o derin bakışının bıraktığı yorgun harfler, kokundan arınmama asla izin vermeyecekti, biliyordum. doğruldum. yatağın üzerinde, milyonlarca hatıra gibi kıvrılmış çarşaf parmaklarımın arasını dolduruyordu. şimdi, bambaşka bir perdenin arkasından izliyorum cömertçe havaya karıştırdığın soluğunun izlerini.
sigara dumanına sararak, içinden kovarcasına üflediğin solukların, o çok sevdiğin sandalyene
düşüyordu yavaş yavaş. sanki ben hiç orada yokmuşum gibi. aynı rutinlikte. senin yokluğuna inat düşüyordu karşımda duran o eski sandalyeye.
uykunun sarhoşluğunu kırmaya çalışan zavallı gözlerime hiç olmadığı kadar tanıdık geliyordu şimdi kadife kırmızısı. tıpkı, içimde unuttuğun nefes gibi, ayakları yere basmıyordu.
ağaçtan çehresi kapıya dönük, senin döktüklerine bakıyordu. parmaklarımın arasındaki çarşaf diken olmuş batıyordu tenime. git gide yabancısıydım artık buranın.
bir peronda kalabalık aile vedalarını izleyerek içlenen yalnız bir yolcu kadar yalın ve fazlaydım. yıllardır odanın her köşesine binbir emekle döktüğüm kokum, tam da çarptığın kapının sesiyle birlikte bana geri dönmeye başlıyordu. usulca, tüy gibi dokunuşlarla boynuma yükseliyordu. tutundu yalnızlığıma. bütünlendim. artık başımı dik tutabilirdim.
ayağa kalkacak gücü bileklerimde bulmamın tek yolu gözlerimi karşımdaki sırları dökülmüş aynanın hizasında tutmaktı... şarkılar yankılanıyordu beynimde, bomboş bir zindanın duvarını yalarcasına. son sözlerini tekrarlamamak için izin veriyordum ruhumu alıp götürmesine o şarkının. ne de olsa, adımların gibi sesin de yoktu artık.
bakışlarınla konuşmadın bu kez. sesin dudaklarından koptu. nefesinde dağıldı. bir bir düştü gözlerime. süzüldüler sonra birbirlerine veda ederek. adımların bana sırtını döndü. yatağa değdi bedenim. elin kapının kolunu kavradı. aramızdaki mesafe gümüş bir yoklukla açılıyordu. adımların hızlandı. bedenim daha da alıştı yatağa. ağırlığımı hazmeden hatıralar, çok soğuktu.
odan artık senden ayrı, benim kokumdan arınmıştı.
'gidemem ' dedim aynana bakan gözlerime. gidişinden bir cumartesi sonra.
orada ne kadar oturdum öylece, bilemiyorum. sis dağılmıyordu. üzerime yağıyordu tane tane. kaçmak istiyordu mantığım. sadece kaçmak. senden kaçmaktan vazgeçeli çok olmuştu. şimdiyse tek istediğim sen olan benden kaçmaktı. bir solukta, olabildiğince hızlı ve uzaklara. ayaklarım buzlarda süzülmeli yağmurda kalmalı ve kalbim seninle dağılmalıydı yine. kaçmalıydım.
hatıraların kıvrılmış uçları, işaretli rüyalarımın ayracı olan senden kaçacağım vurguları işaret ediyordu bana. yapışmıştı her hayal seni en son görüşüme. hatrı düşdükçe aklıma, ruhum sendeliyor, bir savaş alanında buluyordum gözlerimi. ağır kokusu silahların, çürümüş cesetlerin sağnağı yoruyordu seni arayan ellerimi. sen el yordamlarında gizleniyorken, gözlerime batan gerçeklerine inat görmeye çalışıyordum. sen bir körebenin siyah kuşağında saklanıyorken de ayaklarıma dolananlara rağmen yürümeye... hakimi olduğum senli hayat, bu kez bir doz rüya kadar duyumsal değildi, kölesi olduğum bin arşın kadar olgusaldı...
bizi bırakıp gidişinin ardından soluğunun ağırlığıyla yere düşen kırmızı sandalyeni kaldırdım yerden. artık gidişini değil, göğü gösteriyordu. bir meleğin kanadından dışlanmış ılık beyazlar kadar duru idi yere saplanışı. daha yüksekti şimdi yaydığı koku. adeta benimle savaşıyordu. benim terkettiğim tüm yaşanmışlıkları birer birer ele geçiriyordu. artık kaybedecek kalelerim yoktu. şahım, ayak seslerine takılıp yok olmuştu.
sanki bu koku, sanki bu misk kaynağını bir huzur mavisinden alıyordu. parmak uçlarıma kadar işleyen bu mavi, ancak uzun bir yolculuğun ardından bu kadar yorgun olabilirdi. yoksa benim tenime dokunmak, kaç cesurun korkak isteği olabilirdi ki?
çok düşündüm yine. ne de çok seviyorduk kendimize acı çektirmeyi. kulaklarımı ellerimle kapatsam da duyduğum o son sözlerini, beynimin içinden atmak istemiyordum bile belki.
-bir ömürlük hikayeydin. sonunu yazmayı sen tercih ettin. artık tüm renkler senin. kaybettik.
konuşamadım. kalbindeki buz parçaları gözlerine çivilenmişti. kar taneleri saçıyordu bana. o eski bakışlarını aradım gözlerinin içinde. koştum sana dogru. o anki umut... yakalayamadım. yerlere düştüm, dizlerime batan hayal kırıklıklarını temizledim gözlerime saldığın soğuklarla.
konuşamadım. ben artık nasıl bir anda misafiri olduysam bu duvarların, sen de bir anda uzun zamandır görmediğim bir tanıdık oldun. sanki ben değildim sen her kaçtığında sırtına tırnaklarını kanırtarak seni sevdiğini sayıklayan. ama bu kez, bizim renklerimizi toplamışlardı. sen artık bir kar güneşiydin. ben de yağmur sonrası toprak kokusu.
ağladığımı hissedince aynadaki yansımama sabitledim gözlerimi. artık iki kişilik yaşayacaktım. kahverengi bir rüzgar giriyordu şimdi yatağa. temizliyordu beni hayatından. bundan aylar sonra bir yolun iki ayrı tarafından geçecektik, belki de aynı sonbahar yaprağına basacak, duyduğumuz sese gülümseyecektik. evden çıkartmaya çalıştığımız çöp damlayacak, camımızın önünüce güvercinler konacaktı. yaşayacaktık. bazen beni kitaplarının arasında bulacaktın. bense sınava senin bana aldığın kalemle girecektim. ama şimdiki kadar yanmayacaktı canımız. sen kendi adımlarınla yürümeye alışacak, ben aynaya baktığımda kendimi görmeye başlayacaktım. hayat işte. akıp gidecekti. biz ise nehrin ortasındaki yalnız kayalar oyununu oynayacaktık ve bir yosunumuz bile olmayacaktı. çünkü, ben sonumuzu yazmıştım sevgilim, haklıydın. artık bizim renklerimiz yoktu, sadece yaşıyor gibi yapacaktık.
çok düşündüm yine. ben de doğruldum. göze gelen başım gögü gösteriyordu. yine de benim bir başkasına salınacak mavilerim yokru. çarşaf kokular edinirdim hep. tek yıkanışta geçen, ilk duyulduğunda huzur veren.
kapıya döneldim senin ayak izlerine basmamaya çalışarak. beynimin içinde milyonlarca düşünce birbirlerine sokulmadan salınıyorlardı. sendelediğimi sanıyordum ama hiç bu kadar zemini hissetmemişti ayaklarım. herşeyin varsayımsal olduğu şu anda, benim düşüncelerin ne kadar katkısız ve gerçekti. belki gidişin bile birazdan uyanacağım bir rüyaydı gerçekmişcesine uykumda ağladığım. düşünceler... her birisi bal arısı misali kendisine uygun olan kelimeleri toplayıp dışa vuruluyorlardı. tıpkı, vurgun gibi.
kapıyı açmak ne kadar anlamsızsa, dönüp yatağa girmek de o kadar anlamsızdı. bir bekleyen olmadıktan sonra, önemsenmeyen bir benlik ne kadar karşı koyabilirdi o nehrin hırçın akıntısına. cevabını bilidğim fakat yüksek sesle duymaya tahammül edemediğim sorular sormaya bayılıyordum. bir bekleyen yoktu, benim olan yoktu, aitlik yoktu.
kapıyı açtım.
artık betimlemeler yapmamak üzere ayrıldım odandan.
16 şubat tarihinden beri kayıp olan, uludağ üniversitesi felsefe bölümü 1. sınıf öğrencisi, arkadşımız sema karakoca nın cesedi tanınamaycak bir halde bulunmuştur. buna cinayet demek yetersizdir. bu vahşettir. yine uludağ üniversitesi iibf den 6 bayanın da kayıp olduğu söyletileri dolaşmakta. 7 ay önce kaybolan, inegöl meslek yüksek okulunda okuyan bayan da henüz bulunamamıştır. seyirci kalmak yerine, kadına şiddete, insana vahşete hayır demek için lütfen katılalım.
yer: uludağ üniversitesi fen-edebiyat fakültesi sosyal bilimler binası önü
saat:11.30
saat 11.30 da sosyal bilimler fakültesi önünde toplanıp mediko ya yürüyeceğiz,12.30 da basın açıklaması yapacak ve oturma eylmine geçeceğiz. basın açıklaması uludağ üniversitesi fen edebiyat fakültesi felsefe bölümü hocalarınca ve gönüllü öğrencilerce yapılacaktır.
uludağ üniversitesi felsefe bölümünde araştırma görevlisidir. doktorasını hacettepe de yapmıştır. bölümde görebileceğiniz en hareketli, en içten hocadır. felsefe topluluğunun danışman hocasıdır aynı zamanda.
uludağ üniversitesi fen edebiyat fakültesi felsefe bölümü nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. lisans eğitimini latince ve antik yunanca üzerine görmüştür. yüksek lisansı ise felsefedir. halen eski çağda felsefe, latince, antik yunanca dersleri vermektedir. oldukça sıcakkanlı ve yardımsever bir hocadır.
(bkz: yirim)
Phaidon diyalogu Ekhekrates in Phaidon a, Sokrates in hapsedildiği yerde, idam edileceği gün, Sokrates in yanında bizzat bulunup bulunmadığını sormasıyla başlatılır. Diyalogda geçen karakterler; Ekhekrates, Phaidon, Apollodoros, Sokrates, Kriton, Simmias, Kebes, Ksanthippos, Onbirlerin Hizmetçisidir. Bunların haricinde diyalogda Phaidon un anlatımlarından çıkarılacağı üzere, Sokrates in son gününde yanında, Hermogenes, Epigenes, Aiskhines, Kritobulas, Antisthenes, Paialı Ktesippos, Meneksenos bulunmaktadır. Sokrates in ana karakter olarak Platon un görüşlerini aktardığı bu diyalogda; Platon, Sokrates in idamı sırasında yanında yer almaz, zira kendisinden hasta diye söz ettirir. Bu hastalık durumu tesadüfen yer bulmaz. Platon genellikle diyaloglarında kendisini gizleme yoluna gider.
diyalogun ele aldığı konulara kısaca değinecek olursak, filozof önceliği, pay alma, zıtlıkların döngüsü ve özellikle ruhun ölümsüzlüğüdür. filozof önceliğinde, filozof un hakikatin bilgisine erişmeye en yakın insan olarak nasıl bir yol izlemesi gerektiği anlatılır. dünyevi hazlardan uzak durmalı ve kendisini sonsuz ışık dünyasına erdemli yaşamı ile hazrlanmalıdır. pay alma konusunun girizgahı niteliğinde olan phaidon diyalogunda güzel olanın güzel ideasından pay aldığı gibi tüm ruhlarında ortak ideadan pay aldıkları böylece eşit ve uyumda oldukları belirtilir. zıtlıkların döngüsüne göre de dünyada herseyin bir karşıtı olduğuna göre ölümün de bir karşıtı olmalıdır. bu da doğumdur. doğum ve ölümler birbirinden oluşuyorsa-doğuruyorsa ölümden sonra doğan bir yaşam olmalıdır. bu da ruhun ölümsüz bedenin fani olduğu sonucunu verir. ruhun ölümsüzlüğüne bağlanan konu zıtlığın birliğine dayandırılır. ruh ölümsüz olandır. filozof bunun bilincinde yaşamalıdır.
diyalog sokrates in baldıran zehrini içmesiyle ve öncesinde bir mitos anlatmasıyla sonlanır.