intiharı beni derinden yaralamış eskilerden bir dost. kesinlikle çok iyi niyetli, bir gram egosu olmayan, az bulunur nitelikte bir entellektüeldi. çok çok çok üzüldüm. daha 10 gün önce yazışmıştık. hayat işte bizi bambaşka yerlere savurdu. birbirimizin dertlerinden bihaber yaşıyorduk. keşkeler insanı daha da üzüyor.
öte yandan 10 küsür senedir bu mecradayım. hiçbir zaman ağzımı bozmadım lakin yok ‘öldü, boyu uzar’, ‘cehennemlik’ vs. yazan o. çocuklarına sesleniyorum. bre yavşaklar, s*ktirin gidin. sözlük yönetimini de bu izansız entryleri silmeye davet ediyorum.
Günah keçisi nedir bilir misiniz? Bundan yıllar yıllar önce Anadolu’nun bir yöresinde kendi işledikleri günahlardan rahatsız olan insanlar, onları rahatsız eden bu günahlardan kurtulmanın bir yolunu bulmuşlar. Dağda, tepede gezen keçilerden en kara olanı bulunup, getirilir; insanlar kendilerine ağır gelen, taşıyamadıkları günahlarını bu keçiye yükleyip onlardan kurtulur sonra da ellerine sopa alıp günah keçisini döve döve sınırın öte yanına kadar kovalarlardı.
‘Ahraz’ bir yönüyle, sorumluluk almayan, yaşanan kötü olayların suçunu hep başkalarında arayan, hatta kendi suçlarını, günahlarını unutmak için herhangi bir olayda kendini olayın müsebbibi olan bir ‘günah keçisi’ bulmak zorunda hisseden insanların, insanlığın hikayesi. ‘Günah keçisini’ en çok döven, ağzı en salyalı olan aralarında en ‘günahkar’ olanı aslında. Tüm bu debdebe bittiğinde evine gidip yatağında ‘melekler’ gibi mışıl mışıl uyuyan da bu en ‘günahkar’ olan aynı zamanda.
tek başlarına böyle bir şeye cesaret edemeyecek insanlar, birlikte yapıyor olmanın cesaret aşısıyla vurup kırarlar. ; ... yaptıklarının suç olduğunu, yüz kızartıcı olduğunu, günah olduğunu, zillet olduğunu idrak etmez, edemez, ar-haya eşiğini atlarlar. linç sözcüğünün bir de daimi refakatçisi 'güruh' varmış: değersiz kalabalık, ayak takımı, sürü. linçi yapan 'güruh' olduğu kadar, güruhu da yaratan linçtir.
(bkz: tanıl bora)
üzerine çok düşünülen bence felsefi bir konu. şimdi bu konuyu iki farklı bakış açısıyla ele alalım. başlamadan önce her iki tür insan da genellikle ölümden korkar. bunun mantıksızlığını açıklamaya çalışacağım.
inanan biri açısından: bildiğim kadarıyla yeryüzündeki tüm inanç sistemleri ölümden sonrasının var olduğunu söylerler. yani dünya hayatında yaptıklarının meyvesini alacağın ya da cezasını çekeceğin bir yerin var olduğunu beyan ederler. şimdi bu bakış açısıyla baktığımızda, eğer dünya hayatı bir sınavsa, insanın bu sınav esnasında heyecanlanması normalidir. ama heyecanı sınavı yapıp yapamayacağı ile alakalıdır. bildiklerinin, yaptıklarının öğretmenin istediği cevaplarla uyuşması gerekir ki başarılı olsun. ölüm ise sınav kağıdını öğretmene verme işlemi gibidir. tam da cuk oturmuştur. artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. ne kadar istersen iste kağıdı geri alamazsın. ama yine de kağıdı veriş anı abartılacak bir olay değildir. ama insanlar ekseriyetle abartırlar.
inanmayan biri açısından: yazıya başlarken çok haklı gerekçelerim vardı ama bir an sonsuza kadar yok olma düşüncesinin yeterince korkutucu olduğu kanaatine vardım. gerçekten inanmayan insan (yani üzerine yeterince düşünerek bu kararı almış olan kişi) cesur insandır. hem toplumun yaygın davranışlarının aksini yapacak cesareti gösterecek hem de sonsuza kadar yok olma fikriyle baş edebilecek.
yazıya başladığım fikirle bitirdiğim yer uzak kaçtı ama böyle gelişti ne yapalım.
"idam mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse; çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamayı, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylemiş. tek ki yaşasın! yalnızca yaşasın! aman tanrım, bu nasıl gerçek böyle! bu nasıl gerçek! insan ne alçak yaratıkmış!" raskolnikov bir dakika kadar durup düşündü, sonra "bunun için insana alçak diyen de alçaktır!" diye ekledi...
çılgın düşünceli adamım raskolnikov
sözlüğe ilk girdiğim zamanlarda (2007 olması lazım) sol tarafta akan başlıklardan ziyade tanım "entry"leri girmekle meşgul oldum. çünkü sözlüğün bir misyonu olduğunu düşünüyordum. böylece okumak istediğim kitabı, gitmek istediğim şehri, bilmek istediğim bir olayı farklı düşünceden, etnik kökenden ve siyasi fraksiyondan olan insanlardan okuyup kendim bir temele oturtabilecektim/oturtabilecektik tıpkı ekşi sözlükte olduğu gibi. yani bir şekilde sözlüğün içinin doldurulması gerekiyordu. he o zamanlar sözlükçülerin tabiriyle sol frame'de akan başlıklar da kaliteliydi yalan yok. sonuçta bazı kişisel sebeplerden sözlükten uzaklaşmak zorunda kaldım.
sonrasında 2013'te tekrar aklıma geldi sözlük. bir gireyim bakalım ne kadar dolmuş dedim. birkaç başlık açıp, birkaç entry girerek sürece dahil olmaya çalıştım. lakin bahsettiğim konularda yine çok az entry olduğunu görüp biraz daha katkı yapmaya çalıştım. sol frame'de akan başlıklardaki kalite düşüşünü de bariz bir şekilde gözlemledim.
en sonunda birkaç ay önce bir daha geldim. bazı kitaplara, yazarlara vs. entry girdim umutsuzca. ama pek bir değişiklik olmadığını da farkettim. sol frame zaten hepten rezalet durumda. sanırım bunu belirtmeme gerek yok.
peyami safa'nın yalnızız romanına sadece 4 sayfa entry girilmiş. ekşide bu rakam 12. bulgakov'un kült eseri usta ile margarita ile ilgili yalnızca 3 entry girilmiş inanabiliyor musunuz yalnızca 3. ekşide 12 sayfa entry var bu kitapla ilgili. daha çok örnek verilerek arttırılabilir bunlar.
sol frame zaten rezalet onu kale bile almıyorum. ancak aradığım o entellektüel kaynağı burada bulamadım a dostlar. belki birgün tekrar gelirim bakarsınız önemli başlıkların altı bir nebze dolmuş olur şaşırırım ne dersiniz?
para ile ilgili konuları sevmemem. anneme göre elim fazla bol, eşime göre cömert biriyim ama bana göre her şey olması gerektiği gibi. yeni tanıştığım birileri ile bile yemeğe falan gittiğimizde ulan bu ödeyecek mi, nasıl yapacağız şimdi, bu g*t elini cebine atar mı, atar gibi yaptı lan gibi triplere girmem çıkarır öderim. zaten o da benim gibi biriyse bir arkadaş kazanmış olurum tam tersi olduğunda ise paramla adam tanımış olurum. yok eğer arkadaşlarımla gitmişsem ve önceden ortak ödeyeceğimiz konuşulduysa 75 lira hesaba çıkarıp 37,5 vermem 40-50 elime ne geçtiyse koyarım oraya. 12,5 liranın filan hesabını yapan adamla da işim olmaz. zaten yakın çevrem de öyle. beğeniyorum bu özelliğimi.
ortaokulda piç bir sınıfa düşmüştüm. sigara yok, okuldan kaçmak ne demek bilmiyorum, kopya falan zaten yok sınıfta notları en iyi olan benim. bu piçler beni sigaraya, okuldan kaçmaya ve kendilerine kopya vermeye alıştırdı. sonra bıraktım. üniversitede sadece sınav dönemlerinde masadan kalkmamak için içiyorudum. bir sınav dönemi sınavlar bittikten sonra da içmeye devam ettim. hala devam.
kitap okuyup okumadığı titizlikle ölçülür. ama bunun için mülakatı yapanın da okuması gerkiyor ki, o da pek mevcut değil bu coğrafyada. bizden bi bok olmaz.
ikiye ayrılır. birincisi, kitap okumanın genel kültürünü arttıracağını ve kendisne çok fazla yarar getirceğini bilir. diğeri, bunları bilmekle beraber, kitap okurken ayrı dünyalara gider, dolaşır, gelir. aynı zamanda faydasını da görür.
4 tane vardı. ben evlendim 4 olarak devam etti. onlardan üçü evlendi, üçe düştü. evlenmeyen biri var o da evlenince kesin sonucu açıklayabilirim ancak. ama asgari iki, azami üç diyebilirim şimdilik.
bırakınız kursunlar efenim. mesela gidip amerika'da kursunlar, hem orada arazi geniş, 51 tane devlet var 52. olurlar arada kaynar gider belki. ya da gidip avrupa'nın göbeğinde kursunlar. onlar da alışık hem irili ufaklı birçok devlet var; andorra, vatikan, monako, lihtenştayn, san marino... yok illa burada, bu topraklarda kurmak istiyorlarsa, biz zaten beraber! kurduğumuz devlette yaşıyoruz. kimse bana biz çok çektik martavalını okumasın.
Son akşam soruları cevaplanmış bir şekilde bir kere okuyup birinden 100, diğerlerinden 90 üzeri almıştım zamanında. Kolaydır yani. Direksiyondan da 100 aldıydım. Sürücü kursu hediye filan verdi. Heyecan yapmayın.
ondokuz yaşındayken amerika'ya gittim. ben öyle araştırmalara girip, önceden planlar yapmam. gideceğim yerin adresini biliyorum, bir de oraya benden önce giden bir türk kızın numarasını. yirmiüç saat süren uzun bir uçak yolculuğundan sonra havalimanına vardım. ilk defa uçağa binmişim, olaylara zaten yabancıyım, aktarmalarda nasıl yusuf oldum anlatamam sonraki uçağı kaçıracam diye. diğer insanları takip edip, bavulu aldığımız yere gittim. herkes tek tek bavulunu alıp uzaklaşıyor, benim emektar bir türlü gelmiyor. ulan dedim dakka bir gol bir sersefil olduk ecnebi memlekette. herkes aldı bavulunu, bir ben kaldım bir de 25 yaşlarında güzel bir kız. bir yandan nasıl muhabbet kurarım diye düşünüp, diğer yandan bavulların geldiği bantı dikizliyorum. 3-5 dakika bekledikten sonra hatunun bavulu da geldi ve kız yürüdü gitti. hem kızla muhabbet kurma hayalim gitti, hem de bavulum yok ortalıkta. baktım oralarda bir adam var görevliye benzer. gittim sordum benim bavul nerde bro, diye. neyse benim bavul benden önce gelmiş nasıl olduysa, aldım bavulu hemen dışarı çıktım otobüsü minibüsü kaçırmayayım diye. ama çıkar çıkmaz hemen içeri kaçtım, inanılmaz bir sıcak dört bir yanımdan saldırıyor. florida çok güzel demişlerdi, ibneler sıcağından bahsetmemiş. neyse dedim ecnebi çık dışarı, yapcak bir şey yok. ne bir otobüs, ne bir tren hiçbir bok yok. sadece taksi var. gideceğim yer 50 mil nerdeyse 90 km. dikerler adamı. hay sıçayım kafama nerden geldim buraya derken, türk kız aradı nerdesin falan diye. 1 dakika konuştuk, 96 kontör gitti. onun şokunu yaşarken gittim taksicilerin yanına, la dedim bu destin'e kaça gideriz. 150 doları duyunca kontörün acısını unuttum. dedim ulan pazarlık sünnettir. falan filan derken uzun uğraşlar sonucu 100 dolara anlaştık. 1 saatten fazla süren yolculuğun ardından, adam adresi bulamadı. orada bilinen bir yerde bıraktı gitti beni. kızı arayamıyorum kontör yok, hava sıcak, memleket ecnebi. aha dedim 25 saat olmuş hiçbir yerdesin. neyse kız akıllı çıktı da geldi buldu beni. o rahatlıkla ona nasıl sarıldım anlatamam, anlatmam da zaten. konu saptı, velhasıl kız sabah işe gitcekmiş, denizi tarif etti bana sen gidersin dedi. tamam dedik, yattık, yattım.
sabah kalktım bir heyecanla denize gidiyorum şortum ve havlumla. sokaklarda kimse yok. heryerde araba var bi tane yürüyen insan yok. derken karşıdan asya asıllı olduğunu düşündüğüm bir çıtır geliyor, geliyor, geldi ve "hi" dedi. ulaaaan dedim hayallerim gerçek oldu, daha ilk günden turnayı gözünden vurdum. hemen aksansız bir "hi" ile selamladım kızı. ama bir dakika noluyor, kız gitti. başka bir şey de demedi. noldu la şimdi diye düşünüp yoluma devam ederken, kalın bir "hi" sesiyle irkildim. yaşlı bir amca selam veriyor, vay aq. demekki burda herkse selamlaşıyor diye düşünüp, sonunda bembeyaz kumsalı olan, gulf of mexico kıyısındaki plaja ulaştım. bütün gerginlikleri, hayal kırıklıklarını unutup kendimi denize saldım. karadeniz çocuğuyuz, du bi açılalım dedik. 3-5 dakika yüzdüm, baktım etrafımda kimse yok. öyle çok da açılmadım hani 100-150 metre filan. bunlar ne korkak adamlar diye, düşünürken sahilde bir kalabalığın toplandığını farkettim. 'lifeguard' filan benim olduğum tarafı işaret ediyorlar. baktım etrafta bir şey yok beni gösterdiklerine kanaat getirip. çıktım sahile. la niye bu kadar korktunuz, o kadar da açılmadım derken, kalabalıktan 'shark' gibi bir şey duydum. meğer daha dün o plajda köpekbalığı saldırısı yaşanmış, bugün de alarm hali varmış da herkes o yüzden kıyıya yakın duruyormuş. sağolsun bizim türk hatunun bilmesine rağmen beni uyarmayı unutmasıyla az daha totoyu kaptırıyorduk. bu kadar aksiyon, 19 yaşıma, ecnebi bir memlekette daha 24 saattir bulunuyor olmama ağır gelmiş olacak ki, eve gidip akşama kadar zıbardım.
kilot mu külot mu hangisi doğru hiç emin olamıyorum. boxer türkçe değil kullanmıyorum. bize ne kaldı: don. hatta bununla ilgili bir anım var, paylaşayım hemen. x bir mağazadan alışveriş yapıyorum. y miktarı aşana z miktarlık hediye filan gibi bir kampanya varmış. dediler ki 20 liralık daha alışveriş yaparsanız kampanyaya dahil oluyorsunuz. ulan ne alsam don mu alsam dedim yüksek sesle. aldım baktım don 19,99 ulen yetmiyo başka bir şey mi alsam derken tezgahtar kız, bir don daha alın, dedi. türkçe'ye bir yandaş daha kazandırmanın verdiği mutlulukla gittim bir don daha aldım.
facebook'tan önce, facebook'tan sonra olarak cevaplanabilecek soru. önceden 10-15 kişi kutlarken, facebook ile birlikte - duvarıma yazanlar olsun, mesaj atanlar olsun- bu sayı 100 civarı olmuştur.
o zamanlar küçük olduğum için anlayamadığım slogan. sigara içmeye başladıktan sonra elime ne zaman çakar çakmaz çakmayan bir çakmak geçse aklıma gelir.
marquez'in, yazarlığın dağların o ulaşılmaz karla kaplı doruklarında gezindiği romanı. okurken keyif alınacak, la bu adam böyle şeyleri nasıl yazıyor diye sorgulanacak muhteşem bir kitap.