kendimi anarşist olarak tanımlasam da, bu konuda akademik düzeyde bir tartışmaya girecek kadar teorik bilgiye sahip olmadığımı itiraf etmeliyim öncelikle... ama yine de bana kalırsa, anarşizm varlığını illa ki sosyalizm bayrağının altında devam ettirmek zorunda değil gibime geliyor. sosyalizm, kendi yorumladığım kadarıyla özellikle işçi sınıfının çıkarlarına hizmet eden bir sistemden ziyade, son tahlilde sınıfsız bir toplum yaratmayı savunur. işçi sınıfının öne çıkarılıyorsa bu kapitalist sistemde insanların ürettikleri değerlere yabancılaşmalarından, yoksa sosyalizm (ya da marksizm) burjuva sınıfının, bir kast sistemindeki gibi alt düzeyse varlığını devam ettirmesinden yana bir sistem değil (bildiğim kadarıyla tabii).
anarşizm'i ise çok farklı değerlendiriyorum. bir anarşist, işe önce insanların özünde iyi olduğunu düşünerek başlamalı. işçi de, burjuva da sistemin kurbanıdır benim gözümde, ikisi de aynı ölçüde kapana kısılmıştır. gereklilikler, insanın kendi özünü keşfetmesinin önünde en büyük engeldir. devletsiz, sistemsiz bir toplum eninde sonunda dengeye gelecektir, yeter ki bireyler böyle bir dünya'nın mümkün olduğuna inansın... en basitinden en komplikesine her türlü düzene ve onların devam etmesini sağlayan insanlara verilen refleksif, spontane tepkiler bu uyanışın ilk adımıdır diye düşünüyorum. anarşizm demek birey demektir, ve bireyin hayatının her alanındaki zincirlerden kurtulmak için, hiçbirini kayırmadan mücadele vermesi, düzen kelimesini sözlüğünden tümüyle çıkarması gerekir...
bu benim kendi anarşizm anlayışım. anarşizm'in tarihsel gelişimi konusunda, dediğim gibi çok bilgi sahibi değilim, sosyalizm'in bahçesinde yeşermiş olması fikri de beni rahatsız etmez; ancak anarşizm'in ifade etmesi gerektiğini düşündüğüm ideal, herşeyden önce düzensizlik özlemidir kanaatindeyim...
edit: cahil bir insandan daha tehlikeli biri varsa, o da cehaletinin farkında olmayandır... umarım bana anarşizm ile sosyalizm'in farkını ''bünyeme fazla yükleme yapmadan'' öğretmek isteyen arkadaş bunlardan biri değildir.
eğer söz konusu hackerlar, pardon örümbağ anti-terörist timi elemanları görev başındayken bilgisayarları fazla ısındığı için patlarsa ve onlara bir şey olursa, bu kahramanların yedi sülalelerine maaş bağlamak, çocuklarını hatta torunlarını istedikleri üniversiteye sınavsız almak lazımdır. bunun için hemen bir yasa çıkarılsın artık, daha ne duruyorsunuz ki?
çoğunlukla, belli bir sınıfın çıkarlarına hizmet etmeyen bir sistemi savunan siyasi görüşün adının anarşizm değil, sosyalizm olduğunu bilen insanlardır bunlar...
belki de ''bilmemesi'' demek gerekiyor... her neyse, tanım verirsek hayattan kopukluğunuzu, silikliğinizi, insanlarla sizi tanımlayan en temel kelime olan isminiz dahil hiçbir şey paylaşamadığınızı gösteren acıklı durumdur... şöyle ki:
bölümünüzde yeni tanıştığınız, birlikte laboratuarda çalıştığınız, konuştuğunuz, şakalaştığınız biri vardır (karşı cins, ama bunun pek önemi yok). güzel bir arkadaşlığa adım attığınızı düşünürsünüz, ona sempati beslemeye başlarsınız, arkadaşlarınıza ondan bahsedersiniz. hatta az buçuk bir sahiplenme duygusu bile hissedersiniz. yine bir gün labda malum şahıs aynı bölümdeki başka biriyle tanışırken asistan ''bu zamana kadar tanışamadınız mı hala, nasıl sınıfsınız siz?'' diye takılır, ardından şöyle bir diyalog gelişir:
ben: (takılmak için) ya bakmayın biz de tanışmıyoruz aslında, yanlışlıkla yanıma oturmuş bu, yoksa daha adımı bile bilmiyordur.
arkadaş sandığım şahıs: yok artık ya..
b: bırak şimdi, söyle o zaman adım neydi?
asş: (afallayayazarak) şey ya... ah dur hatırlayamadım şimdi, dilimin ucunda ama... hay allah?!
b: (dumur vaziyette) nasıl ya?
asş: ya kusura bakma, biliyorum tabii ki de kafam karışık şimdi... neydi ya, kusura bakma??!
b: adım x, memnun oldum hanımefendi... (şaşkınlık, kızgınlık vs.)
normalde burada kızın ''aaa tamam ya nasıl unuttum'' falan demesi ve hayatın devam etmesi gerekiyor fakat söz konusu benim olduğum yerde normal bir şey olmayacağından diyalog şöyle devam etti (asıl dumur edici kısım geliyor, savulun):
asş: ne, x mi?
b: ne oldu, beğenemedin mi?
asş: şaka yapmıyorsun değil mi ya?
b: ne alaka ya?!
asş: ya sanki ben y, z falan gibi (çok farklı birkaç isim söyler) bir şeyler hatırlıyorum ama... sahiden adın x mi?
b: (şaşkınlık yerini hayal kırıklığına bırakıyor burada) evet, uzun bir zamandır öyle...
asistan: birlikte çalıştığın çocuğun adını da mı bilmiyorsun? olacak iş değil. (basit, objektif ve genelde doğru tespitlerde bulunan adam mode on)
ve sizin hem onu arkadaş sandığınız için kendinizden utanmanız, hem de sizi hep böyle saçmasapan durumlara düşüren sosyal özürlülüğünüzden dolayı kendinizden nefret etmenizle bölüm bitip jenerik müziği girer. (bkz: sad but true)
bir kardeşimin, bu gerzek sisteme hizmet ederken ölmüş babasından kaynaklanan ve babasını başka bir şekilde kaybedenlerinkinden hiç de daha ağır olmayan acısı hafiflesin diye belki daha zeki, daha çalışkan, daha idealist, hatta belki daha fazla zorluk çekmiş başka bir kardeşimin üniversitenin dışında kalmasına sebep olacak gerzek düzenleme. (bu gerzek kelimesini de nereden kaptım bilmiyorum, neyse...)
bugün bir gazetenin manşetten duyurduğu olay. gözümüz aydın mıymış, uzun zamandır beklenen olay mıymış, öyle bir şeymiş galiba... ben şahsen bu pozitif (?) ayrımcılığın sebebinin, gerekçeli kararının... her ne haltsa, açıklanmasını bekliyorum bir t.c. vatandaşı olarak. babasını askerde kaybetmiş çocukların, sözgelimi trafik kazasında kaybedenlerden ne farkı olduğunu öğrenmek istiyorum. ama kim ne derse desin, bu bir ''özür''den başka bir şey değildir benim gözümde. ''rahatımızı korumak için babanızı boş yere ölüme gönderdik, aman ses çıkarmayın ne olur'' ricasıdır sistemin sadece.
bu vesileyle babası askeri görevde ölen, sonra girdiği öss'de hiçbir ayrımcılık vs. olmadan bileğinin hakkıyla gata'yı kazanan tanıdığımı ve benzer durumda olanları da canı gönülden kutlayayım. hayat herkese eşit davranmıyor belki; ama yakınmadan, gocunmadan, bir yola tek başına baş koyunca da başarılamayacak pek bir şey yok...
kimlere verileceğini belirleyenlerin gelmişlerine, geçmişlerine, 7. kuşağa kadar atalarına ve torunlarına ağzıma gelen küfürü etmek istediğim sözde eğitim yardımı özde yandaşları kayırma şeysi.
hayatınızda bir şeylerin yolunda gitmediğinin en büyük göstergelerinden biri. bir an durup, geçen yıl o günlerde nerede, ne yapıyor, ne hissediyor olduğunuzu düşündüğünüzde şimdi de o günlerde olduğu gibi yalnız, umutsuz, parasız olduğunuzu, hatta daha ötesi tıpkı o günlerdeki gibi sizi reddetmiş birisi için boş umutlar beslediğinizi ve bir yıl önce yaptığınız (sonu büyük bir hüsranla biten) hataları yapmaya hazır hissettiğinizi fark ediyorsanız ortada gerçekten bir sorun var demektir. tabii, asıl vahim olanı kuşkusuz tüm bunların ayrımında olmanıza rağmen hala ders almamanız, hala ne yapmanız gerektiği konusunda en ufak bir fikrinizin olmamasıdır...
gelecekten üç vakit sonra tanrı'nın kendisine beklediği mektubu bir güvercinle göndereceğini hissettiğim yazar. ama önce o ahizeyi bırakıp pencereye giderek gökyüzüne bakması lazım... gerçeği kulaklarıyla aramasındansa, bilemediğimizin tekil karanlığında hayali dalgalarla boğuşmasındansa şimdilik böylesi daha iyi zira melih cevdet anday'ın da dediği gibi ''sabırsız testi, hep dolar gibi olan / herşeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!''...
çok affedersiniz ama ebesini fikmek istediğim çizgidir*.
şimdi biliyorum, bir insan neden durup dururken bir çizginin ebesini fikmek ister, neden günlük hayatında ağzından tek bir küfür duyulamayacak biri (bkz: bendeniz) 70 milyonun takip ettiği bir sözlükte ebe gibi kutsal bir varlığa küfretmeyi marifet sayar, nereden geldik, nereye gidiyoruz, mustafa denizli beşiktaş'ı şampiyon yapar mı diye meraktan kendinizi yiyorsunuz. dilim döndüğünce açıklamaya çalışayım:
efendim, bu allah'ın belası çizgi modern hayatın en büyük buglarından biridir kanımca. sırf bu çizgiyi geçip geçmeme endişesi yüzünden nice dostluklar başlamadan bitmiş, nice kuruntu yapılmış, nice strese girilmiştir. evet, karşımızdaki çok iyi anlaşabileceğimiz, çok kafa dengi, çok şeyler paylaşabileceğimiz bir insandır belki, evet her şeyden önce ''insan''dır fakat neylersinizdir ki karşı cinstir işte, ya sizde olan bir şey onda yoktur, ya sizde olmayan bir şey onda vardır. sırf bu eksiklik/fazlalık yüzünden sağlıklı bir ilişki yürütemezsiniz onunla, eğer çirkinse ''acaba bana aşık falan olur mu ki, millet yanlış anlar mı?'' demekten, yeterince güzel/yakışıklı ise ''ya ona olan hislerim aşka dönüşürse, acaba ne düşünür, bana kızar mı, dostluğumuz bozulur mu?'' diye düşünmekten bir türlü sağlıklı bir ilişki yürütemez onunla. sonunda gelir yine, hemcinslerinin sonu gelmez araba, futbol, kız düşürme taktiklerinden / makyaj, giyim-kuşam, tatil anılarından ibaret muhabbetlerinde hapsolur.
şahsen kendimi bildim bileli çok anlamsız gelmiştir bu mesele bana. karşımdaki insanın kişiliğinden, birikiminden çok cinsiyetine kafayı takmak, onunla arana görünmez bir duvar örmek bence, abartısız söylüyorum, bir ''insanlık suçu''... bir insanın çevresinin çoğunlukla yaşıtlarından oluştuğunu ve bunların yarısının kız olduğunu düşünürsek, etrafınızdaki insanların azınlık denemeyecek kadar büyük bir kısmını anlamsız kaprisler yüzünden farkında olmadan yabancılaştırması, ''acaba onunla yatma ihtimalimiz var mı?'' diye düşünmekten doğru düzgün fikir alışverişinde bulunamaması, öyle sanıyorum ki hepimizin üzerine biraz olsun düşünmemiz gereken ciddi bir mentalite sorunudur.
ayrıca bu seneki beşiktaş'tan cacık olmaz, küme düşmezse iyi bence, ertuğrul'a büyük haksızlık ettiler söyleyeyim...
hayatla barışık olmamak durumunun bir adım ötesi. ne diyeyim, küsecek bir hayatınız bile yoktur işte... otobüste arkanızda oturan ikili, birbirlerine o gün yaptıklarından coşkuyla ve heyecanla bahsederken siz o anda bir tanıdığınıza rastlasanız, hakkında konuşacağınız hiçbir şey olmadığını hissediyorsanız; arkadaşlarınızın facebook'taki fotoğraf albümlerini incelerken siz böyle bir şey yapsanız dünya'nın en sıkıcı albümü olacağını düşünüp acı acı gülüyorsanız; kimsenin sizi düşünmediğini, sizin hakkınızda konuşmadığını, size ihtiyaç duymadığını adınız gibi biliyorsanız... bir hayatınız olmadığının ayrımına varmışsınız demektir.
sanki soğuk, karanlık bir zindandasınızdır doğduğunuzdan beri, tavandaki aralıklardan ışık hüzmeleri sızsa da bazen artık durumunuzu o kadar kanıksamışsınızdır ki ne dışarısının nasıl bir yer olduğunu merak edersiniz, ne de durumunuzu değiştirmek için bir şeyler yapmak gelir içinizden. her tarafınıza kramp girmiş olmasına aldırmadan aynı pozisyonda oturup ışık hüzmelerini seyredersiniz. ne var ki, bu görüntü size, eskiden olduğu gibi özgürlük ve mutluluk umudunu vermez, veremez artık... sırf bakacak başka bir şey olmadığı için, bomboş gözlerle bakarsınız onlara.
yarın, bir hafta içinde, en olmadı bir ay içinde hiç güzel bir şeyler gelecek midir başınıza, yüzünüz bir an olsun gülecek midir, bundan emin olamamaktır bir hayatınızın olmaması.
sözlüğe girdiğim entry'lerin bir kısmını yalnızca içimi dökmek için yazdım. ne var ki, bu yazdıklarımın bütün sözlüğü ilgilendirdiği gibi bir şey söylemiyorum kesinlikle. bu entry'lerle sözlüğü kirlettiğimi falan da düşünmüyorum çünkü zaten o entry'ler başından bellidir, okumak gibi bir mecburiyete sahip değil kimse. ha birkaç kişi okur, kendinden bir şeyler bulur belki, o zaman ne mutlu bana... ya kardeşim, burası devlet dairesi değil ki her söylediğim sözde kamu yararı gözeteyim, değil mi ama?! insana dair herşey burada yer bulabilir. isteyen gitsin, sonu gelmeyen siyasi tartışmalarla tüketsin zamanını... ben şahsen, benzer duygu ve düşünceleri paylaştığım insanlara ulaşabilmek adına ''kendimi teşhir etmeye'' devam edeceğim bu sözlükte olduğum sürece, kimse de kusura bakmasın valla.
ikinci senemin başında, girdiğim için pişman olup olmamakta hala karar veremediğim üniversite... çok düşünmedim burayı tek tercih olarak yazarken; çocukluk hayalimdi, hani neredeyse ilkokula başladığımdan beri ailem tarafından koşullandırılmıştım boğaziçili olmaya. şimdiyse özellikle ikinci dönemi çok güzel geçen (bazı ciddi hayal kırıklıklarını da unutmadan) bir senenin ardından, yanlış kararlar ve şanssızlıklarla başlayan bir eğitim-öğretim dönemi, artık eskisinden daha bulanık ve puslu görünen hayallerim, daha şimdiden derslerden kaytarmak için bahane arıyor olmanın iç burkuculuğu var... insanın başına gelebilecek en tehlikeli şeyin heyecanını yitirmek olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum, okulum sağ olsun.
yaklaşık 20 dk. sonra tek hayalim olan, ''başka bir şey okuyamam'' dediğim bölümümün dersine gireceğim. ve biliyorum ki yine kimseyle konuşmak içimden gelmeyecek, bir köşede mal mal oturup, dersin yüzde 90'ını hayal kurarak geçirdikten sonra yorgun, bezgin bir halde çıkıp gideceğim derslikten... umutlarımı yeniden yeşertmek için bir sebep arayacağım ama bulamayacağım muhtemelen.
tüm bunlara rağmen, buraya gelmesem nereye giderdim, gerçekten bilemiyorum. bazen pişman olmak isteyip olamamak da kötüymüş, bunu anlıyorum şimdi garip bir şekilde.
edit: neresini kötülüyorsunuz kardeşim bu entry'nin? öylesine içimi dökeyim dedim sadece, kimin tavuğuna kışt dedik, anlamadım ki?! aynı okulda okuduğum fanatik arkadaşlarsa eğer, şunu söyleyeyim, belki ben okulumu sizden katbekat fazla seviyor ve sahipleniyorumdur... isterseniz şu entry'yi bir de alt-arka taraftaki bir yerinizle değil de gözünüzle okumayı deneyin.
emrah'ın annesinin darth vader'la çıkması kadar enteresan bir durumdur. hatta belki de aynı şeydir. ama belki de değildir... neyse, bırakalım emrah düşünsün en iyisi. hatta hiç düşünmesin, direkt koşsun daha iyi. gideceğiniz yeri bilmiyorsanız nereye koştuğunuzun önemi yoktur zira. emrah hayatına bir yön çizdi, rüzgarda savrulan sararmış bir yaprakken hedefine doğru son hız ilerleyen bir ok oldu artık... peki ya siz?**
piyasa yapmak, dikkat çekmek, egosunu tatmin etmek için değil; kendisini anlayabilecek birilerine ulaşma derdinde olması da mümkündür. ortalığı karıştırmak yerine kendini ifade etmek istiyordur muhtemelen. sözlüğü sanal bir kimlik oluşturup onun üzerinden gerçek hayattaki eksikliklerini kapatabileceği bir ortam olarak görmediğinden nickinin altına bir şey yazılıp yazılmamasının herhangi bir kıymeti harbiyesi yoktur onun için.
belki de gerçekten beş para etmez bir yazar olmasından kaynaklanıyordur, kim bilir... (bkz: kendim diye söylemiyorum)
bildiğiniz gibi, hepimiz çocuk yapmak için gerekli işe girişmeden önce ülkemizdeki siyasi durumu, amerika'daki ekonomik krizi, beşiktaş'ın halini vs. şöyle bir gözümüzün önüne getirir ve herşeyin düzeleceğine inanırsak o çocuğu yaparız (bkz: çocuğu yapmak). tabii bazı insanlar aynı fikirde olmayabilir, onlara da saygı duymak gerekir. fakat gelin görün ki, ruanda'da yapılan bir araştırmaya göre başlıktaki cümleyi söyleyenlerin %87,22'si bir süre sonra doğanın çağrısına karşı gelemeyerek şunu da demiştir:
ülkemizde kullanılan tanımıyla; görev başında olması kaydıyla herhangi bir yerde, herhangi bir sebepten, herhangi bir şekilde ölmüş tsk mensuplarına verilen isimdir. bu tanımın hangi kutsal kitapta bulunduğunu ise halen çözebilmiş değilim... tek bildiğim, benimle aynı yaşta insanların, yani aşkların, sevgilerin, mutlulukların en coşkulu, en yoğun şekilde yaşandığı yıllarında olan insanların uzaklarda bir yerde, asla durmak bilmeyen bir çarkın dişlileri arasına sıkışıp bir daha geri dönmediği; birilerinin bir şeyler için onların ellerinden evlenemedikleri sevgililerini, doğmamış çocuklarını, izleyemedikleri gündoğumu ve günbatımlarını aldığı ve bunu neden yaptıklarını asla sorgulamadıkları, sorgulatmadıklarıdır.
başlığın tamamı ''türkiye'nin özgür ve demokratik ortamıyla tanınan üniversitelerinden birinde yeni gelen rektörün türbana takması üzerine arkadaşın türbanını çıkarmak zorunda kalması''dır ve şu şekilde vuku bulmaktadır:
aynı sınıftaki türbanlı bir kızla arkadaş olursunuz. arkadaşınız diğer çoğu türbanlının aksine açık görüşlü, kafa dengi biridir; karşı cinse karşı herhangi bir önyargısı yoktur. türbanı kendi isteğiyle taktığını iddia etse de buna pek inanasınız gelmez; ne var ki, kafasındaki örtünün onun için bir şekilde önemli olduğu bellidir, o yüzden pek üzerinde durmazsınız bu konunun. geçen zaman içinde, birçok şey yaşar ve paylaşırsınız onunla. ('yalnızca' arkadaş olarak)
sonra yeni ders yılı gelir, yeni rektör türbanı üniversiteye sokmayacağını söylemektedir. arkadaşınızla konuşursunuz, okumak için gerekirse, istemeyerek de olsa türbanını çıkaracağını söyler, siz de destek verirsiniz bu kararına. derken okullar açılır, okulun ilk günü türbanlı öğrenciler protesto gösterisi düzenlemiştir. arkadaşınıza telefon açarsınız, sesi biraz buruk gelir sanki ama söylediğine göre herşey yolundadır. o gün görüşmek istersiniz ama işi olduğunu, görüşemeyeceğinizi söyler.
derken içinize bir kurt düşer, ''acaba benden utanıyor mu?'' diye düşünmeden edemezsiniz. aslında biraz da çekindiğinizi fark edersiniz, onu o haliyle ilk gördüğünüzde ne olacaktır acaba, hiçbir şey olmamış gibi mi davranmanız gerekmektedir, sizden gözlerini kaçıracak mıdır, onu teselli mi etmelisinizdir, yoksa karşılıklı gülüşecek misinizdir sarkastik bir edayla? oldukça zor bir durumda hissedersiniz kendinizi, tüm bunların müsebbiplerine, her iki tarafa da epey sitem edersiniz içinizden... bir süre görüşmezsiniz.
bir gün derse giderken güzel, kumral bir kız yanınıza gelip selam verir size. ''ne oluyor ya?'' falan derken beyninizde bir şimşek çakar, bu o arkadaşınızdan başkası değildir. ne kadar da farklı gözükmektedir şimdi... ''derse yetişmem lazım, bugün görüşelim istersen'' der, ''tamam'' dersiniz hala şaşkın bir şekilde, bir yandan da içtenlikle gülümseyerek onun yeni hali karşısında. o gittikten sonra çelişkiler içinde kalırsınız, bir yandan onun hep böyle kalmasını isterken bir yandan da anarşist geçinen biri olarak ona zorla türbanını çıkarttıranlara karşı çıkmanız gerekir; ne var ki hiç gelmez içinizden, ''iyi oldu'' düşüncesini beyninizden atamazsınız bir türlü.
o gün buluşursunuz kampüste, şuradan buradan konuşurken laf türban konusuna gelir. ''umarım o aptal bez parçasını bir daha takmazsın, böyle ne kadar da güzelsin!'' demek istemenize rağmen ağzınızdan en samimiyetsiz haliyle ''üzülme, rektör fazla dayanamaz baskılara, eskisi gibi olur yakın zamanda.'' gibi bir şeyler çıkar. duygularınızla düşünceleriniz bir kez daha çatışmaktadır işte, ne var ki sizi buna zorlayan sisteme lanet etmekten başka bir şey gelmez elinizden... ne var ki her şeye ve herkese inat, arkadaşlığınız hiçbir şey olmamış gibi devam eder; sizi birbirinize yabancılaştırmak, kanlı bıçaklı hale getirmek için her yolu deneyen kodamanlara rağmen, en insanca haliyle.
sri lanka'da sinhala yönetimine karşı tamiller adına 36 yıldır bağımsızlık mücadelesi veren ltte (liberation tigers for tamil eelam) adlı gerilla örgütünün lideri (gerilla örgütü dediysek lafın gelişi bu arada, düzenli birlikleri, hava ve deniz kuvvetleriyle resmen bir ordu seviyesine gelmiştir ltte).
ayriyetten pek güzel özdeyişleri olan, hatta bir süredir bunları msn'de bol bol sömürüp (isim vererek tabii, emeğe saygı) aklım sıra karizma yaptığım insan. mesela şu anda kullandığım ''doğa benim dostum, hayat filozofum, tarihse rehberimdir.'' gibi. (bkz: hey yavrum be)
sanırım dün akşam yaşadığım entry girme krizinin üzerine bir takım dış mihraklar tarafından uludağ sözlük için söylenen ve zaman geçirmeden uygulanan emir cümlesi. yine de yazıyorum ve ömrüm yettiğince yazacağım lan işte, dış mihraklara, masonlara, scientologlara, içimizdeki irlandalılara da kafam girsin!
enteresan bir gülme efekti adayı olabilecek sesler bütünü. mesela, 'evrim teorisini kanıtlayana 10 trilyon vereceğim' gibi bir iddia ortaya atıp, gece yalnız kaldığınızda ''lan yine nasıl karıştırdım ortalığı ama, bizim enayiler de amma alkış tuttular, nasıl kafaladıysam herifleri artık'' dedikten sonra bu şekilde gülebilirsiniz, iyi gider.
o vermeyi planladığı (?!) 10 trilyonu kimsenin dini duygularını sömürmeden, yolunu şaşırmış zengin çocuklarının peşinde koşturup, ardından beyinlerini yıkayarak onları bilinçsiz emir kulları haline getirip sahip oldukları maddi ve manevi herşeyi ellerinden almadan, islam'ı dünyevi çıkarlar için gerekli şartlara göre eğilip bükülebilecek ticari bir araç olarak görmeden alnının teriyle kazandığını kanıtlayabilirse, kendisine mağaraya yerleşip bundan sonraki hayatımı homo habilis gibi yaşayarak geçireceğimi her şekilde taahhüt edebileceğim kerameti kendinden menkul şahsiyetin son zırvası.
bırakın bu işleri allahınızı (ya da her neye inanıyorsanız onu) severseniz canım kardeşlerim. nasıl ki bütün çinliler aynı anda zıplasa dünya yine dönmeye devam edecekse; dünyadaki tüm insanlar aynı anda aklını, fikrini bir yana bırakıp tek hücrelileri bile utandıracak saçmalıklar üretmeye başlasa da evrim bilimsel bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir, nokta. gerisi laf-ı güzaf...
-seni seviyorum.
+ya oğlum piyangodan mı çıktın sen bana??? ben seni sevmiyorum, istemiyorum işte, hem sen kim oluyorsun da beni seviyorsun ha, bana en yakışıklı erkekler bile çıkma teklif etmeye cesaret edemedi tamam mı! hem seninkisi aslında aşk değil takıntı, beni sevdiğin falan yok! seninle iki konuştuk diye yüz mü buldun?! sen kimsin ya, ölsen kim ne kaybeder ki söylesene? telefonumu, msn'imi sil ve beni bir daha arama işte o kadar!!!
-?!...
utanma duygusunu da beraberinde getiriyorsa tadından yenmez.
misalen aşık olmuşsunuzdur (bkz: bak sen), herşeye rağmen hala onunla ilgili umutlarınız, hayalleriniz vardır. gel gör ki, tam da bu hayallerinizin en güzel yerinde bir şey fark edersiniz: sizin aksinize, onun bir ''hayat''ı vardır... siz aşk acısıyla yoğrulmuş dipsiz bir yanlızlığı yaşarken o bir yerlerde hayatını yaşamaktadır; sizin telefonunuzun tarihçesinde babanızın aramaları ve vodafone'un gönderdiği mesajlardan başka pek az şey varken onun her şeyi paylaşabileceği dostları, arkadaşları, kankaları vs. vardır; siz tatillerde evde oturup her zamanki şeylerle vakit öldürmeye çabalarken onun gidecek yerleri, yapacak güzel şeyleri vardır; sizin üniversite yaşantınız derslerde kollarınızı kavuşturup oturmaktan ibaretken o binbir çeşit aktiviteye katılmakta, kampus hayatını doyasıya yaşamaktadır...
ve utanırsınız kendinizden ansızın, tüm vaktinizi, ölseniz umrunda olmayacak biri hakkında muhtemelen asla gerçekleşmeyecek boş hayallere kapılarak geçirdiğiniz için. ama elinizden de bir şey gelmez... ona layık olmadığınız düşüncesi benliğinizi yiyip bitirirken herşeye rağmen hayal kurarsınız, aklınızı, mantığınızı bir kenara bırakarak, çaresizce.