sesin benden çıkarsa
adımı bir sandala verirler
yaz olunca
bahçeyi konuşturan sarışın
beni bağırtan çayırlar
taşınca çocukların ayaklarından
yağmur ve pervaz beklesin
sesin benden çıkarsa
bakmakla yükümlü olduğum bu dağ
bakır yüzükler içinde
masal ve tütün saran parmaklar,
dokuzyüz elli altı doğumlu amcam
yüzünde tersane serinliğiyle
bekar ve uzun boylu beklesin
zaman bensiz yapamaz
elimdeki kadehi düşüren
sesin benden çıkarsa
toplan gidiyoruz, yerimiz dar
dönersek bir gün denizlenerek
kalbimde uyuyan hançer üzre
naftalin ve mermer beklesin"
ateş hırsızları söylencesi adlı kitabı henüz adsız bir şairken ödüller almış olan emirhan oğuz'Un bu kitabı 20 yıldır yeni baskı yapmıyordu. geçtiğimiz günlerde kırmızı yayınları tarafından yeniden yayınlandı. kitap çok özenli hazırlanmış. şairle yapılan oylumlu bir söyleşi mesele dergisi'nin 34. sayısında. ayrıca 31 ekim günü tüyap kitap fuarında belki de şairle ilgili ilk panel/söyleşi yapılacak. ahmet telli'nin yöneteceği panele şeref bilsel, onur behramoğlu, cenk gündoğdu, faris kuseyri, betül dürden konuşmacı olarak katılacak. emirhan oğuz'un sahalara dönmesi gerçekten müthiş bir şey.
sonra edebiyat, heves, edebiyat güncesi, üç nokta, mor taka gibi dergilerde şiirleri yayımlanan, kitap çıkarmamış şair. kün adlı şiiri 2007'nin en çok sevilen şiirlerinden biri olmuştu. aşağıda isyan adlı şiiri var.
isyan
inkârın soylu kanatları vardı ki onlar kırıktır
kaynayıp coşsam huruç büyüse dal dal
selam ederim kırık sabahlara
buğday yansa ekmekler mi esmerleşecek
kanasam kızaracak mı sular
selam olsun yıkılan kerpiç duvarlara
yakılan tarlalara selam olsun
kırılsa göçmenlerin kanadı
ağlamak mı düşecek payıma
ateşe hançer çeken yaşlarıma selam olsun
selam olsun kararan gözlerime
ihtilal günlerinden sabırlar devşiren sen misin
sen misin kuytularda inatçı mağlubiyetleri büyüten
kaç kerre gördüm ölülerin üşüdüğünü
ve dahi duydum kanadığını çınarların
yansam, alevden bir çelenk koysalar göğsüme
başım mavzere ayağım denize bakardı
geldim işte silerek hesabımı
övüyorum omzumdaki tüfenk ağrısını
dalgalar kabardıkça kabarıyor
mezar taşlarından isimler seçiyorum
bir utanç gibi uzuyor ömrüm
şafak gümbürdese
turkuvaz koksa denizden uzak şehirler
otlaklara zümrüt diyorsan eğer
her sözünü lanetliyorum
çürüyen dilim beni sars
yasak bir sevdayı anlatır hep türküler
patlamış nar çiçekleri acıkmış gök
tutundum dalınıza
kırılsa üzülecek mi ulu şehirler
bil insan!
koşar ayak geçtik
zeytin ve defne ağaçlarının altından
şelaleler ki yurdu saçlarımızı
acıtmazlardı sular gibi
koçlar bildik ve develer bildik
ve yemişler yedik özlenen ellerden
ey bağbozumlarının uslanmaz neşesi
şarapların bin yıllık tortusu ey
ne kadar uzakta kalsa da gelecektir
bir mülteci gibi yoksul şehrimizi kıskanan
sobanın üzerinde kurutulan çamaşır, sıkı sıkı örtülü camlar yüzünden havasızlık, sigara ve uyku kokar. yazın hayal edersin, dersin ki: kış gelince elimde kitabım, sobam hafif hafif yanacak, dizlerimde battaniyem olacak. heyhat bu şömine önü aristokrat pozu hiç gelmez. sen hep üşürsün. bir önceki kış da ertelemiş olduğun pencere kasalarının yaptırılması işte yine karşındadır. imansız soğuk her boşluğu doldurur. bu muydu yazın özlediğim dersin.
uzun tren yolculukları yaptığım günlerde ümitsiz ve kırgın memurlarla, beş parasız üniversite öğrencileriyle, satıp da dönüş parası yapacağı tek kuzusunu kucağında taşıyan köylülerle, askerlerle asker kaçaklarıyla, cebinde son yudumuna doğru aceleyle koştuğu şarabını komşularından kıskanan alkoliklerle, kuru ekmeğini yavan çayına banıp yiyen gerçekten bu ekmeği bölüşebilecek samimiyette neslinin son örneği ihtiyarlarla, yan koltukta oturan adamın uyumasını dört gözle bekleyen ya da yola çıkan uykunun hedefe ulaşması kolaylaştıran taşra cepçileriyle, her ay başka bir şehirde dilenen sapasağlam genç dilencilerle, kanun kaçaklarıyla, kanunları cemiyetin nizam bekçisi sayanlarla, treni merak edip pişman olanlarla yolculuklar yaptım. doğu ekspresi, güney van gölü, toros, meram...
hepsini özlüyorum şimdi. en çok ucuz ekspresler öğretir. çok geç anladım.