kendi manyaklığı yüzünden olmayan kitaplardır. hadi film yarıda bırakamama hastalığı bi nebze de, bu durum kitap için söz konusu olduğunda yaşananlar dayanılmaz oluyor. 700 küsur sayfalık bi kitabın 10.sayfasında sıkılınca işkence çeke çeke okumak zorunda kalıyorsunuz. o yüzden kitap seçerken aşırı seçici davranırım.
kesinlikle oğuz atay'ın bizzat kendi. "tehlikeli oyunlar"da da kendinden izler bulmak mümkün ama, bu kitap alenen kendisi. bütün karakterleriyle üstelik. tutunamayanlar'ı okuyun, bi de diğer oğuz atay kitaplarını, "bir bilim adamının romanı" dahil. ne demek istediğimi anlayacaksınız. bu kitap bambaşka bi kafayla yazılmış, yazarın kendi kafasıyla.
edit: ahmet altan'ın "tehlikeli masalları" ile karıştırmışım. doğrusu "tehlikeli oyunlar". uyarı için kucuk istavritin oykusu'ne teşekürler. ödeştik.
babamın her rakı sofrasında andığı kadın. takriben 4.kadeh sonrasına denk gelir. herhalde anneme karşı anca o zaman cesaret geliyor ki, öve öve bitiremiyor bu yazarı. herhalde kendisi hakkında en çok bilgi sahibi olan insanlardan biriydim. o kadar ezberledim her şeyini. türk edebiyatında bir kadından bahsedilecekse, kesinlikle kendisi olmalı der babam, bundan daha fazlasını da der tabii de gerisi bana kalsın. ileride bir kitap yazabilirsem, ki imkansız, kadın karakterimi babamın anlattığı suat derviş'den oluşturacağım da.
hak ettiği değeri göremeyen adamlardan biri. bunlardan o kadar çok var ki. caz denilince akla ilk gelen isimlerden biri olmaması gerekirdi bunun. ama olmadı.
yıllar geçse de hafızada ilk günkü kadar kalan roman. hani insanın ara ara okuduğu kitaplar vardır ya, herhangi bir sayfasını açıp keyifle sanki ilk kez okuyormuş gibi okuduğu. işte benim için öyle kitaplardan biri bu. ama daha da kişisel bir anıya konu olmuşluğu var. bu kitap sayesinde hayata döndüm ben, kelime anlamıyla değil, gerçek anlamda. bi gün anlatabilecek konumda olursam paylaşırım da, insanın her ne yaşıyorsa yaşasın, bi anda hayata bağlanabileceğini gösteren romanlardan biri bu. kesinlikle.
hayatımda okuduğum en kitap. sıfat bulmakta güçlük çekiyorum. öyle herkese tavsiye edilecek, evde orta yerde bulundurabilecek bi roman değil. annemin beni doktora götürecek kadar kitap okuyan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ama, bu kadar sarsıcı bi şey daha önce okumadım.
"modern insanın içini kemirip onu yaşama zevkinden alan sorunun ne olduğunu biliyorum ben. o içlerindeki tanımlayamadıkları hastalıklı boşluğun sebebini söylememi ister misiniz? takım elbiseli erkekler, yüksek topuklu kadınlar, yüzlerinizden salınan akasya gerginliğini saklayamıyorsunuz, görüyorum ben. Gözlerinizden bali akıyor, gülüşünüzde ölü doğmuş bebek kokusu var, yürüyüşünüz ıslak kum gibi bastığınız yere yapışıyor. Birisini öldürmemiz lazım çünkü. Bu olmamaşlığın tek sebebi bu. Öldüremiyoruz kimseyi. Öldürme güdülerimiz karşılanamıyor bizim. Çaresiziz. insanın en büyük açlığı giderilemiyor. Savaşlar bu yüzden vardı işte. insanlar birbirlerini öldürerek en doğal ihtiyaçlarını karşılıyor, ruhlarını feraha erdirerek doğanın işleyişini bozmuyorlardı. Olmadı hayvan öldürüyorlardı, vahşi hayvan avlıyorlardı, atılıyordu böylece içlerindeki gerginlik, pislik, nefes almaya başlıyorlardı. Birisini öldürmemiz gerek. Çok açık söylüyorum bunu. O boşluktan kurtulmak istiyorsanız bunu yapmanız şart. Bu yazdıklarımdan etkilenip de cinayet işleyen bir kişi çıksa yeter bana, tek bir kişi"
insanın kendini sevmeye başladığı an. özgüvenini tekrardan kazandığı. kendini güçlü hissettiği. ezik ezik hissederken eski sevgiliyi aramak zordur çünkü.
herkese kendimi yabancı gibi hissediyorum. ne çok seviyorum ne de çok üzülüyorum. yaşamaktan bi şikayetim yok ama öylesine yaşıyorum sanki. her şey öylesine yani. olsa da olur olmasa da.
en sevdiğin yazar kim sorusunun her daim karşılığı olabilecek bir yazar. yazdığı her cümleyi en az iki kez okunduğundan, romanını bitirmek pek de kolay değildir. bunun yanında cümlelerin yarattığı ahenk de olağanüstüdür. sanki şiir yazar gibi kitap yazar. kimin gibi yazmak istersin sorusunun da tek karşılığıdır.
ilk ve son yurtdışı seyahatinde gidilen bir yer ise burası, insanda tuhaf duygular uyandırmaya yol açar. insanlar italya'dan, ispanya'dan, fransa'dan bahsederken, acaba ben de gittiğim yerin güzelliklerinden bahsetsem mi diye düşündürür, bahsettiğinde de insanların aval aval bakışlarından pişman olunmasına yol açar. giden biri olmadığı için sohbet orada tıkanır.
etrafta ağlayanlarla birlikte izlenildiğinde insanın kendisini sorgulamasına yol açan film. hele de daha filmin 10.dakikasında ağlamalar başlıyorsa. insanların ön yargılı bi şekilde ağlamaya geldikleri film de denebilir buna. "yaa çok güzel çok ağlamadım ben" diyince biri, diğeri de peşinen ağlamaya geliyor. yaşadığımız yüzyılın gerçeklerini ortaya koyması açısından değerli bir film yani bu. herkes napıyorsa biz de onu yapmalıyız tarzının somut örneği.
eğer daha 18 yaşında yaşanılan bir durumsa yaşayanı pek fazla etkilemeyen bir olaydır. hatta istenilen kızı havaya sokup "yaaa 18 yaşındayken pilot istiyorsa, birkaç sene sonra kimler ister beni kim bilir" diye düşünmesine yol açabilir. ama yıllar geçtikçe hayal kırıklığı kaçınılmazdır. bırakın pilotu, sadece lunaparkta çarpışan araba kullanabilen biri bile çıkmayabilir.
hak ettiği değeri göremeyen bir ingiliz komedisi. durup dururken manasızca güldüren durumlara sahiptir bu dizi. dahası, neye güldüğünüzü açıklamakta zorlanırsınız. bu yüzden de eşe dosta tavsiye etmek kolay olmaz bunu. ya ben çok gülüyorum ama neye güldüğümü bilmiyorum tanımlamasını en çok bu hak eder.
çok sevilmesiyle beraber yiyeceklerin gerçek tadını almamıza engel olduğunu kabul etmememiz gereken sostur. çünkü her türlü tat olarak baskın gelir ve ne yerseniz yiyin, acı tadı yediğiniz şeyin tadına engel olur. dolayısıyla insanı çelişkiye düşüren bir sostur. seversiniz, ama bir yandan da yediğiniz şeyin tam tadını almak istersiniz, o yüzden insanı iki arada bi derede bırakır.
yaşasaydı, kim gibi olurdu diye düşündüğüm ender insanlardan biri. hani böyle arkadaş ortamlarında ince ince laf sokan ve sokarken de sevimli sevimli sırıtan, şeytan tüyüne sahip insanlar vardır ya, işte aynen böyle bi tip canlanıyor gözümde. şiirden nefret eden insana bile şiir sevdiren o üslubun başka bir açıklaması yok. "gelsen önemli değil, gelmesen önemli olurdu". şu mısra bile anlatmaya yetiyor onu.
soluksuz okunan bir ahmet altan romanı. anlatılan hikayeden çok karakterlerin iç dünyasını merak etmenin gizli bir hazzını duyuruyor insana. ilk gençlik yıllarında okunursa, kadın-erkek ilişkileri açısından tam bi cevher. size yaklaşan her erkekte o karakteri görmeye de vesile. kısacası her anlamda iz bırakan bir roman.