiye kadar hiç işitmediğim cılız bir çocuk sesi:
"Gazete, havadiiiis!"
O muydu? Fakat hayır, olamazdı. Pek cılızdı. Penceremin önünde durmuş, ısrarla vızıldayıp duruyordu:
"Gazete, havadiiis!"
Aşağı indim. Her günkü satıcıdan almıştım oysa gazetemi. Kapıyı açtım: Kısa pantolonlu, minnacık bir çocuk. Savrulan karlarla ıslanmış gazeteleriyle titreyip duruyordu.
isyan etmenin son noktasıdır. istediğini alamayan çocuk, yapacak bir şey kalmayınca küser. açıkçası bu repliği söyleyen pek de iplenmez ama baskı unsuru olması açısından şahsen hoşuma gider.
hiç beklemediğiniz bir anda, hiç beklemediğiniz bir tanıdığı gördüğünüzde; karşılıklı sıçıp sıvamamak için çaktırmadan kafanızı öne eğerek arkanızı dönüp ufak ama hızlı adımlarla olay mahallinden tüymektir.
karşı tarafın sizi fark etmemesi büyük bir şanstır. faydası var mı? vardır.
kırk yılda bir gelen keyfinizin 'tabiri caizse' içine eden kontrolsüz eylemdir. o kadar dikkat eder evin içinde çorapla, terlikle gezersiniz. öyle çılgınlar gibi koşturan bir tip de değilsinizdir.
illa başınıza bir iş gelecek ya, daha terliği ayağınızdan çıkarıp koltuğa uzanmak için hamle yaptığınız sırada, kütürtü sesiyle birlikte ayak serçe parmağınızdan beyninize doğru hücum eden bir elektriklenme oluşur. ilk üç-beş saniye yaşanan uyuşuklukla olayın vahameti anlaşılmaz.
ama az sonra büyük bir hızla bastırmaya başlayan, ayak parmağınızın yerinden koptuğu hissiyle karışık, beyninizin zonklamaya başladığı an bittiğiniz andır. bir ara acıdan nefes kesilir, başınızın üstünde kuşlar cıvıldayıp kanat çırparak öter.
o ilk travmanın ardından saatler geçtikçe, minik serçe parmağınız gittikçe şişerek baş parmağınız büyüklüğüne ulaşır. artık doktora gitme zamanının geldiğini anlarsınız fakat nafile, bu seferde ayağınızı içine sokacak ayakkabı bulamazsınız. dokunduğunuz anda bile zonklayan parmak, bırakın ayakkabı giymeyi, terlik giymeyi bile reddetmektedir.
tüm rezilliği göze alarak dolapta bulduğunuz en büyük numara önü açık terliği ayağınıza takıp, topallaya topallaya acil servisin yolunu tutarsınız. o yollar acıdan bitmez, terlik sanki bi dünya olup kafanıza dar gelir. başka derdi kederi unutursunuz.
sonuç, bileğe kadar alçıya alınan ayak rezaleti.
dalga geçer gibi 'canım ayak parmağını kırmışsın geçmiş olsun hihihi' dilekleri de cabası...
genellikle film ve dizi sahnelerinde, arada bir de arkadaş çevresinde görülen, cep telefonuyla konuşan kişinin karşı tarafa sinirlenip telefonu kapatmasının ardından, hıncını almak için 'aman bee, bana ne' havalarında bir karizma çizerek, telefonu önündeki masaya sallayarak fırlatmasıdır.
bir kerecik olsun benim de sahip olmak istediğim karizmadır ancak htc telefonuma kıyıp da yıllardır yapamadığım eylemdir. sırf bunun için gidip ikinci el ucuz bi nokia alarak, her sinirlendiğimde sağa sola fırlatmak istiyorum sözlük.*
kabul ediyorum bütün çocuklar aslında birer melektir. onları bizim gözümüzde sevimli ve güzel kılan bir sürü değişik özellikleri mevcuttur. ama herkese eşit şartları sunmayan hayat, maalesef çocuklara da kendi içlerinde adil davranmamıştır. yaramaz olur, inatçı olur, bilmiş olur yine de zorla sevdirir kendini. ama kimisi bu kadar mı sevimsiz olabilir? az önce görüp ben dahil yanımızdaki herkesi lüzumsuz strese sokan, sırf yaramazlığından kapıları yumruklayıp ışıkları açıp kapatan, kendini yerlere atıp annesini uğraştıran sevimsiz çocuk, acaba diyorum biraz güzel olsaydı, yaramazlıkları çekilebilir miydi?
her birinin duygu yüklü anılarla dolu olduğu, insanı bazen başka bir dünyaya götüren, ortalıklarda olmadığı zaman hatırlanıp bakılmayan, uzun zamandır görüşülmeyen bir akraba veya eş dost çıkıp geldiği zaman dolapların içinden bulunup tek tek açıklamalı olarak izah edilen fotoğraflardır. o fotoğraflarda genellikle çekilmeden önce abiden bi güzel dayak yenmiş, ısırılmış veya başka bir suretle ağlatılıp yüzünüzün hilkat garibesi gibi ve nemrut çıkması sağlanmış olması muhtemeldir. ayrıca neredeyse çoğu fotoğrafta abi tarafından çaktırmadan başınızın arkasına iki parmakla yapılmış tavşan kulağından bahsetmiyorum bile.
peygamber sabrına sahip bir insanın, istediği şeyi yumuşak bir dille söylemekten dilinde tüy bitmesi ve dayanamayıp patlama noktasına gelmesi cümlesidir. şöyle ki,
-hadi benim güzel kızım, kalk şu bulaşıkları yıka.
+off... tamam anne ya.(yıkanmaz)
.
.
.
-canım kızııımm, hadi bebeğim kalk annene yardım et, bulaşıkları yıka.
+ya az bekle anne, yıkıycam birazdan.(yıkanmaz)
.
.
.
-benim güzel kızım yıkıycak mı artık bulaşıkları, keyfi geldi mi?
+ııhh... gelmedi anne...(yıkanmaz)
.
.
.
-bana bak, güzellikle söylüyorum! kalk çabuk o bulaşıkları yıka, yoksa saçlarını yolucam!
+e peki annecim hemen.(yıkanır)
fular:115 lira(bildiğin naylon karışımlı, pazardan 10 liraya alınabilecek türden)
çanta:350 lira(üzerine henüz kuş kondurulmamış alelade deri)
spor ayakkabı:218 lira(yarı fiyatına alınabilecek adidasdan bahsetmiyorum bile)
şapka:128 lira(biraz nefes alayım)
buradan çıkan sonuç ise gelir dağılımının adaletsizliğidir. eğer bu mağazalar karınca sürüsü gibi her yere açılabiliyorsa; buralardan alışveriş yaparak onca masrafla ayakta kalmalarına yardım eden, kesesi ve gönlü çok zengin insanlar var demektir. doğal olarak geriye kalan çoğunluğun oluşturduğu kesim ise pazardan elbise alacak parayı denkleştiremeyecek, ay sonunu zor getirecektir.
kuğulu alt geçidindeki ''büyükşehir belediyesi'' yazısının amblemine, el emeği göz nuru köpükten yapılmış bir pisuvar asıp, belediye yazısının üzerini de ''küçük 1 tl'' yazısıyla kapatan, muhteşem yaratıcı grup. durmak yok, eyleme devam.*
içi buruk bir hüzünle kaplanır. o gitmiştir. belki kimse elinden almamıştır onu, kendisi bırakmıştır. belki de istemeden elinden kaymıştır. yine de pişman olur arkasından bakarken. keşke...
geçen gün bir ilkokul öğretmeni arkadaşımı okulunda ziyarete gittiğimde, ben kapıda beklerken bazı öğrencilerin tuvalete gitmek için sordukları soruydu.
-öğretmenim büyük abdestim geldi gidebilir miyim?
-benim de küçük abdestim geldi ben de gidebilir miyim?
-peki yavrum..
kahkahayı bastık tabi. 'hayırdır kim öğretti bunu çocuklara?' dedim. 'hiç sorma, din kültürü hocası derste öğretmiş, şimdi çocukların çoğu böyle söylemeye başladı' dedi arkadaşım, yapacak bir şey yoktu, yine gülüştük...
benim bildiğim çocuk dediğinin çişi gelir, kakası gelir, o da öğretmenine 'tuvalete gidebilir miyim?' der. bu yaştaki çocuklara günlük konuşma dilinin haricinde öğretilmeye çalışılan şey neydi? hem de toplu halde. artı bu kelime türkçe kökenli bile değil. ne yani çocuklar yakında 'ben bi taharetlenip geleyim' de mi diyecekler?**
vatandaşla birebir muhatap olan memurlarını bir ameleden farksız gören üst yöneticiler, maalesef teknik sorunlarla da fazla ilgilenmezler. yok bilgisayarmış, yok internetmiş, yok memurun sorunlarıymış, çalışma şartlarıymış vs... kendilerini pek fazla enterese etmediğinden, onlar için aksak da olsa işin yürümesi yeterlidir. kendi odalarının konforu, maaş artışları, servis araçları, oturacakları lojmanlar, tatil imkanları vb şeyler, kamu kurumlarından da bilgisayarlardan da çalışanlardan da ve hatta vatandaştan da çok daha önemlidir. böyle düşünmeyenler de çabuk gider nedense...
sürekli cinsel içerikli entryler yazıp bazen gülmekten, bazen okurken sıkılmaktan mide krampı yaşatan nam-ı diğer trolllerimizin, şaheserlerini ortaya çıkarırken içinde bulunmaları muhtemel şekildir.**
aslında sevgili ile hiç bir alakası olmayıp, birlikte dinlenmesi veya beğenilmesi gibi bir durumu da söz konusu olmayan, ama dinlerken onu düşündürüp içinizi acıtan şarkıdır. arabada giderken, ılık bir yaz akşamı gibi radyoda çalan hüzünlü şarkı, insanın kalbine oklarını birden saplayıverir. yutkunamazsınız...
''hoşçakal...
olacaklar sensiz olsun,
daha durmam boşluklarında ben
unutuyorum...'' *
garip bir histir. hareketlerinden anlarsınız, size yönelik olmayan ama kenarından köşesinden dokunan laflarından. bakışlarını kaçırmasından ve resmi tavırlarından. bir şey vardır evet, hiç bir suçunuz olmadığı ve tamamen kendi halinde biri olmanıza rağmen vardır.
halbuki siz karıncayı bile incitmekten korkuyorsanız ve hiç kimseyi yargılamayı da sevmiyorsanız, bu durum aklınızı karıştırır. yazık ki zamanla siz de başınızı çevirmeyi öğrenirsiniz.
son bir arzusu var mı acaba diye bakmak için yanına gidildiğinde, gözleri yaşarmış, burnu akmış, sanki kesileceğini anlamış gibi boynunu bükmüş olan hisli koyundur.
o değil de, hayvanın halini görünce vejeteryan olasım geldi.
'bazen bir kuşun uçup gittiğine sevinirsin ama, bir süre sonra içinde tuhaf bir burukluk olur...'
güzel süslü bir kafesin içine hapsetmişsindir onu. baş ucunda, gözünün önünde durması için aslında dünyaları verirsin. öyle bir bağlanmıştır ki yüreğin o güzel kanatlara. durmadan kendini kandırırsın. sanki ne yapacak ki sensiz? aç kalır, susuz kalır, sensiz ölür sanırsın kurduğun mutlu hayallerin arasında.
kendi dilinde şarkılar söyler, belki derdini anlatıyordur dersin. ama dilini bilmiyorsun ki, bir türlü ne istediğini çözemezsin...
bir gün yüreğin daha fazla kaldırmaz bu yükün ağırlığını. 'bir çift yaralı kanadı hapseden bencil birisi' ne kadar korkunç bir günah! dünyada sadece kendi duyguların için yaşamak... mutlu etmiyordur bu seni.
açarsın kafesin kapısını. sen tedirgin, o şaşkın... içinde zor günler için sakladığın son bir güç ile aslında şevkat dolu olan ellerinle incitmeden onu dışarı çıkarırsın. sevinirsin onun adına, zamanı çoktan geçmiş olsa bile ilk başta yapman gereken şeyi çok geç olmadan yaptığın için.