internetten yahut diğer sanal yollardan kendisine eş yada arkadaş arayanların asosyal ya da çekingen olarak nitelendirilmesine katılmıyorum. sonuçta çok kalabalık bir havuzdan kendinize en uygununu seçmenin yolu sadece beş duyu organına bırakılsa ihtimalleri çok çok fazla düşürmüş olursunuz.
şu anki dünya nüfusu 7.294.482.000 dur (vikipedi). kadın ve erkek sayılarını eşit kabul edersek ortaya 3.647.000.000 luk kadın ve erkek nüfusu çıkıyor.
şimdi canım benim evlenecek yaşa geldim, arkadaşlarımın anneleri babaları torun bile seviyor yaşına gelmişsen ve kendi akranın bir eş arıyorsan kabaca bir hesap ile bu üçmilyaraltıyüzmilyon un yüzde yirmisini hesaplayalım ki yaşıtın hemcinslerinin miktarını bir bulalım.
(3.647.000.000x20)/100=729.400.000
bu yediyüz otuz küsür milyonun da yarısının bir ilişkisi olsun diyelim,
729.400.000/2=364.700.000
elde ettiğimiz bu üçyüzaltmışbeşmilyon adayımızın da altıda beşi güzellik, kişilik, eğitim ve cinsel tercihlerin uyuşmaması sonucu elense desek ortaya çıkan rakam;
364.700.000/6=60.783.333,3
buçuk aptalda olur deyip küsüratı da atalım geriye kaldı sana altmışmilyon potansiyel eş adayı. şimdi sen elinde internetin televizyonun telefonun olmadan didin dur sevgili bi siki beğenmeyen arkadaşım.
sonuç 40 çıkmadığına göre ben de nacizane ilanımı vereyim, kartımı bırakayım.
boy:189
kilo:78
eğitim: yüksek lisans
yaş:24
iş:dış ticaret uzmanı
sesekam var.
burcum da oğlak
cinsiyet erkek
aranan kan kadın
nasıl bir toplum nasıl bir ülke olduk biz. işin siyasetini sosyolojisini geçtim de arkadaş, artık bu toplumun içinde yaşamak ziyadesiyle mide ve cesaret isteyen bir fiil olmuş. üniversite öğrencisi tecavüze uğrayıp yakılır, trafikte bir küçük selektör yapan bıçaklanır, sokakta kartopu oynuyorsan vay haline, ergenlik çağındaki kızları da sokak ortasında kavga eder. gerçi kavga yanlış bir kelime, karşılık vermemiş birisi.
hepsini geçtim de kardeşim, içimi en çok parçalayan şey bu insanlık dışı olayların kameraya çekilmesi. bu nasıl bir vicdanın tezahürüdür? hele ki çocuk aklından böylesi aşağılayıcı bir şeyi kaydetmek nasıl çıkabilir? hele de bir kız çocuğundan. ya ben hala hatırlıyorum küçükken bana sataşan bir çocuğu altıma almıştım da vuramamıştım annesi üzülür, arkadaşları alay eder diye. bu devrin yaşlıları sanırım saygı gören son yaşlılar olacaklar. sanmıyorum burada yazanlar ihtiyarlıklarında otobüslerde kendilerine yer veren gençlerle karşılaşsınlar. bunlar bastonumuzu götümüze sokarlar. bu toplumda yaşlanmaktan korkuyorum.
Hayatı oluşturan an lar ve anılar bütününün üzerinde durduğu kolonlar vardır. Bir romanın, bir öykünün iskeletine benzetebiliriz bunları. Tanrı bize bir hayat bahşetmiş ve adına kader denen bu iskeleti bir mimar oluverip çizmiştir. Yaşamların mimarı. Bizler ise bu iskelet ve kolonların etrafını an tuğlaları ile çevirip doldururuz. Bu kolonlara ya da iskeletlere bizler dönüm noktası demişizdir. Kimileri için bir ilk öpücük, bir kardeşin veya arkadaşın gülümsemesi, bir savaş trajedisi bir ölüm veya yeni bir hayat dünyaya getirmektir. Kimileri içinse çok daha farklı etkilerdir. Yaşamın, anlar bütününün karmaşıklığına ve subjelerin adedine göre tüm bu dönüm noktalarını kişiliğin bize sunduğu çıktılar olarak tanımlayabiliriz. Evrenin merkezinde, yani benim 24 senelik yaşantımda bu iskeleti ayakta tutan kolonlar bütünü hiçbir zaman bir karmaşa olmadı. Yaşamımın geçmiş 23 senesi boyunca bir düzenin içine girmeyip gelişigüzel yaşamama rağmen bu kolonlar, bu dönüm noktaları hiçbir zaman tahmin edilemez olmadılar. Bu ve gelecek güncelerimde sana hayatımdan ve bu hayatın kolonlarından bahsedeceğim
Hafızamın göğünde, rüzgarların zaman zaman savurup bilinç güneşini özgürlüğe kavuşturduğu, zaman zaman gökyüzünü boylu boyunca kaplayıp unutturmaya meyilli yağmurlara önayak olduğu bulutların varlığından haberdarsındır muhakkak. Bugün, az evvel telefonumu kapayıp belki de son kez duyduğum sesinin talimatlarını izliyorum şu an. Aldığım ödev gereği bu gece bulutlarım dağıldı ve aklıma gelen ilk anım annem ve babamı ilk evimin alçak balkonunda kahvaltı sofrasında görmem oldu. Ben henüz yürümeyi öğrenmemiş, bir örümceğin oturağında ilk adımlarımı atmayı öğreniyordum. Mutlu bir andı o an eminim. Ses yoktu hiç. Kafamı sağa doğru çeviriyordum ve bir bebek boyuna göre dev bir ormanı andıran ayçiçeklerini ve bahçeyi çerçeveleyen duvarların yüksekçe uçlarını görüyordum. Tekrar sola döndüğümde ise bana elleri ile gel yapan annem ve babam vardı. Birkaç saniye dünyaya dair hatırladığım ilk şeylerdi bunlar. Evrenimin düzenini, bağlarını kurduğum ilk anlarım.
Düşünme yetimi kontrolüme aldığımda ise uzağımda olup bana gel gel yapan adlarını bildiğim ilk arkadaşlarım olmuştu. Benim gibi etten ve kemiktendiler. Aynı dili konuşup aynı oyunlar ile eğleniyorduk. Yine de tarifi zor bir his sürekli bana farklılığımı fısıldıyordu. Hiçkimsenin benimle aynı olmadığını tüm insanların, tüm bebeklerin, yetişkinlerin ve çocukların yaşamımın hiçbir evresinde benim gibi düşünüp benim gibi hissetmeyeceğini ve aynı beden kıyafeti altında olsak bile içimizde bir yerlerde bu dünyadaki iki farklı türün farklı üyeleri olduğumuzu söylüyordu. Bu his, bu vebalı düşünce ben yaşamımı sürdürdükçe peşimi bırakmadı. Annem ve babam, akrabalarım, ilk arkadaşlarım, ilk flörtüm, ilk sevgilim ve peşi sıra gelen hayatımın tüm obje ve subjeleri bundan nasibini ister istemez aldılar. Şimdi bunları düşünürken aklımdan geçen şey ise kurduğum tüm ilişkileri sağlama oturtmama engel olan bu hissin oluşmadığı tek kişi olan sen ile nasıl olup da yürütemediğimiz. Tüm bu farklılıklar kendimi, kendi iç dünyamı tüm bu yabancı soğrulmalardan korumamı öğütledi durdu bana. Fakat sen ve ben o kadar aynı idik ki hissettiğim korku kendime olan korku idi. Bir ayna ile savaşırcasına savaştık. Ve yine bir aynayı öpercesine sevişip durduk. Tüm bu öpüşmeler, tutkunun anların içinde eriyip gidişi, vücut ısılarımızın bedenlerimize yayılışı ve nihayete bir türlü eremeyişimiz. Bunların bütünü daha önce yaşadığım her şeyin gerçelliğini zan altında bırakırcasına canlı idi. Tartışırken öylesine tıkanıyordum ki bu dışarıya ses vermeksizin düşünce gücü ile kendimi alt etmeye çalışmak gibiydi. Kendimle satranç oynamayı hiç beceremediğim gibi senle kavga etmek işinde de başarılı değildim.
Kolonlardan bahsetmiştim yukarıda. Hayat kubbemin altındaki en ihtişamlı kolon seninle tanışmam oldu diyebilirim. Bir önceki paragrafta bahsettiklerime eklemem gereken şey ise hayatımda aldığın rolün diğerlerinden çok farklı olarak beni alışageldiğim düzenden ya da düzensizlikten farklı bir nehir yatağına kaydırmış olman. Senin kelimelerinle kıskanç, klasik, tekdüze ve kendimi anlatamayışımdan kaynaklanan sıkıcı bir geleneksellik. Bana göre ise sorumluluk hissinin verdiği sağlam basmak ve sahiplenmekten kaynaklanan seni kendime hapsetmek ve sana hapsolmak isteyişim. Bu kelimeleri sen sevmesen de, yaptığımız her hata, birbirimize ve birbirimizle işlediğimiz her günah ikimizinde içselleştirdiği kişilik çatışması haline büründü. Hatalardan ve günahlardan ibaret değildik ikimiz de. Seni kızdıran, küstüren her davranışımın temelinde yatan hiçliği hep bildim, hep gördüm. Aksiyonlar çok kesin ve acımasız gözükse de gözün görmeyip kulağın işitmediği yerlerde keskin hiçbir kenarın olmadığı ve dahi sertliğe, taşlaşmışlığa en küçük bir yer tahsis etmediğime emin ol.
ilerde işi gücü bırakıp hayalimdeki doktorayı kovalarsam ve tabii ki kısmet olursa doktoramı bu ülkede yapmayı planlıyorum. kaliteli üniversiteleri değil tabi cazibesine kapıldığım şey. artık aynılaşan dünyada rengini katı bir şekilde muhafaza edebilmiş, kültürel olarak hala 14. yüzyılda kalabilmiş bir memleket oluşu ilgimi fazlasıyla çekti.
bu moğolistan öyle bir memleket ki etliye sütlüye karışmazlar. bu adamların devlet başkanı uluslararası arenalarda pek gözükmez insan nüfusunun birkaç katı vahşi ata sahiptir bu ülke. doğu mistisizminin bizim genlerimize hitap ettiği yerdir. kilometrekareye düşen insan sayısı 1.7 dir. ve bu rakam mavi gökyüzü ülkesini dünyanın en düşük nüfus yoğunluğuna sahip ülke yapar.
dün yüksek lisans mülakatına gittiğim üniversite. ingilizce işletme bölümünü tercih etmiştim ve on kişilik kontenjana tam on kişi başvurmuş. dün mülakata gelen 6 kişi vardı. sınav falan olmadı o yüzden. evrakları verdik biz size döneceğiz dediler. muhtemelen kabul alırım.
iktisat bilimindeki klasik akim temsilcilerinin referansi ile bu konuyu "her arz kendi talebini yaratir." onermesi ile aciklayabiliriz. Baslik ozelinde kadinlari para olarak gorecek olursak sayet kadinlar her eski sevgilisini birakip yeni bir tanesini buldugunda piyasa canlanacak ve likidite genisligi yasanacaktir piyasada. Sevgili degisikliginin azaldigi zaman araliklarinda ise likidite darligi yani abazanlik piyasayi kasip kavuracaktir.
Buradan yola cikarsak saglikli bir piyasa ya da sozum ona tum yalniz bireylerin kendisine es bulabildigi bir dunyada para mahiyetindeki kadinlarin surekli el degistirmesini goruruz. Aksi takdirde faizler artar likidite daralir revaluasyon yasanir ki bir sap icin cehennemdir bu. Yani arkadaslar "laissez faire, laissez passer". Ya da baska bir deyisle belkide benim kagit param donup dolasip senin cebine girmistir.
itici kızdır. göte göt demek lazım bir yere kadar da, arkadaş kız dediğinin de kahvede ihale oynadığın halısahanın 3 numarası ali haydar abi gibi de olmaması lazım diyorum.
aramızda baya baya boy farkı olmasına rağmen ben seviyorum sizleri sevgili minyon kızlar. öyle aşağıdan yukarıya bakışınız ne sevimli ya. uzun olup buz gibi olacağına miniminnacık olsun sevimli olsun. gadanızı alırım.
yetmez ama evet diyorum. doğru ama eksik bir önerme. tek eşlilik mevzuunda kadının da erkekten bir farkı yoktur. biz insanlar eşlerini kaybedince ölen aşk kuşları değiliz. toplumun doğar doğmaz yetiştirdiği varlıklar olarak tek eşliliğin erdemli oluşu sadece ve sadece bize dayatılan çoğulcu ahlaktan ve otoritenin sağlam bir aile yapısından beslenişinden ileri gelir. aldatma ve sadakatsizlik olgularının bize tiksinç gelmesi de doğal değil sonradan kazanılmış bir dürtüdür.
üniversiteye başladığımda öğreneceğim yabancı dilin katkıları ile 3. sınıfta iş teklifleri alırım diye beyaz atlı prensini bekleyen kızlar gibi elim çenemde hayallere dalardım. gel zaman git zaman istiklali ötede nişantaşı beşiktaş beride sürte sürte üçüncü sınıfa geçtik. ne bir iş teklifi ne evlilik teklif eden şirketler hiçbir şey yok. sanırım mezuniyetimi bekliyorlar dedim ben. tabi gücendim biraz onlara. fakat sonuçta iş yapacağız adamlarla biraz tolerans şart. bir dönem uzatmalı da olsa aldım diplomamı. diplomamı almadan evvel bizim okul da paralel ilan edildi tabi. memuriyete bir çizik attık baştan. zaten memur olup napacan ki diyorum kendi kendime. sekiz beş mesai. çalışıyorum taklidine bile gerek duymadan mayın tarlası spades falan oynayıp kendine ne katabilirsin ki echinus diyorum. özel sektördeki olası patronlarıma da içerliyorum günden güne. elinde çiçek bir saat boyunca meydanda hatun bekleyen kekolar gibi hissediyorum.
havalarda olan burnum yere yaklaştıkça kriterlerim düşüyor. bir şirketin tüm ithalat ihracatına bakamasam da en azından yönetici sınıfından olup oval masanın bir ucunda bir koltuğa da razıydım. bir kariyer sitesinde kendime hesap açtım. cv mi yazdım ve kriterlerimi falan da bir güzel nakşettim. ama öyle başvuru falan yapmaya da elim gitmiyor, nazlıyım, kezbanım erkek halimle. ne yazıcam yha o bana yazsın .s.s triplerim bile var. fakat zaman dostlar, zamanın herşeyin ilacıdır sözünün ne kadar sikik bir deyiş olduğunu işsizken iliklerinize kadar anlıyorsunuz.
ilk tükenen şey cebinizdeki paranız oluyor. sonra da sırası ile dünya ile ilgili fikirleriniz, ailenizin size tahammülü ve özgüveniniz gittikçe değişip yok olmaya başlıyor. başlarda beğenmeyip burun kıvırdığınız işleri sonraları sıkkınlık hislerinizle sadece vaktinizi doldurmak amacı ile bedavaya bile yapabilecek kıvama geliyorsunuz. ben kendimi en son bir çiğköftecinin dağıtım işlerini yaparken düşünüyordum. tabi o noktaya eve her gelişimde babamın "yine geldi tipinii siktiğiimin.." bakışları ve beni her gördüğünde inceden çenesini çevirip fesüphanallah çekmesi sayesinde gelmiş de olabilirim. özgeçmişimdeki tek eksiklik tecrübe idi. ve bana uygun olan tüm ilanlar da minimum iki sene tecrübe istiyorlardı. çok düşündüm arkadaşlar, tüm ilanlar böyle iken en başta insanlar nasıl iş sahibi oldular diye çok düşündüm. bir kaşık yoğurtla mayalanan sütten yoğurt oluyorsa ilk yoğurt nasıl oldu gibi. ya da şimdiki maymunların insan olmayışı sorunsalı gibi. ateist arkadaşlar bu sorularda ziyade bu tecrübe olayına da biraz odaklansalar ülkecek kalkınabiliriz. onları da biraz bu konuya duyarlılığa davet ediyorum.
artık sıfırımı da tüketeli çok olunca gemilerimi yakıp aracılık yaptım en sonunda. çektiğim tüm o sıkıntılar aldığım diplomalardan çok daha faydalı oldu. mükemmel bir motivasyon! asla yapamam dediğim şeyi yaptım ve yaşadığım yerden bir atölye sahibini bağlayıp malını fuara soktum. borç harç stand kiralayıp moritanya ve panamadan iki alıcı ile anlaştım. üniversiteden bir arkadaşım ile lojistik kısmını hallettim ve ilk partiyi geçen ay yolladım. demem o ki sevgili genç nüfus, eğer yazgınızda böylesi bir süreç var ise çekebildiğiniz kadar sıkıntıyı içinize çekin. sizin için ne kadar donanımlı bir varlık olduğunuzu size farkettirebilecek en büyük tecrübelerdendir işsizlik.
sakın ha boşa harcamayın, her anında doya doya çekin o ızdırabı.
çok yakın bir arkadaşımın sevgilisi ile 1 yıl kadar önce onlar henüz tanışmamışken defalarca birlikte olmuştum. haftada bir iki kez bir yerlerde oturup konuşuruz. tabi arkadaşımın bu durumdan haberi yok, ve birbirlerini çok seviyorlar. arkadaşımla konuşmadım olanı biteni. açıkçası konuşmalı mıyım konuşmamalı mıyım bilmiyorum da. arkadaşımın sevgilisi unutalım olanları, berbat olmasın hiçbir şey dedi.
ne bileyim işte sözlük işler arapsaçı. ne yapsam bilemedim.