hani az ihtimal ama olur da gerçekleşirse ahmet çakar'dan daha feci göt olurum. ibret olsun diye silmiyorum entryi de, bakalım götümüze girecek mi heyecanla bekliyoruz.
bunun aynı sitede 4 girls ile olanı var bir de. şimdi adını unuttum videonun. o çok daha ilginç. birbirlerinin bokları ile vücutlarına kalp falan çiziyor gayet de eğleniyorlar. tuhaf bir ruh hali olsa gerek. hadin yedin boku da işin içine lise öğrencisi duygusallığı katıp memeye kalp çizmek falan nedir.
haftalar sonra girdiğim ilk entrye bak. kendimi kutluyorum.
polis vazife ve salahiyet kanunu vesilesiyle polise verdikleri şahane imtiyazlar demokrasi aşklarının sadece işlerine geldiği zaman kabaran bir duygu sağanağı olduğu ve polis devleti olma yolunda attıkları bu şahane adım ile özgürlük, insan hakları ve benzeri meselelerde öncekiler gibi samimiyetsiz, pragmatist bir duruş içinde olduklarını göstermiştir. demokrasinin neferi gibi gösterilen kıymetli başbakanımız zannedersem sivil anayasayı da olsa olsa bir oksimoron olarak görüyordur. türbanını çıkaran kızın babasını aradığı gibi misal manisalı gençlerin de ailelerine ufak bir telefon açsın, hal hatır sorsun. polis tekmesi ile ölen adam hakkında iki kelam etsin. festus okey'in başına gelenlerle alakalı nijerya konsolosluğuna başsağlığı dileklerini iletsin vs vs vs. asker yapınca kötü polis yapınca üstünü kapatalım, görmezden gelelim gibi "işime gelirse aslan kesilirim gelmezse süt dökmüş kediyim"cilik yapmasın. o mağdur duruşlarını yemiyoruz haberi olsun.
hakkında babası gibi 301. maddeden dava açılan ve tehditlerden sonunun babası gibi olacağını kestiren arat dink ülkeyi terkederek belçika'ya yerleşmiştir. beraber yaşama kültürümüz çok güzel hakkikatende. ermeniler, kürtler falan hepsini ite kaka, yıldırıp, tehdit edip bu ülkeden göndrebilirsek çok müreffeh bir ülke olacağız. gözaltında emniyet tarafından faili meçhul bir şekilde öldürülen nijeryalı festus okey'in tabutunda "gidiyoruz, teşekkürler türkiye" yazıyordu. gidiyorlar birer birer bu ülkeyi sahiplerine bırakarak, içiniz rahat olsun. arat'da gitti yüce türklük şuurumuz büyük bir yükten kurtuldu. aferin bize.
naif bir film. karlar altında sıcak bir film. mesafeli bir film ama çok tanıdık insanların olduğu. bizden bir film. sovyetler çöktükten sonra ne yapacağını bilmez, beş parasız insanların karlar altındaki bir köyde yaşamaya çalışmalarını anlatıyor. insanlar nasıl orospu olur onu anlatıyor. iletişim sorunu çeken insanlar nasıl aşk yaşar onu anlatıyor. içine kapanık ve tüm dünyadan soyutlanmış bir yerde sıkışmış insanlar nasıl aynılaşır onu anlatıyor. çıldırmamak için böyle bir yerde ufak ama çok ufak mutluluklar lazım gelir onu anlatıyor. minicik hikayesi ve görece kısa süresi ile çok şey anlatıyor. bakışlar, ufak jestler, hayal kırıklıkları, tombe la neige'yi söyleyen şöför, kocasına mezar taşından kızıp somurtan kadın, piyano çalan kız, karların içindeki sandalyeler, sağa sola amaçsızca koşturan atlı. minimalist sinemadan etkilenmiş bir aki kaurismaki filmi hissi veren karelerle az malzemeden çok şey çıkarıyor. o kadar tanıdık ezgiler var ki filmde, o kadar bizden adetler bizden tavırlar, huylar. bu kadar biribirne benzeyen iki millet nasıl bu hale gelmiş diye düşünmemek imkansız. aynı şarkıları dinliyoruz, hayatı aynı frekasnta yaşıyoruz, birbirimize çok benziyoruz. bir ermeni köyünü dilden arındırırsak eğer aradaki çizgiyi ayıt etmek çok zor onu görüyoruz.
menfi kısmı için çok fazla şey söylememek istemekle beraber kürt yönetmenin araya sıkıştırdığı kurdistan posterlerinin çokça sırıttığını, 1915'e yaptığı göndermelerin çok lüzumsuz durduğunu eklemek isterim. mesele bunları dile getirmek değil ama eğer tüm bunları filme yediremezseniz ve böyle sadece 'olmuş olsun diye' araya sıkıştırırsanız tüm o samimi havayı dağıtabilirsiniz. salem' in samimiyeti konusunda şüpheleri olan birisi olarak bu ufak bir kaç ayrıntıyı filmin genel masum, yumuşak havasını zedeledğini ve propoganda sularına girdiği için üzülerek seyrettim.
özellikle "kanasın dünyam yansın oldu olacak, günahlar kavrulsun aleviyleeeeaağ" kısmında ve "haydi zıplaağ" şeklindeki şahane nakarat kısmında icra ettiği o brütal vokal ilen scream vokal arası böğürtülü ses tonu kendisini o dönem bir rock star falan sandığının işaretidir zannımca.
hoplayan zıplayan motorsikletler, deri mont, fonda zenci elemanlar falan da eklenince and the dünyanın en kolpa rakırı ödülü goes to burak kut oluyor ister istemez.
"benimle oynama, heyecanlıyım
Çok çılgınım bebeğim" dizeleri de çılgın sedat'ın arketipi kabul edilebilir herhalde.
huxley'in cesur yeni dünya'sından şu cümle kanımca mottosu olabilir ve de kendisini özetler: "atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, yama artarsa refah düşer."
kitaptan önce önsözünden bahsetmek isterim ki aslında sonsöz olabilecek bir spoliler kazanını okumayı kitabın sonuna bırakmam pek bir hayırlı olmuş dersem meramımı anlatmış olabilirim herhalde. kitabın sonundan bahseden ve bunu açıkça dillendiren -vahşi'nin intiharı- başka bir önsöz var mıdır pek zannetmiyorum. ancak bir de şu var tabi. büyük bir kısımı kitabı okuduktan sonra ancak anlaşılabilecek bir yazı bu, yoksa kitap okunmadan pek fazla bir şey ifade etmeyecek bir takım huxley özeleştirisi ve önerileri tadında, kitabın bitimi akabinde tekar okunması elzem bir metin olarak da kalabilir.
illa ki her yerde bir 1984 kıyası var madem kendi adıma özelde atmosfer yaratma becerisi olarak 1984'ün yanına bile yaklaşamayacak, genelde distopya olarak da en karasından olan 1984'ün yanında fazlasıyla gri kalacak bir huxley ikilemleri hikayesi diyebilirim herhalde. burdan kitaba burun kıvırdığımız * gibi bir anlam çıkmasın, lakin 1984 eğer bir kıyas kriteri olarak kabul edilecekse o kadar çok kitap yerlerde sürünür ki bu tam manası ile kubrick'i orijin alıp filmleri o terazi ile tartıp değerlendirmek manasına denk düşer herhalde benim adıma. biraz yüksek bir kota oluyor haliyle 1984 ve her ne kadar iskeleti bu kitaptan miras ise de servete servet katıyor ve cesur yeni dünya'nın çok ötesinde ve çok daha yükseğe konuşlanıyor.
edebi bir doyuruculuk zaten vaadetmese de çizdiği gelecek panoraması hem çok ilginç hem de bugün bile günümüze denk düşebilecek kadar elle tutuabilir bir his veriyor. metaforları hem isimler, hem nesneler, araçlar (mesela malthus kemeri harikaydı), hem projeler anlamında çok aleni fakat yine de çok incelikli kullanmış huxley. o kara bulutların arasında gülümsetmeyi başarabilecek kadar güzel nüanslar yaratıyor tüm göndermeler.
yukarıda değinilmiş zaten huxley'in ikilemine fazla da söz kalmamış eklenecek. ayrıbölge'nin bende daha kara bir atmosfer çizdiğini ve kanımca uygarlıktan daha kötü ve ürkütücü betimlendiğini söylersek huxley'in zaten kendisinin de kabul ettiği ikilemini gayet net olarak görebiliriz. vahşi'nin uygarlığın zıttı olarak duran ayrıbölge'yi seçmeyişi de zaten ikisinin birbirinin yerine ikame edilebilecek ölçüde disütopik olduklarını gösteriyor. ayrıca yine yazarın belirttiği gibi ayrıbölge'nin insanlarının ırkçı tavrı ve ilkelliğin masumiyetinden ve el değmemişliğinden uzak duruşları tercih edilebilirlikten uzak kılıyor o tarafı da. yazmak niyetinde olduklarımı kitabın ek kısmı yeterince doyurucu bir şekilde aktarmış zaten. huxley'in karasız tavrı, okurken sizi soktuğu ikilem ve bu yeni dünya düzenini yer yer olumlayan hali ile yazara karşı alınan mesaf aynı zamanda bernard gibi bir kahramanın özdeşleşme vaadi ile başlayıp kendinden nefret ettiren hali ve vahşi'nin soğuk ve mesafeli tavrı ile birleşip kitapla aranıza girmeye çalışsa da yaratıcı temeli ve zekice kurgulanmış dünya tasarımı ile keyif veriyor.
herhalde en etkileyicisi de insanların okumalarını yasaklamak yerine onları okumak istemeyecek şekilde kurgulamak, düşünmelerini düşünce polisi veya tele ekranlar ile zapturapt altına almak yerine kendiliğinden buna ihtiyaç duyamayacak şekilde proglamlamak ve benzer şekilde kendini gösteren ve asla bir bireysel aydınlanma yaratamayacağınız, şartlandırılmışlıklar hamuru ile yoğrulmuş insanları görüp en ufak bir ümit ışığı görememeniz. zannedersem bu katıksız ümitsizlik de tek başına bile kitabı distopya saflarına katmaya yetiyor. her ne kadar hiç bir ölümün yaşanmadığı, sistemin tehlikesi söz konusu olduğunda bile insanların sadece sürüldüğü ve canlarına kastedilmesinin ihtimaller içerisinde bile zikredilmediği, hele ki 101 numaralı oda gibi işkence, zulüm, yaratılan delicesine korku ve benzeri durumların hiç yaşanmadığı bu dünyada bu tavır fazlasıyla yumuşak kalpli, anlayışlı ve hümanistçe gelse de çarklar öyle bir dönüyor ki insanları öldürmeye bile gerek bırakmayavak kesinlikte bir sistem işliyor ve brave new world tüm esprisini işte burdan alıyor. sistem asla tehdit altında değil, ümit asla yok. bu sebeple şiddete de lüzum yok. sadece propoganda veya kaba kuvvet ile değil de aynı zamanda fiziksel doğasına da müdahale edilen insanın daimi bir karanlığa mahkum olduğunu görmek zamanında golstein ile bir nebze de olsa heyecanlanan bize bu taraftan bakınca hakikaten kara bir manzara çiziyor.
tanrı dahil adına içgüdü dediğimiz tüm davranışlarımız, reflekslerimiz, tepkilerimiz ve belki de adına insan fıtratı dediğimiz şey şartlandırılmışlıklarımızdır ve de asla farkında olmayacağızdır kimbilir.
hakkında mantıklı herhangi bir izah bulamadığım fenerbahçe-galatasaray maçlarının sonuncusu. gerginlik mi, stres mi, şanssızlık mı, şartlanmışlık mı nedir olay. hayır mazeret falan da aramıyorum. tüm bu faktörlerin sebep olamayacağını da gayet iyi biliyorum. merak ediyorum sadece, kendi başıma işin içinden çıkamıyorum. 8 senedir her defasında fenerbahçe iyi oynuyor olamaz yahu. haydi öyle olduğunu düşünelim iyi oynayan takımlarda kaybeder, berabere kalır vs. yani o sahadan gaziantepler, rizeler, sakaryalar son sekiz senede defalarca puan aldı da galatasaray en iyi zamanlarında dahi neden alamadı. neden alamıyor. çıksın birisi aptal aptal tecavüz, kocanızız olm ekieki, işte böyle her sene böyle benzeri ucuzlukta konuşmadan bir açıklama yapsın ben de öğreneyim. kafayı yicem anasını satim.
"yaptıkları müzik, bizim bir grup 84'ü bile aşmıyor" şeklinde bir kelam edebilen 84 iq'lu bir insan evladının yaptığı bu tespit ile dünyanın en yüzeysel insanı ödülünü ellerimden alacağına delalet olan başlık, saçmalık, ucuzluk, boş kelam falan fıstık.
bir çocuğun * dünyaya bakışını, görüsünü, duruşunu biçimlendirirken en çok nemalandığı, en çok yaslandığı, hayatı kavrama ve anlamlandırma yolunda attığı ilk adımlarda omuz verdiği, arka çıktığı, sisin ardındakini aydınlatıp zihnine ışık tuttuğu, ona okuma, yazma, çizme edimini aşılayan, o çocuğun daima iyi, müstesna, özel addettiği ve geçmişteki en güzel anların bir hep bucağında illa ki andığı, üstüne çok şeyler de koyulsa o günlerden sonra bu gelişim olgunlaşma sürecinin onun yerinin hep ayrı ve özel olduğu, muhalefet etmeyi, sokağı, alt kültürü, küfürü, sevmeyi, sevişmeyi tecrübe ettiği, atmaya kıyamadığı bavullarda birikmişleri ara ara çıkarıp okuduğu, kokladığı dergidir. o çocuk büyümüş şimdi. büyümeseymiş keşke, leman da o da.
abbas kiarostami'nin taste of cherry filminde yaşlı bir adam şöyle kısacık bir hikaye anlatıyordu:
bir türk doktoru görmeye gider. ve ona der ki: "doktor bey, vücuduma parmağımla dokunduğumda acıyor, başıma dokunsam acıyor, bacaklarıma dokunsam acıyor, karnıma, elime dokunsam acıyor".
doktor onu muayene eder ve sonra ona der ki:
"vücudun sağlam, ama parmağın kırık!"
alakayı şöyle kurmak istiyorum başlıkla. başımız, kolumuz, elimiz aksıyor milletçe. demokrasi diyoruz, sivil siyaset diyoruz, kürt meselesi diyoruz, tutturmuş bir laikliktir gidiyoruz. bunların sebepleri üzerine kafa yoruyor, çözüm önerileri düşünüyoruz. ama parmak kırık, önce şunu bir görelim. çimento bonapartist temellerle karıldığı için baskıcı ve tahakkümperver. kemalizmin hem bu militarist yumruğu beslediğini, hem cumhuriyet döneminden bu yana kürt meselesine kemalist tezler çerçevesinde hatalı yaklaşıldığı için durmadan beslenen sorunun bu noktaya geldiğini, hem taassubun illa ki terakkiye mani olduğunu ve "gelişmekte olan" sıfatı ardına tıkıldığımızı, hem kemalizm'in şu tartışmalı kuratör hanru'nun da dediği gibi milliyetçi ideolojinin evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işlediği ve toplumsal bir elit önderliğindeki ekonomik ilerlemenin toplumsal bölünme ürettiğini görmek lazım. önce parmağın kırık olduğunu farkedersek teşhisi doğru yere koyarsak problemin çözümü hızlanacaktır. başka uzuvlarımız neden ağırıyor, neden aksıyor gayet açık. şu dogmatik ilkeler bütününü aşıp tarihin resmi yazıcılığını terketmediğimiz sürece, ve tapınma seanslarımızın getirdiği bu kof resmi ideolojiyi sırtımızdan atamadığımız sürece daha çok doktor doktor gezeriz gibi geliyor.
bunun kamyonet kasasında bir klibi vardı te yıllar önce. tarla sürmeye giden masum köylü tadı aldıydım ben ondan. sonra ne oldu bilmiyorum, orada kalmışım ben.
daha ilk bölümde tedaviyi reddeden ve "ayakta, başım dik bir şekilde ölmek istiyorum" diyen hastasına "başımız dik ölemeyiz, yaşayabiliriz ancak" diyerek sağlam ayar vermiş abimiz.
türk halkı yetmiş senedir usanmadan, yılmadan sağ siyasete gösterdiği engin sevgisi ile başına gelenlere "layıktır" ve bu gidişle "layık kalacaktır". laik midir bilmem ama 'laikçi'si boldur.
belki öldürülmesine de en büyük sebep olan şu meşhur "türkten boşalacak o zehirli kanın yerine alacak olan temiz kan" mevzusu sebebiyle kendisini eleştirip midelerine oturan ırkıçılık hamurunu kusanlar gelsin şöyle yamacıma hele bir. milletçe çok severiz her hamasi söze balıklama atlamayı, anlamadan dinlemeden savaş tamtamları çalmayı. hrant dink'in bir toplumsal lince kurban gitmesine, arkasından atılıp tutulup türk düşmanı hain gibi sıfatlara mazhar olmasına sebep olan meşhur yazısına bakalım bir. neden ısrarla kafamızı kuma gömüyoruz, gerçekleri görmek popülist hezeyanlarımıza ket vurmamızı sağlıyor da neden ayan beyan olanın üzerini örtüp daima kendimize, arzumuza doğru yontuyoruz herşeyi.
aptalın, milliyetçinin, ırkçının, gerizekalının, katilin, kan sevdalısının biri çıkıyor tevil ediyor sözlerini hrant'ın. ve akabinde çok söylenir ama yüzde 99'u müslüman mıdır bilinmez lakin kesinlikle milliyetçi olan türk halkı mal bulmuş magribi gibi atlıyor üzerine ve haince indiriyolar arkasından kurşun sıkarak onu.
zaten sevmeyiz pek okumayı etmeyi. zahmet edip araştırmayız da. bizim yerimizie okuyan bakan gören vardır muhakkak gazetelerde, televizyonlarda. onlar önümüze sunar milliyetçi gazlarla süslenmiş tabakları biz de milletçe mutfağa asla ve kat a bakmadan büyük bir özgüvenle yeriz masamıza konulanı.
mevzubahis yazı hrant dink'in 2003 senesinde yazmaya başladığı ermeni kimliği üzerine adlı 8 yazılık bir dizi. hrant dink'in diasporanın tutumuna getirdiği eleştirileri ve bir ermeni'nin ağzından diaspora ile ilgili en met ve samimi aynı zamanda sert eleştirileri ve analizleri bulabileceğiniz bir yazı hem de.
yazı dizisinin 8. ve son bölümü şu cvümle ile başlıyor. "Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur."
evet eğer dizinin önceki yazılarını okumadıysanız, sığ bir insansanız, anlağınız illa ki aynı tarafa yontmaya meyilli ise, subjektiflikten sıyrılamıyorsanız ve yıldırım türker'in dediği gibi bir görme bozukluğu olan milliyetçiliğe saplandıysanız elbette ki anlamanıza imkan yok.
tüm bir yazı dizisinde türk figürü diaspora'nın yaşama sebebi haline gelmiş ve menfi olan ile özdeşleşmiş bir metaforu ifade etmek için kullanılıyor. yani türk'ü kafamızdan söküp atmalıyız dediğinde diaspora'nın bir figür, bir saplantı haline getirdiği o habis duyguları atmaktan bahsediyor. zehirli türk kanı dediğinde diaspora'nın sürekli dönüp dolaşıp aynı yere geldiği o türk imgesinden bahsediyor. zehirli türk kanı dipasora'nın tahayyülündeki onu zehirleyip dünyayı sağlıklı bir şekilde algılamasına mani olan idefiks türk figürü işte ama nerde o anlak, idrak, zeka..
yazı dizisi haliyle birbirini takip ediyor. bundan bir önceki yazıda ise hrant dink aynen şunları söylüyor:
"Ermeni dünyasının kendisini "Türk"ten kurtardığında, kimliğinde bir boşluk yaşayacağını ve özellikle de Diaspora Ermenileri'nin kimliksel çözünürlüğünün hız kazanacağını sananlar aldanırlar.
Ermeni kimliğinde "Türk"ten geriye kalacak boşluğu dolduracak çok daha yaşamsal bir olgu sözkonusudur o da bizatihi bağımsız Ermenistan devletinin varlığıdır.
Ermeni kimliğinin "Türk"ten kurtuluşunun yolu gayet basittir:
"Türk"le uğraşmamak...
Kimliksel dinginliğini "Türk"ün olumsuz ve kayıtsız varlığına kilitleyen Ermeni dünyasının, tüm ortak performansını dünya üzerinden "Türk"e baskı uygulamaya ve soykırımı kabul ettirmeye ayırması, ne yazık ki kimliğin uyanışını erteleyen koca bir zaman kaybından başka bir şey değildir.
Ermeni kimliğinin sağlığını Fransız'ın, Alman'ın, Amerikalı'nın ve ille de Türk'ün soykırımı kabul edip etmemesine endeksli bir durumda bırakmak, Ermeni dünyasının artık terk etmesi gereken bir hatadır. Gayrı bu hatadan uzaklaşmanın ve "Türk"ü Ermeni kimliğindeki bu etkin rolünden ötelemenin zamanı gelip de geçmiştir."
şimdi şu sözlerden ne anlıyor bu milliyetçi tosuncuklar acaba. hiçbir şey. neden çünkü okumuyorlar neden çünkü upuzun bir yazının bir yerinden bir metaforu biris çekip çıkarmış ve önlerine koymuş ona biat ediyorlar.
hrant dink açıkça diaspora'ya soykırımı kabul ettirme uğraşını bırak, kafamdaki her türlü kötülüğe denk düşen türk figürünü bırak, türk ile uğraşmayı bırak, her türlü kötülüğün ve ahvalinin müsebbibi olarak türk'ü görmeyi bırak diyor. türk kelimesini de sürekli tırnak içinde kullanıyor ki ne kasttetiği anlaşılsın. bir ırktan bir milletten değil de diaspora'nın kafasındaki yüz senelik problemin özeti olduğu kavransın. ama anlıyorlar mı, tabi ki hayır. çünkü bakmayı bilmiyorlar, görmek istemiyorlar.
şu sözleri etmiş bir ermeni vatandaşını başının üzerine koyacağına bu millet, diaspora'nın ezberini bu denli bozan ve ona geçmiş deşmeyi bırak ve artık varlığını sürdürmek için nefretten arınmış yeni yollar bul diyen adamı hain ilan ediyorlar. "türk"ten boşalacak zehirli kan sözünün kafalarındaki marazi türk imgesinin zehirli olduğunu ve çözüme hizmet etmediğini ve onu boşaltıp yerine ermenistan devleti ile kurulacak bağların alması gerektiğini söylüyor. anlamıyorlar, dinlemiyorlar.
ne söylsen boş bu memlekette. hrant dink adı soykırımdır ya da başka bir şeydir, birileri kabul eder ya da etmez önemli olan yaşanan acılardır ve onlar hafızalarımızda bakidir, bu nefreti dindirip daha sağlıklı yollar bulalım bütünleşmek ve millet olabilmek için diyor ermenilere. türk kelimesi ardına doldurulan tüm o nefreti ve onunla simgeleştirilen hakikaten zehirli ve sakat bakış açısını dindirin diyor. ama kana susamış cahil sürüleri illa ki sadece ve sadece önlerine bakıyor. zinhar etraflarını göremiyor.
hrant öldü bu memleket en barışçı, en uzlaşmacı, en itidal sahibi seslerinden birni kaybetti. onun söyledikleri hem bile isteye çarpıtıldı hem de ufak beyinler kavrayamadı. işte biz o sebeple hala barıştan, kardeşlikten yanayız, nefreti, tarihsel düşmanlıkları, milliyetçi histerileri istemiyoruz, biz işte bu sebeple hala hırantız.
oky'nin bir evinin, cihangir'de bir evinin demirhan'ı. cihangir'de bir ev'in tamamen gerçek karakterlerden kurulu olduğunu ve bir arkadaşımdan metin demirhan'ın da demirhan olduğunu öğrendiğimde daha çok sevmiştim bu adamı. her evin bir demirhanı olmalıydı, laf sokmalıydı, zeki olmalıydı, sinema hastası olmalıydı, bir de tonton olmalıydı. herhalde uzun süreli ve bağımlı mizah dergisi okurları yıllar boyu her hafta yada her ay takip ettikleri karakterleri bir süre sonra bilmeden içselleştirip gerçek bir figür gibi görmeye başlıyorlar. uzun süreli bir birliktelik ve mizah dergisi okurken yaşanan o içe dönük, kendin ile başbaşa kalma hali ile o başka, bambaşka dünyanın karakterleri gerçek dünya ile kaynaşabiliyor. hilal'e aşık olmanın eşiğinden döndüm yahu ben ordan biliyorum. e işte bir de bu çizgiroman karakterleri kanlı canlı insanlar ise ve sen onların daima karikatürize edilmiş o naif, ne yaparlarsa yapsınlar sıcak, sevimli hallerine alışıp iyice arkadaş dost belleyebiliyorsun. demirhan'da işte metin demirhanlıktan çıkıp metin abi oldu galiba böyle bir süreç sonunda. karşılık beklemeden herkese güzellik yapmaya ne kadar meraklı olduğunu, her filme "kolay o buluruz" deyip illa ki sözünü unutmadan bir gün önünüze koyduğunu, bitmek bilmeyen tatlı sohbetlerini ve fantastik olana olan delicesine merakını dinledikçe, bildikçe, duydukça daha da sevmiştik. yani bu yaşta, yaşamayı bu kadar seven bir adama, bu kadar dolu bir adama yakışmadı ölüm ya neyse. cihangir'de bi ev artık "pause"layamayacak sanki. üzüntü ile ve malesef "stop".