maç boyunca smaçlar, üçlükler, ne bileyim alley oop larla seyirciyi büyüleyen bi basketçinin bile blok yedikten sonra kendisini dünyanın en sümsük organizması gibi hissetmesine neden olan seyircidir. blok yiyerek nevri dönmüş basketçiye, babanın yaylasında koyun güder gibi, ağzının suyu aka aka ooooou diye bağırmak erkekliğe sığar mı?
sahsen seyirci bağırmasa blok yemeyi o kadar da kafaya takmazdım. kader der geçerim. el üstünden atış yapmamaya çalışırım. ama işte blok görünce keyiften kudurunca millet, insanı "naaptım lan ben şimdi" moduna sokuyor.
basketçiler de bu durumdan iki şekilde etkileniyor. kimisi oyunun geri kalanında yeteneklerinden faydalanmayıp pasif olarak maça devam ederken, kimisi de onur meselesi yapıp orta sahadan üçlük atıp iyice zırvalıyor.
tuşlarla yönlendirilen ihmale gelmez kahramanımız hugo yu, oynaması imkansız olmasına rağmen çevirmeli telefondan arayan laftan anlamayan çocuklar vardı. laftan anlamayan diyorum çünkü bir değil iki değil. garibim tolga abinin dilinde tüy bitti be, çevirmeli telefondan aramayın diye.
çevirmeli telefondan oynanmaya çalışıldığı, oyunu oynanmaya başlayınca ortaya çıkardı. ilk engelle karşılaşan çocuk tuşu çevirip bırakınca tıtıtıtıtı diye bi ses gelir ve ilk hakkını kaybedince ama ben 4'e bastım diye çemkirirdi. e be memoli hadi diyelim ki 4 ü çevirdin ve hügo sola gitti, o döner zımbırtı eski haline gelene kadar diğer engellerde ölecen be gülüm.
neyse ki çevirmeli telefonlar da mevta oldu. oldu olmasına ama hugo nun da popülaritesini kaybetmesinin tam o yıllara denk gelmesi yazık oldu. yok arkadaş bu ülke hugo ya hazır değildi. altyapı yetersizdi.
- anne bu akşam kontrpiyede kalabilir miyim?
+ olur kızım. ama önce çatal diye tabir edilen bölgeni kapa. üşütürsün.
- ama anneeeğğğğğ..:(
+ aması yok. biliyosun babanın uzanamayacağı köşe yoktur. gelir seni kontrpiyeden çift yumrukla çıkartır.
bim de tezgahları süsleyen, alışverişin gözbebeği şekerlemeler. jelibonun mütevazisi. ayıcıklısı, kolalısı ve evet sıkı durun! alfabelisi de var(x bile var olum). böylece çocuklarınız eğlenirken öğrenebilir, öğrenirken atıştırabilir. farklı tatlar arayanlar için..
yeni sünnet olmuş çocuğun yaşam savaşı ve acıları yetmezmiş gibi bir de sünnet düğününe gelen misafirlerin sünnet yatağına oturup sohbet etmeye çalışarak, sözüm ona acıları paylaşmaya çabalaması vardır. iyi niyetli oldukları doğrudur da, kardeşim hiç mi aklın çalışmıyor? çocuğun orda en ufak bir hareketten bişey olacak diye ödü kopuyor. aloo kime diyorum..
bir de yetmezmiş gibi kucağına kendi çocuğunu da alıp yatağı oyun parkına çevirir. kalk desen de bi dert. neticede oraya senin için geliyorlar. böyle durumlarda her zamanki gibi işi başından aşkın olmasına rağmen anne yetişir imdada ve kesme şeker kutusunu getirir tampon bölge kurmak için.
ama adam denyoluk yapmaya gelmiş ya.. kesme şeker kutusunu da alıp, para kutusu yapar yatağın başına. böyle durumlarda da devreye baba girmeli ve misafiri postalamalıdır.
becerikli ev hanımlarının çoğunun, mantı açarken elinin hamuruyla mantı dükkanı açma hayali vardır. hem aile bütçesine katkı, hem akşam yemeği. "dükkanı geç mi kapadım? eve iki tabak mantı götürür, herifin karınını doyururum."
hikaye şöyle gelişir; önce küçük bi dükkan kiralarım. açılışa eş dost filan.. bizim cevriye de allah ı var iyi mantı açar, işçi de hazır. oğlan da acayip servis açar. sermaye malı da hazır; oklava ve masa.
sonra ünümüz artıp müşteriye yetişemeyince, karşıda aygır gibi boş dükkan var..geçeriz oraya. şutlarız cevriye yi. çok klas bi italyan mantı şefi. millet kapış kapış.
mantıcı zincirleri açınca, başarımı beyazdan daha beyaz masa örtülerime borçlu olduğumu reklamlaştırmak isteyen sabun markaları peşimden koşcak. paraya para demicem. vs. vs. diye akıp giden ve bi dahaki mantı açılan güne kadar ertelenen düşünceler işte.
komşu kızıyla ilişkiyi "meraba - meraba" dan öteye taşıyaman, daha doğrusu ortam yapmak için elinde yeterli imkan bulunmayanlar için kapı otomatı bulunmaz bir fırsat bence.
kapı otomatı vasıtasıyla ilişki kurulabilir derken, kızın bulunduğu dairenin ziline basıp " meraba ben yan dairedeki yakışıklı komşunuzum. hani geçen gün bakışmış, merabalaşmıştık. müsaitsen oturmaya geliyorum" diye otomata abanmanın sonuç verceğini zannetmiyorum.
mağdur rolü oynamak en iyisi. yani dış kapıda kaldığından dolayı mecburiyetten o zile bastın. yalanını yesinler.
eğer biraz da çekingen değilseniz bu iş tamamdır. tabi bu otomat konuşmasının tüm mahallece dinlenilebilindiği dikkate alınmalı. abartmamalı. yoksa ikinci kez deneyince otomata abisi çıkıyor.
merak ediyorum acaba ilk kim keşfetti ölü taklidi yapılarak ayıdan kurtulabilineceğini? ormanda yürürken ayıyla karşılaşınca tabanları yağlamak yerine kendini ayılara açık yem yapan dangalağın alnını karışlarım arkadaş..
ayının bu tür basit numaralara kandığını iddia edenler, değil ayı; karafatma görünce bile ölü taklidi yapamayıp kaçacak delik arayacaklardır. o ayı ki suyun sesini dinledikten sonra buzun ince noktasını keşfedip, keşfettiği bu kırılabilir buz kütlesinin altındaki balıkları eliyle koymuş gibi buluyor. senin o kıytırık numaranı yer mi? ayıları bu kadar salak yerine koymak densizlikten başka bir şey değildir.
bu vahşi doğada yer bulmak isteyenler çevresindeki hayvanlara bir baksın. sizden başka ölü taklidi yapan var mı ayı görünce?
namaz kılmayı henüz bilemeyecek kadar küçük yaşta olup, babayla camiye gidince namaz kılmayı bilmediğini belli etmemeye çalışan çocuktur.
futbol sahası genişliğindeki caminin her yeri boş olsa bile babayla mümkün olduğunca yakın(çaktırmadan bakabilecek mesafede) namaza durduktan sonra babanın hareketlerinin aynısı yapılmaya başlanır. secdeye gidene kadar pek bi zorluk yok tabi. ama secdeye kapanınca halının gözlere çektiği karanlıktan dolayı hafifcene başı çevirip babaya bakmak lazım.
biraz kafayı çalıştıran çocuk, babayı taklit ettiğini belli etmek istemiyorsa hareketleri senkronize yapmamalıdır. misal baba secdeye mi gidiyor.. bekle biraz yaptıklarını geçici belleğe al ve takip mesafesi artmadan sen de aynını yap.
... yıllar sonra..
camide babasını taklit ederek namaz kılmaya çalışan çocuklara bakıyorum da, o an sen farkedilmediğini zannediyomuşsun yav.
aslında başlığın; "kız arkadaşla veya aileyle gidilen maçta seyirciyi coşturan ponpon kızlarla ilgilenmiyormuş gibi yapmak" olması gerekiyordu ama şimdiki haline kısaltana kadar imanım gevredi. abdestim kaçtı.
değişiklik olsun diye kız arkadaşla basketbol maçına gidilmeye karar verilir. güya basketbol seyircisi entellektüeldir ya, küfür edilmeyen bir ortam diye basketbol maçı mükemmel bir tercihti.. ancak daha önce hesap edilmeyen ponpon kızların sahaya girmesiyle panik başlar.
gösteriyi izlesen bi dert izlemesen bi dert. diyelim ki gösteriyi ağzımızı açtık izliyoruz.
- efes kızlarına bak hayatım ne kadar da güzel dans ediyolar. sen de ponpon kızlığa başvursana.
+ şu peçeteyi alda salyalarını sil be. ne biçim erkeksin sen hem.
kız haklı tabi. yanında sevgilisi varken başkasını kesen erkekten yok bi farkın.
ayarı yiyen bünye, maçın ikinci arasında sahaya giren ponpon kızları görmezden gelmeye çalışması gerektiğinin bilincindedir.
- sevgilim bu salonun havalandırmaları ne kadar yetersiz dimi? tavandaki 14 havalandırmayla koca salon havalanır mı hiç?
+ kafayı yedin galiba. kızlara bakma dediysek tavandaki havalandırmaları da say demedik.
kız yine haklı. haklı olmaz olur mu? sen eğlenmek için ponpon kızların olduğu maça götürmekle yedin haltı. ancak nispeten en iyisi, televizyon izlerken zart diye peydahlayan müstehcen sahnede davrandığımız gibi davranmaktır. kafayı çevirip ilgilenmiyormuş gibi davranmak.
iyi geceler öpücüğünü almadan uyuyamayan ve derse uyumaya gelen öğrencinin müsait bir arkadaştan rica minnet iyi geceler öpücüğü istemesidir.
iyi geceler öpücüğü hatırladığım kadarıyla çocukken yatmadan önce anne tarafından yanağa kondurulan buseydi. ama tahminime göre bu öpücük alışkanlık yapabiliyor ki filmlerden tanık olduğum kadarıyla evli olup da iyi geceler öpücüğü olmadan uyuyamayan insanların sayısı az değil.
bu alışkanlık, yanında birinci dereceden akrabası veya eşi, sevgilisi bulunmayanlar için sonucu ya dayakla ya da uykusuzluğu göze almakla neticelenebilir.
yine öyle soğuk bi kış gününde sınıfın arka sıralarında hayallere dalmışken yanımda oturan arkaşın sesiyle kendime geldim.
- sence de bişey unutmadın mı dünyayı?
+ yok be.. ben not tutmuyorum ki. deftere gerek yok..
- öyle değil lan. iyi geceler öpücüğü versene.
+ ne diyosun olum. ne öpücüğü sınıfın ortasında. adama ibne derler.
- abi uyuyamıyorum. versene olum bi öpücük dudağına mı yapışacak?
+ of be yaklaş hadi. muccukss... iyi geceler hayatım.
- of be acayip rahatladım. hadi iyi geceler.
hoca: arka taraftakiler! napıyosunuz siz orda. çıkın dışarı hemen.
+ olum aşk hayatımı başlamadan bitirdin. rezil olduk.
- ya "üzülme bu da geçer öpücüğü" versene çok ihtiyacım var.
+ düş önüme. ben seni öpecem dışarıda.
yanınıza oturan ve iyi geceler öpücüğü olmadan uyuyamayan bir arkadaşınız varsa hayat gerçekten çok zor.
ailesini maça davet eden sporcu için tam bir hayal kırıklığı. eğer sporcunun yaşı da küçükse, yan etkisi daha da tesirli olan bu vahşete tanık olmak, aile için gerçekten üzücü.
çocuğunu sportif faliyetlerden geri kalmaması için basketbol, futbol gibi kurslara yazdıran ebeveyn, maç günü geldiğinde tribünlerdeki yerini alır. koç, sahaya çıkacak ilk beşi sayarken ismin okunmamasıyla hayal kırıklığına uğranmış ama ümitler maçın ilerleyen dakikalarına bırakılmıştır.
kenarda oyuna girmeyi beklerken arada sırada aileyle göz teması kurulur ve tribünden el sallayan anneyi gördükçe oyuna girme isteği daha da artar. ancak koç, sahada hayvan gibi döktüren takımı izlerken kenarda oturan oyuncuyu unutmuştur orda.
maçın kazanılmasına ve tüm arkadaşlarının sevinmesine rağmen genç sporcu için gün, kabus gibi geçmiştir. üzüntü ve hayal kırıklığını belli etmemeye çalışarak ailenin yanına gidilir ve ne konuşulacağı bilinemez. "nası oynadık ama... " dicek hali yok ki maçı başkaları kazandırdı.
annenin, çocuğunun terini silmek için maçın başından beri elinde tuttuğu havluya takılır göz. gerek kalmadı ona. günün tek kazancı, oğlunun üzüldüğünü farkeden babanın hiç terlememiş yanaktan aldığı makas olmuştur.
bilgisayarın henüz evlere girmediği ve bir çocuğun hayal edebileceği en teknolojik oyuncağın atari olduğu yılların üzerinden daha çok geçmedi. aileden gizlice gidilen ve sadece bir dakikalık oyun için jetona dünya para ödenen atari salonlarının birer birer kapanması da bu yıllara denk gelir.
ilk başlarda, içinde güya bin tane oyun olan kasetlerle super mario, tank gibi atariyle özdeşleşmiş oyunlar keyifle oynanmıştır. o zamanlar çoğu kırtasiyede veya maltepe pazarı gibi yerlerde piyasası bulunan atari kasetlerinin fiyatı da azımsanamayacak kadar çoktu.
ancak o kasetlerin üstündeki son model araba resimlerinin, vahşi dragonların, high speed yazılarının cazibesine kapılan deli gönül, artık kendini bütün arabaları ezip geçerkenki hayalleriyle kamçılar ve içinde o kasedi almak için karşı konulamaz bir istek doğar.
zorlu ikna çalışmaları ve ders çalışma garantisiyle punduna getirilen anneden koparılan parayla kırtasiyeye gidilir ve aşık olunan kaset alınır. eve dönerken, kasetteki resmin cazibesi ve üstündeki üç boyutlu araba resimlerinin mükemmeliğiyle heyecan ve hayaller tazelenir, eve daha çabuk dönmek için adımların genişliği arttırılır.
hemen televizyon açılır, atari kasedi yerleştirilir ve joystick ele alınır. daha açılıştaki grafiklerin dandikliğiyle hayaller sönmeye bşlar ama belki oyun başlayınca kaliteli olur ümidiyle araba seçilir. ama nafile. kuş bakışı bir yarış ve iki boyutlu arabalar. resimdekiyle alakası yok.
verilen onca paraya mı yanayım, yıkılan ümidime mi? bu sinirle en fazla bir gün oynanan oyun kasedi bir daha asla bulunamamak üzere nereye kaldırılır bilinmez. bu sinirin yerini alacak ümit, ancak anneden yeni bir kaset isteyebilecek yüz bulununca hasıl olur. ancak sinir - ümit kısır döngüsü internet kafelerin yaygınlaşmasına kadar bitmeyecek ve sonunda evlere bilgisayar girişinin yaygınlaşmasıyla unutulmaya yüz tutan bir anı olacaktır.
öncelikle belirteyim ki bahsi geçen belgesel türü hayvan belgeselidir. belgesel izlerken av - avcı ilişkisi içerisindeki hayvanlar arasındaki rekabetten dolayı içimizde karşı konulamaz bir tarafgirlik hasıl olur.
daha çok zayıf ve müstakbel öğle yemeği statüsündeki hayvanlara sempatiyle yaklaşılırken güçlü ve av peşinde koşanlardan(genellikle aslan olur bu) nefret edilir. vahşi kedilerin günlüğü belgeselinde kısa kuyruk isimli aslana savrulan küfürlerin nedeni, sadece karnını ve çocuklarını doyurmak istemesi. tamam impala narin ve sevimli bir hayvan olabilir. ama o aslanın da bakmak zorunda olduğu evlatları var. üstelik avını yakaladıktan sonra aslana sövmek ve impalayı yerken kanalı değiştirmek, senin önünde çatır çatır yediğin tavuğun da bir zamanlar canlı ve impaladan daha narin bir hayvan olduğu gerçeğini değiştirmez. güçsüzden yana olarak aslandan daha vahşi bi canlı olduğunu gizleyemezsin üstelik.
kısacası birbirleriyle beslenen bu hayvanlar doğanın dengesinin bir parçasıyken, birini tutmak anlamsızdır. "madem çok merhametlisin neden o sevdiğin hayvanı evlat edinmiyorsun? " diye sorarlar adama.
modern çağın istihbarat teknolojilerine ihtiyaç duymayan ve balkonda asılı duran çamaşırlarla fbı, mossad ve şenay düdek'e taş çıkaran teyzelerdir. sadece sokakta yaşananları değil, yüz metre uzaklığa kadar her apartman sakininden en güncel bilgileri elde etmeyi başarabilirler.
tabi istihbaratın ilkelerinden olan dikkat çekmemek, tecrübe ve bilgiyle elde edilen bi beceridir. bunu bilen apartman teyzelerinin ihtiyaç duyduğu en işe yarar kamuflaj, balkonda kuruyan çamaşırlardır. misal; eğer balkona yüzü koyun uzanarak laf dinlemeye çalışsalardı, görsel açıdan istediklerini elde edememiş olacaklardı. çamaşır toplarken ise hem ayakta daha geniş bir görüş açısına sahip olunabilirken, hem de daha rahat çalışma ortamı sağlanmış olur. üstelik gündelik işlerini yapan bir teyze imajıyla da dikkat çekmezler.
bu ajan teyzelerle, bakkal gibi lokal sosyal ortamlarda sık sık karşılaştığımdan dolayı, elde ettikleri bilgilerin ne kadar ayrıntılı olduğunu gözlemleme şansım oldu.
bakkal: ayşe hanımlar da taşınmaya karar vermiş.
ajan: geçenlerde ev sahibi aradı onları telefonla. dört aydır kirayı ödemiyolarmış.
bakkal: sen ayşe ile küs değil miydin? o mu anlattı sana?
ajan: yok ayol geçen çamaşırımı toplarken kulak misafiri oldum. bik bik...
bunları yazarken balkondaki bir teyzenin nefesini ensemde hisseden biri olarak yarın bir gün bakkalın bana, "sen o gün şu kadar eksi almışsın doğru mu? " sözlerine artık şaşırcağımı sanmıyorum.
öğretmenin ilkokulda anne, lisede arkadaş, üniversitede yabancı olması durumudur.
ilkokulda "bir annem de sensin benim" şarkılarıyla büyütülerek öğretmenleri melek gibi gören, okumayı sökünce kırmızı kurdela takmasıyla havalara uçan öğrenci yıllar geçse de unutamaz ilkokul öğretmenini. öğretmenler gününde onu mutlu etmek için alınan çiçekler, okuldan ayrılcağını duyunca çocuk saflığıyla dökülen gözyaşları, onun öğrencinin gözündeki yerinin ne kadar ulaşılmaz olduğunun kanıtıdır.
yavaş yavaş farkındalığın gelişmesiyle hayatın bazı gerçeklerini kavramaya başlayan ve öğretmenin melek değil devlet memuru olduğunun farkına varan sivilceli bünyenin öğrencilik hayayatına daha iyi not alma hevesi yön verir. artık iyi hoca kavramı da değişmiş; en sevilen hoca en bol not veren hocadır anlayışıyla "iyi bir üniversite" temelli ilişki sürdürülmeye çalışılmıştır. bu ilişkiyi öğretmene yalakalık yaparak sürdüren parazitlerden ise nefret edilmiştir.
belli bir emekle kazanılan üniversitede ise öğretmen/hoca için öğrenci, yoklama kağıdındaki bir imzadan ibarettir. derse girip müfredatı yetiştirmeye çalışan, derse giren öğrencisinin ismini de bilmeyen bir görev adamı. işin güzel tarafı ise öğretmene yalakalık yaparak kendine çıkar sağlamaya çalışmanın genelde bir işe yaramayacağıdır.
.. ve sen şimdi benden oturumu kapatmamı istiyorsun. ya yaşananlar. o kadar kolay mıydı yaşananları silmek fütursuzca? . eğer tüm bunlar içini sızlatmıyorsa kapat hadi durma. durma kapat..
basketbol keyfinin içine edildiğinin resmidir böyle bi arkadaşla basketbol oynamak. başlangıçta ter atmak için sıradan atışlar yapılırken birden eline aldığı topla orta sahaya geçen arkadaşı durdurmak artık imkansızdır. göbeğinden çıkardığı topun saçma sapan yerlere kaçması sonucu ordan oraya koşuştumak zorunda kalmak da cabası. asıl skandal ise uzaklara kaçan topu getiriken, "abi topu atsana bak bu son" diyen arkadaşa topu atmak zorunda kalmaktır.
bütçeden marula ve havuca ayrılacak ödeneğin arttırlması koşuluyla, kar getiren bir yatırım yapıldığını söylemek mümkün. "üç ay sonra ölecek bi tavşan besleyeceğime, katıldığı yarışlardan para kazanacak bi tavşan atlet beslerim" düşüncesiyle hareket edilmiş olup, komşulardan şikayet gelmediği ve aşısı düzenli yapıldığı sürece herhangi bir sorun çıkmaz.
üzerinde açıklayıcı hiçbir yazı olmayan, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan ve hep yarıya kadar dolu olan kutusuyla evin bir köşesinde kullanılmayı bekler.
her işi kendileri yapan ve çırak çalıştırmayan berberlerdir. halihazırda traş olan bir kişiden başka müşteri olmadığı için, sıra beklemeden traş oluncağı coşkusuyla içeri girilir.
- selamınaleyüm amca.
+ aleykümselam yeğenim geç otur.
masadaki fi tarihinden kalma dergilerin muntazam dizilişini bozmamak için televizyonda haberler izlenir. traş olan kişinin işi bitince yaşlı berber gözleriyle "buyur otur" der.
- nasıl keselim?
+ hafif üstlerden alalım, arkayı toplayalım.
aslında verdiğim cevabın ve sorulan sorunun anlamsızlığının ikimizde farkındaydık. "biribirimizi kandırmayalım. üçe vuracaksın değil mi?" der gibi baktım. gözlerini kaçırdı benden.
televizyona saçımdan daha çok ilgi gösterdiğinden traşın bu akşam bitmeyeceğini anlamıştım. şansımı denedim;
- amca biraz hızlı olabilir miyiz? işim var da.
+ tabi oğlum.
dedi ve bir makas daha vurduktan sonra gözlerinden akan uykuya rağmen haberleri izlemeye devam etti. bu şekilde traşın yarısından fazlası geçtiği vakit;
- ben bir akşamı kılayım hemen geliyorum. kumandayı alabilirsin.
boynuna bağlanmış pelerinle, berber koltuğunda kafasının yarısı traşlı bir gencin, dışarıdan nasıl göründüğünü düşünmemeye çalışarak beklemekten başka çarem yoktu. hem iyi tarafından düşün. bak kumanda sende.
sonunda traşı uyuklayarak tamamlayan bir berberle geçen saatlerime mi yanayım yoksa kafamı üçe vurmasına mı bilmiyorum. en son ilkokulda kestirdiğim modelin iğrençliğini düşünmemeye çalışmaktan başka çarem olmadığını biliyordum sadece.
yemek programına konuk olarak katılan kişinin, yapılan yemeği test ederken düştüğü içler acısı durumdur. sırf marjinal olacam ayağına gidip elin fransız mutfağından abidik kubidik bir yemeği programda yapmaya çalışan sunucunun yediği haltın, konuğunuğunun başına patlamasıdır.
yemek sevis edilirken, konuk önceden kafasında tasarladığı gibi "hımmmm bu gerçekten harika. eve gidince hemen deneyeceğim." tribine kendini hazırlamıştır. çünki biliyor ki yemeği ağzına aldığı anda kameralar ve sunucunun gözü üzerinde olacaktır.
ve o an. kibarca çatal yemeğe batırılıp, bir lokma ağıza alınarak çiğnenmeye başlanır. çiğnedikçe ağızda dağılan o iğrenç kokuya rağmen suratını ekşitmemeye çalışan zavallının savaşı, sunucunun sesiyle bi an duraksar.
- nasıl beğendiniz değil mi?
+ hımm bu gerçekten harika.(gözler gitgide küçülmüş, buji meme yapmaya başlamıştır.)
lokmayı yutmakta zorlanırken yanda duran su, tek dikişte içilir ve vaziyet çaktırılmamaya çalışılır. gerçekten konuğun gösterdiği bu çaba takdire şayandır.
kişinin kilo aldığının kanıtı olan durum. zaten şimdiki tartıların da papuç kadar dili var. bik bik bik..
- kilonuz 72.634 kg dır.
+ tartı yanlış galiba. hem üstümdeki kıyafetler nerden baksan 12 kilo eder. kafadan atlet 2 kilo..
- tartı yanlış manlış değil. az yiyeydin de öyle tartılaydın.
+ aa tartıya bak. hem yanlış tart hem de..
- bak hala konuşuyo. bi de üstümde hala. bakacağına in aşağı civatalarımı kırdın.
orta yaş ve üstü her insanda ortaya çıkan "yaşlandık üstadım" dürütüsünü sömürerek geç yaşlanmayı vaad eden tekniklerle, insanları maddi ve manevi olarak sömüren tuzaklardır. ab ye girmeden kokoreçi yasaklayan bu para tuzağı tekniklerle, insanlara yaşamadan yaşlanma teknikleri uygulandığı aşikar.
günde 3 kilo salatalık ve ginko biloba basur riskini %70 azaltıyormuşmuş. e hadi bunu uyguladık, diyelim ki basur olmadık. ilerde kim şark çibanından ölmeyeceğimi garanti edebilir ki? üstelik bu lanet anti aging yüzünden kokoreçimi yiyemedim de cabası.
araştırmalarıma göre, yaşam koçuna ve ekiden koca karı ilaçları diye dalga geçilirken şimdi alternatif tıp adıyla sevimlileştirilen ilçlara verilen para kalp krizi riskini %48 arttırıyormuş.
neyse efendim sinirlendim yine yaşam koçumun önerdiği omega 3 ve papatya çayımı tüketme zamanım geldi.
eti puf un iştahla tüketilmesinin ardından yaşanılan doyumsuzlukla baş gösteren kutuya saldırma durumudur.. özellikle kakaolu eti pufun kutuda kalan granülleri, işaret parmağı ıslatılmak suretiye kutudan toplanır. inanıyorum ki 30 kutu eti puf ard arda yenilse dahi bütün kutular azimle temizlenir. geriye kalan boş kutu da, sinek ve türevi hayvanlara barınak olarak doğaya kazandırılır.
safiyane bir iyi niyet çabasıdır. suyun içinde boğulan ve yönünü bulmakta zorlanan adama yönünü bulması için atılmış olması muhtemeldir. hatta insaniyeti daha da tavan yapmış kişilerin vites kutusu da attıkları magazin basınından kaçmamıştır. ancak unutulmamalı ki can simidi atılmadığı takdirde bu çabalar sonuçsuz kalacaktır.
hatun kaldırmak için artık mekanik yollara başvurmanın zamanı geldiğini anlayan abazanın son çaresi. su ve hatun sıkıntısının tavan yaptığı günümüzde fabrikarlada sıkça endam eden forklift, hatun sıkıntısına da çözüm olacak mı? bunu şimdiden kestirmek çok zor. ama denemeye değer.
genel seçimin ardından geçen bir haftadan uzun bir süreye rağmen, parmağından seçim boyası çıkmamış olanlara "acaba bu adam hiç mi elini yıkamadı?" iç sesiyle yapıştırılan "kirli" etiketidir.
haklılık payı da yok değil hani.
bakıyorum adamın eline, sanki evinin musluğundan seçim boyası akıyor..parmağı hala izzet altınmeşe'nin beni gibi mosmor..tek ümidimiz bir sonraki seçimlere kadar bu boyanın geçmiş olması..yoksa bu gidişle vatandaşlık hakkını da kullanamayacak.