Biliyorum kimilerinin dilinde "bu yağmurda da ne güzel uyulur" cümlesi.
Uyumalı mıydı peki?
Yağmurda da güzel uyulurdu dimi aslında? yok yok uyamamalıydı.bu güzel yağmurla birlikte dilek tutmalıydı. Acaba ne dileseydi?
...
ve diledi:"benimle birlikte ıslanır mısın?"
cevap mı?
yoktu.ama olsun.
O zaten "sırılsıklamdı"
...
Tanım nerde diye sorma aga,sana sanat diyorum.Önce bir oku,göreceksin. sen sanatın ve sanatçının yanında olmanın çok daha ötesindesin.Aslında sen de sanatkarsın.Hepimiz hepimiz biraz öyle değil miyiz?Tamam aga kızma,bu lafa ben de çok küfrediyorum.Muhabbete geçiyorum.
Öncelikle <abi bu sanat işidir, çalışmanın dışında Allah vergisi yetenek de olmalı> triplerine girip korkmana gerek yok.Bu yetenek bizim genlerimizde var,merak etme.Atalarımız orta asyadan başlayıp üç kıtada sefer halindeyken at üstünde az manita tavlamadı.Kimler hayran olmadı ki bize,Çinliler,Ruslar,Avrupa...Polat abimizin dediği gibi biz racon kesmiyor,manita kesiyorduk,manita.O günlerden at üstünde öğrenmiştik biz manita kesmeyi,otobüs,metro,tramvay ne ki...ah ulan ah...
Olayın genetik özelliklerinin dışında geleneksel tarafı da var tabi.Amerikan filmlerindeki gibi küçücük piçlerin babaları yaşındaki adamlara hey mayk naber,şu iş nasıl oluyor bize de öğretsenle olmaz.Usta-çırak muhabbetiyle gözlemle,laf dinlemeyle,teknik,taktik,stratejiyle olur.Mahalledeki Osman abi'ye hey Osman de bakalım ne oluyor? Yeri gelmişken mahalledeki tüm abilerimize saygılar,onlardan neler öğrenmedik ki?
Küçükken annelerimizin yanında o gün senin bu gün benim dolaşırken ve zaman zaman çarşıya çıkıldıkça otobüs yolculuklarında denk gelirdik bu abilerimize.Taktik,strateji nedir?O günden kodlamaya başladık çoğu şeyi.Anneleri yanında takılan şirin çocuklara tüm şefkatiyle yaklaşan genç,bekar ablalarımızı tavlamak adına ne ayaklar yapmadılar ki.Biz masum şirin çocuklar üzerinden prim yapmak için az mı uğraştılar.
Ağızda çukulata,elimizden çekiştiren annemizle otobüse biner ve muhabbet başlar.
Aaaaaa Sevim abla,kim bu yakışıklı?
Oğlum oğlum...bak abla,sana ne diyor?
Ya anneeeeee!
Utandı utandı...ay ne kadar şeker.sevim abla gel sen böyle otur,ben kucağıma alırım çocuğu.
Oyyy oyyyyyyy (küfretmeyin lan o zamanlar sapık değildim,bu oyyyyylama geçmiş zaman için değildi)
Yolculuk devam ederken,klasik adın ne senin bakayımla başlayan muhabbetin devamıyla birlikte muhabbete ısınılır,sevimliliğimiz daha da artar,otobüste bulunduğumuz yer itibariyle ilgi odağı haline gelen ben ve kucağında oturduğum mahallenin güzel ablası,yine mahallenin abileri tarafından fırsat bu fırsat denilerek,kesilmeye başlanır. küçük sevimli çocukla yalandan ilgilenmeler,uzaktan uzağa ona göz kırpmalar falan.Götüm götüm olay mahalline yaklaşmalar ve asıl niyetin ortaya çıkması.Meğer bize plase pasların sebebi,golü bulmak için hazırlıkmış.
Osman abi yakıştı mı şimdi sana,bizim üzerimizden prim yapmak.
Tüm bunlar çok sonraları anlaşılır ve Osman abi'ye ilk kızgınlık bir yana şükran duyulur.ilk ders alınmıştır.Thanks Osman.Ne Osman'ı lan.Pardon abi,hep bu Amerikan filmlerinden oluyor.Ne? boşver abi boşver...
Zaman gelip geçer,çıraklık da devam eder.Otobüste hatun kesme olayında türlü türlü taktikler öğrenilir.Dersaneye giderken toplu bir grup ergenin otobüsün arka alanına istiflenip hatunları kesmesinden tut da, tek başına kulaklığıyla müzik dinleyen melankolik havalarında hatun kesmeler...türlü türlü kesişler.Sınır yok aga.
Ama en romantiği de akşam veya daha geç bir saatte yüzüne bakmaya doyamadığın manitayı otobüs camına yansıyan siluetinden kesmektir.O nasıl bir duygu arkadaş?Atmosfer tüm şartlarıyla uygun.Her şey film tadında.Her şey biraz fulu.Hayalle gerçek arasında gitmeler.Yol gidildikçe dışarıdan yansıyan ışığa göre onu biraz daha görebilmek ya da karanlığa biraz daha gömülmek.
Bir de camda ansısızın bir gülümseme olmaz mı?...
Aman...aman...
bir "yusuf el-karadavi" kitabı.
--spoiler--
bu soruya yazarın cevabı ise islam ümmetinin gerçek olduğu.bunu da bazı gerekçelere dayandırıyor elbette.ancak söz konusu gerekçelerin içeriği son derece dar şekilde sunulmuş.
bu gerçeğin tüm ümmüte yayılması içinse bir takım şeylerin de yerine getirilmesine inanmakta yazar.bu şeylerin en başında hilafetin bir şekilde tekrar gündeme gelmesi ve uygulanması.ancak bu noktada da bunun nasıl olacağına dair sağlam gerekçeler sunamamaktadır.
bir başka öne sürdüğü şey ise islamda içtihat kapısının açılması gereği.
kitabın son bölümünde ise dar anlamda gerekçelerini sunduğu bu konuya karşılık seyyid yasin adında bir adamın bunlara karşı söylediği ciddi eleştirisi yine bu eleştiriye cevap mahiyetinde yazarın cevabı yer almakta.
son bölümde eleştirel yazıya cevabını,israil'in hangi hayaller içinde kurulduğuna,yahudilerin hala hangi hayaller içinde çalıştıklarını gördükten sonra biz müslümanların neden hayal dahi kurmaktan korktuğunu anlamadığını belirterek sonlandırmaktadır.
aslında bu anlamlı bir soru.ancak kitap başlığındaki soruya cevap ararken yine olayı yahudilerden yola çıkarak bitirmek bana biraz garip geldi açıkçası.zira bu sorunun cevabı daha geniş ve tatmin edici bir şekilde islamın doğrudan referanslarıyla,bakış açısıyla anlatılamaz mıydı?ki söz konusu yazar tüm dünya tarafından bilinen bir profesör.
--spoiler--
velhasılı her ne kadar başlık ilgi çekici olsa da içerik itibariyle kitabı tatmin edici bulmadım.
dücane cündioğlu'nun deneme tarzında ortaya koyduğu eser.
insana dair yazılan,zaman zaman kelimelerin kökeninden hareket ederek,manayı bulmaya çalışan,anlamak,anlatmak için ıstırap çeken bir adamın,adamı sarsmak için yazdığı,adam gibi eser.
--spoiler--
ey talip,görüşünden,bilişinden değil;görüşünde,bilişinde ısrar etmekten utan!sen aklın sıra kavradığını zannediyorsun.oysa kavranan sensin,farkında bile değilsin.
aklı terk etmedikçe aklın sınırlarını terk edemezsiniz.
"kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın.yapılması gereken tek şey,sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.önemli olan:hayatta en çok şeye sahip olmak değil,en az şeye ihtiyaç duymaktır." sahip olmak değil,sadece olmak,yani rıza ve teslimiyet.
...sözün özü hiçbir varlık kendi mertebesinden dışarı çıkamaz,ama insan insanlığından çıkabilir.
sizin olanların değil,biraz da sizin değerinizin miktarından konuşsak.
ızdırap veren sorudur,cevap değil.cevaplar yatıştırır,sorular kışkırtır.
--spoiler--
yenişafak'taki köşesinde zaman zaman okuma notları başlığı altında çeşitli yazarlardan alıntılar yapmaktadır.
onlardan beni en çok etkileyenlerden biri de...
--spoiler--
Bir gün bir çocuğa sormuştum, deniz neden tuzludur diye. Babası uzun bir sefere çıkmıştı. Çocuk hemencecik karşılık verdi: Deniz tuzludur, çünkü denizciler durmadan ağlarlar! Neden denizciler böyle çok ağlar ki! Çünkü, dedi, yolculukları bitmez... Onun için de mendillerini hep direklere asıp kuruturlar! Gene sordum: Ya niçin insanlar üzgün olunca ağlar? Çünkü, dedi, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerek!"
istanbul üniversitesi uluslararası ilişkiler bölümünde yardımçı doçenttir.
kendisini ilk kez dün gece yayınlanan siyaset meydanında özellikle selahattin yusuf'a ayar vermeye çalışırken gördüğüm ancak her defasında bunda başarılı olamayan bilakis kendisinin yusuftan ayar yediği hocadır.
kendi dalında bilgisinin olduğu aşikardır.ancak bu bilgisini,uzmanlığını karşısındaki kişileri rencide edecek şekilde kullanmak da neyin göstergesidir? selahattin yusuf'a dolaylı da olsa siz bu işlerden anlamazsınız,sizi buraya ben davet etmedim edenler de sizin bazı kesimlerin hissiyatına tercüman olacaklarını düşünerek cağırdıklarını biliyorum gibilerinden sözler söylemek de neyin nesidir?adam derdini anlatmaya çalışırken seni sallamıyorum edalarında gülmek de nedir?
ama ne olur böyle bir durumda "niye gülüyorsunuz" diye tokat gibi bir cevap gelir ama bununla da kalınmaz durmadan bahsettiğiniz o uzmanlık konusu için küçümseyici tavrınızdan dolayı uzmanlığın faşistliği de bu şekilde olur denilenerek ortada kalırsınız.size ekstra saygı gösterilmesini sağlayan bilginizi bu şekilde diğer tarafı rencide etmek için kullandığınızda biri çıkar ve size üslubunda öyle sözler söyler ki neyin ne olduğunu anlayana kadar sinir küpü olur ve bu şekilde programı sonlandırırsınız.
sonra da ekrandan kendisini izleyenlerden şöyle bir tepki gelir hoca hoca da sanki bişeyler eksik.o eksikliği de "uzmanlarından" dersler alarak tamamlayabilir.ne de olsa kendisinin de belirttiği üzere herkes her konuda "uzman" olamıyormuş.
istanbul üniversitesi hukuk fakültesi iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku ana bilim dalında profesördür.
profesör kelimesine takılıp da genel algı üzerine, kendisini yaşı kemale ermiş,her daim takım elbise giyen,öğrenciye biraz mesafeli olan bir hoca olarak düşünmeyin.
çift numaralı bir öğrenci olmam nedeniyle uzun zamandır tek numaralı arkadaşların "oğlum bizim iş hocası süper.matrak biri" sözleriyle kendisinden haberdar olsam da ilk defa bugün dersine girme şerefine nail oldum.ve ilk gördüğümde tepkim hoca bu mu şeklindeydi.bunun nedeni yaşını bilmemekle beraber,bir profesör için oldukça genç,klasik takım elbise yerine,son derece şık,rahat bir giyim tarzını benimsemiş olmasıydı.bu şekli ilk izlenimlerden öte daha önemlisi dersi(pratik),gayet anlaşılır bir şekilde,öğrenciye sunabilmesidir.bunu yaparken de öğrenciyi sıkmamak ve dersi daha da anlaşılır kılmak için esprili bir yaklaşım sergilemektedir.sorduğu sorular üzerine işvereni esas alanlara karşı gülerek,zafer işareti yaparak,kahrolsun emperyalizm demesi,ücretli yıllık izinden bahsederken,moruklara daha çok izin verildiğini bunu söylerken de ön sıralarda oturan yaşlı amcaya bakıp sakın yanlış anlamayın,ben de yaşlıyım demesi,ardından da keşke şu izni 60 gün yapsalar hem 50 yaş hayatın baharı demesi,pratik de aynı türk filmi benzetmesi ne demek istediğimi anlatan örnekler sanırım.
bir de bugün öğrencilerden birine,ekşi sözlüğe sen mi yazdın "fb-gs derbisi sonrası,iddiayı kazanmama rağmen yine de sınıfa çikolatayı benim ısmarladığımı ,sonuna da,yüce gönüllü hoca diye yazmış,ben onu enayi diye anladım" diyerek bizleri yine güldürmüştür.
öncelikle şunu belirtmem gerekir ki bu başlığı açmamın sebebi başlığa ilişkin genel bir görüş ileri sürmek değil sadece dün beyazıt kampüsünde karşılaştığım bir olayı aktarmak.
tatil sonrası zor da olsa uyanmış ve okulun yolunu tutmuşum.o ihtişamlı kapıdan geçerken bile uyku gözlerimden akıyor.ben kapıdan girmiş yavaş adımlarla okula doğru ilerlerken karşımdan iki tane büyük ihtimal daha yeni liseye başlamış kız öğrenci(herhalde anne veya babaları okulda görevli) çevresine bakıyorlar ve belli muhabbet ede ede geliyorlar.tam karşılaştığımız noktada kızlardan biri "baksan şu tiplere hiç üniversite kazanacak gibi değiller" diyor.benim uykulu gözler birden açılıyor,şöyle üstüme başıma bakıyorum,kendimi sınav dönemlerimdeki hallerle kıyaslıyorum,daha yeni bayram traşı olmuşum,saç sakalım karışık da değil,ne var ulan benim tipimde diyorum.acaba çok salak mı gözüküyorum diyorum,sonradan çevremede bakıyorum,herkes bana normal geliyor.ama 2 liseli öğrenciye göre biz "baksan hiç ünivesite kazanamayacak olan tipler" olarak artık bu laftan sonra uyanmış olarak derse giriyoruz.bu durum arkadaşlara da anlatılınca genel tepki bu işler tiple olsa...
Çocukken sokak aralarında top oynarken karşılaştıgımız durumun halı sahalara yansımış versiyonu.Bir de bunun ben kalecilikten anlamam hali vardır ki o daha çetrefilli bir konudur.Genelde 5 dakikalığına ya da 2 gol yiyince kaleciyi değiştiririz mantığıyla çözülmeye çalışılır bu muhabbet.Aslında çözüm olarak görülen husus,çözümsüzlüğün başlangıcıdır.Dakika hesabında herkes tam ısınıyordum bak gol de atıyodum ne güzel yeniyoruz şimde nerde çıktı kalecilik der,2 gol yiyince kaleciyi değiştirme işini ise hiç sormayın.Sonuç genelde hüsrandır.