ufabulum albümündeki dark steering isimli parçayı senfoni orkestrası ile beraber de çalmış aşmış kişiliktir, adeta tek kişilik dev kadro dedikleri cinstendir.
mekanın küçük olması nedeni ile sıkıntı yaşayabilme olasılığımız olsa da shakesbeer ile çalsın infected, oynasın kızlar şeklinde eğleneceğimiz konserdir, konser günü için gençlerin kendi kendilerini dolduruşa getirmeleri tavsiye edilir.
Warrel Dane, King Diamond, Marty Friedman, Angela Gossow, Ihsahn gibi metal camiasının ünlü isimlerinin karakter seslendirmede rol aldığı anime dizidir. Daha ayrıntılı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Metalocalypse
Şehirle aynı ismi taşıyan Uppsala Üniversitesi yaklaşık olarak 35.000 öğrencinin öğrenim gördüğü bir üniversitedir. Uppsala şehrinde öğrenci olmayan kişiler bir nevi öğrencilere çalışıyor da denebilir.
SoC (System on a Chip) şeklinde yazılan, elektronik mühendislerinin aşina olduğu bir kavramdır. Bir bilgisayarın ya da herhangi bir elektronik devrenin bütün elemanlarını tek bir bütünleşmiş devreye (integrated circuit) (bu durumda chip) entegre etme olayına verilen isimdir. Bu entegre devre üzerinde dijital, analog, karma sinyaller ve radyo frekanslarının hepsi ile uygulamalar yapılabilir.
bir adam düşünüyorum bir kayanın üzerine oturmuş;bir adam düşünüyor bu adam:beni.Madem ki düşünüyorum öyleyse varım demiş Descartes;o zaman ben mi gerçeğim yoksa beni düşünen bu adam mı?
sözlükteki izmirli yazarlardan bazılarının en azından benim cumartesi yapılcak olan zirveden haberim olmayan entrydir.nerde,kaçta,nasıl yapılacağı açıkça belirtilmesi gereken bir konudur.
Fantasy role play'in kısaltılmış halidir FRP.
hem boş zaman eğlencesidir.hem de önemli işleriniz olduğunda o işleri ekip gidilebilecek dadından yenmez bir aktivitedir.
Dungeons&Dragons,Forgotten Realms,Call Of Cthulu,Vampire the Masquerade vs gibi tarzları olan çok sevdiğim oyundur.bir zirve olursa kaçırılmaması gereken,yanında Manowar ya da Blind Guardian dinlenmesi gereken aktivitedir.
son zamanlarda içinde bulunduğum,kalkıp sakalımı kesmeye üşendiğim dönemden bahsediyorsunuz sanırım.pek bakımsızlık denemez ona da üşengeçlik diyelim ortasını bulalım...
ingiltere'deki Salisbury Düzlüğü'nde eskiden dinsel törenler için kullanılan ve Kelt rahiplerinden oluşan bir sınıf olan Druidlere atfedilen büyük taşlardan oluşan bir çember vardır. Druiler'in bu taş çemberini kullanmış olması mümkünse de, başlangıcı ingiliz Adaları'ndaki Neolitik insanlara kadar uzanmaktadır. Keskiyle yontulmuş, düzgünleştirilmiş ve dışarıdan yerel bölgeye taşınmış, dik konumundaki 30 taştan (bunlardan halen 17'si ayaktadır) oluşan ve kavisli hale getirilerek dik duran taşlarin üzerine yerleştirilen lento(kiriş) taşlarını içeren ve böylelikle çember şeklinde kapı boşlukları oluşturan tek taş çemberdir. Stonehenge'in çemberi bölen ve yapının girişinden geçen ekseninin yaz dönencesindeki (21 Haziran) gündoğumuna doğru konumlandırılmış olması, buna karşılık, yakındaki irlanda'da yaklaşık olarak aynı zamanlarda inşa edilen Newgrange anıtının kış dönencesindeki (21 Aralık) gündoğumuna yöneltilmiş olması ilginçtir.
zamanında hatta şu anda dahil olmak üzere dünyada neler olup bittiğini anlatan okunması gereken bir kitap.bazı şeylere körü körüne inandığımızı gösteriyor...
King diamond'u sevmeme rağmen bir türlü o ciyaklamaya dayanamadığım,kötü sesini örtmek için kasan adam Mustaine.sevmek için çok uğraşmama rağmen arka arkaya 4-5 şarkısından fazlasını kaldırmıyor kafam...
24 Aralık 1945'te dünyaya gelen Ian Fraster, yani bizim tanıdığımız adıyla Lemmy Kilmister, müzikle ilk tanıştığında henüz dokuz yaşındaydı. Bundan üç dört yıl sonra Lemmy gitarını kaptığı gibi ilk grubu Rainmakers and Motown ile çalışmalara başladı.Black&The Rock in Vicarsr1; veya sonraki adıyla Vicars adlı ikinci grubunu kurduğunda ise henüz 19 yaşındaydı. Daha sonra sırasıyla Sam Gopal Dream ve Raga Rock adlı gruplarda çalan,Raga Rock grubuyla bir de Opal Butterfly adlı albüm çıkaran Lemmy'nin bir sonraki durağı ünlü grup Hawkwind olacaktı. Basçı eksikliği yüzünden gruba misafir sanatçı olarak alınan Lemmy, Hawkwind'in beş albümüne imza atmış ve grubun vazgeçilmez elemanlarından biri olmuştu.
Fakat Lemmy'nin Amerika - Kanada sınırında üzerinde uyuşturucu ile yakalanması Hawkwind'den atılmasına neden oldu. Kötü bir olay gibi görünen bu hadise aslında bir efsanenin, Motörhead'in temellerinin atılmasıydı.
Lemmy bu gelişmeden sonra Bastards adında bir grup kurdu. Menajerinin önerisiyle grubun ismi Lemmy'nin henüz Hawkwind'deyken yazdigi şarkinin adiyla degiştirilerek Motörhead oldu. Lemmy yanina Phlilty Animal Taylor ve Larry Wallis'i de alarak Motörhead'in ilk albümü On Parole'u 1976'da kaydetti. Ne var ki bu albüm ancak 1979'da yayınlanabilecekti. On Parole ile gördüğümüz kadarıyla grubun soundu klasik rock'n'roll temelleri üzerine oturmuştu ama klasik rock&rolldan çok daha hızlıydı.
Daha sonra Fast Eddie Clark'n gitarın başına geçip, Larry ile yolların ayrılmasıyla Motörhead'in efsanevi triosu oluşmuş oldu. Bu üçlü arka arkaya OverKill, Bomber, Ace of Spades ve Iron Fist adlı dört albümü yaptı. Sonuç tek kelimeyle mükemmeldi. Motörhead bu dört albümle ortalığı kasıp kavurdu. Bu dört ayrı klasik albümü birer veye birer buçuk yıllık aralıklarla yapmıştı grup, ve perfromansının en üst seviyelerindeydi. Grup bu albümlerle saf rock&roll'dan daha farklı bir tarza kaymıştı. Rock&Roll'dan hard rock'a uzanan bir tarzdı bu. Ayrıca grup sadece stüdyoda değil, sahnede de başarılıydı ve şu anda bile en iyi live albümlerinden biri olarak gösterilen No Sleep 'til Hammersmith 1981'de yayınlanmıştı.
işte tam grubun bu en verimli çağında Fast Eddie grubu bıraktı. Eddie'siz çıkan Another Perfect Day albümü yine aynı sounddaydı ama vasatı aşamamış bir albüm olarak çıktı fanların karşısına. Üstelik Fast Eddie'nin yerine Thin Lizzy'den gelen gitarist Brian Robertson konserlerde Motörhead klasiklerini çalmayarak fanların büyük tepkisini toplamıştı. Suyu iyiden iyiye ısınan Robertson, gruptan kısa sürede ayrılacaktı. Ama bundan sonra çıkan Orgasmatron ve Rock&roll albümleri Another Perfect Day kadar başarısız değildi.
Albümler arasında küçük farklar olmasına rağmen genelde bu yedi albümlük seride Motörhead'in tarzı rock&roll ve hard rock arasında gidip geldi. Sound rock&roll olmasına rağmen ilk iki albümde bile Motörhead klasik bir rock&roll grubu değildi. Bunda en büyük faktör ise tabii ki Lemmy'nin o eşi benzeri bulunmayan vokaliydi. Enstrümanlar klasik rock kalıplarında olmasına rağmen Lemmy'nin vokali müziği çok farklı noktalara götürüyordu. Zaten daha sonra Phill Taylor'un dediği gibi Motörhead ne hard rock, ne death metal, ne black, ne white metal değildi, heavy metal hiç değildi. Grup soundunu heavy rock olarak tanımlıyordu.
Motörhead'te köklü değişimler oluyordu. Another Perfect Day sonrası grubu bırakan Phill Taylor Orgasmatron albümünde Pete Gill'e ödünç verdiği bagetlerini Rock&roll albümünde geri alacaktı. Ayrıca Orgasmatron albümünde Motörhead bir geleneğini bozuyor, grup ilk kez üç kişiden dört kişiye çıkartılıyordu. Another Perfect Day'deki performans ve tavırlarıyla hem Lemmy'nin hem de fanların sabrını taşıran Brian Robertson yerine gruba iki yeni gitarist dahil olmuştu. Phill Campbell ve Wurzel adlı iki yeni gitaristin etkileri Orgasmatron'da pek belli olmasa da, Rock'n'roll albümünde kendini göstermeye başlamıştı. Rock&roll albümünü eline alan fanlar Orgasmatron albümünde yer almayan Phill Taylor'un gruba gelmesini büyük bir sevinçle karşıladılar. Grubun efsanevi bateristi yeniden evindeydi artık.Ve grubun en verimli kadrosu kurulmuş oldu. Oldu olmasına ama Rock'n'roll albümü yine o eski sounddaydı. Kimsenin buna itirazı yoktu aslına bakarsanız; ama ikinci gitar gereksizdi bu tarz için. Tek gitarla da çok rahat yapılabilirdi bu müzik, ikinci gitar çok fazla katkı sağlayamıyordu.
Lemmy de aynı şeyi düşünmüş olacak ki Rock&roll albümünden tam dört yıl sonra çıkan 1916 albümüyle birlikte fanlarına çok büyük bir sürpriz yapmıştı. Artık Motörhead orta evresini tamamlamış, bir sonraki evreye geçmişti 1916 albümüyle. Eski Motörhead'ten çok aşırı farklı olmasa da yine de farklıydı bu tarz. Bir kere ikinci gitar çok güzel oturtulmuştu artık sounda. Motörhead'in heavy rock tanımlaması da işte tam bu sırada geldi Phill Taylor'dan. Son derece melodik bir hard&heavy albümüydü karşımızdaki. içinde rock'n'roll'dan heavy metale, blues'dan hard rock'a kadar birçok öğe taşıyordu bu albüm ve sonuç tek kelimeyle mükemmel olmuştu.
1916'dan sonra çıkan March or Die ve Bastards albümleri (Lemmy'nin içinde kalmış olacak ki albümün adını Bastards koydu) Philty Animal Taylor'un 1916'dan sonra gruptan geri dönmemek üzere tekrar ayrılmasına rağmen aynı başarıyı devam ettirdi. Bu üç albümlük seri gerçekten geçmişteki dört albümlük seri kadar başarılı olmasa da yine de bayağı başarılıydı.
Her çıkışın bir inişi vardır. Motörhead yine üç albümlük bir seriye giriyordu. Grubun dördüncü evresi, Sacrifice albümüyle birlikte başlamış oldu. Sacrifice, diğer albümler kadar başarılı değildi, ayrıca grup o melodik soundunu terkediyordu yavaş yavaş. Kısacası Sacrifice albümü vasatı aşamadı. Sacrifice'dan sonra gelen Overnight Sensation ve Snake Bite Love da Motörhead'in eski günlerini çok ama çok aratıyordu fanlarına. Bu arada Overnight Sensation'da Wurzel'in ayrılmasıyla grup yine üç kişi kaldı. Kaldı kalmasına ama Motörhead'in müziği iyice monotonlaştı. Melodi kayboldu. Fanlar arasında Fast Eddie ve Phill Taylor'u gruba geri isteyenlerin sayısı giderek çoğalmaya başladı. Snake Bite Love yine de çok kötü değildi ama dediğim gibi, eski Motörhead'i aratıyordu.Bence çok felaket bir albüm değildi ama ortada bir gerçek vardı ki Motörhead eski halinden çok uzaklardaydı. Bu üç albümlük evrede rock'n'roll ve blues etkileri kaybolmaya yüz tutmuş, dolayısıyla da ortaya sert ama yavan bir sound çıkmıştı. Melodik parçalar azınlıktaydı ve açıkçası grubu sadece Lemmy'nin o efsanevi sesi , bası ve karizması götürüyordu.
işte tam bu başararısızlıklar üzerine çıkan Everything Louder than Anyone Else adlı çift cdlik konser albümü bir anda tüm başarısızlıkları sildi süpürdü. Konser albümü anlaşılmaz bir biçimde başarılıydı.
Üstte saydığım Motörhead'in belli başlı dört evresi mükemmel bir biçimde yansıtılmıştı. Ama bu, başarısızlıkları görmemezlikten gelme olarak anlaşılmamalı. Motörhead bu dört evrenin parçalarını o kadar güzel kaynaştırmıştı ki birbirine, o vasatı aşamayan albümlerin vasat şarkıları bile birer hard&heavy klasikleri olarak çıkıyordu karşımıza. Lemmy de "Motörhead ölmedi, hâlâ ayakta" dercesine ve bir geri dönüşü müjdelercesine albümün hemen başında Alman seyircilere We are Motörhead, and we're gonna kick your ass diye haykırıyordu.
Gerçekten de Lemmy sözünü tuttu. Konser albümünde verdiği mesajı yerine getirdi Lemmy. Motörhead'in son albümünün adı "We are Motörhead" "biz buradayız, ölmedik" dercesine. Albümün ilk parçası See me Burning güzel bir hard'n'heavy örneği. Grubun dördüncü evresine yakın ama o tarzdan kat kat üstün bir parça. ikinci parça Slow Dance de birinciye sound olarak benzeyen güzel bir parça. Üçüncü parça Stay out of Jail gerçekten çok güzel bir rock klasiği. Gelelim dördüncü parçaya. God Save the Queen. Parça, Sex Pistols'un bir klasiği ama siz bence bu parçayı bir de Motörhead'in yorumuyla dinleyin. Kesinlikle albümün en büyük sürprizlerinden biri, MÜKEMMEL!!! Parça, Lemmy'nin korkunç bir kahkasıyla başlıyor. Lemmy de bu arada Sex Pistols'un ağzından da olsa bayağı bir giydirmiş ingiltere kraliyetine ve aslında düzene. Beşinci parça Out to Lunch albümün en başarılı parçalarından. 1916 ve hatta daha öncesi dönemini anımsatıyor Motörhead'in. Son derece melodik, sert ve hızlı, anlayacağınız tam bir Motörhead parçası. Altıncı parça Wake the Dead ise kesinlikle Orgasmatron 2 olarak adlandırılabilirdi. Orgasmatron (albüm değil, parça) tarzı bir parça, Orgasmatron'un nasıl bir parça olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Yedinci parça One More Fucking Time ile Motörhead, 1916'daki başlattığı geleneğini bozmamış, yine bir balada yer vermiş.Sekizinci parça Stagefight / Crash and Burn, güzel bir heavy rock parçası. (Wearing Your) Heart on Your Sleeve ise albümün en vasat parçası. Genel olarak Overnight Sensation veya Sacrifice albümlerinin tarzına yakın. Finalde "biz size rock&roll'u getireniz, biz sizin kalplerinize güç vereniz, biz sizin geçmişinizden gelen geleceğiniz, biz gecenin içindeki alev, çöp kutusunun içindeki kıvılcımız, biz Motörhead'iz, bizim sınıfımız yok..." Parçanın adı, tahmin ettiğiniz gibi "We are Motörhead". Gerçekten kelimelerle anlatılacak bir parça değil. Yukarıda sözlerinin hepsi yok, bulup okuyun derim, adamlar işte biz buradayız diye haykırıyor parçada. Parça, Ace of Spades ve OverKill'dekine çok benzer bir bass rifiyle açılıyor ve We are the Road Crew'deki gibi son derece hızlı bir tempoyla başlayıp bitiyor. Motörhead'in o en başarılı dört albümünü çıkardığı zamanlardan kopup gelen bir parça, gelecek için de çok kuvvetli sinyaller veriyor.
1985'de Danimarkalı grup Mercyful Fate'in dağılması sonucu solisti King Diamond kendi adıyla aynı cizgide müzik yapan grubu kurdu.Eski grubun satanist, okültist ve dini sorgulayan yapısını temel alan yeni grubunda gitarlarda Andy Larocque ile Pete Blakk, bassta Hal Platino ve davulda Snowey Shaw yer alıyordu.Ve oldukça başarılı calismalar ortaya koydular.ilk albumleri "Fatal Portrait" ile büyük bir başarı elde eden grup müzikal açıdan kaliteli bir çizgi yakalamıştı ve sahnede basit teatral gösterilerle şarkılarını canlandırıyordu.Sonradan yayınlanan Abigail'de de benzer cizgiyi devam ettirdi.
Üçüncü calisması Them'de Abigail gibi konsept bir çalısmaydı.King Diamond kendi cocuklugundan yola cıkmıstı ve böylece gerçek olabilme potansiyeli taşıyan bir senaryoyu seslendirmişti.Daha sonra çıkan üç albumuyle King Diamond başarılarını devam ettirdi ve Teatral Heavy Metal ile konsept özellikler içeren Progressive Metal e örnek olan kaliteli çalısmalar ortaya koydu.Karmaşık katmanı, armonik yapıları, Andy Larocque'un mukemmel gitar teknigi ile öne cıkardıgı ritim ve sololari, ana konunun etrafinda gelişen yan konuların yer aldıgı hikayeleriyle King Diamond gerçekten örnek çalışmalar yaptı ve ismini geniş kitlelere duyurdu.
Neo-Klasik metal müziğinin usta gitar virtüözü Jason Becker 22 Temmuz 1970 tarihinde dünyaya geldi. Henüz 5 yaşındayken gitar ile tanışan ünlü virtüöz, hem babasının hem de amcasının birer gitarist olmasının etkisiyle gitarı seri bir şekilde öğrenerek genç yaşta harika bir müzisyen haline gelmişti. Jason 16 yaşında teknik bir virtüöz ve gitar dahisi olarak ün kazanmayı başardı. Yüksekokul da okurken Marty Friedman ile tanıştı. Her ikiside benzer müzikal zevklere ve olağanüstü müzik yeteneğine sahipti. Bu ikili Cacophony adlı Speed Metal grubunu kurduklarında Jason henüz 17 yaşındaydı. Cacophony grubu olarak "Speed Metal Symphony" (1987) ve "Go Off!" (1988) olmak üzere 2 albüm yaptılar. "Speed Metal Symphony" albümü o güne kadar yapılan en akılalmaz, hızlı, karışık ve melodik gitarlarla bir başyapıt olarak metal müzik piyasasına damgasını vurmuştu. Ancak 1988 yılındaki "Go Off" albümü ticari başarısızlıkla sonuçlanmış ve Cacophony grubu dağılmıştı.
Jason aynı sene tamamen agresiflik barındıran, klasik müzik etkili (bilhassa Paganini etkileri taşıyan) "Perpetual Burn" adlı solo albümünü yayınladı. Sweep picking tekniği, uyum ve kontrpuan Jason'ın damgasını vurduğu stildi. 1990 yılında David Lee Roth'un grubundan teklif alan Jason 1991 yılındaki "A Little Ain't Enough" albümünde grupta yer almıştır. Bu albüm çoğu kimse tarafından David'in en iyi albümü olarak gösterilmektedir. O yıllarda Jason müzik kariyerinin zirveye ulaşmıştır ta ki ALS (Amyotrophic Lateral Sclerosis) ismindeki korkunç hastalığa yakalanana kadar... Doktor tarafından konulan teşhiste Jason'ın en fazla 5 yıl yaşayabileceği belirtilmiştir. ALS hastalığının onun gitar çalma yeteneğini, konuşma ve yürüme gibi işlevlerini çabukca elinden almasına karşın, bazı müzisyenlerin de yardımıyla 1996 yılında Perspective albümünü yayınlamıştır.Perspective albümündeki şarkıları yazarken ki durumunu şu sözlerle anlatmıştır:
primal: bu parçayı kendi evimde 8 kanallı mixerimde kaydettim. yorgun hissediyordum, parçayı çalarken kollarım titriyordu.
rain: yağmurlu bir günde arkadaşımın evinde kaydettim. bu parçayı yaparken ilk defa hastalığımı hissettim. sol baldırım uyuşuktu.
end of the beginning: sağ elimde hala biraz güç vardı. bazı bölümlerini çalabildim.
blue: bu parçayı yaparken bir otel odasındaydım. fakat sol bacağımdaki uyuşukluğun aynısı sol elimde vardı artık. topallamaya başladım.
life and death: parçanın adı düşüncelerimi anlatıyor.
serrana: cacophonyde çalıyorken oluşmuştu. bu parçayı kız arkadaşım için yapmadım, adı güzel olduğu için bu parçanın adını serrana koydum.
meet me in the morning: zayıflığım yüzünden kötü çalmak istemiyordum. sağ elim titriyor, sol elim yavaşlıyordu. parmağımla vibrato yapamıyordum, hep tremolo bar kullandım ve memnun oldum. kısıtlamalar bazen yaratıcılığı artırıyor. hızım ve kontrolüm tamamen gitmişti.
bu albümün kaydından sonra gözleri ve göz kapakları dışındaki bütün çizgili kasları iptal olan becker in evine gözleriyle yazı yazabileceği bi klavye gelir. ilk yazdığı şey: "show me how to make music"
Gitar çalamayacak durumda olan ve ailesinin yanına taşınan müzisyen hem ailesinin hem de dostlarının yardımıyla bilgisayar kullanarak ve diğer müzisyenlerle beraber 1999 yılında "The Raspberry Jams" ve 2003 yılında da "The Blackberry Jams" albümlerini çıkarmıştır. Usta gitaristin hastalığı 1997 yılından beri herhangi bir ilerleme göstermemektedir. Bu ise ALS hastalığında ender görülen bir durumdur.
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası, 1920-1923 döneminde birinci B.M.Mde milletvekilliği, 3 Mayıs 1920de Vekiller Heyetinde Adliye Bakanlığı yapan ve 26 Eylül 1930'da Adanada Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kuran Abdülkadir Kemali Bey'dir.
Partisinin kapatılması üzerine 1931'de Suriye'ye kaçan babasının yanına ailece gidince, orta son sınıftaki öğrenimini yarım bıraktı. Daha sonra burada bir basımevine işçi olarak girdi. Bir yıl kadar Suriye ve Lübnan'da kaldı. 1932'de Türkiye'ye dönünce, Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu yaptı. 5 Mayıs 1937'de evlendi. Nisan 1938'de kızı Yıldız doğdu. Aynı günlerde Niğde'de askerlik görevine başladı. Burada,yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik suçundan yargılanarak, 27 Ocak 1939'da beş yıla hüküm giydi Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa Cezaevi'nde Nazım Hikmet'le tanıştı.
26 Eylül 1943'te tahliye olunca Adana'ya döndü. Karataş'ta toprak taşıma işinde bir ay amelelik yaptı. 14 Nisan 1944'te Devlet Demiryolları'nda muvakkat hamal olarak çalıştı. Aynı yılın Hazira'nın da Güzel izmir Nakliyat Ambarı'nda iş buldu. Bir sure sonra bu işten de çıkarıldı.
1945 yılı yazında Kilis'e giderek, kalan 35 günlük askerlik görevini tamamladı. Çorum'a sürgüne gönderildi. Babasının, dönemin başbakanı Recep Peker'e telgraf çekmesi üzerine, 26 Ekim 1946'da bırakıldı. Adana'ya dönünce sebze nakliyeciliği, Verem Savaş Derneği'nde katiplik yaptı. Bir süre sonra işsiz kaldı.
17 Nisan 1950'de ailece istanbul'a yerleşti. istanbul'da geçimini yazarlıkla sağladı. 7 Mart 1966'da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Hücre çalışması ve komünizm propagandası yaptıkları gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi'ne gönderildi. 7 Nisan'da Türk Edebiyatçılar Birliği, Gen-Ar Tiyatrosu'nda 30. sanat yılı nedeniyle bir jubile düzenledi. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaptı. Bilirkişice verilen suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı hususundaki rapor üzerine 13 Nisan 1966'de serbest bırakıldı. 17 Temmuz 1968'de bu davadan beraat etti.Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği Sofya'da, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970'te öldü.
Flamenko'nun en büyük gitaristlerinden Paco de Lucia, ya da gerçek adıyla Francisco Sanchez Gomez, 21 Aralık 1947'de ailesinin 5. erkek çocuğu olarak ispanya'nın güney Endülüs bölgesindeki bir liman kenti olan Algeciras'da dünyaya geldi. Amatör bir gitarist olan babası Antonio Sanchez, Paco'yu ve kardeşlerini genç yaşta teşvik etti ve Paco 5 yaşında sıkı bir çalışma içine girdi. Sahne adını annesi Lucia Gomez'in anısına de Lucia olarak değiştiren Paco, ilk performansını 1958'de yerel bir radyo olan Radio Algeciras'da kardeşi Pepe'nin söylediği şarkılara eşlik ederek gerçekleştirdi. Ertesi yıl Jerez de la Frontera'da prestijli bir gitar yarışmasını kazandı ve 1961'de ilk kaydını yaptı.
1963'de, dansçı Jose Greco'nun grubuna girdi ve değişik ülkelerde konserlere katıldı. New York'da kendisini Niño Ricardo ve Mario Escudero gibi etkileyenlerden biri olan virtüoz gitarist Sabicas'la tanıştı. ispanya'ya dönüşünün ardından 1964'de ailesiyle birlikte Madrid'e taşındı; ertesi yıl Ricardo Modrego ile 2 albüm yaptı ve "Festival Flamenco Gitano" festivaline katıldı. 1966'da gitarist kardeşi Ramon de Algeciras ile 3 albüm yaptı.
1967'de ilk solo albümü La Fabulosa Guitarra de Paco de Lucia'yı çıkardı. 1968'de 2. solo albümü "Fantasia Flamenca" ile kendi stilini yansıttı. 1970'de ünlü Carnegie Hall'da çaldı ve 1972'de etkileyici gelişimine "El Duende Flamenco" ile devam etti ve ertesi yıl Fuente y Caudal albümü özellikle "Entre Dos Aguas" parçası ile uluslararası anlamda dikkat çekti. 1976'da Almoraima ile çığır açarak yoluna devam etti; 70'lerin sonlarında jazz fusion'a ilgi duymaya başladı ve Al DiMeola'nın 1977'deki Elegant Gypsy albümündeki performansı saf-flamenkocuların tepkisini çekti.
Paco de Lucia ateşli bir flamenko hayranı olan klasik besteci Manuel de Falla'nın anısına, Jorge Pardo ve Rubem Dantas tarafından kurulan Dolores grubu ile bir albüm kaydetti. Ertesi yıl fusion gitarist John McLaughlin ve Larry Coryell ile birlikte akustik bir trio albüm olan Castro Marin'i kaydetti.
Paco de Lucia en geniş Amerikan dinleyici kitlesine 1980'de, başka bir virtüoz üçlü olarak John McLaughlin ve Al DiMeola ile Friday Night in San Francisco albümü ile ulaştı. Daha sonra 1982'de çıkardığı Passion, Grace and Fire ile caz hayranları arasında popüler oldu. Aynı yıl Chick Corea'nın Touchstone albümünde bulundu. Caz dünyasına bu dalışına ek olarak, vokalde kardeşi Pepe de Lucia, gitarda yine kardeşi Ramon de Algeciras, elektrik bas gitarda Carlos Benavent, flütte Jorge Pardo ve perküsyonda Rubem Dantas ile bir altılı oluşturdu. Bu çığır açıcı grup 1984'de Live...One Summer Night albümüne imza attı.
1986'da Juan Manuel Canizares ve José Maria Banderas ile bir üçlü oluşturdu ve 1990'a kadar onlarla çaldı. 1987'de kariyerini tanımlayan albümü olan ve kendi stilini özetleyen Siroco'yu kaydetti. 1990'da Endülüs ve Kuzey Afrika arasındaki müzikal bağları ortaya çıkaran Zryab albümü için, oluşturduğu altılıyı tekrar canlandırdı.
Paco de Lucia, klasik müziğe ani bir hamle ile girerek Rodrigo'nun efsanevi Concierto de Aranjuez'ini itinayla öğrendi ve 1991'de "The Orquesta de Cadaques" ile kaydını yaptı. Kayıtlar sırasında Rodrigo da yer almış ve Paco'nun performansı için "hiç kimse bestemi bu kadar tutku ve yoğunlukla çalmamıştı" demiştir.
1993'de Live in America, Lucia'nın altılısını tarihe geçirdi. 3 yıl sonra John McLaughlin ve Al DiMeola ile yeni bir albüm olan Guitar Trio ve dünya turu için tekrar bir araya geldi. 1998'de altılı grubunu yediliye genişletti ve annesinin anısına Luzia albümünü kaydetti.
Babasının ve kardeşi Ramon de Algeciras'ın Paco de Lucia üzerinde çok önemli etkisi olmuştur. "Bir flamenko gitaristinin eğitim zemini çevresindeki müziktir, gördüğünüz insanların yaptığı müziktir, müzik yaptığınız insanlardır. Müziği ailenizden öğrenirsiniz, arkadaşlarınızdan öğrenirsiniz. Sonra teknik üzerine uğraşırsınız... Anlamalısınız ki bir çingenenin hayatı bir anarşi hayatıdır. Bu yüzden flamenkonun yolu disiplin olmayan bir yoldur. Biz varolanları aklımızla organize etmeye çalışmayız, keşfetmek için okula gitmeyiz. Sadece yaşarız.... müzik hayatımızın heryerindedir." diyor efsane gitarist.
Flamenko'nun en büyük gitaristlerinden Paco de Lucia'nın keşifleri sayısız; pek çok geleneksel formun sınırlarını melodik, armonik, ritmik ve teknik bakımdan geliştirmesiyle pek çokları tarafından modern flamenkonun babası kabul ediliyor. Bir caz gitaristin seviyesiyle kutsanmış virtüozluğu ile Lucia, bu aleme ender akınlardan birini yaptı ve aynı zamanda pek çok müzikal formu kendi stiline dahil etti. Buna ilaveten de Lucia flamenkoda enstrümantalistin rolünün değişmesine yardım etmiş oldu; önceleri yalnızca birkaç gitarist eşlik ettikleri şarkıcı ya da dansçıların yanında ikinci bir role sahip oldular, fakat de Lucia flamenkonun bir orkestra ile icra edilebileceği fikrine yardım etti ve popülerleştirdi.
Geleneksel formları zorlayarak kuralların dışına çıkarmasındaki cesareti ispanya'da saf-flamenkocular tarafından tepkiyle ve düşmanlıkla karşılandı, fakat yeni nesil flamenko hareketinin müzisyenleri üzerinde çok büyük bir etkisi oldu.
Paco de Lucia, kökünü kaybettiği ve flamenkonun özüne ihanet ettiği yolundaki şikayetlere kulak asmadı. Bir keresinde şöyle demişti: "Müziğimdeki köklerimi hiçbir zaman kaybetmedim, yoksa kendimi kaybederdim. Yapmaya çalıştığım şey; bir elimin gelenekte olması, diğerinin de flamenkoya yenilikler katmak için başka yerleri kazmasıydı. Kendimi kaybettiğimi düşündüğüm bir zaman oldu, ama şimdi değil. Şunu farkettim ki, eğer isteseydim bile, başka bir şey yapamazdım. Ben bir flamenko gitaristiyim. Başka herhangi bir şey çalsaydım bile, çaldığım şey yine flamenkoya benzeyecekti."
Heavy Metal'in büyük isimlerinden Ozzy Osbourne 3 Aralık 1948'de ingiltere'nin Birmingham kentinde dünyaya geldi. Gerçek adı John Osbourne olan "Ozzy", 1979'da Black Sabbath'tan ayrıldı. Davulda Uriah Heep'ten Lee Kerslake, basta Bob Daisley, gitarda Quiet Riot'tan Randy Rhodes, Ranbow'dan basçı Bob Daisley ve Uriah Heep'ten davulcu Lee Kerslake ile birlikte Blizzard of Ozz'u kurdu. ilk albümüyle oldukça büyük bir başarı elde eden Ozzy, sahne performansı ile de oldukça büyük ilgi görüyordu. Alice Cooper benzeri bir çizgide ilerliyor, gizemli ve ürkütücü sahnesiyle izleyicileri avcunun içine alıyordu.
1981 yılında Kerslake ile Daisley ayrıldı, davula Tommy Aldridge, basa da Rudy Sarzo geçti. Bu kadro ile Aleister Crowley'nin otobiyografisi üzerine kurulu olan ikinci albüm "Diary of a Madman" piyasaya çıktı. Ancak 1982 yılındaki turne devam ederken 25 yaşındaki gitarcısı Randy Rhodes bir uçak kazasında öldü ve Ozzy Osbourne psikolojik açıdan büyük bir yıkım geçirdi. Onun yerine geçen Bernie Torme ile turne tamamlandı. Turne sonrası gruba gitarda Night Ranger elemanı Brad Gillis katıldı.
1982 sonunda grubu yenilemeye karar veren Ozzy Osbourne, gitara Rough Cutt'in eski elemanı Jake E. Lee'yi, klavyeye Don Airey'yi, 1983 ortalarında da Aldridge'in yerine Carmine Appice'i alarak yola devam etti. Bu kadro ile yaptığı "Bark at the Moon", büyük bir başarı elde etti. 1984 yılında Appice ayrıldı ve Aldridge gruba geri döndü. Fakat giderek artan bir başarı elde eden Ozzy Osbourne, alkol sorunu yaşamaya başladı. 1985 yılında Airey ve Aldridge gruptan ayrıldı. Daisley ise sadece stüdyo kayıtlarına eşlik etmek üzere anlaştı. Bunun üzerine Osbourne, grubu başta Phil Soussan, davulda Randy Castillo ile takviye etti ve 1986 yılında "The Ultimate Sin" albümünü yayınladı.
Jake E. Lee 1987'de gruptan ayrıldı ve yerine genç bir müzisyen olan Zakk Wylde geçti. 1988'de "No Rest for the Wicked" albümünü yaptıktan sonra 1989-1990 yıllarını turnede geçirdi. 1991 yılında "No More Tears" albümünü çıkarttı. 1994 yılında Grammy ödülünü kazanan Ozzy Osbourne, 1995 sonunda "Ozzmosis" isimli son stüdyo albümünü yaptı, ardından gelen beş yılı konserlerle, konser albümleri ve toplama çalışmalarla geçirdi. Öte yandan Amerika'da şarkı sözlerinden dolayı mahkemeye verildi, ancak sonunda aklandı. Sansür kurullarının daimi hedefi olarak bu tip sorunları sürekli yaşadı, Tommy Aldridge, Randy Rhoads, Brad Gillis, Rudy Sarzo, Carmine Appice gibi rock dünyasının en büyük müzisyenleri ile çalıştı.
Özelliklerini ortaya çıkardığı gitarcılarından hemen hemen hepsi iyi örnekler sergileyen elemanlardı ve hepsi isim yapmayı başardı, ancak Ozzy Osbourne'dan ayrıldıktan sonra aynı başarı çizgisini yakalayamadılar. Ozzy Osbourne gerek şarkı sözleri, gerek müzikal yapısı, gerekse sahne dekor ve gösterileriyle rock'ın gelişiminde çok etkin bir rol oynadı ve klasikleşen albümlere imza attı.
Ozzy Osbourne, aile hayatını MTV'de yayınlanan ve izlenme rekorları kıran "The Osbournes" adlı sitcomda dünya ile paylaşıyor. Birinci sezonunu çok büyük başarıyla tamamlayan dizi için, 5 sezonluk ve 60 milyon dolarlık bir anlaşmaya yeni imza atıldı. Bütün aile deli. Evde küfürsüz laf edilmiyor. Ozzy peltek konuşması, titrek elleri ve zombi gibi yürüyüşü ile tatlı bir amcaya dönüşmüş durumda.
Rotting Christ'in izmir konserinden sonra çok geçmeden tekrar görüşeceğiz deyip tekrar gelmemesi...
aynı şekilde Manowar'ın da bir konser hadisesi olmuştu...
bizim bi tarafları kalmış tabir ettiğimiz insanlar olarak bilinen insanların biyografilerini anlatırken sıkça kullandıkları ikilemedir "... çok geçmeden arkadaşlar arasında en aranan isim olmuştum..."
kısacası ne için kullanılırsa kullanılsın iyi bir anlam içermeyen sevimsiz sözcük öbeğidir kendisi...