coffeeandcigarettes
1092 (ulu)
birinci nesil yazar 4 takipçi 67.60 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    mehmet barisi seviyor

    1.
  1. mehmet tarhan adlı total retçinin zorla askere alınmaya çalışılması üzerine başlatılan kampanyanın kendisi tarafından konmuş adı.
    1 ...
  2. 80 lerin sonu ile 90 larin basini ozlemek

    2.
  3. yakari vardı bak, onu da hem izler hem uyuz olurum. dağ, taş, börtü böcük ancak. aksiyon yok bişey yok. ancak kartalla konuşsun, sincapla muhabbet etsin, hamsterla dertleşsin, atla tavla oynasın, buzağı ile mangal yapsın. olayı nedir çözemedim. ama bir medeniyet eleştirisi, bir modernizm tokadı olduğunu te o zamandan anlamıştım. tabi olm çok zekiydim ne sandınız.

    biberleyelim'deki topa acıdığım kadar kimseye acıyıp üzülmedim ama. resmen maç yaparken abanası gelmezdi insanın topa. lan canlıydı o beysbol topu. sopaylan vururlardı da nasıl canı yanardı garibin. gel ondan sonra mahalle maçında mikasa topa vargücünle vur. aklıma düşerdi namussuz her seferinde. bir de hiç unutmam kııh kıhh kıhh hıhh hhıııhh diye güldüğünde bir defa babam değerli gibi gülüyon ehehe demiştimde azarlamıştı annem, baba'ya öyle denir mi diye. lüzumsuz alınganlık işte. ama eğer gizem, merak, heyecan istiyorsanız illa ki judy ve uzunbacak derim. vallahi losttan beter. bütün dizi boyunca ana karakterin sadece bacaklarını görüyorsunuz, judy'e para gönderiyor, okutuyor, besliyor ediyor ama sadece bacak. bacak lan sadece bacak. hay sokayım yapacağınız diziye. hayır gayet de sürükleyici, bırakmıyorsunda. others'ı bu kadar merak etmiyorum allahıma. o zaman sinire keserdim, çünkü her bölüm bu defa kesin görecez yüzünü diye bekliyordum, göstermedi bir türlü götlekler. ancak iki uzun bacak, ancak alengirli gizem adamı pozları. kız buna tav olduğuna göre yakışıklıydı bu eleman, ben öyle hayal etmiştim en azından.

    reklamlarla da dalayım diyorum aklıma düşüyor bir bir ama çok daha derin bir mevzu. persil supra var ilk aklıma gelen. neydi sahi o, nasıl bir şeydi. sonra dünyanın en aptal reklam müziği capri capri sun capri capri capri sun. iki kelime bir şey yazmadınız mı evladım. o skndirik içeceği nasıl da kakaladılar bize o uyduruk reklamla. neymiş içtikten sonra patlatılabiiyormuş. e ben tamek'in karton kutudaki vişne sularını da patlatıyordum ki zaten. bundan dolayı pantolonun paçaları az leke olmadı, az azar işitmedik. artema'nın "aç kapa aç kapa artema" raklamıda buna muadil işte. hepsi bu kadar. aç kapa. allah sizi bildiği gibi yapsın. "mintaxla canım mintaxla mintaxla canım mintaxla" da adını anmazsam olmazlardan.

    ori kante'den yeke yeke, kimden hatırlamıyorum; komançero. heh neydi abi bunlar. dinledik bunu biz, sevdik zamanında. hey gidin hey. gerçi ona bakarsan "hop dedik abi noluyoz yani" de takılmıştı ya dilimize. ya da çelik'in ateşteyim'i nolcak. sözlerin yazsam hepimiz kendimizden tiksiniriz şimdi ama bir dönem kulak kabarttık, coşumsal olduk, klibine göz ucuyla baktık işte. yazılabilecek en kötü şarkıdır bu kanımca. tabi tayfun denilen john wayne kırmasının "hadi yine iyisin"nini de unutmamak lazım. ama ben en çok içinde zerre aşk, meşk, duygusallık barındırmayan yağdır mevlam su şarkısına neden ağladık milletçe onu merak diyorum. hala içim bir tuhaf oluyor melodisi aklıma geldikçe. emel sayın da ne içli söylüyordu bunu ha.

    yoruldum. yazmak isityorum daha da sonu yok bu işin. daldan dala oldu zaten yeteri kadar, farkındayım. on seneye neler sığmış. yarısında bile bahsedemedim. oysa sabah nelerden girip nerelerden çıkmıştım. takaatim kalmadı. ne bereketliymiş bu seksenlerle doksanların kesişimi. coşkun sabah dan gelsin madem son olarak; anılar. -o da ne şarkıyı be abi, özetidir herhalde o dönemin. live is life'ı yıllarca life is life sandım onu da diyim madem bu da son olsun eheh.- bak nasıl da yavşadım hemen.
    5 ...
  4. keçeli kaleme kolonya takviyesi yapmak

    1.
  5. artık bitti mi keçeli kalem dönemi ne. ya da var da biz mi denk gelmiyoruz. eskiden böyle bir sürü renklisi o şeffaf çıtçıtlı kaplarda satılır kuru boyanın solgunluğuna, pastelin ince ayar tutmaz dağınıklığına, suluboyanın aman şimdi kim uğraşacak üşengeçliğine kapılan biz zaman zaman boyama kitaplarımızı bu keçeli kalemlerle renklendirirdik. her seferinde kağıdın arkasına nüfus eden mürekkebi yüzünden sayfanın arkasındaki diğer resmi kaybettiğimize yanar, o cırtlak resme bakar bakar ya enine ya dikine çizgiler ziyadesi ile göze battığı, boyamadan çok taramaya benzediği için resmimiz ve boyama babında adilane, estetik bir dağılım kağıtta sağlanamadığı için içimize sinmeden kapardık içine sıçılmış boyama kitaplarımızı. işte o, şimdiki gibi hani ders çaılışırken mühim yerlerin üstünü çizdiğimiz sarılı, pembeli kalemler gibi naif değil de olanca mürekkep zerketme potansiyeli ile dokunduğu yerde dağılan o ince, uzun, beyaz kapaklı faber castel keçeli kalemlerimiz bittiğinde arkasından kapağını çıkarır bir kaç damla kolonya eklerdik içine. bir müddet daha götürürdü bu son nefesini vermekte olan ve solgun solgun soluyan keçeli kalemimizi. kolonyayı bünyesine katan ve kısa bir coşumla eski günlerine geri döndüğünü zanneden keçeli kalemimiz bu defa eskisinden de beter bir sululuk, yavşaklık ve dağınıklıkla hepten kağıt katili olur, iyiden iyiye dağıtırdı kendini ve kolonyalı mürekkebini. artık kolonya kafa mı yapıyordu, hakkaten alkol tüm kötülüklerina anasıdır tezinin ilahi bir yansımasımıydı bu bilemiyorum. yine de hiçbir zaman tam olarak bitmemesini, ufak takviyelerle bir süre daha işlevini yitirmemesini seviyorduk işte. yine de mesafeli durduğum bir kalem çeşidi varsa keçeli kalamdir o da, kalın kalın uçları ile 0.9'cuların sevgilisi, biz 0.5'cilerin ise "benden uzak allaha yakın olsun" kalemi idi.
    3 ...
  6. suni denge teorisi

    1.
  7. kısaca kitlelerin tepkilerinin pasifize edilmesi, devlet ve halk ya da ezen ve ezilen arasında mevcut olmayan bir dengenin var edilmeye çalışılarak, tepkisizliğin doğurulmaya çalışılmasıdır.. emperyalizm'in; kitlelerin sosyal patlama safhasına gelmeden durdurulması için "ağza bir parmak bal çalmak" şeklinde özetlenebilecek taktiğidir.. olması gereken sınıfsal tepkinin ya da geniş katılımlı halk hareketinin olamasının nedeni suni denge kavramıdır.. "kutsal" ve güçlü "devlet baba" anlayışı, yıldırıma ve suni dengeyi kurmak maksadıyla ortaya koyulmuş "yeni sömürge/emperyalizm" çağının taktiğidir.. kaybedecek bir şeyi olmayanlar en korkusuz insanlardır, devlet gerek göz korkutma, gerek geçici oynucaklarla kaybedecek bir şeyler vaadetmeye devam edecektir..

    ülkemizde suni denge'yi en iyi analiz etmiş ve gerçek manada tahlilini yapıp, açılımını gerçekleştirmiş kişi mahir çayan'dır.. hatta politikleşmiş askeri savaş stratejisi kuramıyla türkiye 'de suni denge teorisi ile ilgili en net yorumu yapmış, milli karakteristiğini ve "olması gereken" ile "olan" arasındaki farkı ortaya koymuştur..

    suni denge "politikleşmiş askeri savaş stratejisi ve devrimci taktiğimiz" isimli kitapta şöyle tanımlanır..

    iii. bunalım döneminde geri-bıraktırılmış ülkelerdeki değişimler ve gelişmeler sonucunda oluşturulan suni denge, halk kitlelerinin düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin açık hale gelmesinin engellenmesi demektir. yani iii. bunalım döneminde, bu ülkelerde kitlelerin kendiliğinden-gelme isyanları ve patlamaları söz konusu değildir; halkın tepkileri ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. bu nedenle halk savaşı, i. ve ii. bunalım döneminde olduğu gibi başlatılamaz. oligarşinin siyasal zoru ile sürdürülen suni dengenin bozulması şarttır. bu ise, gerekli nesnel koşulların olgunlaştırılması demektir.

    suni denge, dengesiz bir toplumda, belli bir süre için denge durumunun oluşturulmasıdır, yani dengesizliğin düzenlenmiş halidir.

    suni denge de geçici ve görelidir. eğer bir toplumda genel bir denge mevcut ise, orada suni dengeden söz edilemez. böyle bir toplumda oluşan genel denge, içsel gelişmeler sonucu oluşmuştur ve bu denge yapay (suni) değil, toplumsal gelişmenin ürünüdür. kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkelerdeki toplumsal dengeler bu niteliktedir. iii. bunalım döneminde geri-bıraktırılmış ülkelerdeki toplumsal yapı (ekonomik, toplumsal ve politik planda) dengesizdir. bu dengesizlik, sürekli milli krizin mevcudiyetiyle ifadesini bulur..
    3 ...
  8. richey james edwards

    1.
  9. yanlış yazıyorum herhalde diyerek ismini bir kaç farklı forma sokup tekrar tekrar denememe rağmen başlığını göremeyip nedense aklıma düştüğü bu gri ve yağdı yağacak istanbul sabahının ertesi bir kaç kelam edelim ardından.

    varsa bilmeyenler manic street preachers'ın 1995 yılında kaldığı otelden ayrıldıktan sonra bir daha izine rastlanmayan, kayıp gitarcısı, söz yazarı. arabası bir nehrin kenarında bulunmuş fakat kendine dair bir ize rastlanmamıştır. en klasiğinden ifade edersek kayboldu mu yoksa kendini mi buldu orası belli değil. çünkü hep bir gitmek, hiç olmamak, izini kaybettirmek arzusu ile yanıp tutuşan richey için nihai amacına ulaşıp daha huzurlu olduğunu kestirmek çok güç değil. intihar mı etti, izini mi kaybettirdi bilinmez ama her ikisi de göz önünde yaşamaktan çok daha mutlu kılacaktı onu orası aşikar. bir basın toplantısında manic'e imalı bir şekilde sahte bir imaja sahip olduğu yakıştırması yapan gazeteciye cevap olarak o esnada koluna jiletle 4 real yazmış, kan gölüne dönen salonu hayretlere sürüklemiştir. uyuşturucuya ve alkole olan düşkünlüğü bilinen richey'nin yazdığı sözlerde normal işlemeyen bir zihnin artıklarıdır, göz kamaştırıcıdır.

    kendisinin kaybolması üzerinden geçen bunca yıldan sonra ingiliz yasalarına göre artık ölü kabul ediliyormuş. eğer hayatta ise sinsi sinsi gülümsüyordur herhalde.

    zannedersem ben bu yağmura çalan kasvetli sabahı richey james'in ruhunu sıkan boğucu londra atmosferine benzettimde öyle düştü aklıma.

    rakınkok'a da gidemedik, manic street'i de bir daha göremeyiz. bu da ikinci bir roger waters vakası olarak buraya düşülen bir kişisel not olsun.
    1 ...
  10. bezelye sokak

    ?.
  11. kadıköy'de caferağa mahallesi dahilinde bulunan şu üstü sarmaşıklarla kaplı şatır sokak ilen başlayıp yol boyu devam eden yimek maksatlı dükkanların bolca bulunduğu sokak. buraya neden bezelye sokak denildiği ile ilgili türlü rivayetler vardır efenim. pek bir gizemli pek bir nasıl söyleyeyim enteresan, gotik, otranto şatosu vari rivayetler. bilen birisi bi zahmet anlatsın.
    0 ...
  12. puri

    1.
  13. gürcüce'de ekmek demekken gay argosunda yaşlı eşcinsel anlamına geliyormuş. yıllarca evin içinde neler telafuz etmiş bizimkiler bilmeden. ürperdim bak.
    1 ...
  14. ori

    1.
  15. erti

    1.
  16. gürcüce'de bir demektir.
    (bkz: ori)
    (bkz: sami)
    1 ...
  17. titanic batarken türklerin olası tepkileri

    1.
  18. takimlari degerleri uzerinden karsilastirmak

    ?.
  19. artık baygınlık vermeye başlayan spor spikerleri klişelerinden en bir manasız olanıdır. aslı; "takımlardaki oyuncuların toplam değerleri üzerinden karşılaştırma yapmak" olacaktır ancak ziyanı yok. tahminimce anlayan anlamıştır.

    özellikle avrupa kupası maçlarında "filanca takımın toplam değeri bilmem kaç milyon dolar, oysaki rakibinin sadece bir oyuncusu şu kadar milyon dolar" diye lafa başlayan spikeri mümkünse nou camp'ın çimlerine gömmek, üzerinde ronaldinho ile messi'yi tepindirmek istiyorum. neymiş; bir takımın değeri 150 milyon dolarmış da diğeri 10 milyon dolarmış, nasıl olurda 10 milyon dolar olan 150 milyon dolar olanı yenermiş. yok yenermiş de bu ne kadar da ilginçmiş. yahu bu kadar saçma bir kıyas kriteri olabilir mi. nedir yani, illa oyuncularının değeri yüksek olan takım mı kazanmalı. o zaman oynanmasın maçlar hiç. alalım elimize bir hesap makinesi maçtan önce, toplayalım bir bir, kim yüksek çıkarsa o kazanmış sayılsın..

    tamam böyle bir karşılatırma gerektiğinde yapılabilir de bunu sürekli tekrarlayıp her maçta kırk defa gözümüze sokmanın, çok enteresan bir argümanmışcasına sunmanın manası nedir. o takımın bir oyuncusunun değeri diğer takımın toplamı kadar olunca o bir oyuncu diğer 11 adamı tek başına skertebilme potansiyeline mi sahiptir yani. ayrıca şans, hırs, kondisyon vs.'nin oyun üzerindeki etkileri bu kadar mı önemsizdir.

    burdan kendilerine "yeter ulan, rakamsal bazda karşılaştımalar yaparak sporun, özellikle de futbolun bir endüstri haline dönüştüğünü ve para ile doğru orantılı olarak ruhsuzlaştığını, tatsızlaştığını gözümüze daha fazla sokmayın" demek istiyor, bu güdük kıyas yöntemini de artık çok entersanmışcasına tekrar tekrar dillendirmemelerini rica ediyorum. yoksa bizde biliyoruz bir robinho'nun üç levski sofya ettiğini.
    0 ...
  20. paramizla rezil oluyoruz

    1.
  21. "paramızla rezil oluyoruz ayol" olsaydı daha cuk oturacaktı aslında. pek bir konkenci teyze mottosu gibi dursa da onlardan gayrı oldukça geniş bir ukala, elitist kitle tarafındanda kullanılır. paranın her kapıyı açacağı yanılgısı içerisindeki insanların memnuniyetsizliklerini maddiyat kriteri ile değerlendirip onun üzerinden ifade etmeleri gibi bir şey işte. "parasıyla değil mi kardeşim" adamlarıdır bunların bir üst seviyesi. parasıyla rezil oluyormuş bak bak. e sen rezil bi insansın zaten bu cümleyi kurduğun için kuzum daha ne kadar rezil olabilirsinki.
    0 ...
  22. calar saatle uyanmak

    ?.
  23. insanın ömründen çalan lanet bir gündelik hayat ritüelidir. ritüel tabi, evet. bir nevi ibadet biçimidir çünkü alarm ile uyanmak. iş hayatının önümüze sunduğu monotonluk dininde ikamet edenlerin sabah ayini. çalar saatle uyanmak mekanikleştiriyor bizi. belli kalıplar dahilinde hareket etmenin, zamanın daima sabit bir değişken olduğu yatmaların, kalkmaların, yemek yemelerin ruhumuzu un ufak ettiği, nefesimizi kestiği anların somut halidir çalar saat ile uyanmak. melodilerle oynadım sürekli safça. en sevdiğim şarkıları yaptım sabah uyanma müziğim, yine olmadı. sevdiğim şarkılardan bir bir nefret etmeye başladım bu defa. vazgeçtim. okul gibi değil işte. o zamanlarda kalkıyorduk alarm ile ama arkadaşlarımızın yanına gidiyorduk, geyiğe gidiyorduk, haylazlığa gidiyorduk. koymuyordu bu kadar. bir araştırma yapılsın insaoğlunun binlerce yıllık tarihinde ne zaman en keskin biçimde hayata küsmeye başlamış, ne zaman suratlar daha sık asılmaya başlamış, ne zaman griye çalmaya başlamış sabahları gökyüzü, ne zaman "bu sabahların bir anlamı olmalı"lar türemiş diye. kesinlikle alarm ile, çalar saat ile beraber başlamıştır hepsi. ömrümüzden çalıyor bu meret. diken üstünde hayatlar vaadediyor bize. çalar saat-ya da alarmlı cep telefonlarımız- modernizmin her sabah uyanalım diye suratımıza boca ettiği koca bir bardak soğuk su. üşüyorum ulan.
    4 ...
  24. wesirfinger pastanesi

    ?.
  25. murat kapkıner'in gerçeküstücü dokunuşlarla süslediği ama son derece gerçek bir hikayeymiş hissi uyandıran kitabı. aslında gerçek ile sürrealizm'in birbirine yedirilmesi o kadar başarılı ki tam olarak tarif edemeyeceğim tatlar barındırıyor kitap içerisinde. oturup da anlatılamayacak, okunmadan o çokça görmeye alışık olmadığımız farklı tat aksettirilemeyecek bir kitap. birbirleriyle kesişen hayatlar ekseninde varoluş üzerine çok güzel temaslar yapan, zamandan ve mekandan bağımsız hissi veren bu roman her nedense çok fazla bilinmiyor. bu denli özgün bir eserin bu denli az biliniyor olması üzücü. üzerinden biraz zaman geçince tekrar okuma ihtiyacı hissettiriyor insana.
    0 ...
  26. filmlerdeki cussesi iri kalbi yumusak adam klisesi

    1.
  27. anlayan anlamıştır herhalde. pek de altına uzun uzadıya entry döşenmeye gerek yok galiba.

    kısaca özetlersek, filmlerde böyle haddinden fazla iri, insan azmanı formundaki sert görünüşlü adamların genelde yufka yürekli birer sevgi pıtırcığı olması durumudur. karakterin içine yavaş yavaş girdikçe kafamızdaki imajın yıkılarak aslında onun ne denli görüşünün aksi bir insan olduğunu anlamamız ve onunla özdeşleşmemiz sağlanmak istenir. bu gibi tezatlıklardan ortaya bir ilginçlik unsuru çıkarmaya meraklı film endüstrisi için vazgeçilmez bir klişedir. ortalama bir algı ve düz bir akıl yürütme metdouna göre iri insan-sert mizaç eşleştirmesini bu şekilde tersine çevirerek akıllarınca karaktere bu sayede sempati duyulması imkanı sağlanacak, o katı görünüşün altında aslında yufka bir yürek yattığı gösterilerek ilginç bir vurgu yapılacaktır. nedir yani şişman adamlar daima narin bir yürek taşır, hassas bir ruh ihtiva ederler kolpalığı. enteresan mı değil, baydı mı baydı.
    0 ...
  28. beni hic ellere verme

    ?.
  29. düş sokağı sakinleri'nin en güzellerinden.

    eylülün batışına kaparım gözlerimi
    mayısin doğuşuna açarım duşlerimi
    çiçekten yana kullan gecikmiş seçimini
    aşktan yanadır hep doludizgin düşlerim
    direnen tukenişlerim
    eylül aşklarımin bittiği yerde başlar...
    ve yine eylül aşklarimin başladıgı yerde biter.
    eylülün doğuşuna açarım gözlerimi
    mayısın batışına kaparım düşlerimi
    çiçekten yana kullan eskimiş sevgini
    aşktan yana oldu hep serüvenci düşlerim
    eriyen tükenişlerim
    beni hiç ellere verme
    çünkü ellere sığmam
    ardımdan gözyaşi dökme
    gözyaşlarında boğulmam
    2 ...
  30. ridvan abi

    1.
  31. uludağ üniversitesi kültür müdürlüğü sekreteriydi rıdvan abi. neden rıdvan abi diye açıldı başlık derseniz soyadını pek kimse bilmezdi. öğrenci kulüplerinin rıdvan abisiydi, elinden hiç düşürmediği sigarası ile her türlü bilgisayar, internet, fotokopi vs işimizi görürürdü usanmadan. hiç evlenmemiş rıdvan abi, annesi ile yaşamış yıllarca. annesi ölünce yıkılmış, ölürsem yanına gömün beni demişti. günlerden bir gün odasına girdim yine, abi dedim nasılsın, iyi değilim coffee üşüyorum dedi. son günlerde sürekli titriyordu, mayıs ayı gelmişti rıdvan abi kazakla oturuyor, arada güneşe çıkıp ısınmaya çalışıyordu. içim üşüyor sanki, bir türlü ısınamıyorum, çok başka bir şey bu diyordu.. abi dedim tıp fakültesi hemen şurası git bi görün. gidecem gidecem dedi. sigara yaktım. bir tane de ona tuttum. bıraktım artık içmiyorum dedi. şaşırdım. bende söndüreyim o zaman abi dedim, yok yok iç sen dedi. canı çekiyordu belliydi. basiretim mi bağlandı nedir söndürmedim. öksürmeye başladı. üşüme geldi yine, öldürecen lan beni söndür hadi dedi bu defa gülerek. kötüydü belliydi ama yine de neşeliydi. film istedi benden akşamları iyi oluyor vakit geçiriyorum dedi. tamam abi dedim ayarlarız. bir sigaralık muhabbetimiz bitti. abi dedim akşam görüşürüz ben bursa'ya iniyorum. görüşürüz dedi. bursaya gittik kız arkadaşımla. bir kaç saatlik bir işimiz vardı. hallettik döndük. bilgisayar odasına gittim kapı kapalı. nerde rıdvan abi dedim arkadaşıma. rıdvan abi öldü dedi. siktir lan dedim. vallahi öldü dedi. taşşak geçme dedim. öldü dedi. iki saat önce muhabbet ettik dedim. o yine öldü dedi. benden on dakka sonra titremesi iyice artıp kendini kötü hissedince hastaneye gideyim artık demiş. okulun içindeki tıp fakültesine gitmiş. gider gitmez yığılmış oracıkta, son nefesini vermiş. soyadını hatırlamıyorum, zaten kimse de pek bilmezdi, rıdvan abiydi. maltepe'den sararmış fırça bıyıkları vardı, dal gibi inceydi. öldü annesini yanına gömdüler. görüşürüz dedik bir daha görüşemedik.
    3 ...
  32. american splendor

    1.
  33. harvey pekar adlı çizerin sıklıkla kendi hayatını ve gündelik hayat detaylarını anlattığı çizgi roman serisi ve bu seriden yola çıkılarak pekar'ın hayatını anlatan, alıp içinize sokasınız gelen naif film. pekar'ı oynayan paul giamatti'nin son derece sıcak, sevimli oyunculuğu, aralara serpiştirlmiş çizgi roman kareleri ve filmin ruhuna çok güzel denk düşen müzikleri ile tadından yenmeyen bir film american splendor. hani izledikten sonra adını duyduğunuzda ya da bir yerde karşınızda çıktığında hep bir tebessümle hatırladığınız filmler olur ya, işte ondan. ara sıra pekar'ın kendisinin de filme anlatıcı olarak dahil olması, filme bir documentary havası da katarak kurmaca ile öyle güzel yoğuruluyor ki bu sevgiye ve ilgiye muhtaç loserlık müessesi daimi üyesi pekar'a sempati duymadan edemiyorsunuz.

    "yatağımın boş tarafı her zamankinen çok acı veriyordu. hala varolduğunu zannettiğin kesilmiş bacağın gibi. hayat sürdürmek istemeyeceğim kadar boş ama terkedemeyeceğim kadar da gerekliydi" diyor paker. süperkahraman olma hayalleri kuran bir çocuğun süperkahramanlarda aşık olur, acı çeker, yaşamayı anlamsız bulabilir, kendini yalnız hisseder tezini doğrulaması paker'in hayatı.

    sahici ve samimi bir hayat hikayesi görmek istiyorsanız, çizgi roman seviyorsanız, kolleksiyon yapmak gibi bir tutkunuz varsa, bir şekilde hayat ile derdinizi muhafaza ediyorsanız, yalnızsanız, yanılmışsanız muhakkak izleyin.
    3 ...
  34. tumbleweed

    1.
  35. bir western izliyorsunuz. etraf ıssız, pek sakin. fırtına öncesi sessizlik anı. az sonra gölgeleri ile kim hızlı silah çeker yarışı yapacak olan çizmeli elemanlar barda demleniyorlar henüz. işte o kimsenin kafasını uzatmaya ceSARet edemediği sokaklarda, yerlerde ordan oraya sürüklenen çalı çırpı parçaları var. ama çalının daha bir spesifiği mi diyim ne diyim. daha bir cismi gözünüzün önünde canlanabiliri. böle dallı budaklı döne döne, yuvarlana yuvarlana ilerleyenlerden. heh işte, bu tumbleweed denen nane budur. neden buna özel bir isim takma ihtiyacı hisetmişler bilemeyeceğim lakin bu for example tarzı entryden ne olduğunu anladınız diye ümit ediyorum.
    3 ...
  36. asansör düşerken zıplamak

    1.
  37. başlığının eksikliğini yüreğimin bir köşesinde hissettiğim yüzyılın bitmeyen geyiği. ben açayım bari de sazanlar birer birer dökülsün.

    efendim hepinizin anladığı üzere "asansör düşmeye başlarsa tam yere çakılmadan önce zıplarsam kurtulabilir miyim" şeklinde aklından 'macerayı seven adam' tarzı ihtimaller geçiren pek çoğumuzun muhakkak bir asansör macerasında tattığı histir.

    düşmeden önceki bir kaç saliselik esnada zıplayıp kendini asansörden bağımsız kılabileceğini yani bir nevi havada asılı kalıp düşüs hızını sıfırlayabileceğini düşünen gafil insanoğlu denize düştüğünde yılanın mına bile koymaktadır efenim gördüğünüz üzre.

    lise fiziğini dahi az buçuk görmüş birisi serbest düşüşe geçmiş asansörün içindeki yine serbest düşüşteki insanın kurtulabilmesi için asansörün ivmesinden daha kuvvetli bir şekilde yukarı zıplaması gerektiğini bilecektir. ayrıca asansörün tam yere çarpma anını hesaplayabilmek de imkansızdır. zaten mevzu zamanında mythbusters'da irdelenmiş adını hatırlamadığım o maket adam parça pinçik olmuştu.

    neyse insanız işe en nihayetinde, umut fakirin ekmeği misali petronas kuleleri'nin asansöründen de düşüyor olsam ya bismillah der zıplarım vallahi, hiç affetmem. belli mi olur lan, ivmeydi, serbest düşüştü bir yere kadar. hiç olmazsa öte tarafta "denedim lan bari" derim içim rahat olur.
    92 ...
  38. teklif ediyorum

    1.
  39. "i m gonna make him an offer he can t refuse" şeklinde bir vito carleone repliği ile başlasa çok daha şukela olacağına inandığım şarkı.

    kafamdaki klip senaryosuna göre; hakan altun usulca kameraya yaklaşır ve sessizce "bak şimdi hocu i m gonna make him an offer he can't refuse" der, akabinde "tekliiiff ediyoruuuum benimle evlenir misiiiin" şeklinde böğürür. kız haliyle kabul etmez "nayn hakan nayn" der. bunun üzerine çevredeki insanlar spongebob kılıklı hakan ile "senden bi skim olmaz hacı, hani can't refuse'du" şeklinde dalga geçerler. aslında hakan'ın cümlenin orjinaline sadık kalmak için "he" zamirini kullanması kızı kıllandırmıştır. bunun üzerine hakan eve bir kedi alır, mütemadiyen başını okşar, dişlerinin arasında kağıt yerleştirip yanaklarını şiririr bundan kelli öyle konuşmaya başlar. sicilya'ya döner köyüne yerleşir, "ofis çiftçi'nin karagün dostudur lan" deyip kendini ziraate verir, mafya aleminden elini eteğini çeker.

    mario puzo beni affetsin, can sıkıntısı nelere kadirmiş.
    0 ...
  40. izogram

    ?.
  41. harf tekrarı içermeyen yani tüm harferin eşit sayıda tekrarlandığı metinlere verilen isim.

    (bkz: pangram)
    0 ...
  42. çocuğa uçak metaforu ile yemek yedirmeye calışmak

    ?.
  43. aslında 'çocuğa uçak metaforu ile yemek yedirmeye çalışan ebeveyn' olacaktı ama tutturmuş bir elli karakter diye olamadı.

    tamam çocuk dediğin canlı doğası itibariyle biraz maldır ama böyle manipülasyonlar yaparak körpe dimağları avlamak yakışıyor mu bilinçli bir ana babaya. neymiş "bak bak uçak geliyo uçak geliyo aç ağzını" imiş. ilk bulan kişi için yaratıcı sıfatı bir nebze hakediliyor olsa da bıkmadan usanmadan hele ki "ab'ye gireceğimiz şu günlerde" hala daha uçaktı, planördü, zeplindi diye çocuğun ağzına yemek tepelemek nedendir. utanmıyor musunuz kocaman insanlar ufacık bebelerin algısıyla oynama, fazladan iki lokma için onları kandırmaya. ne uçağı olum bildiğin süt ile hercümerç edilmiş eti cici bebe işte. gözünüzü seveyim bitirin artık şu ritüeli.

    zorla yemek yedirmeyin kardeşim çocuklara benim asıl derdim o. insan doğası itibariyle acıkınca ske ske yemek yiyecek ve çocuk dahi olsa acıktığını bir şekilde belli edecek şekilde yaratılmıştır. bırakın bu uçak olayını artık, ağza doğru gudik manevralar yaparak ilerleyen kaşığın tam ağıza girecekken çekilip olaya daha da bir özendirme unsuru katılarak ve bu bir kaç defa tekrarlanıp çocuk iyice uyuz edilerek yedirilen ne cici bebeden, ne milupadan, ne köfteden hayır gelmez.

    Bir de rica ediyorum bunu hafızanın artık kayda başladığı beş yaş ve civarında yapmazsanız benim gibi her "cabin crew cross check" lafını duyduğunda kusma refleksi harekete geçen bir insan yaratmamış olursunuz.

    saygılarımla.
    2 ...
  44. milliyetcilik ve fasizm iliskisi

    1.
  45. milliyetçilik eşittir faşizm deyince bir telaştır gidiyor. kendilerini, kimlikleri ucundan kıyısından da olsa, sol'da da dursa, liberal de olsa milliyetçi kimliği ile tanımlayanlar, araya onu da ekleyenler bu denklemden korkuyorlar. üzerlerine geçidikleri bu gömleğin faşizm ile eşleştirilmesi bunca yıllık şartlanmışlıklarını bozduğu için endişeliler. devletin dayadığı ezberin en makulü olduğunu sanmaya ve tektipleştirilmeye hizmet ediyorlar. ama gelin bu konuda en azından şu alt başlık için bir fikir birliğine varalım. bizim gibi bir ülke için birleştirici bir çimento falan değil çözücü, parçalayıcı, ayrıştırıcı olduğunun farkına varalım. milliyetçilik denen illetin- üzerinize çamur sıçramasını göze alarak- ne kadar sakat ve tehlikeli bir şey olduğunu ortaya koyalım. korkmayın değişim gelişimi, devinim ilerlemeyi sağlar. belki gerçekleri görür ve srtınızdan bu illet kavramı atıp nitelikli insan olma bilincine varabilirsiniz.

    milliyetçiliğin bu denli toz kondurulmayan sol cenah tarafından dahi kollanılan ve her daim prim yapan hali, çocukluktan bu yana tırnak içinde ulusal tarih pompalanan, resmi tarih ve ideoloji ile güdülenen nesilerin ailesel, çevresel ve kitle iletişim araçlarından edindiklerinin toplamı olarak sorgusuz sualsiz bir kabule varır. ülkesini sevmenin nesi kötü diyenleri şöyle sağ tarafa alıp diğerleri için devam ediyorum...

    ırkçılık ve milliyetçilik birbirlerin besleyen iki kavramdır, birbirlerinden ayrı düşünülemez. baskın hoca'nın da söylediği gibi ırkıçılık malesef predispoze'dir. yani genlerimize işlemiş olan ve doğuştan eğilimli olduğumuz bir kavram. her insan ırkçılığa meyilli olaak doğuyor üzerine bir de çocukluktan başlayarak pompalanan argümanlar eklenince bu bataktan sıyrılmak oldukça güçleşiyor. Aidiyet dugusunun verdiği güveni ve savunmasız, yansız, yandaşsız kalmanın korkusunu hisseden ve arkasını yasladığı o güven çemberini kaybetmekten korkan birey geliştirdiği "biz" kavramı etrafında ırkçılığı içselleştiriyor. Bunu yaparken zamanla eğilip bükülen bu güdü modernite çatısı altında eritilrek milliyetçilik denilen bir kavrama evriliyor. Modern insan ırkçılığı milliyetçilik ile takas edip vicadanen rahatlıyor.

    milliyetçilik "benim ulusum diğerlerinden iyidir, yücedir" ön kabulü ile işe başlar. işte kendini yüceltirken başkalarını aşşağıa çekmek durumu siz farketmesenizde kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. senin iyi ve özel olman diğerlerinin en azından senden daha kötü ve alalade olması ile mümkündür. biz akıllıyız demek ile biz daha akılııyız demek arasındaki fark milliyetçiliğin zeminini oluşturur ve kişi istemden dahi olsa bu tuzağa düşer.

    aynı milliyetçilik topyekün bir halktan ziyade yekünün içinde baskın olanı temsil eder. Enstürmanları daima onun yararına işler. ötekine karşı olan tutumu onu faşizme sürükler. biz iyiyiz, doğruyuz demek yerine iyiyi ve doğruyu muhafaza edip eksiğe vurgu yaparak yol katetmek daha sağlıklı değil mi. vatanseverlik bu değil mi. kimse zaten değer vermediği bir kavram için bu kadar çırpınmaz. komünisti de, islamcısı da, liberali de eğer bir şeyler anlatmak, değiştimek istiyor, çaba gösteriyorsa değer verdiği içindir. yaşadığı yeri sevmek, daha doğrusu iyiye evrilemsini istemek, ona değer kazandırmaya çalışmak ile onun zaten iyi olduğu ön kabulünü ve diğerleri ile biz arasındaki ayrımı yapmak arasında çok büyük fark var.

    öteki kavramı hayatın rengidir, zenginliğdir. milliyetçilik bunu ezer. ötekini değersizleştirir. demokrasi ile de taban tabana zıttır milliyetçilik. çünkü demokrasi çocunluğun azınlığa saygı göstermesidir esasında. çoğunluğun azınlık üzerineki tahakkümü ve ötekini ezmeye çalışan hali milliyetçiliğin biz kavramı ile filizlenir. ve kendinden olmayanı skrtsn gitsin ile kovalayacak kadar ileri gidip faşizan bir hal alabilir.

    milliyetçilik çoğunluğun yararınadır. siz de fazla olmanın size verdiği imtiyazı kullanmakta beis görmüyorsanız aynı yolda yürüyebilirsiniz. tüm farklı düşünen, farklı duruşa sahip olanlar, sayıca az olanlar, sesi daha az çıkanlar milliyetçiliğin potasında un ufak edilirler.

    atatürk milliyetçiliği diye söze başlayıp sırf bu refleksle eğer sarılıyorsanız milliyetçiliğe o daha kötü ve inanın benim hiçbir çözüm önerisi sunamayacağım kadar zor bir durumdasınız.

    vatanseverlik başka şeydir milliyetçilik başka şeydir. "biz iyiyiz" başka şeydir, "biz daha iyiyiz" başka şeydir. ben pozitife vurgu yapıp mental mastürbasyon yapmak yerine, eksikliği dillendirip gelişmeyi sağlamak taraftarıyım. her ikisinin de bana uzak olduğunu belirteyim de bir anlam karmaşası olmasın. vatanseverliğin faşizan tarafı milliyetçiliğe göre yontulmuştur, o kadar.

    faşizm her türlü azınlığa nefes aldırmamak ise milliyetçilik oksijeni kesmeye yarayan en önemli araçtır. cehalet ile birleşince tehlikesi katlanarak artar. doğuştan damgalanmış birisi eğer kamboçya'da doğsaydı kamboçya ulusunun diğerlerinden ne kadar üstün, özel olduğunu savunacakken şimdi bazı tesadüfler eseri burada olmasını ve yine malesef doğuştan gelen kendini ve içinde bulunduğu ortamı yüceltme dürtüsünü baskılaması kolay değil elbette. predispoze olanı söküp atmak çok zor. ama bu illet hele ki böyle zengin bir coğrafya için birlik beraberlik aracı değil bölücü, yıkıcı unsurdur en nihayetinde. Bunu kavramak yeter aslında.
    9 ...
  46. tarih şeridi

    1.
  47. sınıfın arka duvarına monte edilen bu bok yiyen bütün tarih algılarımla oynamıştır zamanında. istanbul'un fethi der yanında dikine bir çizgi, orta çağ biter yeni çağ başlar. bende sanırım ki istanbul alındı, bunlarda "haydi beyler hooop orta çağı kapatıyoruz" dediler. o gün direk yeni çağa girip süpersonik insanlar oldular, modernleştiler. hayır çizgi o kadar net ve kesin ki.. bir de renk de değişiyor şeritte orta çağ'dan yeni çağ'a geçerken. karanlıktan aydınlığa doğru bir geçis var günümüze yaklaştıkça.. 28 mayıs'da milleti kesiyorlardı kıtır kıtır, açlık sefalet, 29 mayıs'da * güllük gülistanlık oldu ortalık zannederdim... ha bir de karanlık çağlar var ona hiç girmiyorum...
    2 ...
  48. marksizm ve din

    1.
  49. üzerine çokça konuşulup tartışılan, marksistlerin fikir birliğine varmakta en çok zorlandıkları alan marksizm ve din konusudur. Marksiszm'in dini dışlayıp dışlamadığı veya şöyle söyleyelim dinin marksist bakış açısı içerisinde ele alındığında marksist ideallere ulaşmak için eninde sonunda yıkılması gereken bir üstyapı kurumu olup olmadığı tartışılmaktadır. bununla alakalı konuşmadan önce sıkça yapılan bir ayrımı tanımlamakta fayda var. bahsedilen inanç değil din'dir. inanç tarih içerisinde din'in azımsanmayacak ama bütün içerisinde ufak bir yer teşkil ettiği bilinmelidir.

    Marksizm'in din ile olan ilişkisini anlamak için ilk önce marx';ın din konusuna yaklaşımı ele alınmalıdır. tüm bu çözümleme çabalarında olduğu gibi marx'ın meşhur sözü üzerinden farklı görüşlere yer vererek bir nebze de olsa konunu ne denli muğlak bir alan olduğu görülebilir. meşhur söz ise elbette ki marx'ın "din halkın afyonudur" cümlesi. ve çok farklı şekillerde tevil edilerek elastik bir forma büründürülemesi.

    Marx'ın bu sözü üzerinden hareket eden ayhan yalçınkaya'nın konuyla alakalı makalesinde çeşitli bakış açılarından örnekler verilmiş. asıl mesele şu; "dine karşı mücadele sosyalizm'e karşı mücadele midir". o kadar hassas ve pamuk ipliğine bağlı bir yerde konumlanıyor ki bu, verilecek cevap çok önemli. ancak cevabın olumlanması da saf haliyle din karşıtı bir marksizm çıkarmıyor karşımıza. dine karşı mücadele sosyalizm için mücadele ise dahi dine karşı verilen mücadelenin onu ortadan kaldırmaktan ziyade çürümüş yapısını elden geçirmek olarak karşımıza çıkabiliyor. bu son derece kaba tanımlamayı açacağız. önce bir kaç örnek üzerinden marx'ın meşhur sözünün yorumlarına bakmakta fayda var.

    genelde marx'ın henüz 26 yaşında iken sarfettiği bu cümlenin farklı anlamlar taşıdığı koşulların değişimi ile anlamını yitirdiği ya da aslen söylenmediği gibi yorumlar vardır. marx ';ın bu sözü ölümüne dek yalanlamamış olması en azından söylenmediği ile ilgili tezleri boşa çıkarmaktadır. o zaman üzerinde durulması gereken ne anlama geldiği olmalıdır. alpaslan ışıklı'nın "Kemalizm, sosyalizm ve din" adlı kitabında dine karşı mücadelenin sosyalizm için mücadele olamayacağını ve bu çıkarımın kesinkes yanlış olduğunu söyler. hatta bu yanlış çıkarımların sovyetler'de devlet politikası haline getirilmesinin ters etki yarattığını, yasaklanan her şey gibi tam ters eğilim yarattığı ve dine yönelişe sebep olduğunun altını çizer. ışıklı'nın -aynı makaleden alıntı yaparsak- bu söz için yorumu şudur.

    " marx bu sözü söylemiştir çünkü 19.yüzyılda onun yaşadığı dönemde katolik kilisesi özellikle dönemin egemen sınıflarıyla iç içe geçmişti ve katolik kilisesi kurumsal düzeyde bizahiti avrupa'da geçerli kutsal ittifakın en önemli bileşenlerinden biriydi. dolayısıyla bu sözü ettiğinde hıristiyanlık ya da adı her ne olursa olsun özel olarak bir din hedef değildir. o dinin kurumsallaşmış biçimleri hedeftir. bu açıdan hıristiyanlıkla hıristiyanlığın kurumsallaşmış biçimi olan çeşitli kiliseleri birbirinden ayırmak gerekir. sözün hedefi kiliselerdir, kiliseler halkın afyonudur.

    ışık'lı bu sözün spesifik olarak bir dine yöneltilmediğini ve hatta dinlere değil onların çürümüş ve egemen sınıfın hizmetine girmiş kurumlarına atfedildiğini söyler. yani bu statükocu ve mevcut düzenin sürdürülmesi için aracı rol üstlenmiş din kurumları halkın afyonudur anlamına gelir. halkı uyutan din değil dinin kullanılış biçimidir. inanç ve din ayrımı burada kendini daha net göstermektedir.

    bilindiği üzere marx'ın diyalektik anlayışı hegel'den ayrılır. Hegel'in doğaya yamanan diyalektiği ile marx'ın ki tamamen farklıdır. Ordan filizlenmiş ancak tamamen farklı yolllardan farklı yerlere varmıştır. Arkeitipi hegel'dir, hegel'i referans alarak marx ortaya çok başka bir diyalektik anlayışı koymuştur. Hegel'in keyfiyetçi anlayışından ayrılır. işte bazı görüşler marx'ın bu sözü hegelci olduğu gençlik yıllarında sarfettiği yani Marksist olmadığı yönündedir. Marx'ın marksist olup olmadığı ise çok başka bir konu olmakla beraber özetle bu sözün marksist bir açılım sağlamadığı, hegel'e öykündüğü ve bildiğimiz marksist literatürün içine dahil edilemeyeceği söylenir. Löwy'nin tezi de buna benzerdir. Ya da ışıklı böyle yorumlamıştır. Ancak bunun zorlama bir yorum olduğu da söylenmektedir.

    Işıklı'nın diğer referansı montly review'dir ve yine aynı makaleden alıtılarsak şöyle denmektedir.

    "marx ve marksizm'in dinin ölümcül düşmanı olduğu tezi tümüyle marksizmin düşmanları tarafından özel olarak uydurulmuş bir tezdir. hiç böyle bir şey yok. Marx'ın din karşısındaki tutumu ya da tavrı hiç bir şekilde özellikle dine karşı, dine düşman değildir. tersine marx din halkın afyonudur dediğinde dini olumluyordur. niçin bir olumlama olarak algılanıyor; çünkü nasıl afyon kanserli hastanı acısını dindiriyorsa bu dünyada çaresizlikle, umarsızlıkla baş başa kalmış insanlığın acılarını dindiriyordu din. bu açıdan marx dinin son derece önemli bir rolü olduğunu vurgulamak istemiştir.

    Işıklı'nın bu yorumu diğerlerine oranla daha havada kalmaktadır. bu sefer kelimelerin anlamları ile oynayarak bir din-marksizm düşmanlığı yerine din-marksizm olumlaması çabası işine girişmiştir. böyle bir düşmanlığın olamayacağını, sözün yanlış yorumlandığını iddia etmektedir. yani halkın afyonu halkın acılarını dindiren bir ilaç olarak ele alınmıştır. biraz zorlama ve abes bir çıkarım olarak görünmektedir bu. Marx'ın dine bu denli olumlu yaklaşıyor olması ne yeni hegelci zamanında ne de ilerki zamanlarında görülmüştür. Çünkü burada başlı başına yücelteme ve teşvik vardır. Fakat Marksizm';in dini kullanmaya veya ondan bu şekilde bir fayda sağlamaya ihtiyacı yoktur.

    bir de olaya iki yönlü yaklaşımdan bahsedilmektedir. Dinin tek yönlü olmadığı hem egemen sınıflara hizmet ederken, aynı zamanda ezilenlerin de tutunacağı bir dal olarak acılarını dindiren bir unsur olduğu durumu. yani hem iktidarlar için ezen bir araç, hem ezilenler için yardımcı bir araç. çift yönlü bakarsak eğer her iki tarafa da hizmet eden ve kimin elinde ne şekilde kullanıldığına bağlı olarak niteliği değişen bir olgudur din. ancak yine de her iki koşulda da bir araç olduğu kabul edilmektedir.

    Engsel'de dinin devrimci bir yanı olduğunu, özünün ezilen sınıfların mücadelesi için yararlı olduğunu söyleyerek ezilen sınıfın faydaları doğrultusunda kullanılabileceğini söyler.

    Marx ; "insanı din yaratmaz, insan dini yaratır. Gerçekten din henüz kendini bulamamış ya da kendini yeniden yitirmiş insanın benlik bilinci, kendi kendisinin ayırdına varmasıdır"; der. çünkü din yaşadığımız dünyadan soyutlayamayacağımız ölçüde içe içe geçmiş karmaşık ilişkiler ağına ve en kuvvetli manevi duyguya işaret eder. Buradan hareketle marx’ın meşhur sözünün biraz gerisine gidersek cımbız etkisinde kurtarıp belki meseley daha geniş bakmayı sağlayabiliriz. "din baskı altındaki yaratığın iç geçirmesi, taş yürekli bir dünyanın duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur, din halkın afyonudur".Evet gerçekten de bir olumlama olup olmadığı tartışmaya açık. Fakat yapılan hata olumlama varsa dahi bunun marksizm'in dine olan savaşımını etkilemeyeceği. Çünkü ruhsuz dünyanı ruhu'nun değişmesi daha başka bir ruha evrilmesi, insanın baştan yaratılması idealinin takibi vardır. Marx'ın şu cümlesi bunu destekler..

    "Din bu dünyanın genel kuramı, geniş kapsamlı özeti, yaygın mantalitesi, yüceltişi, coşkusu ahlakça onaylanması, görkemli bütünlüğü, avuntuyu sağlamaya ve haklı kılmaya yarayan evrensel temelidir. insanın özünün hayali gerçekleşmesidir. Böylelikle dine karşı savaşım , manevi kokusu din olan bu dünyaya karşıda dolaylı olarak savaşımdır."

    dinin tamanen bu düyaya ait olması, bu dünyaya karşı savaşın dine karşı savaş anlamına gelmesine yol açıyor. Marks; "din var olanın tepetaklak resmidir" derken çok yönlü bir saptama yapmaktadır. Ve genişletilmeye, farklı açılımlar getirmeye müsait bir saptama. Din adı altındaki tüm çürümüş kurumlara ve davranışlara karşı bir savaşımdır bu. Ama aynı zaman da marx "yaratan" tandanslı her olguyu reddeder. Özün madde olduğu, ilahi güç olmadığı hususu ayrıdır. Ama bu maddenin bir ruhu olmayacağı anlamına gelmez. ilahi değil sezgisel bir ruhtan dem vurulmaktadır. Bahsedilmeye çalışılan marx'ın dine karşı özel bir tutumu olmadığıdır. Yani özünde dine karşı savaşmaz. Ancak insan yeniden yaratılacaksa ve nihai amaç bu ise marksizm de o zaman tüm değerleri ile beraber onu baştan başa yenileyecektir. Dine karşı savaşarak değil bu dünyaya karşı savaşarak olacaktır bu. Ancak din de var olanın tepetaklak resmi ise eğer bu dünya ile savaşım dünyanın ruhu, sesi, kalbi olan dine karşı da savaşımdır. bu onu yok edip, silmeye çalışmak olarak anlaşılmamalıdır. din çeşitli kurumlardır, dünyayı algılma, anlamlandırma gözlüğüdür, binlerce yıllık kemikleşmiş kabullenişin geldiği yerdir. dervimci öz dinin o tutucu halinden ve kurumlarından sıyrılıp saf bir "inanç" haline dönüştüğü an ortaya çıkacaktır.

    Görüldüğü üzere Marx'ın dine bakış açısı ile ilgili olarak hatta öteye gidersek -Marx ve Marksizm ayrımı da var- çok çeşitli yorumlar olmakla beraber çizilen resim genelde kati bir inkar ve savaşım olmadığı iki yönlü bir diyalektik ile olayın ele alınmaya çalışıldığı oluyor.. Ancak bu da bir yedek unsur olarak dini geri planda tutarak ona pozitif ve aslında var olmayan anlamlar atfetmeye götürebiliyor bizi. Diyalektik gereği eğer din de kendini yadsıyabiliyorsa sorun yok. Burada din ve inanç ayrımı yeniden ortaya çıkıyor. Din kendini yadsıyamazken inanç bunu mümkün kılabiliyor. Yani Marksizm dinsiz olabilir/olması gereklidir, ama inançsız değildir gibi bir sonuç çıkarılabilir.

    Konuyu bu kadar kabaca ve olabildiğince özetle açıklamaya çalışsak da Marksizm-din ilişkisi daha çok konuşulacak ve Marksist doktrin içerisinde en muğlak ve en fazla ayrılığa düşülen konu olarak kalacak gibi görünüyor.
    3 ...
  50. selamlasma mesafesini ayarlarken yasanan gerginlik

    1.
  51. vardır muhakkak. aramaya inandım lakin bulamadım..

    başlık aslında yeterince açıklayıcı.. karşıdan gelen eş, dost, akraba.. size doğru salınmakta siz de ona.. birbirinizi farkettiniz fakat yüz metreden selamlaşmak olmaz. gözlerinizin içine baka baka birbirini tanımayan iki insan gibi yürümeye devam edersiniz. gerici bir hadise. tanımamazlıktan, görmezlikten geldiğinizi düşünecek diye kasılırsınız.. selam versen mesafe uzak, diyalog namümkün..

    yaklaşılır yavaş yavaş. ideal lokasyon sağlanana kadar saate bakılır, sağa sola göz gezdirilir, gözler kaçırılır bir diğer ihtimal.. selamlaşılabilecek optimum mesafe * sağlanınca kafa kaldırılıp selam edilir, hal hatır sorulur sanki ilk o an görmüşcesine. ancak önce kimin selam vereceği konusu da mühimdir.. ilgisiz görünmemek adına şartlar olgunlaşmadan davranılırsa netice kötü olur. selam havada kalır. konuşma mesafesi sağlanamadığından arkası gelmez. yaklaşılınca ikinci bir kelama gerek duyulur..

    neticede insanı yıpratan bir gündelik hayat detayıdır, hafife almamak gerekir..
    4 ...
  52. beyaz plastik sandalyelerin onlenemez yukselisi

    1.
  53. bi yerlerde okumuştum ama hatırlayamadım. beyaz plastik sandalyelerin ne kadar alakasız yerlerde ne kadar çok karşımıza çıktığından bahsediyordu.

    korkuyorum. bir gün beyaz plastik sandalyeler dünayayı ele geçirecekler. hatta eminim bundan. Dünya üzerinde bunlar kadar çok yayılmış başka bir nesne, alet edevat bilmiyorum ben.

    işin ilginci zangin fakir farketmiyor, heryerdeler. estetik düşkünü olup olmadığınızında bu bahiste bir önemi yok. mevki makamınızında.. dört taraftan sarmışlar bizi. Nereye elimiz atsak ordalar. Bir soluklanayım deyin bakalım kıçınızın altına ne verecekler. hayatında beyaz plastik sandalye ile götü birbirine kavuşmamış insan evladı var mıdır acaba.

    maliyeti düşük, fiyatı ucuz, taşınması kolay. avantajları çok.. bir gün başaracaklar. dünya dışı yaşam formları olabilirler mi acaba lan. mulder'a sorsam kesin destek verirdi bana. yavaş yavaş sızdılar aramıza.. amerikan askerilerini ırak'ta denetleyen savunma bakanı'da plastik sandalye de oturuyordu, en sosyetik havuz kenarlarında da bundan var, lokantalarda da, villaların bahçelerinde de, öğrenci evlerinde de, tenis maçlarında tensiçiler aralarda dinlensin diye kortun kenarlarında da, bizim iş yerine de var bak, yemekhane de, mahallede ki bakkal da buna oturuyor, üniversite de hoca ders anlatırken de poposunun altında bu var. Evlenirken bile bizimleler.. düğün salonlarında da var çoğunlukla bunlardan. Hadi canım demeyin. üzerine havalı kumaşlar giydirilmiş oluyor genelde, tanıyAmazsınız. ama hafifçe kaldırın bakın. işte yine ordalar. Pis pis sırıtıyorlar.

    inanılmaz bir hızla son on küsür senede tüm dünyaya yayıldırlar. değişik formları var. ilk çıkan klasik model en güzeli ama. pek çoğu oldukça rahatlar, altına bir minder koyulunca hele koltuktan farkları da kalmıyor. en kötüsü çok dayanıklılar. araba al o kadar sene de çürür, bilgisayar al kesin bir yerden maraz çıkarır, ama bunlar.. hiç bir şey olmaz bunlara. kırmak istesen de kırmazsın. sayıları da azalmıyor asla. kimse atmıyor çünkü bir türlü eskimediği için. kurtulmak isteyen bir başkasına veriyor ve onlarda böylece artarak yaşamaya devam ediyorlar.

    bir gün topluca harekete geçecekler ve kaçamayacağız. çünkü her tarafmızı sardılar. kurtuluş yok, kurtarılmış bölgeler yok. Polise falan sığınmayı sakın aklınızdan geçirmeyin. daha geçen gördüm, plastik sandalyeye oturmuştu danışmadaki memur. askerlik şubesine de sıra beklerken oturduk yine üzerlerine. dikkatli olun milli güvenliğimiz tehlike altında, oralara kadar sızmışlar. ulusal çıkarlarımız korumak için birer bacaklarını kırın en gördüğünüz yerde. gerçi ben çok uğraştım yerinden oynamadı namuzsuz.

    son on senede dünyaya damgasını vuran eşyalar arasında ilk sıradadır bu meret. en azından yüzyılın icadı denilen ginger kolpalığının mına koyduğu kesin. kaçın lan kaçın, geliyorlar.
    4 ...
  54. haçan ölesim gelir

    1.
  55. attila ilhan şirri...

    Haçan demir dökende
    Ateş yiyesim gelir
    Gök sofraya çökende
    Doruklardan sesim gelir.
    Dağdan yürek sökende
    Kurşun dökesim gelir
    Çatal şimşek çakanda
    Yağmur perde çekende
    Derya göğe çıkanda
    Haçan ölesim gelir.
    4 ...
  56. uludağ üniversitesi sinema topluluğu

    1.
  57. zamanında günlerce sabahlayarak, binbir zorluklar, maddi imkansızlıklarla ilkini gerçekleştirdiğimiz "uludağ üniversitesi kısa film festivali" nin artık gelenekselleştiği, düzenli olarak sinema klasiklerini ücretsiz olarak gösterdiğimiz, dergi projemizin rektörlük sağolsun yalan olduğu, kısa filmler de çeken, amfi tiyatroya devasa bir perde gerip filmler oynattığımız şu anki durumundan pek haberdar olmadığım uludağ üniversitesi'nin en aktif, en çok çalışan topluluğu idi.
    0 ...
  58. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük