bu araştırmada anlatılanların hepsi yaşanmış olaylardır. internet üzerinde, tanıdık, bildik insanlar arasında yapılan küçük bir soruşturmayla birkaç gün içinde toparlanmış yüzlerce vaka arasından seçilmiştir. isimler araştırmacıda saklıdır.
annemin şapkasi -- 2002 yılıydı. odtü'den mezun oluyordum. mezuniyet törenime ailem de gelmek istedi. annem başörtülü. türbanlı dersem daha iyi anlaşılır. çok dindar biri değilim. arkadaşlarım ve hocalarım annemin türbanlı olduğunu bilmiyorlar. onlar için din, köylü, taşralı bir şey, dindarların hepsi de şeriatçı. annemin türbanlı olduğunu görürlerse üniversitede kalıp asistan olma hayallerim suya düşer diye düşündüm. aslında mezuniyet törenine türbanlı annelerin girmesine izin verilmiyor muydu bilmiyorum. ama ben üzerimdeki mahalle baskısı yüzünden gelme de diyemeyeceğim annemi törenimde şapka takması için kardeşimle birlikte ikna ettim. tören akşamüstü açık havada yapılıyordu. güneş yoktu. ve benim annem sırf üzerimdeki mahalle baskılarının yarattığı endişe ve aşağılık komplekslerim yüzünden binlerce kişi içinde o şapkayla oturmak zorunda kaldı. bu konuyu daha sonra hiç konuşmadık. ama ben ömrümün sonuna kadar o mezuniyet fotoğraflarına baktıkça hem kendimden utanacağım hem de yaşadığım ülkeden...
çocuğum ihbarci -- ben bir yüzbaşıyım. eşim başörtülü. yeni atandığım yerde komutan eşiyle birlikte ziyaretimize geldi. bunun ne anlama geldiğini bildiğimiz için eşim peruk taktı. ama üç yaşındaki kızımın memleketin bu durumlarından haberi yoktu tabii. tam yemeği kazasız belasız bitirip oturuyorduk ki kızım içerdeki başörtülerden birini alıp "anne taksana bunu " diye annesinin kucağına bıraktı. yetmedi. yere o başörtüsünü serip komutanın şaşkın bakışları altında namaz kılar gibi hareketler yapmaya başladı. tabii kıpkırmızı olduk. eşim "babaannesinden gördü galiba " gibi bir şeyler geveledi ama herhalde mesele anlaşıldı. ben de baktım ki böyle numaralarla olmayacak, ordudan erken emekli oldum.
raki-ayran -- üç yıl önce istanbul'da bir tıp kongresinin yemeğinde, önündeki ayrana su karıştırarak rakı görüntüsü vermeye çalışan bir genç akademisyene çok gülmüştük. daha sonra hocası geldiğinde bu çabanın nedenini anladık; hocayla kadeh kaldırmak mecburi imiş.
beyaz yakali faşizmi -- bir bankada çalışıyorum. sekiz yıllık iş arkadaşlarım ablamın başörtülü olduğunu hala bilmiyor. karısı başörtülü olanlar eşlerini mümkün olduğunca saklıyor. taraf okuduğum için sürekli tacizle karşılaşıyorum. asıl kötü olanı yıllık izinim olduğu halde anlayacaklar diye hrant dink'in cenazesine katılamadım.10 kasım saat dokuzu beş geçe ofisin içinde ayağa kalkmayanın ise vay haline...
reklam ajansinda ramazan -- uluslararası ortaklığı olan iyi bir reklam ajansında junior art director olarak iş buldum. işe başladığım günler ramazan'a denk geliyordu. oruç tuttuğumun öğrenilip, parmakla gösterilmekten, rahatsız edici şakalara maruz kalmaktan, yapacağım en ufak hatanın orucuma mal edilmesinden korktuğum için ilk on beş gün çeşitli taktiklerle oruç tuttuğumu sakladım. sigara ve çay içmemem en büyük avantajımdı. sonunda sorular ve yemek teklifleriyle etrafımdaki şüpheler artınca itiraf ettim oruçlu olduğumu. namaz bile kılmayan benim ajanstaki ön adım artık "hacı." hüseyin üzmez birine tecavüz etse benden kınama mesajı yayınlamamı bekliyorlar...
o ev tutuldu -- mühendis bir çiftiz. eşim başörtülü. eşimle birlikte bir hafta sonu yine ev ararken ümraniye'de bir sitenin girişinde sahibinden kiralık ilanını gördük. apartman yöneticisi olan kadınla konuştuk. kadın bize "daire tutuldu " dedi. ben şüphelenip "peki neden kâğıdı kaldırmadınız? "
deyince, "az önce tutuldu " deyiverdi. "tamam" deyip eve döndük. kadının hallerinden şüphelenmiştim. kâğıttaki numarayı tekrar arayıp aynı evi sordum. bu kez aynı kadın bana evin özelliklerini saymaya başladı. "ben az önce gelen eşi başörtülü kişiyim. yaptığınız ayıp değil mi?" deyince de telefonu yüzüme kapattı.
açik kapi baskisi -- ankara&'daki büyük üniversitelerimizden birinde birilerinin odalarında namaz kıldığına dair çıkan şayialar üzerine, öğretim elemanlarının oda kapılarını kapatması yasaklandı.
"çay ismarlayayim mi? " odtü'de normal zamanlarda yüzümüze bile bakmayan bir hocamızın ramazan günü tüm sınıfa çay ısmarlayası geldi.
"kimler istemiyor?" diye sordu. benimle birlikte birkaç kişi el kaldırdı. neden diye sorguya çekti. "istemiyorum" falan dedim önce. "oruç mu tutuyorsun?" diye sordu. "evet" dedim. böylece serbest bırakıldım.
avrupa duy sesimizi -- başörtülüyüm. üniversite son sınıfta erasmus öğrenci değişim programına başvurmuştum. fakülte birincisiydim. ingilizce sınavından en yüksek notlardan biri benimdi. son aşama ise mülakattı. mülakata girdiğimde üniversitenin erasmus koordinatörü beni bayağı sıkıştırdı, sorularının hepsine onu alt edecek cevaplar verdiğimde daha da sinirlendi. ertesi gün mülakat sonuçları açıklandı. herkes 100 alırken benim puanım 60 tı.
yemekteyiz -- bodrum-türkbükü. eylül 2008. ramazan ayı. bir otelde yapılan düğüne davetliydik. başörtülü eşim ve çocuğumla gittik . biz sorun etmeyip içki içilen masalarda oturduk, bu sırada 60 yaşlarında zengin bir işadamı, sıradan bir başörtüsü takan eşime "sen yakında çarşaf da giyersin" deyiverdi.
laik kurtarilmiş bölge -- 2007 nin ekim ayıydı. okuldan iki başörtülü arkadaşım ile birlikte rumeli caddesi'nden osmanbey'e doğruyürüyorduk. arkamızdan "cıkkk cıkkk " diye bir ses geldi ve 50 yaşlarında bir kadın başladı bize doğru söylenmeye "siz her şeyi biliyorsunuz da bir yolda yürümeyi mi bilmiyorsunuz, bu ülkeyi siz bu hale getirdiniz, nişantaşı'nı kirletmeyin bari, burası temiz kalsın. "
apartman karariyla -- ankara ümitköy'de oturan bir arkadaşım posta kutusuna bırakılan dini bir dergiden dolayı apartman yöneticilerinden genel şikâyet üzerine uyarı aldı...."
"Oysa ümmetin piçlerinin taptıkları Allah gelse bu otağı hackleyemez."
bi' de türkiye'de ırkçılık yok diye sevinirdik.
edit: oha lan bu kadarı da fazla "Ey gidi ümmedin soysuzları, siz gidin Allahınız gelsin! Bu otağın önünde o allahınıza bile diz çöktürürüz." bu ne ola ki?
acayip fetiş bünyelerdir bu avukatlar. süper alter egolar falan vardır bunların. geçen gün, adını vermek istemiyorum, bir yakınımı ziayerete gittim...avukattır kendisi...kapıya ne yazsa beğenirsin? av. selami hamdullahsuphigillerden....layn adam, sen mesleğinle mi toplumda bir yer edindin kendine? yani adam avukat olmasa bir hiçmiş gibi davranıyor. yani kendini selami hamdullahsuphigillerden olarak gerçekleştirememiş. kendini, sırf kendisi olduğu için sevdirememiş. sonra bu münferit bir olay dedim kendi kendime. gülüp geçtim.
ama daha sonra karşıma çıkan avukatların hepsinde böyle bir şey görünce bunu istatistiksel olarak kabul etmek zorunda kaldım artık. bir ara bir avukatla konuşuyorum...sayın ebuzittin kaşgargil dedim, siz dedim...bir baktım sözümü kesti. suratına suratına kötü kötü baktım. layn sözümü kesecek adam mısın sen? avukat olmuşsun ama adam olamamışsın dedim. önce özür diledi sonra da neden sözümü kestiğini açıkladı. abi dedi...ebuzittin kaşgargil dedin...av. ebuzittin kaşgargil olucak...düzelteyim dedim dedi. o anda o allahın sktr ettiği yerden zor attım kendimi. çok kötüydü.
ve bunları sırf tespit yapmak için gözlem de yapmadım ha...! gelişigüzel bir insan gözlemi...!
bu arada buradan durmadan mahkemelik olduğum sonucu çıkmasın.
ulusal sanayici ve işadamları derneği genel sekreteri. atatürkçü düşünce derneği kadıköy şubesi tarafından düzenlenen bir sempozyuma konuşmacı olarak katılmış; "hukuk dışına çıkılacak günler geliyor diye düşünüyorum" demiştir. bir de çok alıngan bir insan sanırım. göte göt dediğimiz için sözlüğe dava açmaya bile hazırlanıyormuş. neyse çıkardık o kelimeyi bakalım. demokrasi ne süper şey. hep bana olunca tabii...!
peki, o malum kelimeyi çıkarttık...! fakat bu kişiyi tanımlamamız lazım yine de. hem de hakaret(!)-ki yazdıklarımın hakaret olduğunu düşünmemiştim.- etmeden. "hukuk dışına çıkılacak günler geliyor diye düşünüyorum" ladfını kendisi bizzat dediğine göre, biz de onu şöyle tanımlayabiliriz o zaman, "hukuk dışı günlerin adamı". nasıl?
bir de hukuk dışına çıkmayı bu kadar isteyen bir adam nasıl oluyorda sözlüğü dava etmek istiyor onu da aklım almadı. dava açmak filan zor iş mirim. direk hukuk dışına çıkın siz bence.
how come the stars shine so bright
here in this night it will not end
there's a boy and a girl
who know all the wrong words
and you and i need no more
it's so good to be alone with you
it's so good to be open eyed
they won't know us anymore when we
once we step back in to
this old house
in this old house
where every door is open
well listen real close
this old house
in this old house
we know there's more to this than there
the nation of the two
in this old house
this old house is where we
consider it gone and the same
now there were days when we would thought
those guiding stars would shine no more
oh it's all right when we
we just don't talk it over
state of rest and the state in despair
it's so good to be alone with you
it's so good to be open eyed
and they won't know us any more
once we step back into
oh this old house
in this old house
where every door is open
we'll take it real slow
in this old house
in this old house
we know there's more to this than there
never leave
this old house
oh in this old house
we know there's more to this than there
never leave
this old house
oh in this old house this old
we know there's more to this than there
we'll never leave
this old house
.....
şimdi kaba etlerimden uydurduğum bir önerme. fakat burada buna inanan insanlarda mevcut. o yüzden bu başlığı açma gerekliliğini hissettim.
bilinir ki türkiye de siyasette en çok kullanılan/sömürülen ikiliden biridir atatürk. diğeri ise malumunuz üzre dindir. efendim gün geçmiyor ki atatürk birilerinin merkez yönetim kurulu üyesi olmasın, birilerine oy vermesin. kendi siyasi çizgilerini meşrulaştırmak adına hemen hemen tüm siyasiler ve tüm ideolojiler atatürk'ü kullanagelmişlerdir. erbakan'a göre atatürk bugün yaşasaydı ona oy verirdi. baykal'a göre ise daha farklı. zaten chp de atatürk'ün partisi olduğuna göre ona oy vermesi gerekir. düz mantık. efendim bu böyle gider. fakat bu tespit içlerinden en gülüncüdür. neden mi? anlatayım.
atatürk'ün inkılapçı/devrimci yönünü tartışmaya bile gerek görmüyorum. fakat atatürk'ün sosyalist olmadığını hemen bir iki kelamla anlatmak isterim.
1) Atatürk kesinlikle sınıf mücadelesini reddeder. Atatürk temelde sınıfsız bir toplum yaratmayı amaçladığını belirterek cumhuriyet devrimini gerçekleştirmiştir. Fakat Türkiye'nin toplumsal yapısına bakıldığında; toplumun farklı kesimleri arasındaki gelir dağılımı uyuşmazlığı ve ekonomik farklılıklar, temelde bir sınıflar olgusunun varolduğunu gerçeklemektedir. Dolayısıyla Atatürkçü cumhuriyet anlayışı temelde varolan ve farklılıklar taşıyan sınıfsal kesimlerin karşılıklı etkileşimler sonucunda toplumu belirli bir gelişim ivmesi içinde ileriye taşıması gerektiğini savunur. Sosyalist düşüncenin temelinde ise sınıf mücadelesi bulunur. Sosyalizm; bu mücadele sonucu sınıflar arasındaki ucurumları yokederek sınıfsız bir toplum oluşturmayı amaçlar.
2) Atatürk'ün düşünce sisteminde belirgin bir milliyetçilik olgusu söz konusudur. Sosyalist düşüncede ise milliyetçilikten öte enternasyonalızm olgusu sözkonusudur.
3) Atatürk ekonomik işleyiş açısından devletçi politikalar izlemişse de aynı zamanda bireysel girişimciliği de desteklemiştir. Bu yüzden Türk ekonomisi 1922 den 30 kadar serbest piyasayı denerken sonradan planlı devletçiliğe geçmiştir.
4) sosyalizm'de özel mülkiyet yoktur. nitekim baktığımız zaman atatürk orman çiftliği'nin T.C nin ilk özel arazisi olduğu ve atatürk'e ait olduğu görülmektedir.
şimdi efendim tarihsel olayları dönemi içinde değerlendirebilirsek ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış olunur. bir yandan ingiltere, diğer yandan fransa, diğer yandan yunanistan...tabii ki bu güç dengesizliğini gidermek için rusya'nın yanında yer alacakatır türkiye. aksi bir durum söz konusu olsaydı ingiletere'nin yanından yer alırdı.
dönem osmanlı dönemi. birçok düşünce, birçok fikir var. siz olsaydınız ne yapardınız efendim? evet duyar gibiyim. mümkün olduğunca bu tabakaların tamamına yakınından destek
almak gerekiyordu. işte bu yüzden Atatürk Milli Mücadele yıllarında bu mücadeleyi kazanmak amacıyla halkı tek çatı altında toplamaya çalışmıştır. Bu amaçla halkın birçok kesimine, farklı siyasi örgütlenmeler içinde olan, farklı görüşlere sahip gruplara da farklı yaklaşımlar sergilemiştir.Örneğin Atatürk Türkiye'nin ilk komunist partisinin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda, örneğin milliyetci gruplara komunizmin zararlarından bahsederken, komünist gruplara yolladığı mesajlarda komunizmin gerekliliğinden bahsetmiş ,muhafazakar kesimlere hitap ederken ıse islam'ın yüceliğini vurgulamıştır. tbmm yi açarken dua ile açmıştır. vb.
tüm bunların sonucunda atatürk'ü istediğimiz gibi gösterebiliriz sonucu çıkar. eğer ben nutuktan bir yeri cımbızlarsam atatürk'ün tırnak içinde dinci, ya da sosyalist, ya da milliyetçi olduğu çıkarımını yapabilirim. peki niye yapmıyorum? çünki devrin siyasi konjonktürü tüm bu dağınık yapıları bir araya getirmeyi gerektiriyordu ve atatürk bunu çok iyi bir şekilde başardı. bu da atatürkçülüğün bir ideoloji değil, bir ilkeler bütünü olduğununu en güzel kanıtıdır.
o yüzden hiiiç kimse atatürk'ü sahiplenip belirli kalıplar içine sokup kendi ideolojisini meşrulaştırmaya çalışmasın. nitekim o ideolojiler üstü bir liderdir.
Öyle görülüyor ki, hızla gelişen modernite çağın insanlarını hem kendi doğal yapılarına karşı hem de onları evrensel nitelikler taşıyan grup ilişkilerine karşı yoğun bir şekilde yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma sorunu bireysel buhranların dışında, toplumun bütününe nüfuz etmekle birlikte, sonuç olarak genel bir yozlaşmayı da beraberinde getirmektedir. aydın, osmanlı'dan bu yana kendi komplekslerine yenik düşmüş, medeni olmayı batı'nın taklidi olmakla eşdeğer tutmuş, böylece ne batıyı ne de içinde yetiştiği kültürü doğru anlayabilmiştir.
osmanlı-türk aydınının ortaya çıkışı osmanlı'nın batılılaşma siyaseti ve tanzimat çerçevesinde değerlendirilmelidir. osmanlı-türk aydını kendisini örnek almaya çalıştığı batı aydınının ortaya çıktığı dönemdeki özellikleri taşımamaktaydı. batı aydını bir ruhban sınıfına karşı, bilgi ve ideolojiyi tekelinde bulunduran bir yapıya karşı kendi kimliğini kazanmıştır. yeni bir insan tipini ortaya çıkaran ise, orta çağ'da bir açmaz içerisinde olan batı'ya çözümün var olan egemen yapının dışındaki unsurlardan gelmesidir. bu çözüm, feodal batı'da hem üretim hem de yönetim dışında var olan marj dışı bir kesimden gelmiştir. bu kesim, kendisi bir yönetim erkinin parçası olmadığından, her türlü yapıyı eleştirebilmekte idi. batı aydını kendi bulunduğu "cemiyet"i dahi eleştirebilme kabiliyeti işte bu süreçlerden sonra kazanmıştır ki batı aydınının "birincil" özelliğide budur. oysa ki osmanlı-türk aydını devlet içindeki kurumlarda ortaya çıktığı için toplumla bütünleşme kaygısı içinde olmamıştır. devlet kadrolarına ve uygulamalarına yönelttiği eleştirel söylem ise devletin varlığını sorgulamaya yönelik değildir. ya batılılaşmada yeterince yol alınmadığı, ya da eski kadroları yetersizlikle suçlayarak bu göevlere kendilerinin talip olduğu eleştirileriydi.
günümüz türk aydını ise kendi dili ile halkın konuştuğu dil arasına jargon yerleştirip tanımlanamama ve anlaşılmama gururu içinde itibar sahibi olmak isterken, daha çok halkın tepkisi ile karşılaşmıştır. o, tamamen ait olmak istediği toplumun kimliğini üstlenmiş durumdadır. kendi toplumuna ve evrensel insani değerler dahi yabancılaşmış bir haldedir. işte türk aydını bu safhada onları geri bırakanın " islam ve içlerine sinen islam kültürü " olduğuna kendisini inandırıp kendisini tanımlarken osmanlı aydınında azade tutmuştur. halbuki hal bu değildir. bu konuda zülfü livaneli'nin söyledikleri çok manidardır;
"Tam o sırada genç Cumhuriyet'in eline bir altın fırsat geçmişti: Yüzyıllara dayanan islam ve Doğu kültür birikiminin, Batı uygarlığıyla diyaloga ve karşılıklı etkileşime açılmasıyla dünyanın en ilginç kültür bileşimlerinden birisi ortaya çıkabilirdi. Ama ne yazık ki bu yol tercih edilmedi. Osmanlı devletine son verme anlamına gelen siyasi çaba, kültür alanına da yaygınlaştırıldı ve bu siyasal karar sonucu ülkenin kanı değiştirilir gibi kültürü değiştirildi.Artık ne yazısı vardı, ne müziği, ne geleneği, ne de geçmişi. Bunun yerine yeni değerler sistemi oturtulmaya çalışıldı. Halka Latin alfabesi öğretildi, Alman besteci Paul Hindemith davet edilerek polifonik müzik eğitimi başlatıldı. Dolayısıyla ülkenin aydın kesimi, yüzyıllardır ait olduğu Doğu'dan koptu ama Batı kültürüne de eklemlenemediği için arada kaldı.
Kültüre, siyaset penceresinden bakmanın getirdiği bir eksiklikti bu. Bugün Türkiye ne Batıdır, ne Doğu. Ne Akdenizlidir, ne Kafkasya! Ne Yunan-Latin kültürünü derinlemesine bilir, ne de islam kültürünü! Okur yazarlarımız; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca gibi kök uygarlık dillerinden yoksun olduğu için ibn üArabi' den, ibni- Rüşd' den, El Gazali 'den uzak olduğu kadar, Platon' dan, Sokrate'ten de uzaktır. Referansların bulunmadığı bir ortamda, kelimesi olmayan kavramları yok sayarak yaşayıp gitme çoraklığıdır bu. Köksüzlüğün sonucu, dallardaki çürümeden anlaşılıyor zaten. Bugün laik Türkiye Cumhuriyeti'nden yana olanlar da, kendilerine layık görülen sığlıktan kurtulmak için kültür köklerine sahip çıkmalı."
işte tüm bu koşullarda aydınların kimlik bunalımdından her alan gibi dil de etkilendi. osmanlıca, osmanlı'nın üzerinde yaşayan insanların ürettiği bir dil olması hasebiyle çok kozmopolit bir dildi. bu dil, halk tarafından "konuşulmayan" fakat devlet tarafından "yazılan" bir dildi. halkın konuştuğu dil ise yazılmayan fakat konuşulan bir dildi. tanzimatla birlikte osmanlı aydını bu konuya eğildi ve dilde sadeleşmenin önemine değinmeye başladı. fakat tartışmalar sadeleştirmenin yöntemine gelince fikirler çeşitleniyor, tarışmalar alevleniyordu. 1860'lı yıllarda şinasi ve n. kemal ile tohumları atılan bu düşünce, ilk kez "yeni lisan" hareketi ile "genç kalemler" dergisi vasıtası ile kendini görünür kıldı. ömer seyfettin'in nesir yoluyla dili sadeleştirme tekniklerini, ziya gökalp şiir yoluyla ortaya koymaya çalıştı. dilin sadeleştirilmesini savunan, zamanın önde gelen aydını ziya gökalp dahi yöntem hakkında bir çelişki içerisinde idi. (daha sonraki dönemde, cumhuriyet ile birlikte ortaya çıkan dil tasviyeciliğini bu çelişkiyi bile yaşamadığını düşünmek çok üzüntü verici.) ziya gökalp'in önerilerini maddeler halinde sıralarsak kısaca şöyleydi;
1. istanbul ağzını yazı dili yapmak ve konuştuğu gibi yazmayan bu toplumun ikircikliğine son vermek.
2. tabii dili ortaya çıkarmak. (ona göre dilde aslı olan kelimenin ilk okunuşunda insanların ondan ne anladığıdır.. mesela hiçbir türk birisi "kapı" dediğinde onun anlamını bulmak için sözlüğe bakmaz.)
3. dilin yapısına uygun kelime yapılmalıdır. halkın dilinde yer tutmuş yabancı kelimeler artık "türkçeleşmiş türkçe" dir. halkın dilinde yer tutmuş bir kelimeyi sırf yabancı kökenli diye atıp, yerine arkaik, fosilleşmiş, ölmüş türkçe kelimeleri koymak hatadır. mesela farsçadan aldığımız "kûşe" kelimesini türkçeleştirip "köşe" , "ayine" kelimesini "ayna", "hoşâb" kelimesini ise "hoşaf" yapmışız. bir farsa hoşaf deseniz muhtemelen sizi anlamayacak, çünkü farsçada böyle bir kelime yoktur. o artık türkçedir. ziya gökalp'e göre halkın dilinde yer etmiş bir "hasta"-heste- sözcüğünü sırf fars kökenli diye çıkarıp yerine sırf türkçe olduğu için " sayru " kelimesi getirilmesi hatadır. bu yol ona göre yapma bir yoldur.
4. osmanlıcadaki eş anlamlı sözcüklerden türkçe olanları kullanılmalıdır.
5. türkçeyi bozan ve yabancı sözcüklerin istilasına uğramasına neden olan en önemli unsur aruz veznidir. şairler türkçe kelimeleri tefilelere uyduramadığı için farsça ya da arapça sözcüklere başvurmaktadır. aruz vezninin yerine hece ölçüsü tercih edilmedilir.
evet, yukarıda da söylemiş olduğum üzre cumhuriyet dönemi aydını bizi geri bırakanın "islam ve onun sindiği kültür" olduğu kanaatine kendisni inandırmış, kendi komplekslerini aşamamaları sonucunda bir kısım aydının karşı çıkmasına rağmen öztürkçecilik adı altında dilimiz tasviye dilmiştir. buna en manidar örneğe ise dil devriminden sonra karşılıkları bulunmak istenen yabancı sözcükler için açılan bir gazetede açılan yarışmaların birinde rastlamak olasıdır.
"bekgü: devamlı, zevalsiz /bekgütaş: abide, heykel, dikilitaş/ bekgüil: devamlı memleket, vatan./ bodun: kavim, kabile/ bök: kuvvet / bay: zengin /eç: büyük birader/ bediz: süs vs. "
(son posta, 11 mart 1933, s1-11)
sonraları ise bu tasviyeciliğe karşı tüm aydınlar ayaklanmış, fakat iş işten biraz geçmişti
"...ben ayrılırken oradaki türkolog bana döndü ve çok güzel bir istanbul türkçesi ile "türkçeyi ne yapıyorsunuz?" dedi. ben çok şaşırdım. "ne yapıyoruz?" dedim. "çatısını, iskeletini kırıyorsunuz." dedi. ve bana kısaca izah etti ki özleştirme dediğimiz şey, saçma sapan bir şeydir. türkçe bugün islam kültür çevresi içindedir. bu kültürün temeli de arapça ve farsçadır. bizim dilimizde bunların bulunmasından tabii bir şey yoktur. temizlemeye kalkmak çok büyük bir yanlıştır. ben dedim ki, "latince ve yunanca kelimeleri atarsanız fransızca ne olur?" 200-300 kelime kalır. hiçbir gocunmaları yok adamların bu yüzden. bunu icat ettiler bizde, özdeşleştirme yapalım diye. kafam benim bu işe hiçbir zaman yatmamıştır. bir ara taktım, "yanıt" kelimesi var, hiç sevmiyorum. yanıt kelimesi acaba öteki türklerde ne? yanlış hatırlamıyorsam sekiz türkçe konuşan kavime sorduk bunu. çok şaşırtıcı bir sonuç geldi. hiçbiri yanıt demiyor bir kere. ikincisi cevp, cuvb, civb ama hepsi cevap. çeşitli şekillerde söylüyorlar. bir kere sen medeniyetini bil arkadaş. sen bu medeniyetin çocuğusun. sen bu medeniyetin içinde yeni bir sentez yapacaksın. sen bu medeniyetin içinde sosyalizm yapacaksın. önemli olan metod. metodu alacaksın, biz bunu sosyalistler olarak yapamadık türkiye'de."
iş işten geçmişti diyorum çünkü italyan Katolik bir öğrenci 800 yıllık Dante'yi okuyup anlayabiliyor. fakat ben özel bir eğitim almazsam çok değil yüzyıl önceki tarihimi, edebiyatımı bile okuyup anlayamıyorum. onu bıraktım yaklaşık 50 yıl önceki reşat nuri'nin yazdığı romanların tıpkı basımlarını sözlüksüz okuyamıyorum. ahmet hamdi tanpınar'ın tıpkıbasım eserlerini sözlüksüz anlayamıyorum.
aslı "başörtüsüne evet demek türkiye'de laik cumhuriyetin karşısında olmaktır" olan başlık. bügüne kadar gerek konda, gerek verso, gerek Andy-Ar Sosyal Araştırmalar Merkezi, ve gerekse diğer anket kurluşlarının yaptığı araştırmalara göre bu önermeye göre ölmüşüzde ağlayanımız yok sayın seyirciler. bu ülkede şu kadar insanın başı kapalı, şu kadar insan muhafakazar, şu kadar insan şeriat istiyor söylemlerinden dem vurmayacağım. öğrenmek isteyen herkes bu anketlere ulaşabilir zaten. ama bana en çarpıcı gelen anketin linkini vermek istiyorum;
mesela ben başörtüsüne evet diyorum fakat bir şeriat devleti isteymiyorum. böyle bir şey olursa en önde ben karşı çıkarım. ne yaman çelişki bu önermeye göre değil mi sayın seyirciler? aristo mantığınızı seveyim sizin.
kırmızının içine düşmelisin
sıra başına yazılmalısın hayatın
kelimeler zaten birkaç gereksiz ayrıntı
çoğu zaman susmayı öğrenmelisin belkide
belki çok konuşmaktan yorulmalısın
silahlar çekilmeli,düşten gerçeğe dönülmeli
uykudan ayrılmalısın belki
kan göletleri gibi bir rengin kadını bu şarkı
kırmızı
kırmızı
kırmızı
kırmızının içine düşmelisin
sırasonuna oturmalısın krizlerin
uyku haplarının
komaların
kelimeler zaten birkaç gereksiz ayrıntı
kelimeler
çoktan grinin kalbine saplandı
senin rengin kırmızı
bir ryan adams şarkısı. son günlerde (ki bayağı oldu) corrs & u2 düeti ile gündemde olan güzel bir parça...sözlerin sahaya dizilimi şöyledir.
dancin' where the stars go blue
dancin' where the evening fell
dancin' in your wooden shoes
in a wedding gown
dancin' out on 7th street
dancin' through the underground
dancin' little marionette
are you happy now?
where do you go when you're lonely
where do you go when you're blue
where do you go when you're lonely
i'll follow you
when the stars go blue, blue
when the stars go blue, blue
when the stars go blue, blue
when the stars go blue
laughing with your pretty mouth
laughing with your broken eyes
laughing with your lover's tongue
in a lullaby
where do you go when you're lonely
where do you go when you're blue
where do you go when you're lonely
i'll follow you
when the stars go blue, blue
when the stars go blue, blue
when the stars, when the stars go blue, blue
when the stars go blue
when the stars go blue, blue, blue
stars go blue
when the stars go blue
where do you go when you're lonely
where do you go when you're blue, yeah
where do you go when you're lonely
i'll follow you, i'll follow you, i'll follow you
i'll follow you, i'll follow you, yeah
where do you go, yeah
where do you go, where do you go
çocukluğumdan bu yana özendiğim çiftlerdir. ne kadar kolay lan böyle tanışıp sonra da sevgili olmak diye geçirdim hep içimden. esas oğlan spor salonuna gelir ve gözüne kestirdiği, koşu bandında koşan kızın yanındaki koşu bandına kampı kurar.
-merhaba
+merhaba
-buralı mısın?
+hayır boston. sen?
-evet buralıyım.iş için mi?
+evet iş için...
......
....
hay mına koyım nerden geliyor oğlum bu samimiyet iki dakika da? sen kimi yiyorsun sayın hollywood? o zamanlar küçüktüm inandım sana ama şimdi aklım başıma geldi. senin yüzünden başıma gelmeyen de kalmadı zaten. mak gayvır olacağım diye fişek mi patlatmadım, superman olacağım diye uçar numarası mı yapmadım... bi' ara ben henibıl simit *`im diye ortalıkta dolaştığım oldu lan.
erkek: gökhan - bilmezdim , meali: nerden biliyim beni yakalıyacağını o kızla? ama bak seni temin ederim ki sadece arkadaşız lütfen yaaa.
kız: alişan-olay bitmişitir , meali: hadi bırak bu işleri. bu kaçıncı ulan? her seferinde affettik geldin yüzümüze sıçtın allahsız.
ya da;
erkek: soner_haketmedim seni , meali: lan kız kurusu yeter artık düş yakamdan allah allah nedir senden çektiğim ya?
kız: gülben_lay la lay la lay , meali: sanki ben senin kaşında gözündeyim bee...senden daha paralısını buldum zaten merak etme.
eğer ki şarkılar aynıysa bu durumda bi` yorum yapmak istemiyor, yorumu kamuoyunun takdirine bırakıyorum efendim. ya da ben paronayağım...evet evet olası...