Lenin diyor ki; insanlar, gerçekte varolmamasına rağmen, normal, düzenlenmiş, yasal, kısaca: “anayasal” bir hukuk düzenini varmış gibi görmelerinden ibaret olan politik hataya anayasal hayal denir.
Yani Osmanlı’da bir söz var; "ananı siken kadı, kimi kime şikayet ediyorsun?"
Zevki zevkimle uyuşan naif bakışlarıyla etrafı büyüleyen ince beliyle kendisine baktırıp insanların libidolarıyla oynayan arzularını hoplatan tabiri caizse onları oya aydogan karşısındaki kemal sunal'a dönüştüren afet-i yektalardır.
Popüler felsefe dergilerinde ve gazete köşelerinde şu başlıkları görmüş olurduk: "Kant'tan küstah açıklama: Kant, kategorilerin kendinde-şey'e uygulanamayacağını söyledi."; "Hegel'den tokat gibi yanıt: Fichte ve Schelling'in çalışmalarını yetersiz bulup, Kant'ın '100 Taler' örneği karşısında çılgına dönen Hegel'den Kant'a tokat gibi yanıt geldi." vs.
Öncelikle gerçekçi tahlil metodundan yararlanarak "milli irade'" kavramının sosyolojik açıdan neyi ifade ettiğini saptamaya çalışalım. Seçimlerden sonra milli iradenin belirdiğinden söz edildiği zaman aslında kastedilen şey nedir? Her şeyden önce şunu sormak gerekir: Milletin iradesi olabilir mi? Millet, bilindiği gibi, geçmiş ve gelecekteki kuşakları içine alan soyut bir varlık, manevi bir kavramdır. irade ise, ancak akıl ve sinir sistemine sahip kişilerde bulunur. Fizik varlığı olmayan, yalnız halen yaşamakta olanları değil, fakat ölmüş kişileri ve henüz doğmamış çocukları da kapsayan soyut bir kavramın "iradesi" diye bir şeyden söz edilemeyeceği aşikardır. Bu bakımdan "milli irade" tamamen anlamsız bir deyim, sosyal gerçeklikle hiç ilgisi bulunmayan bir yapıntı, bir fiksiyondur.
Milletin iradesi olamayacağına göre, bir seçim veya halk oylaması sonunda ortaya çıkan şey, onun bugün yaşamakta olan bölümünü oluşturan "halk"ın iradesidir, denilebilir mi? "Halkın iradesi" saha somut bir deyim olmakla beraber gene de realiteye uymaz. Çünkü halk topluluğunu meydana getiren kişilerin oybirliğine yakın bir noktada birleştikleri farz edilse dahi, neticede ortaya çıkan, kişisel iradelerin bir toplamından başka bir şey değildir. Bu kişisel iradelerin toplamı dışında ve üstünde "kollektif" bir iradenin olduğu ileri sürülemez. Kaldı ki, burada teknik bakımdan "halk" sözünün kullanılması da doğru sayılmaz. Zira "halk" vatandaş kitlesinin tümünü ifade eder: Bu kitleye çocuklar ve kısıtlılar dahil olduğu gibi, medeni rüşte eriştiği halde seçmen yaşına gelmediği için oy kullanamayan oldukça geniş bir kitle de dahil olabilir. Şu halde seçimlerde fiilen iradesini açıklayan halk değildir, sadece "seçmen" niteliğine sahip olan vatandaşlardır. Nihayet bütün seçmen vatandaşların da sandık başına gitmediklerini ve bazen hayli yüksek oranda bir grubun şu veya bu nedenle oy kullanmadıklarını da unutmamak gerekir.
Son tahlilde seçimler sonunda beliren ne milli irade, ne genel irade, ne de halk iradesidir; sadece seçimlerde oy kullanmış olan seçmen çoğunluğun siyasal tercihidir. Kabuk etmek gerekir ki, "milli irade" ile "seçmen çoğunluğunun siyasal tercihi" arasında büyük bir uçurum vardır. Bu uçurum "milli irade" kelimesinin temelden yoksun olduğunu ve sadece metafizik bir kavrama, bir "efsane"ye dayandığını bize gösterir.
Siz sıkıntıdan onun profiline girip okuduğunuz uzun paragraflar arasından hoşunuza gidenleri açık oylarsınız fakat o sizin profilinize girip hiç bir yazıyı okumadan adeta karşılıklı beğeni misali umarsızca açık oylamaya başlar. Bu gerizekalılar gibi olmayın.
En değer verdiğiniz insanı öldürüp size hayatı zehir eden insanın ölüm haberini almaktır. insanlıktan çıkmanızı ve hislerinizi onun sayesinde kaybettiğiniz için hiçbir şey hissedemezsiniz.
"Nikahta ayakkabı üstüne basmanın kökeni Antik Roma geleneklerine dayanır. Ayağa basma evlilikteki egemenlik hakkına yorumlanır. Asıl kökeni ise damadın gelinin bir gün kendisinden kaçmasını önlemek için ayakkabısını yıpratması ve kaçamayacak duruma getirmesi inancının düğün esnasında uygulanmasına dayanır. Bizde çok yaygın olan nikahta ayağa basma batıda yerini başka bir inanca bırakmıştır. Batıda damatlar gelinlere onların evden gitmelerini kolaylaştırmamak için ayakkabı almazlar. Ayrıca Antik Roma’da suçlular ve köleler ayakkabı giyemezlerdi."
"Demokrasinin esas prensibi halkın, egemenliğidir. Ama milletin kendisini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır.
Eğer bu sağlanmazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir; çünkü halk övülmeyi sevdiği için güzel sözlü ama demagoglar, idarenin başına geçebilirler.
Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir; ama demokrasi ile eğitim ikiz kardeştirler.
O nedenle; eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse, o idare oligarşi olur."
"Hay Allah! ellerinin de ayaklarının da
Kafanın da kıçının da senin oldukları açık;
Ama sevine sevine zevkine vardığını tüm bu şeyler
Bu yüzden daha mı az benim?
Eğer altı damızlık atın parasını verirsem,
Onların güçleri benim güçlerim olmaz mı?
Dörtnal giderim ve kodaman bir beyim ben,
Sanki yirmi dört ayağını varmış gibi." (Goethe - Faust)
...Goethe’nin parçasını açıklamakla başlayalım:
Para sayesinde benim için olan şey, ödeyebildiğim yani paranın satın alabildiği şey, ben kendimim, para sahibi olan ben. Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri benim niteliklerim ve özsel güçlerimdir; onun sahibi olan benim. Ne olduğum ve ne olabileceğim demek ki hiç de benim bireyselliğim tarafından belirlenmemiştir. Ben çirkinim, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki ben çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, itici gücü, para tarafından yok edilmiştir. Bireyselliğim bakımından ben kötürümüm, ama para bana yirmi dört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para en yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir, para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır; bunun sonucu beni dürüst sayarlar; ben kafasızım ama para her şeyin gerçek tinidir, nasıl olur da sahibi kafasız olabilir? Üstelik para tinsel erk sahibi insanları satın alabilir ve kafa adamları üzerinde erklik sahibi olan kişi, kafa adamından daha tinsel erk sahibi değil midir? Para aracıyla bir insan yüreğinin özlediği her şeyi yapabilen ben, tüm insanal güçlere sahip değil miyim? Öyleyse benim param benim tüm yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?”
Bunun nedeni büyük ölçüde Emperyalist Nazilerin savaş makinesinin sürekli olarak Türkiye'den gönderilen Bakır ve Krom cevherleriyle beslendiği (meşhur 'Tiger' tanklarının yapımına başlanmasından sonra -Tiger'in ağır zırhı, büyüklüğü gibi nicel ve nitel özellikleri daha fazla cevhere ihtiyaç doğurmuştur- bu ticaretin daha da yoğunlaştığı bilinir) ve Nazilerin Türkiye'de "Turancı-ırkçı" kesimlerle "anti-komünizm" temelinde sıkı ilişkiler kurup milyonlarca mark hibe etmiş olmasıdır. SSCB işgalinin başlandığı 1941 tarihinden itibaren, tam olarak dört yıl boyunca, Nazi savaş makinesinin ihtiyacı olan metal cevherlerinin yüzde 80'i Türkiye tarafından karşılanmıştır. Hem Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında, hem de ikinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'deki Krom, bakır ve demir cevherlerinin en büyük alıcısı Almanya ve Alman Çelik Tekeli Krupp olmuştur (Krupp, I. G Farben ile birlikte Nazi Partisinin en büyük finansörlerinden birisidir ve "Mustafa Kemal'in Bankası" olan Halk Bankası ile de sıkı ilişkilere -Deutsche Bank üzerinden- sahip olmuştur).
Hitler'in (ve Alman emperyalizminin) Türkiye'yi ve dünyanın geri kalanını sömürgeleştirememesi sözde "pro-Türk" Alman kurmaylarının rolünden çok sıranın gelmemesi meselesi var. Hitler ve başında bulunduğu Alman emperyalizmi SSCB'yi sömürgeleştirebilseydi bırakalım Türkiye'yi tüm dünyayı ele geçirmeyi planlıyordu ki her emperyalist devletin gönlünde yatan aslan budur. Kaldı ki Alman emperyalizmi uygun zaman geldiğinde Türkiye'yi sömürgeleştirmek için bütün planlarını en ince ayrıntısına kadar hazırlamıştır: https://www.youtube.com/watch?v=oVCUubUH9yU
Kaldı ki Hitler'in gözünde Alman ya da en azından Avrupalı beyaz ırktan olmayan herkes, özellikle de Asyalı halklar alt-insandır, bunların hakettiği tek şey Alman emperyalizmi için kölelik yapmaktır. Naziler taktik olarak Alman emperyalizminin pan-islamizm, pan-türkizm vb. gerici akımları kaşıma ve kendi amaçları doğrultusunda kullanma politikasını pek çok durumda devam ettirmeye çalışmıştır ama bu bizim dincilerin ve kafatasçıların sandığı gibi Hitler'in Müslümanları ve Türkleri çok sevdiğini kanıtlamaz. Olsa olsa onları aptal yerine koyduğunu kanıtlar.
Nazilerin "Irk Bilimcisi" Hans Günther'in "Irksal Haritalandırması" var: http://www.theapricity.com/earlson/reeh/
Türkler "Asyatik ırklar" arasında kategorize edilmiş. Bu durumda Türkler de "aşağı ırk" statüsünde oluyor.
Büyük felsefecilerin kadınlar konusunda söyledikleri çok şey oldu. Bunların çoğu aşağılayıcı nitelikteydi.
Platon ve Aristo'nun kadınlara bakışı
Timaios'un sonuna doğru, Platon evrenin oluşumu konusunda konuşurken, şu inciyi sundu:"Hayvanlar konusuna gelince, şunlar söylenebilir. Dünyaya gelen erkeklerden korkak ya da dürüst yaşamayanların bir sonraki kuşakta kadın doğasına dönüştükleri varsayılabilir.
Dürüst olmak gerekirse Platon'un bazen daha eşitlikçi görüşler dile getirdiği belirtilmelidir. Devlet'te kadınlar ve erkeklere aynı eğitimin verilmesini ve onlar için eşit olanaklar yaratılmasını savunur ve dogal yeteneklerin iki cinsiyet arasında benzer şekilde dağıtıldığını öne sürer, ama 'sonuçta kadınlar daha zayıf ortaklar" olduğu konusunda bizi uyarmayı ihmal etmez.
Aristo da kadınların erkeklerden aşağı oldukları görüşündeydi. Bu görüşünü açıkça söyledi:"Acıktır ki, ruhun bedeni yönetmesi, zihnin ve ussal öğenin tutkuyu yönetmesi doğal ve uygundur. Doğal olarak erkek üstündür ve kadın daha alt kademededir; birii yönetir öteki yönetilir.
Schopenhauer: Kadınlara Dair
Erkeklerin akılcı, kadınların ise tutkucu oldukları bu nedenle, kadınların ikinci sınıf insanlar oldukları görüşü, felsefe alanında sıkça ortaya çıkar. Ama bu hiçbir yerde Alman felsefeci Arthur Schopenhauer'in ki kadar değildir.
Schopenhauer denemesinin iceriginin daha giriş kısmında Fransız yazar Jouy'dan bir alıntı yaparak belli eder:"Kadınlar olmasa hayatımız yardıma muhtaç başlar, haz olmadan devam eder ve avuntudan yoksun olarak biterdi." Schopenhauer, bunun kadının işlevini ve değerini tam gösterdiğini düşünür.
Schopenhauer denemesinin devamında, kadınların erleklere göre daha az akılcı olduğunu; önemli şeylere göre önemsiz olanları sectiklerini; hak ve doğruluk duygusuna sahip olmadıklarını; içgüdüsel olarak kurnaz ve düzeltilemez ölçüde yalancı olduklarını; büyük sanat yaratmak bir yana, onun değerini anlamaktan yoksun olduklarını; ve bunun gibi daha nicelerini dile getirir.