Darktion
110 (çalışkan)
sekizinci nesil silik 1 takipçi 27.20 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    sivilce

    126.
  1. ciltteki yağ bezlerinin tıkanması hastalığıdır. genellikle ergenlik döneminde görülür.
    bazı tavsiyeler:
    1-)sivilceler kesinlikle sıkılmamalı ve oynanmalıdır bunun nedeni ise ciddi izler kalma olasılığıdır ki izleri tedavi etmek zordur bu yüzden el bile sürülmemelidir.
    2-)stres sivilceyi artırır, sivilceleri kafaya takmamak ve stressiz yaşamak lazım.
    3-)sigara ve alkölün sivilce yaptığını ve cildi yaşlandırıp doğallığını kaybettirdiğini söyleyebilirim. sigara alkol ve kahveden mümkün olduğunca uzak durmakta yarar var.
    4-)yağlı besinler ve süt ve süt ürünlerindende uzak durmak gerekir.
    5-)bolbol hazır su, doğal zengin maden suyu ve bol bol meyve sebze yeşillik tüketmek cilde iyi gelecektir.
    6-)sivilce tedavi edilen bir hastalıktır, mutlaka bir cilt doktoruna gidilmelidir.
    2 ...
  2. ülker

    133.
  3. dün öğleden sonra saat 16 civarı ofis arkadaşlarımın benden habersiz alıp, diğer odada güplettikleri mini halley'in sondan üçüncüsüne minik bir ısırık attıklarında birde bakıyolar ki minik beyaz bir tüy topluluğu... (niye minik ısırık atarlar onuda anlamam, zaten ufacık bişey yut gitsin, ne o öyle tırnak keser gibi ısırmak ondan sonra amanın nidalarıyla gremlin gibi zıplamak...) daha sonra amerikan eyalet efsanelerinden etkilenen ve kendini gelişmişlik yolunda bir nefer zanneden tüm yurdum insanı gibi görev bilinci ile ülkeri aramalarına ve de bir yandan şikayet mektubu yollamalarına bir anlam veremeyen bendeniz kalan iki halleyi hiiiç öyle minik ısırıklara girip içinden bişiler çıkması gibi ihtimallere meydan vermeden hart diye yemişimdir.

    bugün sabah ülkerden birileri arıyor binbir kibarlık vs vs gelip ürünü alacaklarını söylüyor. sonra şu satırlarımdan yaklaşık bir saat önce kapı çaldı baktım diğer odadan bi sesler geliyor, e tabii olarak bir gittim baktım güler yüzlü hafiften suçluluk ifadesi takınmış bir adam ve bu arada masaya bırakılmış içi ülker ürünleri dolu bir hediye çantası... ( bizim arkadaşların niye bu kadar bilinçli müşteri triplerine girdiğine dair jeton düşüyor)

    oturduk adam ürünü istedi. baktı ve bu içindekinin bir çalışanın bone veya maskesinden düşmüş bir tüy parçası olduğunu söyledi. (zaten bizde öyle düşünmüştük) ve sonra dediki bu ürünün ambalajındaki bilgilerden üretildiği saate dakikaya ve o anda o birimlerde çalışanlara kadar her türlü bilgiye ulaşabileceklerini bununla ilgili gerekli takibin yapılacağını vs söyledi. ayrıca eğer istenilmesi halinde bu ürün içindeki yabancı maddenin incelenerek labaratuvar sonuçlarının verilebileceğini söyledi. tam bu noktada ben devreye girerek.

    - yok yahu ne gerek var alt tarafı bir tüy (bu arada hediye olarak getirdiği paketleri açmış ve içinden yeni bir halleyi bi yandan yiyerekten) ne olacak canım raporu ne yapacaz diyorum ama kızlar gözüme alık alık bakıyo... evet canım ne gerek var falan demiryolar. ben devam ediyorum abicim diyorum sizin şanssızlığınız o halleyi bu kızların yemesi, onu ben yesem tek seferde atardım azıma içindekiyle bi güzel yerdim baksanıza minicik ısırmış olacak şeymi diyorum, adam gülüyor...

    daha sonra bizim arkadaşlar ülkeri ne kadar sevdiklerini her gün tükkettiklerini bu olayın onları nasıl üzdüğünü geceler boyu nasıl uykularının kaçıp hüngür hüngür hıçkırarak ağladıklarını, almanyadaki teyzelerini arayıp dertleşmek istediklerini fakat çerolasıca türkselin nasıl giydirdiğini falan anlattılar. o ara ben halleyden doyup bisstike dalıyorum hatta hızımı alamayıp adama ikram ediyorum adam teşekkür edip almıyor, kıllanıyorum ama aldırış etmiyorum yinede yiyorum...

    derken ayrılık vakti gelip çattı adam müsade istedi bizde müsade sizin dedik ve ülkerin güler yüzlü gönülalmacısını kapıya kadar uğurladık adam rahatsız olmayın lütfen falan dedi ama yinede uğurladık. bu arada kapıya en yakın ben varım, adamı yollayıp kapıyı kapatmamla arkamdaki arkadaşların-ki bunlar hanımefendi zapır zapır ayak seslerinin dolbi sorrağund ex uzaklaşma gümbürtüsü bir oldu. bir döndüm yoklar. bir baktım hediye gelen paketin başındalar bildiğin gremlin vıcır vıcır sesler dahil.

    hatice netice derdi dedem;

    adamlar diğer firmaların yaptığı gibi arızalı ürünü herhangi bir adres verip ödemeli yollayın deyip sonra da bir hediye kolisi yollayabilirlerdi.

    yahut kötü ihtimalle cevap bile vermeyebilirlerdi.yahut iki ay sonra geri dönüş yapıp üzgünüz bi kahve içmeye bekleriz diyebilirlerdi. (bkz: iş bankası)
    veyhut biz konuyu inceledik gereğini yapıcaz başka yardımcı olabileceğimiz bir şey var mıydı deyip, kaldıkları yerden düzmeye devam edebilirlerdi. (bkz: turkcell)

    lakin yapmadılar. 20 saat gibi bir sürede kapımıza kadar gelerek hatalarını samimiyetle telafi yoluna gittiler. teşekkürler ülker.
    0 ...
  4. kinder

    19.
  5. küçücük bebeydik, en büyük sevinçlerimizden birisi kinder surprise'e ulaşabilmekti. pahalıydı her zaman. büyükler almak istemezdi. oyuncaklarına değil o süt dolgulu çikolatayı fevkalade güzel yapmalarına bayılırdım. taklit ürünleri çıktı, yemedik çünkü tatları asla kinder gibi olmuyordu.

    kinder bueno çıktı, sabah kahvaltımız bildik. bar şeklinde kinder chocolate'ı gerekirse alkol yanında bile götürdük. şimdi de kinder schoko-bons diye birşey çıkmış, sebebim olacak. yememem lazım, kilo problemim var ama elim pakete gidiyor. çok güzel lan tadı.

    ha, bu arada kinder surprise oyuncaklarına her zaman ilgisizdim ama şu an içinden çıkan oyuncakların eskisini mumla arattığını söyleyebilirim. eskiden takmamız çıkarmamız gereken şeyler oluyordu. artık saçma sapan figürler çıkıyor. o kötü olmuş bak.
    0 ...
  6. nostradamus

    68.
  7. bundan beş yüzyıl önce güney fransa’da yaşamış, daha çok isminin latince’ye çevrilmiş hali olan nostradamus adıyla anılan michel de nostredame simya bilgini, kahin, tıp doktoru, şifalı bitkiler uzmanı, kozmetiklerin ve meyveleri korumakta kullanılan maddelerin mucidi, bu 16.yy rönesans adamı yüzyılımıza kadar olağandışı ve esrarengiz kalmıştır. nostradamus 14 aralık 1503 tarihinde renee ve jacques de nostredame’ın oğlu olarak dünyaya geldi. noter olan babasının varlıklı bir kişi olmasından dolayı rahat bir çocukluk dönemi geçirdi. michel’in geleceği görme yeteneği ilkönce büyükbabaları jean de st.remy ve pierre de nostredame tarafından desteklenmişti. jean ve pierre aynı zamanda kral rene ve oğlunun fizikçileriydiler. büyükbabası ona, eski yunanca’yı, latince’yi ve ibranice’yi, matematik ve simya bilimini de öğretmişti. jean torununa hemen her konuda ders veriyordu; klasik edebiyat, tarih, tıp, astroloji ve şifalı otlarla tedavi. nostradamus ilk defa hıristiyan dünyasında yasaklanan sanat ve bilimin tadını yahudi kabbalah’ını ve simya’yı öğrenerek almış oluyordu. 1522’de montpellier üniversitesi’ne tıp okumaya gitti. on dokuz yaşındaki bu öğrenci dedelerinden aldığı eğitimle ve okulda öğrendiklerinle çok başarılı bir doktorluk kariyeri yaptı. doktorluktaki ününün pekişmesi ise, şarbon hastalığı salgınında kan akıtarak tedavi yapmak yerine, hastalarını temiz hava, su ve bitkilerle tedavi etmesi olmuştu.1534’te rönesans’ın en büyük bilim adamı ve düşünürlerinden jules cesar scalinger tarafından agen’e davet edildi. daha sonra burada adını bilmediğimiz bir hanımla evlendi ve bu evlilikten iki çocuğu oldu. şarbon salgını sırasında mucizeler yaratan nostradamus yeni bir salgında ise karısını ve iki çocuğunu kurtaramayarak, şarbona kurban verdi. bu da şehirde ona karşı bir güvensizlik duyulmasına neden oldu. yine bir salgın için geldiği aix şehrinde tekrar evlendi. yıllarca süren avrupa gezileri sırasında topladığı eşyaları da buraya getirmişti: usturlaplar, sihirli aynalar, su bulan çatallar, pirinç kaseler, eski kahinlerin tasarladığı üç ayaklı sehpa branchus... geceleri herkes yattıktan sonra o, sabahlara kadar üst kattaki odasında çalışırdı.titrek mum ışığında astronomik takvimlere danışır, burçların rotasını çıkartırdı. nostradamus geleceği görmeye başladıkça,bunları başkalarıyla paylaşmak için büyük bir istek duymaya başlar ve 1550’de ilk almanağını yazar. bu kitapta on iki tane manzum dörtlük bulunuyordu. her bir dörtlük gelecek yılın bir ayı ile ilgili genel bir kehanet içeriyordu.

    bu kitap çok ilgi görünce o da her yıl hayatının sonuna kadar bir almanak yazdı. 1566 yılının haziran ayında franciscan manastırında öldü. ölmeden bir gece evvel yanına kimseyi sokmadı ve soranlara “bu son gecem, beni yalnız bırakın, zira sabaha ölmüş olacağım.”

    diyerek son kehanetinde bulundu.
    0 ...
  8. ulema

    12.
  9. azerfan ahmet çelebi'nin de, kardeşi lagari hasan çelebi'nin de sürgüne gönderilmesi için büyük baskılar eden grup.
    aynı grup takiyüddin'in rasathanesini de istanbul depremini çıkardığı için ııı.murat'a denizden topa tutturmuştur.

    ha bi de şu var:
    (takiyüddin için) zamanın şeyhülislamı ahmet şemseddin efendi’nin rasathanenin kapatılması gerektiğine dair verdiği fetva metni ise bugünkü dilimizle şöyledir: “gözlem yapmak uğursuzluk getirir. evrenin sırlarını küstahça anlamaya cüret etmenin vahim sonuçları çok açıktır. gözlem yapılan hiçbir memlekette mamur devletin tahrip olmadığı ve devlet yapısının zelzeleye uğramadığı görülmedi.
    0 ...
  10. eyjafjallajökull

    185.
  11. doğanın insanlığa tokadıdır. önce hoştu, hatta tatlı bir şakaydı. 2010 değil 2310 yılında bile , değil insanoğlunun şu anki teknolojik gelişimi bundan çok daha gelişmiş teknolojiler söz konusu olduğunda doğa/yerkürenin son sözü söyleyen olduğunu göstermiştir.

    ancak faaliyetine son günlerdeki gibi hız kesmeden bir kaç hafta daha devam ederse yeni bir kütlesel ekonomik krize sebep olacaktır. şu an havalimanlarında uyuyan zavallı insan görüntülerine odaklanıldığından işin ekonomik boyutu çok da göz önünde değil. zarar korkunçtur ve sürecin devam etmesi durumunda her dakika katlanarak artmaktadır.havayolu şirketleri, havaliamanı işletmecileri bir yana iş dünyası, turizm ve süre uzadıkça uluslararası ticaret olaydan çok kötü şekilde etkilenmeye başlamıştır.

    henüz devasa bir küresel krizden yeni çıkmış/çıkmakta olan dünya ekonomileri olası havayolu şirketlerinin iflası ile hala en zayıf halkası olan bankacılık ve sigorta sistemlerinin zora girmesi şeklinde tetiklenecek bir krize karşı çok dirençli değildir. hayır dağ kurban istiyorsa buna itiraz etmeyiz. keçi, inek, at, deve neyse keseriz. aksi durumda kurbanlar kriz yüzünden insanlar olacakdır ve ne yazık ki risk altında olan çok sayıda insandır.
    2 ...
  12. chrome web store

    2.
  13. aşırı faydalı eklentilere sahip google icadı. en son edindiğim 2 tane eklentinin işinize yarayacağını düşünüyorum:

    webpage screenshot: bulunduğunuz web sayfasının görüntüsünü kaydediyor. üstelik kaydedilen resim dosyasında çok çeşitli oynamalar yapmanıza olanak sağlıyor.

    panicbutton: tek tıkla açık olan tüm sekmelerinizi kapatıyor, onun yerine "yeni sekme" sekmesi açıyor. butona ikinci kez tıkladığınızda da o kapattığınız tüm sekmeleri tekrar açıyor -üstelik nasıl bıraktıysanız öyle buluyorsunuz.

    tineye: bildiğimiz tineye'ın chrome eklentisi. web sayfasındaki bir resme sağ tıklayıp "search page on tineye" dediğinizde internette o resimle özdeş görselleri bulup önünüze seriyor.*

    ekleme: 14 love istedi, siz de yararlanın madem. oturum kaydetme eklentisi de mevcut.

    ekleme 2: her daim yanımda olan eklentiyi de yazayım. kendisinin adı adblock. web sayfalarındaki salak saçması reklamları görmenizi, o reklamların zank diye karşınıza çıkmasını engelleyen müthiş icat.

    ekleme 3: hover zoom isimli eklenti ile de google, facebook, twitter, flickr, amazon gibi sitelerdeki küçük resimlerin üstüne geldiğinizde orijinal boyutunu çarşaf gibi açıyor önünüze. fotoğraflara göz atmada oldukça hızlı bir yöntem, sekme zevkinizin içine etmiyor.
    1 ...
  14. ruffles

    26.
  15. cipsler aleminin şahı. peynir ve soğan, ketçaplı, acılı ve klasik olmak üzere 4 çeşidi vardır. teker teker incelersek;

    peynir ve soğan: bira ile iyi gider. aksi takdir de sıvısız tüketilmelidir. ince paralel kesimli cipsimizi azar azar ısırmalı, ısırılan bölümleri emip yutmadan diğer ısırık alınmalıdır.

    ketçaplı : bira için mükemmel bir seçimdir. şeker oranı gerektiğinden biraz fazladır. bütün halinde ağıza alınmalı biraz emildikten sonra yutulmalıdır. fazlası zarardır, damak tadını bozar.

    acılı : daha çok asitli içecekler ile iyi gider. sosu eşsizdir. acılık oranı iyi tutturulduğu için iştahınızı kaçırmaz. özel bir yeme tekniği yoktur. marketlerde pek fazla bulunmaz.

    klasik : bir nevi uyuşturucudur. bağımlıları için vazgeçilmezdir. ülkede istisnasız her vatandaş bir kez dahi olsun tatmıştır. şeklinden tadına, ambalaj renginden kıtırtısına kadar kült bir yiyecektir.
    2 ...
  16. spider man

    101.
  17. adyoaktif örümcek tarafından ısırılan lise öğrencisi peter parker inanılmaz güçler kazandı. örümceğin orantılı gücü,örümcek-refleksleri, örümcek-hisler, yüzeylere yapışma özelliği, kendi hazırladığı kostümü ve icat ettiği ağ fırlatıcıları, örümcek kemeri ile örümcek özelliklerine yardımcı aksesuarlar ekledi. peter güçlerini ün ve para kazanmak için kullanmaya başladı. durdurmadığı bir hırsız sevgili ben amcasını öldürmesi; şaşırtıcı ve inanılmaz güçlerini ihtiyacı olan insanlar için kullanmak için and içmesine neden oldu. o çok kıymetli bir ders öğrendi: büyük güç, yanında büyük sorumluk getirir!

    örümcek adam nasıl ortaya çıktı?
    1950'den sonra abd'de çizgi roman sektörü bir krize girmişti. dergileri satmak için çizgi roman firmaları yeni arayışlardaydı. abd'nin en büyük çizgi roman firmalarından biri olan marvel comics'de yeni arayışlar içinde olan firmalardandı. işte bu dönemlerde marvel comics'in efsane ismi stan lee örümcek adam'ı yarattı. örümceklerin insanlara iğrenç geldiği için karakterin tutmayacağını ve derginin fazla satmayacağını iddia eden martin goodman önceleri bu karakteri yayınlamak istemedi, böylece bu karakterden vazgeçildi. lee örümcek adam'ın ortaya çıkış hikayesini anlatan tek sayılık bir macerayı amazing fantasy dergisinin 15. sayısında yayınladı. bu derginin her sayısında farklı bir karakterin tek sayılık maceraları yayınlanmakta ve sonra unutulup gidilmekteydi. herkes örümcek adam'ın da başına aynı şeyin geleceğini düşündü.

    fakat hiç beklenmedik birşey oldu ve dergi tahmin edilemeyecek bir satış rakamına ulaştı. büyük çoğunluğu genç kesim olan okuyucular kendileri ile aynı yaşlarda ve kendileri gibi kişisel sorunları olan bu karakteri çok sevmişti. stan lee bu fırsatı kaçırmadı ve kısa süre sonra örümcek adam bir seri olarak 1 mart 1963'de yayınına başladı. örümcek kısa zamanda marvel comics'in en popüler karakteri oldu. bu gerçekten çok ilginçti çünkü örümcek adam diğer marvel comics karakterleri olan captain america, hulk, thor, fantastik dörtlü gibi bir yıldız olması için yaratılmamış ama hepsini geçmişti. bunda kuşkusuz asıl neden okuyucuların bu karakterle kendilerini çok rahat özdeşleştirmeleriydi.

    1999 yılından önceki serilerde yayınlanan maceralar 4 ayrı dergide (bazen bu sayı daha da artıyordu) spider-man serisinde iç içe geçerken, yeni seride aylık olarak yayınlanan 4 dergi sayısı 2 ye inmiş ve amazing spider-man dergisinde ayrı, peter parker spider-man dergisinde ayrı hikaye ve yazar çizer kadrosu bulunmaktadır. özellikle amazing spider-man 30. sayıdan itibaren derginin yazarlığına getirilen j. michale stracznski ile 1990'lı yıllarda azalan ilgi ve özellikle clone maceralarından sonra iyice azalan ilgi artmaya başladı.
    türkiye'de 15 ağustos 2002'den itibaren arka bahçe yayıncılık daha önce yayınladığı örümcek adam dizisini sona erdirdi ve örümcek adam 1. sayı ile yukarıda bahsettiğimiz yeni serinin 30. sayılarını yayınlamaya başladı. örümcek adam amerika'da olduğu gibi türkiye'de de yeni bir başlangıç yaptı.
    0 ...
  18. akıllı tv

    55.
  19. mail trafiği sırasında gözüm takılınca şöyle bir mail atmama vesile olan kanal.

    subject: wataşiva kendi!

    akıllı tv bi görüntü veriyodu. dünyada bu hareketi yapabilen tek insan yazıyor altta. yaşlı bi amca... görüntü üzerine bi başka amca japonca konuşuyor. "olayı anlatıyor heralde" diyorum ve ekliyorum “allahtan alt yazı var”. hala anlayamadığımı görünce alt yazıların da çince olduğunu farkedip irkiliyorum. elimi tedirgin bir biçimde cebime atıp cüzdanımı çıkarıyorum. karşı komşularım çarpıyor gözüme. rus kadınlara komşuyum, televizyonda japonca konuşuluyor ve alt yazılar çince. ellerim bir yandan titrerken bir yandan cüzdanımı açıyorum. tam o sırada telefon çalıyor. diego... "efendim" diyorum ümitsiz ve ürkekçe. "havyocoin badi!" diyince suratına kapıyorum. ilgim yeniden cüzdanımda. parmağımı ön cebine sokmamla bir sıcaklık, bir huzur hissediyorum kalbimde. evet... orada... kimliğim... türk’üm ben. burası da türkiye olmalı. bir sigara yakıp durumdan emin olayım diyorum. djarum’umu zippomla yakarken çıkan dumanın milliyetini sorguluyorum. gözüm tekrar tv’ye kayıyor. ohh çekiyorum. neyse ki akıllı tv... "akıllı tv kızılderili dilinde kablosuz ağ arayan yaşlı boğa demek değilse türkçe en azından" diyorum. japon amca susuyor, çince altyazılar kayboluyor ve dünyada kimsenin yapamadığını yapıyor amca. amuda kalkıyor. ayaklarını duvara dayıyor ama bunu yaparken... diyorum "bunu ben de yaparım hem de duvara dayanmadan". daha sonra tek elini kaldırıyor. "e bu da kolay ki" diyorum. sonra birden avucunun içinde elma tutarcasına bir hareketle o beş parmağının üzerinde kala kalıyor. daha sonra tek tek parmaklarını çekiyor ve en sonunda amca sadece işaret parmağının ucunda duruyor. "wataşiva kendi!" diyorum. wataşiva kendi....
    0 ...
  20. izmir ekonomi üniversitesi

    112.
  21. kaliteli ve alanına gerçekten hakim olan akademik personel, bu okulun artı hanesine yazılabilecek yegane şeylerdendir kanaatimce. bunaltıncaya kadar zorlarlar, fakat hak edene de notunu verirler. odalarına gittiğiniz zaman geri çevirmez, yardımcı olmaya çalışırlar. hocalar tarafından sürekli verilen ödev, proje ve sunum üçlüsünden kurtuluş yoktur. 4. sınıfın son haftalarında bile bu üçlü, baş gösteren sıcaklara aldırmaksızın yakanızdadır. bu kriterlere ihtimam göstermezseniz, az önce bahsettiğim akademik personel tarafından "ff" ile ödüllendirilme potansiyeliniz mevcut, zira çoğu dersin not bareminde %10'luk veya dersine göre yüzde 20'lik yer teşkil eden "ödev" kriterini görürsünüz. yine benzer yüzdelerde seyreden sunum ve proje kriterlerini de hesaba kattığınız zaman, işin rengi ortaya çıkıyor. hatta bazen final ve vize notlarından ziyade, bu kriterler belirler geçme durumunu. fakat, yine de, bunların dersten derse değiştini bir daha hatırlatayım. ayrıca, devamsızlık konusuna acayip takan hocalar vardır. derslerinize mümkün olduğunca gidin. zaten bir ders için yaklaşık 4 hafta gitmeme hakkınız var, bir döneme yaymaya çalışını bunu. ne var ki, bazı hocaların kötü bir alışkanlığı vardır; isim isim okuyarak yoklama almak. hocam, bunu yapma işte. isimleri okuyup, +/ - falan koyuyorsun, garipsiyor insan. dolaştır bir imza kağıdı, herkes çaksın imzasını. gelmeyen adamları biliyorsun işte, en fazla 40 kişi civarında oluyor bir sınıf. ille de devamsızlık diyorsan, onların isimlerini not edersin. neyse, öğrenci profiliyle devam edelim.

    ne yazık ki, her vakıf üniversitesinde olan o ortak tiplerden burada da mevcuttur. kantinde güneş gözlüğüyle oturan, koridorlarda demet akalın şarkıları söyleyen, "bugün ne kadar para yesem?" sloganını şiar edinen, belli bir hayat görüşü olmayan, siyaset konusunda zerre kadar fikri sahibi olamamış, aynı dersi dördüncü kez almaktan pek de mutsuzmuş gibi gözükmeyen kimselerle doludur bu okul. öğrenci potansiyeli hanesine koca bir sıfır verilebilir rahatlıkla. hatta bazı kimseler, 5 sene boyunca 2. sınıfa tamamen geçiş yapmayı başaramamış olmasına rağmen, her gün orada burada takılmaya devam etmektedir. bir de benim anlamadığım bir şey var. az önce bahsettiğim gibi, okulun büyük bir çoğunluğu kolej mezunu. fakat, her sene okula 1300 öğrenci alınıyorsa, bunların yaklaşık 900 kadarının yolu hazırlık sınıfına düşüyor. bu da yetmiyormuş gibi, hazırlığı iki sene okuyanların sayısı da, çok az bir rakam değil. bir de, kendince hayatı çözmüş, her alanda başarısız fakat bir gece kulübüne gidip, 1000 tl civarında harcayan tipler de mevcuttur. şu meşhur sigara - araba anahtarı - telefon üçlüsünü masaya koyan tipleri bol bol görebilirsiniz. bu kategoriyi kenara bırakalım, zira bu lümpen ve fason güruhtan ibaret değil okul. her türden insan mevcut. çok baba dostlarınız da olabilir.

    biraz da okulun mali uygulamaları ve yerleşkeden bahsedeyim. son sene haricinde, "teknoloji hizmet bedeli" gibisinden bir isim verdikleri 100 tl'lik bir meblağ talep ediyorlardı. paranın karşılığını alıyor muydum peki? hayır. ulan ne teknoloji hizmeti sağlıyordun? internet desen, yerlerde sürünüyor. okuldan çıktı almak için ayrıca para istiyorsun, bunlar dışında sunduğun ve "teknolojik" olarak nitelendirebileceğim bir olanak yok. kantine taktığın dandik lcd ekran için almıyordun bu parayı herhalde? "oasis" denilen sistemin tökezlemediği bir ders seçimi dönemi olmamıştır. teknolojik açıdan düzelme görülmemiştir. bundan sonra olur mu bilemem. ayrıca, öğrenci belgesine de para veriliyor. dur, daha bitmedi. okul biterken, 130 tl diploma parası veriyorsun. sanırsın altın varaklı bir diploma veriyorlar. girişte verdikleri ve üzerinize zimmetledikleri laptop'u satın almak isterseniz, 150 lira bayılıyorsunuz. bildiğin dalga geçiyor adamlar. artık ver o bilgisayarı öğrenciye, hediye et. yerleşkeye gelecek olursak, hayalinizdeki kampüs yapısıyla hiç örtüşmediğini söyleyebilirim. yani en azından benimkiyle örtüşmüyor. fakat, kıç kadar bir alanda, yurt binası da dahil olmak üzere,dört bina ve daracık bir bahçe bana yeter diyorsan, orasını bilemem.

    neyse. kafanı kullanırsan, dört senede çıkarsın buradan. götünden terler akacak, hocaların eziyetlerine katlanacaksın ve bir daha önünden bile geçmek istemeyeceksin. özeti bu.
    3 ...
  22. akdeniz üniversitesi

    68.
  23. tıp fakültesi düşünmüyorsanız tercih etmeyin. hele hele mühendislik fakültesini düşünmeyin bile!!! güzel sanatlar fakültesinin öğrencileriyle bir arada öğrenim gören mühendislik fakültesi öğrencilerinin durumu içler acısı. laboratuvar demirbaşlarından, hocalara hersey milattan önce kalma gibi. işte buna benzer önemli sorunlarda, eğitimin ingen olmasına müsebbip oluyor.

    ek: konyaaltı plajlarına yakınlığı felan yok. öyle havluyu belinize atıp denize girebilmeniz için 30 dakikayı geçgin bir süre yürümeniz gerek. hani dönüşte çekilen o çileden bahsetmiyorum bile. yürümekten ayak tabanlarının ağrıması yakın kelimesinin yalan olduğunun ispatıdır.

    akdeniz, akdeniz, akdeniz diye şişirdiler bu kurumu. daha adam akıllı şenlik bile düzenliyemiyorlar. her sene luna park kurmak şenlikse vay ben böyle kafanın!

    yani uzun lafın kısası, eğer sırf antalya için yazacaksanız gidin ege'yi yazın derim. her iki üniversitesinin ortamını ve çevresini görmüş biri olarak diyebilirim ki; bir akdeniz üniv. ve bir ege üniv. arasında dağlar kadar fark var. bornova'da öğrencilik arkadaş daha ne istiyorsunuz. gerçekten pişman olmazsınız.
    3 ...
  24. gazoz

    55.
  25. gazoz sadece çocukluğumuzun değil, bütün hayatımızın sihirli bir mayisidir. aile ile yenen yemeklerin yoldaşı, kurulan kalabalık sofraların vazgeçilmezidir. kola ile yıldızı barışmamış geleneksel sofraların ve taşra eğlencelerinin bir numaralı meşrubatıdır. anadolu şehirlerinin doğal dekoru tren istasyonlarının yanındaki aile çay bahçelerinin yaz ayı alternatifidir. açıkhava sinemalarının resmî içeceğidir. iddialı mahalle maçları, parasına oynanan okeyler, girilen iddialar, tutulan ladesler hep gazozunadır. gazoz, bir şenlik ve zafer ölçüsü birimidir.

    yaptırdığım (yaptığım demiyorum, geniş çevrem ve çok param var, birilerine yaptırıyorum) bir araştırmaya göre, misak-ı millî sınırlarında yer alan 81 vilayetin hepsinde yerel bir gazoz markası olduğu ortaya çıkmıştır. evet bu topraklarda "üç film birden" sineması ve genelevi olmayan şehirler vardır ama kendine ait gazoz markası olmayan şehir yoktur. bu sosyologların, iktisatçıların, antropologların cevabını araması gereken bir sorudur. benim ilgilendiğim ise eskiden, eskilerden, gelenekten gelen sürüsüne bereket bu güzel markaların şimdi nerede olduğudur? markalar sessiz sedasız hayatımızdan çekilmektedirler.

    bu markaları, bu taşra serinliklerini birilerinin yazması, kaydetmesi gerekiyor. ama öylesine ciddi, büyük, mühim ve tarihî isimler, kurumlar ve eserler hayatımızdan siliniyor ki gazozu düşünmek evet biraz safdillik oluyor. yine de hatırlamalı: huzur, elvan, sensun, bixi, gençler, uludağ, trakya, çamlıca, saray, fruko, kristal, zaman, zafer, sunalko, cincibir ...

    duyduklarımız, gördüklerimiz, içtiklerimiz bunlardan ibaret. bir de elbette her şehrin çeşmesinden akan belediye gazozu vardır ki anlatmaya gerek yok, en meşhur markası terkos.

    biz çocukken, internet yokken, piyasa bu kadar “renkli ve zengin” değilken, modern pazarlama ve dağıtım kanalları yokken işte bu kadar çok marka vardı. şimdi hayat ve piyasa kimilerine göre “daha çoğulcu daha renkli” ama çok değil üç beş yıl sonra bu markalar gidecek, sadece fanta, coca cola, pepsi kalacak. ama bu inkisarın adı da tarihe "demokratik piyasalar", "herkese açık rekabet" diye geçecek.

    .../...
    o değil de, aramızda maalesef, küçükken gazoz şişesinin ağzını parmakla kapatıp iyice sallayıp sonra püskürtme eğlencesine katılmamış arkadaşlar var. ben bir de onlara üzülüyorum. gazozunu püskürtmeyenler "biz çocukluk yaşadık" demesinler. trene binsinler, bir anadolu şehrine gitsinler ve derhal bir gazoz içip, çocukluklarından özür dilesinler.
    1 ...
  26. arçelik

    51.
  27. haziran ayında emektar arçelik ankastre ocağımızın bozulması üzerine yenisini almaya giderken "bu kadar yıl iyi idare etti bizi, arçelik alalım yine" dedik. arçelik'in yetkili satıcılarından birine gittik, modeli seçtik, 2 gün sonra kuruluma geliriz dediler, eve gittik. dedikleri gibi de 2 gün sonra eve geldiler kurulum için. kurulumu yapmaya gelen zat-ı muhterem, eski ocağın hala yerinde takılı olmasına sinirlenme hakkını kendinde görerek, söylene söylene de olsa eski ocağı söküp kenara koydu. daha sonra mutfağın ortasında küçük çocukların hediye açışından farksız bir biçimde yeni ocağın kutusunu açmaya başladı. ocağı tam yerine oturturken fark ettik ki önceki ankastre monte edilirken, tezgah eski ocağın tam oturacağı biçimde kesilmiş. yani tam bir kare biçiminde değil de, eskisinin alt kasasının şekline uygun bir biçimde. "e nasıl olacak" dediğimizde de, "kestireceksiniz artık tezgahı birine, ben sadece buraya montaja geldim" dedi. fazla muhattap olmamak için bir şey demedik, doğal gaz borusunu ve elektrik kablolarını bağladı ve gitmek için hazırlanmaya başladı. kutudan çıkan ama kullanmadığı parçaları gösterince de, "gerek yok ya onlara" diye bizi savuşturdu ve çekip gitti. yani sözde ürünü tam olarak kullanılabilir hale getirmesi gereken kişi, geride yarısı havada duran bir ocak, dağınık bir mutfak ve de eski bir ocak bırakarak (onu da almayı reddetti) evden ayrıldı. aradan birkaç gün geçti, bir gece mutfağa girdiğimde elektrikli ocağın lambasının titrediğini farkettim ve hemen ocağın fişini çektim. ertesi gün tekrar takıp denediğimizde lambanın da ocağın da çalışmadığını fark ettik ve aldığımız mağazayı aradık. bize ertesi gün bir yetkili servis göndereceklerini bildirdiler ve dedikleri gibi ertesi gün bir yetkili servis çalışanı eve geldi. tam da kurulumu yapan kişinin gelmediğine sevinirken, adam bize "bunun için mi çağırdınız beni?" diye sitem ediverdi, yerinden çıkmış olan doğalgaz borusunu göstererek. kurulumu yapan abimiz sağ olsun, doğalgaz borusunu sabitleyen parçaları takmaya gereği görmediğinden, doğal gaz borusu yerinden çıkmış. yanmayan lambayı ve çalışmayan elektrikli ocağı söylediğimizde de ocağın içini açıp içindeki bir sigortayı değiştirdi ancak "bu lambalar patlar hep öyle zaten, değiştirmeye gerek yok, nasılsa yine patlayacak" diyerek lambayı değiştirmeyi reddetti. bütün bunları yaparken de sürekli ters tavırlar sergilemeyi de ihmal etmedi tabii ki. insanı azarlarcasına davranışları nedeniyle kendisini şikayet edeceğimizi söylediğimizde de, "bakın beni yanlış anladınız" diyerek tabiri caizse yan çizmeye başladı, işi bitince de çekip gitti zaten.

    bütün bu olaylar sonunda gördük ki, arçelik ürünlerinde de yetkili servislerinde de eski kalite kalmamış maalesef. içinde nasıl aşmış bir teknoloji varsa, daha ocağın 1. haftası dolmadan lamba yanabiliyor ve bu alışılmış bir olay olduğundan da değiştirilme gereği duyulmuyor. kurulumu yapan kişinin kutuyu parçalayarak açması gibi düşüncesizce hareketlerini şirkete yıkmak doğru olmaz, ancak ankastre ürün satan bir firmanın yetkili servisinin elinde bir dekupaj testeresinin bulunmaması bana son derece saçma geliyor. tezgah yeni olsa, tezgahı aldığımız adamlardan kesmelerini isteriz tamam da, makineyle küçücük bir yerin kesilmesini istediğinizde de kimse dükkanından kalkıp gelmiyor ki?

    tavsiyem, eğer beyaz eşya alacaksanız arçelik yerine bosch'u tercih etmeniz yönünde. tüm bu olaylar yaşandıktan kısa bir süre sonra bulaşık makinesi de ömrünü doldurdu ve onu da değiştirmemiz gerekti. sipariş verdikten 2 gün sonra öğlen 12 gibi gelip eski makineyi söküp götürdüler, akşam 8 gibi de yeni makineyi getirip kurulumu yaptılar. hatta kurulumu yapana arçelik ile yaşadığımız durumu anlattığımızda hemen gidip servis arabasından dekupaj testeresini getirerek tezgahta gerekli kesim işlemini de gerçekleştirdi ve bunun için ekstra hiçbir ücret istemedi*. yani ankastre ürün montajına gelen adamda olmayan teçhizat, bulaşık makinesi kurulumu yapmaya gelen adamda var. bu son cümle, arçelik ile bosch arasındaki farkı anlatmaya yeter sanıyorum.

    not: ocağın ışığı hala yanmıyor.
    not 2: bulaşık makinesi ise bir gün bile tık demedi, aslanlar gibi çalışıyor.
    2 ...
  28. tarih öğretmeni

    8.
  29. kazanması çok da zor olmayan ama bitirmesi çok zor olan "tarih öğretmenliği" bölümünden diplomasını almayı başarabilmiş kişidir.

    zira bir tarih öğretmeni kalın kalın kitapları okuyup,pek çok destanı,efsaneyi vs inceleyip grekçe,ingilizce,türk edebiyat'ını yeterli derecede gördükten sonra en önemlisi osmanlıca okuma ve yazmayı çok iyi seviyede öğrenir.

    5 yıl boyunca mitolojisinden,arkeolojisine,sanat tarihinden,türk tarihine,yunan tarihine,eskiçağdan,yakınçağa ne var ne yoksa okur,öğrenir..

    saçlarına aklar düşer,muhtemelen gözlük kullanmaya başlar..

    sonunda oh okul bitti der,mezun olduğuna inanamaz.

    aslında her şey yeni başlıyordur ,sıra gelmiştir öğretmen olmak için kpss den 85 dolaylarında bir puan almaya.
    5 yıl boyunca tarihi irdeleyen yeni mezun şahıs vatandaşlık,coğrafya,matematik,gelişim psikolojisi,ölçme değerlendirme ve türevlerinin çıkacağı en az 300 bin öğretmenin ve yaklaşık 17 bin tarih öğretmenin gireceği bir sınavda ter dökecek ve ben niye okudum diye kendini sorgulamaya başlayacaktır.

    defalarca sınava girecek,yıllar geçecek sürekli kpss çalışmaktan kendi branşını unutacaktır.
    17 bin talihsiz tarih öğretmeni arasından atanabilecek 372 kişi arasına girmek için psikolojisine bozacak ve sınavı belki kazanabilecektir.sonra eğer kopya çeken olduysa sınav iptal edilecek ve emekler çöpe gidecektir.
    eğer şansınız hala yanınızdaysa sınavı yeniden kazanabilirsiniz..

    sonra mı?

    artık göreve başlamaya hazırsınız,ama hiç bir şey eskisi gibi değildir
    çünkü tarihle ilgili öğrendiğiniz her şey sınava hazırlanmak için geçen sürede unutulmuştur,tekrar ders çalışıp çocuklara anlatmaya çalışırsınız.
    ama hevesiniz zaten kalmamıştır,ideallarınızı geçen yıllar içinde çoktan belleğinizden silmiştir.öğrencilere karşı tahammülünüz kalmamıştır.

    tüm bu çektiğiniz sıkıntının acısını bütün zorlukları aşıp oraya geldiğinizi bilmeyen ve yaramazlık yapan öğrencinizden bağıra çağıra çıkarırsınız.
    oysaki öfkeniz o küçücük çocuğa değil sistemedir.

    ama gücünüz sadece ona yeter ne yazık ki.
    6 ...
  30. edirne

    206.
  31. "edirne'den güzel anılarla dönüyorum * " -20 ağustos 2011
    bu güzide şehri ilk ziyaret edişim ve ardından hakkındaki hissiyatımı özetleyen basit bir cümle, en azından görünürde.

    edirne, eğer istanbul'da ikamet ediyorsanız, toplamda yaklaşık olarak beş saatlik bir gidiş-geliş süresine mal olan, günü birlik olsa dahi sessizliğin, dinginliğin tadını çıkarmanız için biçilmiş bir kaftan. daha varmadan bile sağı solu çevirmiş uçsuz yeşiller, ovalar insanın içini ısıtmaya başlıyor. güzel bir yaz gününün de yakıştığı, o sıcağın içinde çekilebilir saatler yaşamanızı sağlayan bir yerdir aynı zamanda. gelin ben size ilk ziyaretimde neler yapıp da bir günü güzel anılarla tamamladığımı anlatayım.

    şirin, temiz görünümlü, amacına uygun bir otogarı var edirne'nin. buradan şehir içine sizi götürecek minibüsler de hiç eksik olmamakta. o yüzden gittiğinizde böyle bir sıkıntıya düşmeyeceksiniz emin olun ki.

    edirne'ye gidip de selimiye camii'ni görmeden dönmek olmaz tabii. her ne kadar dininde, imanında bir insan olmadığımı bilsem de bu selimiye camii'ni görmem için beni tutan bir neden olamazdı asla. çünkü ihtişamıyla, üzerindeki mimari zekayla, bir bakışta insanı büyülemeyi başaran tarihi bir yapı her şeyden önce. giriş kapılarında, avlusunda size bir şeyler satmak isteyen "annecikler"den de bolca gözlemleyebilirsiniz burada. başka bir şehirde, bu kadar üstelemeyi agresif bir tepkiyle karşılamak mümkünken, burada yüzünü güldürüyor insanın bu teyzeler. sonradan sorun etmeyecekseniz kendinize, galoş niyetine satılan bir poşet dahi olsa alın derim.

    sonrası karaağaç. şehir içinde bineceğiniz bir minibüs ile yaklaşık 15 dakikada ulaşabileceğiniz bir yer burası. edirne'de görmeden dönmek istemeyeceğiniz diğer yerlerden birisi ayrıca. tunca ve meriç nehirlerinin üzerinden geçerek ilerlediğiniz, etrafı uzun uzun ağaçlarla kaplı bir yol sizi ulaştırıyor bu yere. yolun sonunda, eski edirne istasyonu şimdiki trakya üniversitesi güzel sanatlar fakültesi bulunmakta ve eğer içeri girer de eski lokomotifi yakından görme şansı yakalarsanız, insanı gülümseten hisler bulabilirsiniz burada. çevredeki yerlerden birine oturup, bir içeceğinizle beraber ağaçların altında dingin dakikalar geçirmek çok kolay karaağaç'ta.

    gelirken sadece üzerinden geçmekle kaldığınız meriç'in de, yanında yönünde oturup nehri seyre dalmanıza yer sağlayan mekanlar da var elbette. tabii tercihen yine karaağaç yolu üzerindeki mesire alanlarına da giriş yaparak farklı bir rota çizebilirsiniz kendinize. -örneğin bunlardan edirne kent ormanı sonradan tecrübe ettiğim bir güzelliğe sahip buna sonra döneceğim- ancak ben meriç kenarında bir belediye tesisinde birkaç çay içerek değerlendirdim bu zamanımı ve oldukça da keyifli anlardı.

    artık yemeğin vakti geldi. edirne'de ne yenir? tabii ki tava ciğer. bunun için birçok alternatifiniz olmakla beraber aydın tava ciğer diğer alternatiflerin biraz ötesinde yere sahip. merkezde birkaç soruşturma ile çok rahat bulunabilecek bir konumda ayrıca.

    eh yavaştan gün bitiyor. her şeyiyle bir şehri görmek, gezmek, sindirmek bir günde neredeyse imkansızdır ancak burada belli başlı göreceğeniz yerlerin siz de bıraktığı haz fazlasıyla yüksek olacaktır. gün içinde yaşanmış anıların üzerine bir keyif biranızı, kahvenizi hoş tınılarla taçlandırmak isterseniz size önerebileceğim yer de cafe pena'dır. girdiğiniz andan itibaren sizde retro bir izlenim bırakacak olan bu mekan, günü birlik bir edirne gezisini huzurlu bir şekilde sonlandırmak için oldukça uygun bir seçim diyebilirim.
    1 ...
  32. yaran anne diyalogları

    288.
  33. anne yağlıboya oryantal resim çalışmaktadır.
    a: anne, b: ben

    b: çok güzel oluyo anne ya. ama bak şuraları daha bi belirginleştir bence...
    a: onların üzerinde daha çalışılacak yavrum. kuruması lazım.
    b: bak şu işlemelerin üzerinde de çalışılması lazım sanki...
    a: yapılacak çocuğum
    b: burası niye böyle?
    a: orası daha gölgelendirilecek, bu ilk katı. hadi kafamı karıştırma, işin yok mu senin?
    b: ya elaleme yapacağına kızına yapmıyosun şöyle tablolar, ilerde asar duvarına. çeyiz niyetine. ha?
    a: yaparım, sana nü yapıcam. asarsın. hadi tepemde dikilme.
    b: valla sanata saygım sonsuz ya. ne demiş atamız, herkes cumhurbaşkanı olabilir ama herkes sanatçı olamaz. di mi anne?
    a: ışığımdan çekil çocuğum, göremiyorum.
    b: ama kadının saçı niye böyle olmuş anne? şuraları biraz şöyle olsa sanki...
    a: ebenin ...mı!
    b: aaa anne! şu seviyeli sohbette böyle bişey denir mi ya, yakışıyor mu sana, sanatçıya? iki saattir sanat diyorum, sanatçı diyorum, övüyorum... oldu mu şimdi?
    a: sanatçı özgürdür...
    5 ...
  34. deniz akkaya

    134.
  35. bu kadın skandalları, cesur ( kime göre, neye göre ) pozları ve bir sürü abuk subuk haberiyle medyanın gözbebeğiydi.
    sürekli aşklar yaşadı, bitmedi aşklar yaşama sevdası...sonra birçok kadın gibi bir an geldi, saat tıkırdamaya başladı "anne" olmak istedi. çok normal bence. ancak, her haliyle çocuğu istemediği belli olan bir adama çocuk doğurmak ne kadar doğru? ( ben kendime göre yorumluyorum burada ) ha geçer karşıma " ben adamı damızlık olarak kullandım lan sana ne?" diyebilir, o da mümkündür. çocuk dogurdugu adam da bir garip çıktı " 2 gün içinde, 20 yıldır seviyorum" dediği bir kadınla evlendi...
    düşünüyorum da, eski popülariten yok. çocuğumun babası dediğin, bir şekilde evlenmek istediğin adam gitti başkasıyla evlendi. güzelliğin duruma göre şaibeli.
    şöyle okuyunca hiç gerçek gibi gelmedi çok "plastik" geldi.
    sadece estetikler yüzünden bu kadına plastik diyorduk, sanırım diye diye kadının hayatı da plastik hale geldi.
    0 ...
  36. avea

    956.
  37. kırmızı renk ihtiva eden operatörleri başından beri sevememişimdir zaten. lakin bu avea denen, her daim bir adım öne geçmek için çabaladıkça çabalıyor. şöyle ki:

    şimdi engelli insanlar var ülkemizde malum. ve her işyerinin bu kardeşlerimizden bir kısmını çalıştırma zorunluluğu gibi bir yasa geldi yanılmıyorsam. işte her il artık avrupa birliği uyum yasaları çerçevesinde sosyal alanlarını onlara göre şekillendirmek zorunda vs. çok değil acayip çok geç kalınmış bir durum malum. neyse, bu yasa küçük işletmeleri de kapsar mı kapsamaz mı ya da her ile belli bir kota koyar mı bu şirketlerin genel merkezleri, bilemiyorum. ve engelli insanlarımızın da çalışmasına sözüm yok ki zaten çalıştırmayan, çalıştırıp ezen, yardım etmeyen insan değildir. işte tam bu noktada, avea da bunu yapıyor.

    sadece bir ya da iki ilde rast gelsem neyse diyeceğim de; ankara, antalya, konya, kayseri, aksaray, karaman, istanbul, bursa, ısparta, denizli, hatay, adana ve birkaç tane daha hatırlayamadığım ilde rastladım ya da bilgisini aldım bu olayla alakalı, geçtiğimiz 2-3 ay içinde üstelik. yani yeni bir mevzu. engelli insanlarımızı işe alıyorlar.. güzel, hoş. ama adamı çalıştırdığı yer neresi: dışarıda stant başında... adam zaten ihtiyaçlarını gideremez, gideremiyor tek başına, çünkü tekerlekli sandalyede. sen bir de onu almışın kafasına vermişin güneşi; sırtına vermişin yağmuru, soğuğu ya da her neyse işte. adam dışarıda resmen çile çekiyor. ekmek parası diye ses de çıkar(a)mıyor. ve daha arkasını araştırsan kim bilir neler çıkacak. biraz daha dursam tekme-tokat dalacağımdan dudağımı kemire kemire uzaklaşıyorum her seferinde. şikayet ettik gerekli yerlere, her daim üç maymunu oynadılar. ne gördüler, ne işittiler ne de başka birşey yaptılar.

    artık düşüncem de değişti zaten, yardımcı olmak için aldıklarını zannetmiyorum bu insanları işe. bizim insanımız duygusal ya, görünce gelecek işlemini oradan yapacak, bunlar da para kazanacak. bir taşla bilmem kaç kuş... "gelin, şikayetçi olalım!" diyeyim diye biriyle muhabbet edeyim dedim, konuyu açamadan boğazıma düğümlendi herşey. adam kaç aydır işsizmiş, nasıl diyeceksin??

    sonuç mu: koskoca bir sıfır. anca sosyal ortamda kızıp duruyoruz işte. "insanın bayramlık ağzını zorla açtıran, bu sistemin de işverenin de canı cehenneme" demekten başka da bişey yapamıyoruz işte... insanımız da devam etsin pembe gözlük kullanmaya...
    0 ...
  38. kanada

    125.
  39. gidilip, görülmeye gerçekten değebilecek bir ülke. ama iş yaşamaya gelince herşey değişiyor.

    "kanadaya gidiyorum ben, hoşçakalın" diyenlerin ve diyeceklerin ilk önce çevresindekileri, sonra kendi içindekileri silip, tabiri caizse bembeyaz bir sayfa açmaları gerekmektedir. milyonlarca kilometre uzaklarda, hergün aileden birisinin, "ah yakında olsaydın da, bari tatillerde gelip seni görebilseydik" , "16 saatlik uçak yolculuğuna nasıl dayanalım biz" demesine alışmalısınız ilk önce. her gün, mutlu, mesut gözüktüğünüz halde hep yalnız olacağınızı da bilmelisiniz..

    kanada, tamamen göçmenler üzerine kurulmuş bir ülke.. devletin düşündüğü tek şey göçmenler, ama yararınıza düşünmüyorlar genelde. bir şekilde göçmenlerin parası ve gücünden yararlanıp, ya onları geldikleri yere geri döndürmek ya da kanada'da belirli sınırlar, düzenlemeler ve kurallar içinde yaşamlarını sağlamak asıl mesele onlar için. gerçek kanadalı diyebileceğimiz nüfusu çok az, genç sayısı çok az.. bu yüzden göçmenlere* bütün kapıları açık gibi gözüküyor, öyle de. bu kapıya güvenip, ülkeye gidildiğinde, sizi istedikleri şekle sokana kadar uzun ve sancılı bir dönem de otomatik olarak başlıyor. ilk 2-3 sene zorlansanız da, karşılığını sonradan verebiliyorlar.

    en önemli şeylerden birisi de, gidilecek yer british columbia ise, burayla alakalı her soruya "the purpose of this visit is see beautiful british columbia" diye cevap vermeniz.. özellikle beautiful kısmını daha vurgulu ve abartılı söyleyerek.

    en güzel yanına gelince, birçok ülkeden ve farklı kültürlerden bir sürü arkadaşınızın olmasıdır.. hintli, iranlı, avusturalyalı, çinli*, tayvanli..

    farklı milletlerden göçmen insanlar görünce zannedilir ki, hepsi sizin gibi, ülkesini, yemeklerini, ailesini özlüyor.. ama değil, onlar hayatlarından gayet memnun. hepsi alışmış robot* gibi yaşamaya. sistemde farklı bir şey görülüp söylenince, dikkate bile almıyorlar, hatta delirmiş bu damgasını anında yapıştırıyorlar. o yüzden sisteme hep bağlı kalınmalı, pürüzler görülmemeli, görmezden gelmeli.

    not: çok çalışıp, para içinde yüzmek gibi hayalleriniz varsa, yanlış ülkeyi tercih ediyorsunuz, zira çok iyi eğitim görmüş kişilerin bile iş bulamadığı, garsonluk, taksicilik yaptığı bir ülke burası. "abi, hamile kadınlara ayda bilmem ne kadar para veriyorlarmış, işsizlik parası varmış, eğitim yardımı varmış, çok zengin bi ülke, aldığı vergiyi insanlara dağıtıyor" diye düşünüyorsanız, unutun bunları. sağlık kuruluşlarından bile 3 ay geçtikten sonra yararlanmaya başlıyorsunuz. yani, hasta olursanız, yazık olur..
    bir not daha: kanada'da yaşayan türkleri bulmanın basit bir yolu vardır.. eğer burnunu sildikten sonra, mendili açıp içine bakıyorsa, emin olabilirsiniz, o kişi türktür..!
    4 ...
  40. polonya

    149.
  41. nevi şahsına münhasır leh diyarı...
    hele ki poznandan katowiceye o tren yolculuğu... karanlıkta silüetleri seçilebilen yalnız ağaçları sen gör diye trende çekim yaptım kamera modu açıp pencereye koydum, senin seveceğini bildiğim için ellemeden dakikalarca çekim yaptı, akşam tan yeri kararırken sonra, dilini hiç anlamadığım tren satıcısı geldi, ama öyle güzel gülümsüyordu ki, anlaştık... poznan-katowice arasında mirella teyze vardı tarzanca anlaştığımız... eski türk filmlerindeki gibi altı kişilik sıcak ve hınca hınç kopartımanları boş geçtikten sonrai artık son kompartımanlara yaklaşırken umutlarımı yitirmeye başladığım anda içten gülümsemesiyle kompartımanın müsait olduğunu anlatan, tombiş, anaç teyze... 6 saatte benim için önemli bir insan oldu...böyle küçük, tereyağı kutusu gibi kutularda limon suyu getirdi, çaya döktüm çok leziz yaptı çayı... kitkat ısmarladı bana... sonra bi anda yağmur bastırdı. cama gittim; acaba dedim, bu hiç bilmediğim diyarda yağmur sonrası toprak kokusu nasıldır? hatta sanki benim düşüncelerimi okumuş gibi durdu tren, istasyon olmadığı halde koku dağılmasın da rahat algılayayım diye adeta... makinistle telepatiyle kontrat yaptım 10 dk durdu orada... sonra, bi istasyona geldik, l harfinin ortasına hançer saplamış gibi bi harf vardı olava diye okudum ben. mirella devreye girdi ovava okunuyomuş hançerli l, v okunuyormuş böğrü acıdı mı acaba hançerden dedim... katowiceye indiğimde, yurdum "ara istasyonları" halet-i ruhiyesini alt geçide kadar yaşayabildim... sonra bir taksi buldum...
    1 ...
  42. hollanda

    148.
  43. ayak bastığım ilk avrupa birliği ülkesi.arif sağ'ın başına gelenler dolayısıyla, hakkında daha önce etmek isteyip de edemediğim bir kaç kelamı, sırası gelmişken etmek isterim.yeşil pasaportumu aldıktan sonra bir arkadaşımın da gazıyla internetten gerekli rezervasyonu yapıp amsterdam ve paris'e iki kişilik bir gezi düzenledik.ikimizin de ingilizcesi pek parlak sayılmaz, uçaktan indik, yanımdaki arkadaşım daha önce yeşil pasaportuyla muhtelif avrupa ülkelerine giriş çıkış yapmıştı, belki bu yüzden pasaport polisini rahatça geçti.sıra bana geldiğinde polis geliş nedeni, otel rezervasyonu, uçak dönüş bileti gibi sorgu suallerde bulundu.ben de bütün belgeleri sırt çantamdan çıkarıp tek tek eline verdim.bir ara paris'i telaffuz ederken türkçede olduğu gibi telaffuz ettim alışkanlıkla, pasaport polisi telaffuzumu düzeltti.bu iletişim sırasında ne bir gülümseme, ne insani bir mimik, hani bunlar olsa telaffuzu düzeltişinde art niyet aramayacağım ama hepsi bir araya geldiğinde basbayağı kaba davranıyor sonucu çıkıyor ortaya ama ingilizcem duyduğum rahatsızlığı belirtecek kadar iyi değil...artık bu ülkeye girişteki nahoş başlangıç yüzünden midir nedir amsterdam'da genel olarak kendimi rahatsız hissettim, truman show'daymışım gibi, sanki her şey sahteydi, öyle ki beğenmediğimiz fransızların başkenti bile bana sıcak ve insani geldi amsterdam'dan sonra...ben bu ülkeye gidip 3. dünya ülkeliliğimin duvarlarına tosladım.şimdi avrupada yaşayan gurbetçilerin başarı öykülerini de, içe kapanıp radikalizme kaymalarını da anlıyorum.benim buradan kendimce çıkardığım hisse beğensek de beğenmesek de türkiye'ye vatandaşlık bağlarıyla bağlıyız.insan hak ve özgürlüklerine ve dahi hayvan haklarına, demokrasi kültürüne sahip olmak için çalışmalıyız, talep etmeliyiz bu yolda her muhalif duruşu desteklemeliyiz.avrupa'yı sevmeyebiliriz ama öyle ya da böyle bir takım evrensel değerlerin oluşumuna katkıda bulunan bir medeniyet olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu durum.elin oğlunun bize reva gördüğü muamele şekli bu, bir düşünelim niye böyle ? diyerek didaktik bir sonla entrymi bitiriyorum.
    3 ...
  44. ntvmsnbc

    93.
  45. sabah sabah gene sinir bozan şey.

    sağ üstte "dia'ya kırmızı ateşledi, gs bayrağı patlattı" haberi var. "sahada yaşananlarla ilgili üst düzey bir güvenlik yetkilisi konuştu." imiş. bu üst düzey yetkilinin adı yok mu arkadaşımç içerikte de adı geçmiyor. hatta başka bi kaynakta, içeriğin asıl kaynağı olmadan yayınlanmış da oradan aktarılıyor.

    hemen altındaki haber de şu: "aysal ile özdemir'in tv düellosu" birand'a çıkmalarından bahsediyor haber.
    lan bu nası başlık atmak? "duello" için 2 delikanlı adam gerekir. bahsedilen olayda ne olduğunu hatırlayalım... nihat özdemir isimli fenerbahçeli bi insan stüdyo dışından konuk oldu ve 2 saat bir şeyler söyledi. söylediklerinin doğru olmadığını kendi de biliyordu zaten ve sözleri bitince de "ünal başkanı dinlemek istemiyorum" diyerek yayından uzaklaştı. bi düello durumu yok yani. bi karşı karşıya veya yan yana gelme, bi ayakta durabilme hali yok.

    özdemir denenin yaptığını burada ayrıca tartışmaya gerek yok, zaten ne yapmaya çalıştığı kendi başlığında tartışıldı.

    neyse; geçelim sürmanşetin ortasındaki habere, başlık: "amerikan cbs tv gülen'in çalışma odasında" bu haberle de ntvmsnbc'nin ne yapmaya çalıştığı başka bi başlıkta tartışıldı. bu kadar ciddi sayılan-takılan bi haber kanalının gülen'den bahsederken bi "fethullah gülen" bi "fetullah gülen" yazması çok enteresan. aman diyim dikkatli olsunlar, azar işitmesinler sonra. içeriğin amacı zaten belli, hiç değinmiyorum bile.

    altındaki haberin başlığı ise " 'hz. muhammed tasviri' tepki çekti"
    içeriği çok güzel. şii iran'a sünni mısır'dan "huooopp birader" temalı tepki var haberin içeriğinde. bu çıkarımı fazla zorlama bulanlar da buyursun: http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1237209

    sürmanşetin sol kısmındaki büyük haberin başlığı da "ergenekon gizli tanığı: kola beni pasta eşimi hasta etti"
    ergenekon muhabbetinin ne olduğu belli değil zaten. hiç girmiyorum bu konuya.

    altındaki haberin başlığı ise "bin 200 şişe sahte votka". izmir'de bulunan 1200 şişe sahte voktadan ve kaçak enerji içeceklerinden falan bahsediliyor. en sağda, spor haberinin altında spor haberi; ortada gülen'in altında muhammed ile ilgili bi haber; solda ise ergenekon haberinin hemen altına, sıradan bi sahte içki haberi sürmanşete taşınmış. aaa o da nesi, izmir'deymiş bu sahtecilik. içerikte polis memurları da övülmüş.

    en süper haber sitesi. çok güzel bi site. çok kaliteli.
    0 ...
  46. turkcell

    934.
  47. müşterilerine çok güzel oyun oynayan firma. fatura ödendikten sadece bir hafta sonra çat telefon geliyor, 250 lira faturanız gelecek 190 lirasını 2 gün içinde ödeyin deniyor. (neymiş normal kullanım dışında bir hareket varmış da çalınmış da olabilirmiş de kullanım alışkanlıkları değiştiyse böyle nadide paketlerle yardımcı olurlarmış.. dinle bak gör paketi, oyunu..)
    müşteri hizmetlerini arıyorsun (aramamak mümkün mü?? her ay efendi efendi 50 lira ödüyorsun zaten ve yeni ödemişsin, çat bir telefon 250- 300 lerden bahsediyor) ilk arayan hatunun dediklerinin aynısını tekrarlıyor, ve ekliyor, dediği laf da şu: ''bu seferlik bir indirim yapalım''(mahalle bakkalı sanki mal), ''telefonunuza gelecek mesaja evet diye cevap verin,star paket e geçin, faturanızdan şu kadar küsur lira indirim kazanın.'' gelen mesajda 12 ay kelimesi var, taahhüt kelimesi yok. saf kardeşim de basıyor evete. buraya kadarını kardeşim yaşadı sonra ben devreye girdim bu ne biçim iş diye. neyse online işlemlere giriyorsunuz 300 küsur lira güncel fatura. ara ödeme 190 lira. 2 gün içinde ödenmeli. tekrar arıyorsun müşteri hizmetlerini. durumu onaylıyor diğer arkadaşının star paketi (faturanızda 900dk indirim sağlıyormuş efendim) satmasının iyilik olduğunu anlatmaya çalışıyor. daha ilk başta böyle bir fatura gelmesinin imkanı ihtimali yok. bir diğer müşteri hizmetleri elemanına ulaşıyorsunuz. iki fatura döneminde 1005 dk konuştuğunuzu iddia ediyor. star paketi iptal edebileceğini söylüyor. ama ancak fatura kesim tarihinde. ve yine de kullanamazsınız diyor zaten faturanıza yansıdı. yani indirim yapıldı. yani neymiş 1005 eksi 900 eşittir 105dk çarpı paket aşım ücreti faturamıza yansıyacakmış. bu da eder 44 küsür lira, yani normal fatura ücreti.. yani bu hesaba göre turkcell havadan faturamın 250 lirasını ödemiş oldu. star paket iptalime de karşı çıkmadı?? e ilk arayan hatun ne demişti 250 tl borcunuz var 190 lirasını ödeyin. ikinci müşteri temsilcisi ne demişti, star pakete geçin, bu faturanıza indirim sağlayalım. diğeri ne yaptı star paketi karşılıksız itirazsız iptal etti. ama ben star paketten yararlandım mı? güya! yararlandım. noldu? benim 250-300 liralık faturam oldu yeniden 45 lira.

    o fatura detayı buraya gelecek ben göreceğim 1005 dk nere ile konuşulmuş. 10 saat demek ulan! aslında hiç var olmayan bir 250-300 liralık faturadan ''indirim yapıyoruz, aslında size iyilik yapıyoruz'' diyerek tek bir sms e evet cevabı verme ile 12 aylık paket satmaya çalışıyorlar. nasıl zekice. ayrıca taahhüt kelimesi geçmiyor hiç bir yerde. geçmediği gibi müşteri temsilcisinin biri taahhütlü derken diğeri sağlam bir kükreyince şak iptal ediyor paketi. bir ay dolmadan iptal ettiğim için taahhüt yokmuş. uyanık çıkan kendini kurtarır hesabı..

    kaydedildiğini bile bile bastıra bastıra yaptıkları oyunun çirkinliğini tekrar tekrar söyledim, müşteri temsilcisini bant kaydı gibi hızla geçtiği ''şu kadar ay şu kadar dk şöyle böyle şu tarihten itibaren bik bik.. onaylıyor musunuz?'' diye saydırdığı cümlelerini de tekrar tekrar adam gibi yavaş yavaş söylettirdim açıklattırdım. o star paketten de çıktım (paketten ancak başka pakete geçerek çıkabilirsiniz diyor bir de..), diğer geçirmeye çalıştığı pakete de geçmedim ve güya taahhütlü ne varsa çıktım. ay sonunda da hattı kapattıracağım.

    bu kadar kafaya takmasam koyun gibi ödesem ödeyecektim kısaca 200-300 ne koparırlarsa ya da 12 aylık paketlerine geçecektim. ödemedim de geçmedim de. hele o fatura bir gelsin, aksi bir durumda sonuna kadar götürmeyen de adam değildir.
    0 ...
  48. vodafone

    569.
  49. bugüne kadar çekmeme problemiyle karşılaşmadım. bunu yaşayanın da büyük ihtimalle telefonu böyle sorunlara yol açıyor. fiyatları da normal. yani benim çok spesifik şeyler haricinde bu şebekeyle problemim olmadı. sadece daha önceden bilgilendirme mesajlarıyla ilgili eleştirdiğim bu şebekenin şimdi bir başka dingilliğini anlatacağım.

    android market üzerinde bu arkadaşlara ait vread diye basılı dergileri "boxer, tempo, all, men's health vb." elektronik ortamda satın alıp okuyabileceğiniz bir uygulama var. hangi cihaz simulatörü üzerinde geliştirdilerse htc'de uygulamanın tasarımı sıçıyor. objelerin, görsellerin boyutları, yerleşimleri en kötü tasarımcının yapmayacağı hallerde görüntüleniyor. ayrıca ekran çevirme özelliğiyle de uyumsuz çıktı. başka telefonlarda da böyle midir bilmiyorum ama sadece vertikal yönde çalışıyor. neyse bunlar o kadar önemli şeyler değil, neticede vazifesini yapan bir aplikasyon. benim sorunum çok daha büyük.

    bunu yapan arkadaşların server'larının diskleri ve bant genişliği o kadar yüksek ki, bu uygulamadan mobil (parantez içinde tekrar söylüyorum mobil!) cihazınıza indireceğiniz bir pdf'in boyutu 180 mb civarında. çünkü bu pdf derginin grafikerinden matbaaya giden pdf. bu boyutta bir dosyayı her ne kadar wi-fi'dan da olsa (ki evde bile wi-fi ile bağlanmaya üşenip 3g'de kalıyorum) bir cep telefonu ya da tablet bilgisayara indirtmeye çalışan bir zihniyet aynı zamanda insanlara aylık 250 ya da 500 mb'lık kotalarla 3g internet bağlantısı sağlamakta, üstelik kendi server'ına nereden baksan her ay 50 yeni sayı eklenmekte. adobe acrobat'ın "optimized pdf" seçeneğiyle bile bu işi yapabilecekken kullanıcısına eziyet yaşatmaları gerçekten de adeta japon balığı kafasından çıkmış bir fikir gibi duruyor.

    arz ederim.
    2 ...
  50. anarşist

    93.
  51. liberal denen adam bana hep anaşist'in kötü holivud versiyonu gibi geliyor. sıralamadan yerleri bir kenara bırakırsak, marxizmdi, reel sosyalizmdi bu tip şeylerin eleştirisinde liberalleri genellikle müsamere işi bir anarşist taklidi yaparken görüyorsun. böyle herif kıyım'ın, yıkım'ın, kan'ın, ölüm'ün merkezinde yaşıyor, duvar'dan, dikenli tellerden, uzak bir geçmişten, bir şiddet ve insanlık dışı durum estetizasyonundan falan bahsediyor, duvarlar, muvarlar diye ilhan irem'i veriyor dünyaya. salıyor çalıştığı gökdelenin duvarlarından gökkubbeye yavan liriği, ersatz duyarlıyı, veriyor en sol söylemi, sikertiyor ortamı. 5 yaşındaki büşra'nın istiklal marşı okurken ruhümücerret derken ki şahlanmış o varımsız öfkesinin, coşkusunun bir paralelini duygusal alanda teknik ve artistik patinajda puanlamadan sorumlu olduğunu varsaydığı jüriye verirken, akil ve rasyonelle harmanlarken görüyon. jüri kendisi, patinajcı kendisi, seyirciler kendi koltuklarında oturuyor. hala swan song'unda. vay ya diyon, hitler'in himmler hakkında dediği gibi: bu dediklerine hakatten inanıyorsa olay bitmiştir hacı. yani dört yanın eleştirdiğin şey ile çevirili iken, aklına duvar dendiğinde uzakta bir ülke, yıkım dediğinde bir stil, bir duruş, bir yıkım biçiminden başkası gelmiyorsa, gelemiyorsa, gelemeyecekse bitmişsin. hani hep şu varsayılıyor sanırım, yıkım, sikim her ne haltsa onun bir rengi vardır. bir dokusu, bir stili vardır. o dokuyu, o hissi alamıyorsan, sana normal geliyorsa süreçtir, mekanizmadır, işleyiştir, onu alıyorsan yıkımdır, insanlık dışısıdır, yürek yakasıdır. aslında o açıdan anarşistle farkı bütün bu müsamereliği açıklıyor. anarşist reel sosyalizm deneyi denen şeyin olmasını istediği halde olamayacağını bildiği için üzülüyor, diğeri ise olamayacağını düşündüğünden deney meney gerek yoktu, bu bizim normalleştirdiğimiz yıkım iyiydi'den sapıldı diye feveran ediyor. bütün o ferhat güzel oyunculuğu, saç baş yolduran o adult contemporary rock duygusallığı onunla alakalı. yaşamamış, yaşanmasını da ummuyor. başarılı devrim olsa, hani olmaz a oldu diyelim, hırsından duvarları yumruklayacak adamların duygu sağanağı ile de yaşaman gerekiyor. anarşist'in o anlamda hemen bunlarla savaşmaya başlaması lazım. bir olağan okazyon olmak dışında bir hüneri, diyesi olmayan, dediği diyeceği çoktan elenmiş adam'ın vodvilini izlemek zorunda kalmayız en azından.

    zaten anarşist de çarpıtılmıştır.
    0 ...
  52. fanta

    39.
  53. gizemli fiyat politikası yüzünden bir sürü gencin gelişimini olumsuz yönde etkilemiş kutsal içecek. bunun 1 litresi ile 2.5 litresi aynı fiyattır ve aklı başında hiçbir insanoğlu aynı fiyata 2.5l'uk varken 1 litresini almaz. kadim dost zaphod beeblebrox ile, ne zaman 1 litre almak için girsek 2.5 litre ile çıktık marketten. eğer orada aynı fiyata14 litrelik fanta damacanası olsaydı eminim ki damacana ile çıkardık. dediğim gibi dünya o zaman o kadar yeni bir yerdi ki, çoğu şeyin henüz bir ismi yoktu, biz 2.5 litreyi plastik bardaklarımızla bitirdikten sonra isimlendirmeyi bizzat yapardık. insanların sonradan park dediği şeye zaphod "geeeberrrkk" derdi. ben de banklara "kumburaakkk" derdim. fanta bittikten sonra kumluca'nın vahşi doğasında allah diye bağıran aslanlar gibi dolaşır ve gençliğimizi kutsardık.
    3 ...
  54. coca cola

    425.
  55. üzerinden kapitalizm muhakemesi yapılabilecek kadar kapitalizm sembolü, daha doğrusu kapitalizmin zaferinin sembolü olmuş marka.

    kapitalizm lafını görünce aklımıza "kahrolsun!!!" kelimesi geliyor ya hani, işte iş oralara gelmeden çok önce...
    komünizmden pek de farklı olmayan ideal kapitalizmin -en azından gözümdeki- sembolü coca-cola.

    çünkü neden? çünkü mesela andy warhol diyor ki: "what’s great about this country is that america started the tradition where the richest consumers buy essentially the same things as the poorest. you can be watching tv and see coca-cola, and you know that the president drinks coke, liz taylor drinks coke, and just think, you can drink coke, too. a coke is a coke and no amount of money can get you a better coke than the one the bum on the corner is drinking. all the cokes are the same and all the cokes are good. liz taylor knows it, the president knows it, the bum knows it, and you know it."

    öyle bir ürün düşünün ki, hem inanılmaz lezzetli, hem de oldukça ulaşılabilir olacak. ve abd başkanından ingiltere kraliçesine, taçsız kral pele'den nadya komenaçi'ye herkes bunu içecek. isterseniz dünyanın en zengin adamı olun, o paranızla mahallenizin manavının içtiğinden daha iyi bir kola alamayacaksınız. ve mahallemizin manavı olunca evimize gireceğiz ve yatağımızda düşüneceğiz, bileceğiz ki ve abd başkanı bizimle aynı şeyi tüketiyor.

    şimdi bunda "çok kötü bişi abi ya.. harbiden" dencek bir durum yok. zaten pek bir komünist açıkçası. ha devlet sizin maaşınızdan kesip içeceğiniz içeceği sizin evinize teslim etmiş, ha o parayı size vermiş ve siz yine en uygun şey olduğu için gidip o ideal ürünü almışsınız.

    coca cola da kapitalist toplumsal eşitliğe en çok yaklaşılan yerdi bence. ideal kapitalizm sıçmadan önce bayağı bir gelecek de vaad ediyordu açıkçası. ne demişti ford; "olabilecek en düşük maaliyetle, olabilecek en yüksek maaşı ödeyerek, olabilecek en kaliteli ürünü yapmalıyız." işçileri ağzından kan gelene kadar çalıştırıp sonra cebine bir dolar koyup gecekondusuna yollamak yoktu idealist kapitalistin defterinde. "bu adam benim için çalışıyor, ben ona karşı sorumluyum. en azından bir model t almasını kolaylaştırabilirim" diye uykuları kaçıyordu ford'un şerefsizim. sonuçta onun verdiği para ona geri dönmeyecek mi? benim kârımdan vazgeçip ona harcadığım para da bana geri dönmeyecek mi?

    para döndükten, mallar üretilip tüketildikten sonra ne fahiş fiyatlara, ne de açlıktan kırılan işçi kitlelerine gerek vardı. üretirdik, tüketirdik, çark dönerdi... ama tüketilmesi lazımdı işte paranın dönmesi için. abd'yi derin ekonomik soğumalarından birinden kurtaran adımı atan şeyin petrol artıklarından üretilen ve 1 dolara (kapış kapış) satılan hulahop mudur ne karın ağrısıysa işte onlar olduğunu biliyor muydunuz? yani para el değiştirecekti sadece, bugün benden çıkan 20 dolar, eğer herkes benim gibi vefalı bir harcayıcı olursa bana 3 gün sonra geri dönecekti zaten kendi üretimimi satınca, elimde fazladan o 20 dolara aldığım ürün olacaktı bir de.

    ve en iyi kısmına daha gelmedik! hiç kimsenin bu sistemin dışında kalması, sokaklarda uyuyup çöple beslenmesi için bir sebep yoktu. yeter ki çalışsındı, ve o kazandığı parayı harcasındı. work 8 hours, play 8 hours, sleep 8 hours. öyle sürekli parka gidip sırtını ağaca dayayıp gökyüzüne bakıp arkadaşlarımızla sohbet ederek eğlenmeyecektik mesela. hani para harcadın mı ki? olmazdı, çatırdardı sistem, yasaktı. gidip bir ayakkabı alacaktık hep beraber. herkese birer çift, zaten çok ucuz. veya şöyle gece çıkıp sinemalar, yemekler, barlar... "oh lord, won't you buy me, a night in the town?" diye şarkılar söyleyecektik, bundan ala bir hayal olmayacaktı.

    düşünün, abd'nin ekonomisi almanya'nın 5 katı kadar. ama almanya'nın ihracatı abd'den daha fazla. nereye gidiyor bu mallar? florida'da kasiyere diyorsunuz ki "pardon, benim kola küçük olacaktı." o ne diyor? "bu zaten küçük beyefendi :)" diyor yarım kilo kola elinde.

    ama bir ülkenin böyle olması, o ülke ne kadar büyük (bir pazar) olursa olsun yetmezdi. yılda 40.000 dolar harcayabilen 300 milyon tane adam tek başına bir hiçti. sonra andy warhol dünyaya baktı ve dedi ki: "tokyo'daki en güzel şey mcdonald's. stockholm'deki en güzel şey mcdonald's. moskova ve pekin'de ise henüz güzel bir şey yok." tokyo'da ve stokholm'de neden güzel bir şey vardı peki? çünkü abd, ikinci dünya savaşı'ndan sonra, tarihin gördüğü en büyük ileri görüşlülüklerden biriyle savaş çıkartıp bütün kıtayı yerle bir eden almanya'ya (=avrupa'ya) ve iki gün önce kafasına iki atom bombası attığı japonya'ya tonla para vermiş, sony, mercedes, ford gibi markalar hediye etmiştir. "alın şu parayı da bizim sattıklarımızı satın alırsınız, bugün sen yarın ben" demiş ve bu tüketim kültürünü bir sonraki seviyeye taşımak istemişti.

    bunun bir ufak çaplısı birinci dünya savaşı'nın sonunda denenmişti aslında. wilson idealizmi adıyla. hani şu self-determinasyon hakkı, her ulus kendi devletini kurabilsin buna karşı çıkmayın filan. hatta ermenistan şöyle olsun burdan şuraya kadar uzansın diye harita çizmişti hatırlarsanız. bu ne abd'deki ermeni lobisinin türkiye üzerinde oynadığı bir oyundu, ne de idealist wilson'ın "ah bir gün yüzü görmedi şu zavallı ermeniler" diye uykuları kaçmasının sonucuydu. wilson idealizminin yalnızca "hadi ne devlet kuracaksanız kurun da ticaretimize bakalım" temalıydı. ağrı dağı yok ermenistan'daymış yok türkiye'deymiş, sonuçta sınırın iki tarafında da coca-colamızı yudumlayıp peluş kutup ayılarımıza sarılacaksak pek de bir önemi yoktu değil mi? hem zaten herkes bilir ki mcdonald's bayisi olan ülkeler birbiriyle savaşmaz.

    zaten ekonomik eklemlenme dünyayı bambaşka bir hale sokacak, ah şu tesadüfe bakın ki, tıpkı komünizm gibi, insanlar ulus üzerinden tanımlanmaktan vazgeçecekti belki de. eh hal böyle olunca da gün gelecek coca-cola'nın ceo'su beni tc cumhurbaşkanı'ndan daha çok alakadar eden bir şahıs olacaktı. ve böyle bir dünyada damarını kesseniz kanı serbest akacak hardcore liberallerin hayali gerçek olacak ve devlet, allah kahretsin yine şu tesadüfe bakın ki, tıpkı ideal komünizmin öngördüğü gibi hayatımızdan yavaş yavaş çekilecek ve bizi ideal toplumumuzla başbaşa bırakacaktı.

    tek bir pazar, tek bir yürek, tek bir vücut olacaktık belki dünya olarak. abd başkanı da, vietnam'da nike için ayakkabı üreten adam da işten eve gelince kolasını yudumlayacaktı, bir oh çekecekti. ama olmadı, olamadı. abd başkanı anca ortalama abd vatandaşıyla eşit olabildi bu hususta, vietnamlı çocuksa onlara ayakkabı yetiştereceğim derken öldü.

    clemenceau fransız devrimi için şöyle demiş: "fikir güzeldi, ama işin içinde insan vardı."

    ben de aynı şeyi kapitalizm için söylüyorum. sen de aynı şeyi komünizm için söyleyebilirsin.

    coca-cola'ya dönecek olursak, new york times'ın haberine göre usame bin ladin'in evinde bulunmuş onu öldüren harekat esnasında. dayanılmaz ve elde edilebilen bir lezzet olması... kim bilir, belki bir gün hep birlikte içeriz.
    1 ...
  56. sprite

    37.
  57. 200 ml'lik şişesi muazzam olan içecek. arkadaş coca cola-pepsi, fanta-yedigün ayrımı yapmam. hangisi olsa içerim. ama gazozda sprite dendi mi akan sular durur benim için. fruko, 7up vs. hiçbiri eline su dökemez.
    1 ...
  58. bizans imparatorluğu

    51.
  59. roma imparatorluğunun resmi yıkılışı çoğu kaynakta 1453 yılı olarak geçer. çünkü bizim bizans imparatorluğu olarak bildiğimiz devlete “bizans” ismini tarihçiler 19.yy’da vermişlerdir. (şehrin mitolojik kurucusu byzas’tan türeterek) osmanlı’nın son verdiği bizans’ın tarih sahnesindeki gerçek ismi ise doğu roma imparatorluğu'dur.

    kısaca baştan alalım: bir kent devleti olarak italya’nın merkezinde kurulan ve etrafındaki diğer kentleri ardı ardına ele geçiren roma, zamanla cumhuriyetle yönetilen bir devlet ve m.ö. 27 yılında ise bir imparatorluk haline gelmiştir. bu dönemden sonra meşhur julius caesar’ın manevi oğlu augustus (octavianus) ve ardılları dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından birine hükümdarlık etmişler.

    roma’nın 4 yy’ın başlarındaki imparatoru bizim için çok tanıdık bir isim. çünkü constantine ismindeki bu imparator; roma imparatorluğu’nun inanılmaz boyutlarına bakarak, artık roma’nın tek başına bir başkent olarak yeterli olmadığına kanaat getirmiş ve doğuda byzantion'u (istanbul) ikinci başkent olarak imar etmeye karar vermiş. böylece ticari açıdan gittikçe zenginleşen doğuyu kontrol edecek bir başkent ve aynı zamanda bir merkez liman kurmuş olacaktı. bu niyetle istanbul’u roma’yı örnek alarak yeniden inşa ettirmiş, o dönemki boyutlarının 4 katına çıkarmış, surlarını genişletmiş ve 330 yılında ise ikinci başkent olarak açmıştır. hükümdar, istanbul'a “neu rome” yani "yeni roma" adını vermiş. kendinden sonrakiler ise onu constantinopolis yani konstantin’in şehri olarak anacaklardır. şehrin ismi, osmanlı döneminde ise çok uzun yıllar konstantiniye olarak geçmiştir.

    constantin’den kısa bir süre sonra heybetli roma imparatorluğu ikiye bölünmüş. batı roma imparatorluğunun başkenti roma, doğu roma’nın ise constantinopolis(istanbul) olmuş. barbar kavimlerin baskısı ile 476’da batı roma imparatorluğu çökerken, doğu roma yani bizans’ın, fatih sultan mehmet’e kadar 1000 sene sürecek olan maratonu daha yeni başlamaktadır.
    0 ...
  60. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük