ilk yarısı keçiörengücü’nün istediği gibi geçen, ikinci yarısı hatay’ın çok baskılı başladığı maç.
bir de barbaros çıdal‘ın hatay’da sevgilisi var galiba, hatay maçlarını hep o anlatıyor.
• o arabanın tepesine oturup, eskimiş paltolarımızla, delinmiş botlarımızla, içerek, sürekli birbirimizle tartışarak, zavallı ve bazen yetenekli insanlar olarak, var olduğumuzu düşündüm. varız ve var olacağız. her şeye rağmen, bütün memnuniyetsizliklere rağmen. bir de yegane doğru yolun, hataların, hayal kırıklıklarının ve umutların yolu olduğunu düşündüm.
-mekân, zaman gibi unutkanlık getirir ve bunu bir insanı tüm ilişkilerinden koparıp onu özgür ve aslına dönebilecek bir duruma getirerek yapar ve gerçekten de bir anda ayrıntılara meraklı ya da ilkelerine bağlı birini bir serseriye dönüştürebilir.
-zamanı böylesine savurup barbarca harcamak asya tarzıdır.
– hastalık yaşamın ahlaksız bir biçimiydi. peki, yaşamın kendisine gelince, o neydi? maddenin enfeksiyonlu bir hastalığa tutulması mıydı? yoksa, maddenin nedensiz oluşumu denen olgu, yalnızca bir hastalık ve madde olmayanın bir öfkesi miydi? kötülüğe, zevke ve ölüme doğru atılan ilk adım bilinmeyen bir sızmanın uyarısıyla ruh yoğunluğunun ilk kez artması ve maddeye geçişin başlangıcı olarak yarı zevk yarı da savunma bağlamında, dokunun patolojik olarak çoğalmasıyla atılmıştı; bu ilk günahtı. ikinci nedensiz oluşum, organik olmayandan organiğin doğuşu, bedenselin bilinçliliğe doğru kötü yükselişiydi; organizmadaki bir hastalığın kendi varlığını büyüleyici bir biçimde yüceltmesi ve kaba bir biçimde vurgulamasında olduğu gibi. yaşam ise, onurunu yitirmiş ruhun macera dolu yolunda atılan bir sonraki adımdan ve maddenin, onu uyandıran her ne ise, o şeye karşı duyarlılık kazanması ve onu kabullenmeye hazır oluşundan öte bir şey değildi.
-insanoğlu, her ne kadar varoluşunun genel ve kişisel olmayan, genel ve geçerli temellerini kesin bir olgu gibi alır ve bunu doğal karşılarsa da, yaşamını bireysel yaşayamaz, bilinçli ya da bilinçsizce çağının ve çağdaşlarının yaşamını da yüklenir ve bizim hans castorp gibi, bunları irdelemeye hiç niyeti yoksa, ahlaksal açıdan iyi durumda olmasından kaynaklanan eleştiri eksikliği nedeniyle biraz zarara uğradığını sezmesi olasıdır. böyle bir insanın gözünün önünde, kendisini büyük işler peşinde koşmaya iten dürtüyü harekete geçiren kişisel amaçlar, hedefler, umutlar ve tasarılar uçuşmaya başlar ama çevresindeki kişisel olmayan yaşam ve tüm canlılığına karşın zaman, ona umut ve tasarı sağlayamıyor, işlerin aslında umutsuz olduğuyla ilgili gizli ipuçları veriyorsa ve zaman, nasıl ortaya konursa konsun, yalnızca kişisel olmayan işlerin ve görevlerin kesin amacıyla ilgili her tür bilinçli ya da bilinçsiz soruyu boş bir suskunlukla yanıtlıyorsa, bu durumun, özellikle dürüst biriyse, ahlaksal ve ruhsal kanallardan ilerleyerek o kişinin bedensel ve doğal yaşamının üzerinde engelleyici bir etki yaratmaması olanaksızdır. içinde yaşadığı zaman, nedenine doğru dürüst bir yanıt vermemesine karşın bir insanın, kendisinden beklenenleri aşan büyük işlere kalkışması için kişiliğinde ya bir tür ahlaksal soyutlanma ya da ivedilik olan az bulunur bir kahramanlık ya da sıra dışı bir canlılık olması gerekir. hans castorp’ta bu ikisi de söz konusu olmadığına göre, onurlu bir biçimde de olsa sonuçta sıradandı.
irvin d. yalom'un tam adı spinoza problemi- nazi subayının paradoksu olan müthiş kitabı.
-insanın kendi adına düşünmek hakkına müdahale eden bütün geleneklerin sona ermesini istiyorum.
-mantığı dışarıda bırakan münakaşalar için müsait değilim.
-spinoza şöyle devam ediyor; eğer özsaygınız çoğunluğun sevgisine dayanıyorsa, o zaman hep kaygılı olursunuz çünkü bu tip sevgi değişkendir. buna ‘boş özsaygı’ diyor.
-açıklama yatıştırır. belirsizliğin verdiği acıyı dindirir. antik çağ insanları hayatta kalmak istiyorlar, ölümden korkuyorlardı, çevrelerindeki birçok şeye karşı çaresizdiler ve açıklama kontrol hissi ya da en azından yanılsaması sağlıyordu. eğer her şey doğaüstü bir şekilde gerçekleşiyorsa, o zaman doğaüstü güçleri sakinleştirmenin bir yolu bulunabilir diye düşünüyorlardı.
-münferit bir hayatım var. düşüncelerimi paylaşabileceğim kimse yok.
-terapideki dönüştürücü güç entelektüel içgörü değildir, yorum değildir, duygusal boşalma da değildir; asıl dönüştürücü olan, iki insan arasında kurulan derinlikli ve otantik ilişkidir.
-ölüm fikrini yumuşatmak için uydurduğumuz cennet tarzı fantezilerin veya peri masallarının da yine bariz bir ortak teması var: “biz ölmeyiz” – başka bir gerçekliğe geçiş yaparak var olmaya devam ederiz.
-“tanrı” kavramı bugüne kadar varoluşun karşısında yer alan en büyük engeldi... biz tanrıyı inkar ediyoruz, tanrı’daki sorumluluğu inkar ediyoruz; ancak bununla dünyayı kurtarırız.
nikolay vasilyeviç gogol'ün eseri. (bkz: ölü canlar)
-gencecik otuz iki yaşında bir adam, boynuna bir kravat bile bağlamadan, üzerinde bir hırkayla, günlerini böyle yapayalnız, bomboş geçiriyordu. evden dışarı adım atmaz, hiçbir yere gitmezdi; dahası üst kata çıkmak, içeri temiz hava girmesi için pencereyi açmak bile gelmezdi içinden. eve gelen herkesi kendine hayran bırakan o harika manzara bile ev sahibi için sanki hiç yoktu.
-konuşma alışkanlığım öylesine azdı ki zaman zaman ağzımdan, istencim dışında, kendiliğinden, belki dilbilgisi yönünden doğru denebilecek, ama anlamca olmasa da (incelendiğinde bir ya da birkaç anlam taşıdıkları görülebilirdi) bir temelden yoksun tümceler dökülürdü.
jean paul sartre'ın özgürlüğün yolları üçlemesinin ikinci kitabi. (bkz: yaşanmayan zaman)
“sorun rakamda değil” dedi mathieu. “insanlık, yalnızca kendi kendisiyle dopdoludur, kimsenin yokluğunu duymaz, kimseyi beklemiyor. o hiçbir yere gitmemekta, hiçbir hedefe varmamakta devam edecektir gene, aynı insanlar aynı sorularla kafa patlatmakta ve aynı hayatları hiçbir hedefe götürmeden yitirmekte devaam edeceklerdir.”
-sınırlı görüşleri yüzünden büyük bedel ödeyenler sadece amerika’daki yerli halklar değildi. asya’nın büyük imparatorlukları (osmanlı, safevi, babür ve çin) avrupalıların büyük bir keşif yaptığını hemen duymuşlardı ama buna hiç ilgi göstermediler. dünyanın asya etrafında döndüğüne inanmaya devam ettiler ve avrupalılarla, amerika’nın veya atlantik’le pasifik’teki yeni deniz yollarının kontrolü için rekabet etmeye girişmediler. iskoçya ve danimarka gibi küçük avrupa krallıkları bile amerika’ya keşif ve fetih seferleri düzenlerken, islam dünyasından, hindistan’dan ya da çin’den amerika’ya ne keşif ne de fetih için hiçbir sefer yapılmadı. amerika’ya askeri sefer gönderen ilk avrupalı olmayan güç japonya’ydı. bu da haziran 1942’de gerçekleşti ve bir japon filosu alaska kıyılarındaki iki küçük ada olan kiska ve attu’yu işgal ederek 10 abd askerini ve bir köpeği tutsak etti. japonlar bundan sonra anakaraya daha fazla yaklaşamadılar.
osmanlılann veya çinlilerin çok uzakta olduğunu veya gerekli teknolojik, ekonomik veya askeri araçlara sahip olmadıklarını öne sürmek doğru değildir. zheng he’yi 1420’lerde çin’den doğu afrika’ya gönderen kaynaklar, amerika’ya gitmesi için yeter de artardı bile, ama çinliler bununla ilgilenmiyorlardı. amerika’yı gösteren ilk çin yapımı dünya haritası ancak 1602’de yapılmıştı, o da bir avrupalı misyoner tarafından! tam üç yüz yıl boyunca avrupalılar amerika, okyanusya, atlantik okyanusu ve pasifik okyanusu’nda tartışmasız bir üstünlük kurdular; bu bölgelerdeki kayda değer çatışmalar da ancak farklı avrupa güçleri arasındaydı. avrupalılar tarafından ele geçirilmiş kaynaklar ve zenginlik, en sonunda avrupalıların asya’yı da işgal edip imparatorlukları yok ederek aralarında bölüşmelerini sağladı. osmanlılar, iranlılar, hintliler ve çinliler durumu fark edip gelişmelere dikkat etmeye başladıklarında artık çok geçti. (syf.293)
-zaman geçtikçe bilginin fethiyle toprağın fethi birbirine daha da sıkı bağlandı. 18. ve 19. yüzyıllarda avrupa’dan yola çıkan neredeyse her önemli askeri seferde, bilim insanları da mevcuttu. napolyon 1798’de mısır’ı işgal ettiğinde yanında götürdüğü 165 bilim insanı, buldukları diğer şeylere ek olarak ejiptoloji (mısırbilim) olarak bilinen yepyeni bir disiplin kurdular ve din, dilbilim ve botaniğe önemli katkılarda bulundular. 1831’de kraliyet donanması hms beagle adlı gemiyi güney amerika, falkland adaları ve galâpagos adaları’nm kıyılarının haritasını çıkarması için yolladı. donanma bir savaş durumunda daha hazırlıklı olmak için bu bilgilere ihtiyaç duyuyordu. geminin kaptanı amatör bir bilim insanıydı ve yolda karşılaşabilecekleri jeolojik oluşumları incelemesi için gemiye bir de jeolog çağırdı. pek çok uzman kaptanın jeolog önerisini geri çevirince, o da cambridge üniversitesi’nden yeni mezun olmuş 22 yaşındaki charles darwin’e teklif götürdü. darwin anglikan papazı olmak üzere eğitim görmüştü ama incil’den ziyade jeolojiye ve doğa bilimlerine ilgi duyuyordu. bu fırsata balıklama atladı, gerisini de biliyoruz zaten. kaptan seyahat boyunca zamanını askeri haritalar çizerek geçirirken, darwin sonradan evrim teorisini ortaya çıkaracak olan öngörülerini formüle etti ve ampirik veriler topladı.
- hoşgörü sapiens’in baskın özelliklerinden biri değildir. modern zamanlarda bile ten rengindeki, lehçe veya dindeki bir farklılık bir grup sapiens’in bir başka grubu yok etmeye çalışmasına sebep olabiliyor. eski sapiensler tamamen farklı bir insan türüne karşı hoşgörülü olabilir miydi? sapiens neandertaller ile ilk karşılaştığında, ortaya tarihteki ilk ve en büyük etnik temizlik harekatının çıkmış olması gayet mümkündür.
- biyoloji bilimine göre insanlar “yaratılmamış”, evrimleşmiştir. ve evrim kesinlikle eşitlikçi değildir. eşitlik fikri yaradılış inancıyla iç içe geçmiştir. amerikalılar eşitlik fikrini hıristiyanlıktan almışlardır, buna göre de her insanın ilahi şekilde yaratılmış bir ruhu vardır ve tüm ruhlar tanrı önünde eşittir. ancak eğer hıristiyanların tanrı, yaradılış ve ruhlar hakkındaki mitlerine inanmıyorsak, tüm insanların “eşit” olması ne anlama gelmektedir? evrim eşitlik değil farklılık üzerine kuruludur. her insan diğerlerinden az da olsa farklı bir genetik kod taşır ve doğumundan itibaren farklı çevresel etkilere maruz kalır. bu durum, insanların hayatta kalmaya farklı şekilde etki eden farklı özellikler geliştirmelerini sağlar. “eşit yaratılmıştır” ifadesi bu yüzden aslında “farklı yönde evrilmiştir” olarak tercüme edilmelidir. insanlar yaratılmamış olduğu gibi, biyoloji bilimine göre ortada bu insanlara bir şeyler “bahşeden” bir “yaratıcı” falan da yoktur. ortada sadece hiçbir amacı olmayan son derece “körü körüne” ilerleyen bir evrimsel süreç var ve bu da insanların “doğmasını” sağlıyor. “yaratıcı tarafından bahşedilmiş”, aslında “doğmuş” olarak tercüme edilmelidir. benzer şekilde, biyolojide hak diye bir şey de yoktur. sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır. kuşlar uçmaya hakkı olduğu için değil kanatları olduğu için uçar. aynca bu organların, becerilerin ve özelliklerin kimsenin “elinden alınamaz” olması söz konusu değildir. pek çoğu sürekli mutasyon hâlindedir ve zamanla yok olmaları da gayet mümkündür. örneğin devekuşu uçma becerisini kaybetmiş bir kuştur. bu yüzden “kimsenin elinden alınamaz” haklar, “mutasyona uğrayabilen özellikler” olarak tercüme edilmelidir.
-gülünç şey. ufacık odamda, işte oturuyorum, hakkında kimsenin bir şey bilmediği ben, yirmi sekizindeki brigge. işte oturuyorum ve bir hiçim. yine de bu hiç, düşünmeye başlıyor, beşinci katta, gri bir paris ikindisinde şunları düşünüyor:
düşünüyor, mümkün müdür, henüz hiçbir gerçek ve önemli, örülmemiş, bilinmemiş, söylenmemiş olsun? mümkün müdür, görmek, düşünmek ve yazmakla binlerce yıl geçmiş bulunsun ve binlerce yıl, tereyağlı bir dilim ekmekle bir elma yenen bir okul teneffüsü gibi kaybedilmiş olsun?
evet, mümkündür.
yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklemektir. insanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. hayır, anlamazlar. bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. insanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır.
-tabutun konması için mezar açıldığında çukurun dibinden çıkan kalın, turuncu bir kök gördüm. garip bir biçimde sakinleştirdi beni. kısa bir an için, ölümün çıplak gerçeği törenin sözcüklerinin ve hareketlerinin ardına gizlenemez oldu. işte oradaydı; dolaysız, süssüz, gözlerimi kaçırmama olanak tanımıyordu. babam toprağın içine indiriliyordu ve zamanla tabutu dağılıp ayrılınca, o görmüş olduğum kökü beslemeye yarayacaktı bedeni. o gün söylenip yapılmış olan her şeyden daha çok anlamı vardı bunun benim için.
-ben tanrıma karşı isyan etmiyorum, sadece ‘onun’ dünyasını kabul etmiyorum.
-ben, her şeyin başını ve sonunu yitirmiş, hatta sonunda kendi adını bile unutmuş bir yaşam hayaletiyim.
-tanrı yoksa onu uydurmak gerekir.
hem tuhaf ve şaşırtıcı olan tanrı’nın gerçekte var olması değil, böyle bir düşüncenin, yani tanrı’nın gerekli olduğu düşüncesinin insan gibi vahşi ve kötü yürekli bir yaratığın aklına gelebilmiş olmasıdır.
-insanların arasına girdiğim zaman herkesten daha alçakmışım ve herkes beni sadece soytarı olduğum için kabul ediyormuş hissine kapılıyorum.
-neva nehrine varınca, biraz durdu, ufukta günbatısının kanlı çizgisiyle yırtılan kış sisinin kararttığı uzaklara dalmıştı. karların biriktiği buz tutmuş nehir üstünde son ışıklar, kırağı elmaslarının milyonlarcasını birden tutuşturuyordu. gece, şehri kaplamak üzereydi, hiç şüphesiz sıfırın altında yirmi dereceden aşağı düşecek biir gece. . kırbaç altında sendeleyen beygirlerden ve köprüler boyunca koşarken soluyan insanlardan bir buhar yükseliyordu. kuru hacada en küçük gürült yankılar yapıyordu. damlardan devleri andıran duman sütunları yükseliyor, birleşip ayrılarak, bu koyu kitleler eski ehrin üstünde sanki yeni bir şehir resmediyordu.
-gelecek benim için yalnızlık, gereksiz varoluş, bayat bir yaşantıdan başka bir şey değil.
tekrar soruyorum kendime: “gençlik yıllarını nasıl geçirdin? en mutlu anlarını nereye gömdün? hakikaten yaşadın mı sen? bak, dünyada her şey nasıl gittikçe soğuyor, görüyor musun? ve biliyorum ki, daha birçok yıllar böyle gelip geçecek ve arkasından da korkunç yalnızlık bir yılan gibi yava yavaş sürünerek gelecek. arkasından sendeleyen yaşlılık da iki koltu değneği arasında, topallaya topallaya çıkaca karşıma ve hepsinin arkasından da kimsesizlik, perişanlık ve ümitsizlik... hayal alemi sönecek, rüyalar solacak ve sonbahar yaprakları gibi sararıp tek tek düşüp çürüyecek..” ah nastenka, öyle tek başına üzgün kalmak, tamamıyla terk edilmiş olmak ne kadar acı olacak! yapayalnız, ümitsiz ve hatta pişmanlık duyacak bir şey dahi yaşamış olmadan eriyip gitmek! geride aptalca rüyalardan, budalaca hayallerden başka bir şey bırakmadan, bir hiç, bir yuvarlak bir sıfır olarak çekip gitmek!...