ardı arkası kesilmeyen hekime şiddet olaylarından sonra, yurdum insanın büyük çoğunluğunun gözünden doktorun nasıl göründüğüne dair emin olunan antite.
doktor senin cebindekini çalan, bir b.k yapmadığı halde cepleri dolu gezen, dertsiz tasasız azıcık çalışma saatlerine rağmen bir türlü memnun edilemeyen, hastalara b.k gibi davranan, kendini beğenmiş ukalanın tekidir (!). çocuğunun ateşi çıktığında tedavi eden, trafik kazası geçirdiğinde iyileştiren, kopan parmağını yerine diken, menenjitten ölmek üzere olan çocuğunu ya da kanserden ölecek annene tedavi veren o değildir. ağaç kovuğundan çıkıp gelmiştir. birinin annesi, birinin babası, birinin evladı, birinin eşi değildir doktor. bir 'insan' değildir doktor(!).
18 yıl okur, diplomasını bile alamaz. soluğu zorunlu hizmette alır. uzmanlık yapayım der tus denilen b.ktan sınava girer, uzmanlığını en iyi ihtimalle 4-6 yılda alır, bitirme sınavına girer. bu süre içerisinde 1600 lira maaş almaktadır. salt, nöbet parası olmadan aldığı maaş budur ülkemde 22-24 yıl okumuş bir insanın. olsun, zira doktor insan değildir.
sabah 8'de gelir, öğle arasında bile abuk sabuk hasta sorularına maruz kalır, bir kenarda bir arkadaşına ağlayarak bir sıkıntısını anlatacak olsa bile patavatsızın biri gelir lafın ortasına dalar 'röntgeni, mammografiyi, hasta yatışı' sorar. doktordur ya, üzerinde beyaz önlük varsa danışma gibi her yeri bilmeli, günün her saatı hastadan ve yakınlarından gelen alakalı alakasız her soruya cevap vermelidir(!), hem cevap veriversin yahu, ağzı mı aşınacaktır? 36 saat çalışsa ve kendine ayıracağı 1 saatlik öğle arasında bile olsa eşek gibi cevap verecektir(!), vermelidir. zira doktor insan değildir.
gece nöbette uyumaz, ertesi gün akşama kadar aralıksız 36 saat hasta bakar. hafta içi 5 gün ve hafta sonları da hastaneye gider. insanların sandığının aksine çoğu doktor shift usülü çalışmaz. pazartesi sabah hastaneye gelir, salı akşamı çıkar. çarşamba sabahı tekrar gelir, perşembe akşamı çıkar. ve bu böyle devam eder. 36 saat çalışır, gık demez. demesindir de zaten. neden, zira doktor insan değildir.
30 gündür öksürüp de kıçını kaldırıp hastaneye gelmeyen, gecenin bir yarısı keyfi yetince 'acil servise' gelen kişiyi gerçekten ölmek üzere olan, kalp masajı yapılan bir başka hastanın başında olsa dahi kapıda yarım saat bekletemez. 6. kattan düşen çocuğu ölümden döndürmeye çabalarken, 10 gündür ateşi olan ve hastaneye gitmeye zahmet etmeyen bir malın çocuğunun idrar sonucuna yarım saat - 1 saat gecikmeyle bakamaz. kapıdakilere 'arkada kötü hasta var, herkes onun başında kalp masajı yapıyoruz. bekleyeceksiniz' diyemez. neden, zira derse 'bana ne kardeşim! biri de gelecek benim idrar sonucuma bakacak! benim çocuğum ölsün mü?' der karşıdaki, hızını alamazsa doktoru tartaklar. 'lan g.t, 10 gündür bir b.k olmamış getirmemişsin, 1 saat daha bekleyeceksin, seninki acil değil, diğeri acil!!' diyemez doktor. demesin de zaten, neden? zira doktor insan değil, robottur. bir doktor tek başına yapsındır kalp masajını, ötekisi 30 gündür öksürüp keyfi bu gece yetene baksındır. bakmazsa da doktor şikayet hattı hemen aransındır.
görmediği hastaya reçete yazsın, sen anlatmadan derdini bilsin, tahlil istemeden tanı koysun, test yapmadan/diyet/egzersiz/ilaç vermeden tedavi etsindir.
kendi derdi olamaz, kendisi hasta/yorgun/uykusuz/depresif olamaz. kocasıyla/karısıyla/sevgilisiyle tartışmış olamaz. hastaneye gelişinin 30 küsüruncu saati ve yorgunluktan ölüyor olamaz. herkese aynı güler yüzü göstermek zorundadır, karşıdaki ne kadar haddini aşsa da. zira doktor insan değil, robottur.
muhtaç olduğunda 'hocan'dır, mucizeler yaratmasını istediğindir; bir şeyler ters gidince ya da işin bitince düşmanın, hedefin, nefretinin odağıdır. insan değildir, birinin canı değildir. duyguları, hayatı, acıları yoktur. doktor robottur.
mitolojiye göre su perisi, Odin'e aşık bir ölümlüdür. Ölümlü perinin sadakatsizliği sonucu, periler kralı tarafından ölümlü periye ölümcül bir lanet verilir. Peri, soluk alıp vermek gibi otomatik olarak gerçekleşen vücut fonksiyonlarını hatırlayıp bilinçli olarak yapmak zorunda kalır. Lanetli kişi uyuyunca bilinci kapanacak, kişi nefes alamayacak ve sonuçta ya ölecek ya da nefes nefese uyanacaktır. Efsaneye göre ölümlü peri çok yorgun düşmüş ve sonunda çok derin bir uykuya dalarak ölmüştür.
bir lisa hannigan şarkısıdır. sözleri pek manidardir, videosu pek eğlencelidir. bahsi geçen videonun çekiminde hatunumuz toplam 18 kez rollercostera binmek zorunda kalmış ve fekat bu 18 çekimin sonunda ilk çekimini kullanmaya karar vermişlerdir. *
(bkz: sözlerini de yazayım da tam olsun)
What'll I do without you around,
my words wont pun, my pennies won't pound,
oh and my frisbee flies to the ground,
What'll I do without you.
What'll I say without you to talk to,
no one to serve or volley the ball to,
you write the words but I miss the volume,
What'll I say without you.
Oh I don't know what to do with myself
now that I'm here and you're gone.
What'll I do when you've gone away,
my ball wont pin, my records won't play
and all of my hours limp into days,
What'll I do without you.
What'll I do now that you're gone,
my boat won't row, my bus doesn't come,
I have the fingers, you've got the thumb,
What'll I do without you.
Oh I don't know what to do with myself
now that I'm here and you're gone.
'Who's got a shoulder when I need to cry
I feel restless and I don't know why
Cry for help, but still feel alone
Like a motherless child along way from home
Lord I'm lost I can't find my way'
tanım: başlık yeterince tanımlayıcı aslında! zaman geçtikçe eksilmek, hayatına kimseyi alamamak, kimseye güvenememekten mütevellit gelişen nahoş durum.
.
.
.
--yazarın subjektif entrysi--
geçip giden zaman eskitmekten başka bir işe yaramıyor. kurumuş yaprakları dökülen yaşlı bir ağaç gibiyim şimdi. sanki nereye gidecek olsam kuru toprak tutuyor bacaklarımdan, artık sanki kıpırdamaya mecalim yok. bir tanıdık yüz, evde hissetmeme yetecek bir sıcak gülümseme ya da sadece en azından birilerinin etrafımda yakınlarımda bir yerlerde olduğunu bilmenin mutlulukla birlikte garip bir hüznü de burnumun direğinin tam ortasına oturtması. sızlatması. acıtması. yazmadığım onca aydan sonra yeniden kelimeleri dökecek kadar parmaklarımın uçlarından. artık, sizden sonra, ondan sonra, üstüme yıkılan tüm hayallerimin birer birer altında kaldıktan sonra ben de kimseyle konuşmuyorum. kimseye tek bir kelime etmiyorum. içimde sustuğum onca şey var ki, artık göz yaşı bile dökmüyorum. basit bir hayat bu, her sabah saati 06:45'e kurup 'sırada ne var?' diyerek uyandığım.. sanki birileri bir anda zamanı 4-5 sene ileri aldı da, sadece bizi eskitti zaman. gerçeklerin dokunması, ironik gerçek acı. dokunup da tutamamak, uzanıp da yetişememek, gittiğini görüp de sesini çıkaramamak gibi. hani çokça prozac altındayken aşık olduğun adama bile ağlayamamak gibi. kaybettiğin onca değer savrulurken gözlerinin önünde eksildiğini görememek gibi. eksiğini farklı oranlarda tuz içeren tenlerle kapatmaya çalışırken kirlenmek gibi. hayatına kimseyi alamamak, kimseye güvenememek ve güvenemeyişini kimsenin haksız çıkarmaması gibi. bildiğim bir yerin tam ortasında, mekanlar tamamen aynıyken yabancı gibiyim sanki. sanki her şey normal devam ederken ben hafızamı kaybetmişim de etrafımdakileri hatırlamıyorum gibi. ya da beni tek başıma geçmiş zamandan alıp buraya koymuşlar gibi. deskler, sandalyeler, kapılar, yataklar, yakın olmayan uzak suratlar aynı.. yakınlar? yakınlar yok. beynindeki anıları kendin uydurmuşsun gibi. sahip oldukların çamaşırsuyu değmiş de yavaş yavaş rengini kaybedip anıya dönüşüyormuş gibi. doğal seleksiyon sonunda seni de vuruyor.. her şey ölesiye aynıyken mücadeleyi bir kenara bırakıyrosun sonra.. kendinle, hayatla, sevdiğin ama seni sevmeyen adamla, sevmediğin ama seni seven adamlarla, dostlarla, düşmanlarla, değerler ve kaybettiklerinle.. istemeye istemeye yaptığın ne kadar şey varsa hepsine karşı durmayı bir kenara bırakıp, kendinle didişmeden.. sadece durarak ve söverek.. ne diyordum? zaman.. yazmadıkça körelecek kadar uzunmuş geçen zaman. ben yazmadan size, ona, onlara.. birbirinin tekrarı olan, yazdıkça acıtan, söylendikçe anlamını yitireceğine içime, iliklerime işleyen kelimeleri.. yazmadım.. ben o kadar uzun süredir yazmadan durdum, öyle çok sustum ki kimseler fark etmedi susuşumu. uzağımdakiler dışında.. bir kaç farklı kişiden ısrarla duydum aynı şeyi, 'sana noldu? sen ne kadar neşeli, renkli ve mutluydun?! rengin kaçmış gibi..' diyemedim, hayat fırtınasının tam ortasında yapayalnız kaldım diyemedim. geçen zamanın ne çok eskittiğini, yaşlandırdığını, körelttiğini, yorduğunu.. kaçmak için elimden geleni yaptıysam da kaçamayacağımı anlayınca ölmeyi bile beceremediğimi.. dünyada sahip olduğumu sandığım ne varsa hepsinin aniden kaybolabiliritesini fark ettiğimden beri popomun ucuyla hayata oturduğumu.. diyemedim.. sustum. uzunca zamandır susuyorum. geçmişin bir yerinden, renklerim olmaksızın alıp bugüne koydular beni.. etrafıma baktım.. tanıdık binalar, tanıdık mekanlar, uzaktan tanıdık yüzler. yakınlarım, canlarım, sustuğumda nefesimden beni anlayanlar yoktu.. hafızamı kaybettim sandım önce, yanlış yerdeyim sandım.. anılar doluştukça, mutlu olan anlar geldikçe mutlu etmek yerine mutsuz ettiğini fark ettim. çünkü artık eskisi gibi ''TAM'' olmadığımı, olamadığımı fark ettim. geçecek diye bekledim, geçmedi. alışırım yeni durumuma, ortamıma, uyum sağlar yerleşirim dedim.. olmadı. ne kimse o eski sıcaklığı verebildi ne de ben eskisi gibi olabildim. bir çok şey eksildi, yeri dolmamak üzere. skar dokusu infiltre etti ısıttığınız ellerimi, öptüğünüz dudaklarımı.. eksiklerimi önemsemeden, didişmeden kendimle.. duruyorum sadece.. yazmadan, konuşmadan, anlatmadan, omzunuza ağlamadan.. yapayalnız, eksik, lekeli ve tek başıma.. iyi uykular hayatımın köşe taşları..
--yazarın subjektif entrysi--
Castaway on the Moon ismiyle gösterime girmiş, Hae-jun Lee'nin yazıp yönettiği Jae-yeong Jeong'ın erişte yerken ağlatabildiği enteresan, güzel, izlenesi kore filmi.
--spoiler--
kimsenin bulunmadığı bir yerde yalnızlık da hissedilmez.
erişte benim için umut demek.
--spoiler--
kimsenin okumayı teşvik için çaba göstermediği ülkemde karnesini getirene kitap hediyesi okumaya teşvik için yapılmış takdir edilesi iş bankası kampanyasıdır.
PS: yurdum insanı olmam dolayısıyla aklım mütemadiyen çakallığa mı çalışıyordur nedir ama bu kampanyayı ilk duyduğumdan beri aklımdan geçen şu oldu. işleyişi bilen varsa bir bilgilendirsin hayrına. x kişisi karnesini aldı, kızılay şubesine gitti. gösterdi, kitabını aldı. sonra bu x kişisi aynı karneyle hoop ulus şubesine gitti, aynı karney,i bi daha gösterdi bi daha kitap aldı. yani olamaz mı bu? bu x kişisi tek karne ile tüm şubeleri gezip topladığı kitapları satamaz mı? bunu önlemek için bir şey yapmışlar mı acaba? ayrıca bu olayda bile çakallık, şeroluk sadece benim aklıma mı geliyor? karne almayı yıllaaaar önce bırakmış biri olarak neden bu durum beni bu kadar enterese ediyor bu da ayrı bir tartışma konusu. neyse!
'küçük aptalın büyük dünyası' sloganını seçmiş, blog aleminin açık sözlü, kendisi dahil herkese giydiren, karmaşık aşk hayatıyla her daim merak edilen, şimdilerde pekmezden sonra erik adını taktığı sevgilisiyle mutlu olan zaat-ı muhteremdir. an itibariyle 2330 izleyicisiyle blog aleminin celebritysidir. http://passiflora-rapunzel.blogspot.com/ adresinden ulaşılabilir.
PS: her ne kadar ukte doldurduğunuza dair yazı eklemeyin ibaresi belirse de, uktecinin hakkını yememek adına ukteyi veren: gsvvne selam ederim.
kontrolü bir başkasına bırakmak anlamında kullanılan cümle.
yazarın tamamen subjektif notu:
ipleri bırakmayacaksın arkadaş!
iplerini asla ve kat-a bırakmıcaksın.. duvarlarını indirmiceksin, sınırlarını kaldırmıcaksın.. aşık da olsan, kimseye kırmızı çizgilerini geçme hakkını vermiceksin.. içerdeki düzeni bilmeyenler içini yerle bir ediyorlar çünkü.. dağıtıp bütün dağınıklığı sana bırakıp çekip gidiyorlar çünkü.. çünkü onlar için sendeki skarların, bulaşmış kırmızı çizgilerin, sırtını dönüp ağladığın mavi duvarların önemi yok.. lanet olsun kaldırılan sınırlara! ipleri asla bırakmayacaksın! öğrendiğim tek şey varsa o da budur.. unutmamak ümidiyle..
aşk değilse neden ve konuşulamayan kişi aşık olunan yeni kişi değilse geriye tek bir neden kalır. karşınızdakinin artık anlattıklarınızla ilgilenmeyeceğini bilmek, düşünmek, hissetmektir. siz farkında olmasanız da konuşacak bir şey kalmamıştır artık. belki onca konu varken aklınızda, ona söylemek istediğiniz onca şey varken, onu hep yanınızda isterken hala; artık anlattıklarınız/anlatacaklarınız onun ilgisini çekmemektedir. çünkü artık o hep yanında olsun istediğiniz kişi sizi sevmemektedir. bu nedendendir ki; konuşacak bir şey kalmamıştır artık. acı da olsa gerçeği kabullenmek en mantıklısıdır.
2004 yılında Burak Gürdal tarafından Ankara'da kurulan rock grubu.
çok geç isinli şarkıları sahiden dinlenmeye değerdir. solistinin ses tonu da kadife gibidir. hoş.
Gitar - Vokal : Burak Gürdal
Gitar : Eren Albayrak
Bas Gitar : Ertuğrul Kulaksızoğlu
Davul - Geri Vokal : Erman Erdoğan
ben 84 doğumlu (bkz: 80lerde çocuk olmak) başlığının kapladığı bir insan evladıyım. bizim bebek olduğumuz yıllarda renkli denilen televizyon yeşil tonlarında gösterir, kumanda denen alet bulunmaz, onun yerine çocuk '5e bas! 4e bas' şeklinde kumanda formatında kullanılır, çitoslardan çıkan tasolar itinayla biriktirilir, leblebi tozu ve bisküviler mahalle bakkalında açık satılır, mahalleden mütemadiyen baloncu geçer, tüm mahallerin çocukları peşine toplanır, pazar geceleri ' parlement sinema kuşağı ' ailecek izlenir, ' mavi ay'daki bruce willis'e aşık olunurdu.. daha uzatmak mümkün 80'lerde çocuk olmak geyiğini ama özeti böyle!
ve bu yıllarda ' hazır bebek bezi' bulunmazdı! yoktu bu! yoktu! *
annemin anlattığına göre pamuklu ucuz kumaş alınır, itinayla eşit parçalara bölünür, kat kat katlanır ve popomuza sarılırmış. üstünden de naylonumsu bir muşamba! (naylonla muşamba aynı şey mi lan?!) o bezler kirlendiği zaman (kibarca yazıyorum ama kirlediği dediğim bildiğin 'boklu bez' olma durumu) artık altımızı kim değiştiriyorsa yenisiyle değiştirilirmiş. lakin dedik ya tek kullanımlık bez olmadığından atılmazmış da o bezler. bir torbaya akşama kadar biriktirilir ve eve getirilirmiş. akşam anne kişisi(lan ne yapsam hakkını ödeyemem bu kadının!) onları önce suya bastırır akıtır, sonra da sıcak kaynar suyla yıkarmış! kreşten çıkış saatlerinde daireye götürürmüş babam beni mesai bitene kadar. biraz büyüyüp de az buçuk anlamaya başladığım zaman babamın iş arkadaşları devreye girmişler. 'bezlerini çalıcaaazz!!!', 'torbayı alalım bizim olsuuuun' formatında! ben de 'vermicem' diye ağlarmışım! mal! bilidğin mal. versene! ne işine yarıcak senin boklu bez! bez torbasını alıp kaçmalar, getirip dairede baba masasının altına saklamalar falan.. öyle bir psikoloji. biraz büyüyünce de aynı ekip 'annenin bileziklerini alıcazzz' formatında ağlatıyordu beni, onu hayal meyal hatırlıyorum.
şimdi sürekli bu baskı altında yetişen bir çocuğun erişkinlik halinin nasıl olmasını bekliyorsun sevgili okuyucu! soruyorum sana! güvensizlik, eskiye bağlanıp kalma, eşyalara aşırı anlam yükleme! bunların hepsi o kumaş bezler yüzünden! başımıza ne geliyorsa hepsi bu yüzden!
şimdiki nesil öyle mi?
hazır bez çıktı, mertlik bozuldu. koyuyorlar bebeğin çantasına üç beş tek kullanımlık hazır bez. ooh, bir de lastiklisini mi istersin, cırt cırtlısını mı, külot gibi kolayca giydirilenini mi, çizgifilm kahramanlısını mı, askeri desenlisini mi istersin! nasıl istersen! artık bokunu çıkardılar arko krem kokulusunu yaptılar! bebek sıçıyor, bildiğin arko arko kokuyor ortalık, öle yavşak bir teknolojiyle büyüyor yeni nesil. bu bezlere sıçılınca ne oluyor? hooop diye çıkarılıyor aynen çöpe! popo da yine tek kullanımlık kolonyalı bebek mendilleriyle siliniyor, o mendil de çöpe! ooh, tertemiz arko kokulu popoyla gidiyor bebekler evlerine! bizim gibi boklu kumaş bez torbalarıyla değil! ve yeni nesil bu yüzden kolay vazgeçiyor alışkanlıklardan, eşyalardan, insanlardan. aha o boklu bezi atar gibi atıyorlar aşklarını, dostlarını. yerine yenisini geçirip devam ediyorlar mutlu ve arko kokulu!
güzide ülkemin bulunduğum her ilinde buna denk gelince artık bu kadarı de tesadüf olamaz dedim ve analizimi yaptım.. başım göğe mi erdi, tartışılır!
aceleci, telaşlı grup: efendim bu grup arabanın içindeki şöforün en sevdiği gruptur. yaya efendidir, acelecidir. hızlıca karşıdan karşıya geçer, sizi yormaz, üzmez. bir yaya olarak durumu ele alırsak bu grup anneleri tarafından baskılanmış insanların grubudur. yuh bu çıkarımı nasıl yaptın diyenler için açıklayayım. anne memurdur kuvvetle muhtemel. nadir zamanlarda çocuğu alıp alışverişe çıkan bu anne her daim karşıdan karşıya geçerken çocuğun eline zamk gibi yapışır ve karşıdan karşıya geçerken çocuğu bir yandan kendine bir yandan da ileri doğru çekiştirir. çocuğum bileği çekmekten kopacak noktaya gelene kadar yapışır bu tip anneler. akıllarındaki endişe anında yayaya kırmızının yanması ve trafiğin akmaya başlamasıdır. anne paniktir, anne telaşlıdır.. hızlıca karşı tarafa kendini ve çocuğu ulaştırır. karşıya geçince mutlu, huzurlu ve gururludur. aslında bu tip annelerin bir de kalabalık yerlerde çocuğun elini asla bırakmaması vardır ki o ayrı bir analiz ve başlık konusudur. velhasıl bu tip annelerden yetişen bireyler iç güdüsel olarak karşıdan karşıya geçerken gerilir, kırmızı yanmadan kendilerini karşıya atarlar. ne kendileri üzülür, ne sürücüyü üzerler..
aladağdan serin, cool grup: sürücülerin en nefret ettiği grup budur efendim. bir lakayıtlik, bir adam sendecilik, bir bana ne beklesincilik! böyle yavşak bir tutum içindedir bu grup. yayaya kırmızı yanmış veya siz hızınızı almış son sürat geliyorsunuz kişinin umrunda değildir! gerilirsiniz, gıcık olursunuz, söversiniz şöforseniz bu gruba. bu kişilerin düşünce yapılarını anlamak da mümkün değildir. nasıl bir sağlıklı insan karşıdan karşıya geçerken özellikle trafik lambalarının bulunmadığı bir yolda karşıdan karşıya geçerken cool bir tutumla ezilme tehlikesini göze alır.. bu ne mantıktır, bu nasıl bir düşünce yapısıdır anlamak mümkün değil!
trafik lambalarının durumunu sallamayan grup: bu grup bildiğin yurdum insanıdır! benimdir, sensindir, odur! bunlar ışık kırmızı olsun yeşil olsun ne renk olursa olsun yolu biraz boş bulunca cesaret ettikleri 'lan kendimi şu gelene kadar karşıya atarım' der ve kendilerini yola atarlar.
bir durum karşısında elinden bir şey gelmediğini üzülerek fark etme hali.
tanımı geçiyorum. aramaya inandım lakin aradığımı bulamadığımdan mütevellit bu başlığı açtım sevgili okur. yine de her ne kadar elimden geleni yapacaksam da hissettiğim kadar anlatabilecek miyim bu durumu bilemiyorum..
çaresizlik insanadan insana değişir. ama temelde yatan duygu bir şey karşısında istenildiği halde 'yetersiz kalma'dır. 'yetersiz kalma' insanoğlunun aslında doğasına aykırıdır. dünya var olduğundan beri insan denen canlı aklıyla, duygularıyla ve davranışlarıyla diğer canlılardan ayrılmıştır. daha güçsüz, daha küçük, daha yavaş olduğu sayısız hayvana karşı aklıyla türünü devam ettirmeyi 'başarmıştır'. ve aslında 'başarmak' insanın genlerinde kodludur. bazense olaylar bazı insanlar için farklı gelişir. burda da durum birden farklı yöne gidebilir. kimi 'çaresiz' kaldığının farkında bile olamayacak kadar başkalarına bağımlı ve acizken, kimisi bunu kendine yediremeyecek kadar onurlu, kimisiyse 'çaresizlik' durumda kontrolü kendinden üstün gördüğü bir güce inanıyorsa Tanrı'ya, inanmıyorsa mesela 'doğa ana'nın takdirine bırakabılecek kadar olgundur. insan sayısı kadar çeşitli davranış biçimleri ve hatta aslında bazen tek bir insanın bile bir olay karşısında aynı şiddette uyaran verildiği halde farklı zaman ve duygu durumları karşısında verdiği 'farklı' tepkileri vardır. dolayısıyşa belki de insan sayısından daha fazla sayıda ve çeşitte olaylar karşısında tepkiler vardır. dış uyaran 'bir durum karşısında yetersiz kalma'ysa eğer, çoğunluğu çaresiz hisseder. çaresiz hissetmek pis bir duygudur. bir yılan gibi soğuktur. içinizin tam ortasına çöreklenir, oturur. çaresiz olduğunu fark edemeyecek grup haricindeki diğer iki gruptaysanız eğer bu durum sizi rahatsız eder. kendinize yediremezsiniz. hırpalarsınız kendinizi, savaşırsınız kendinizle ve isyan edersiniz.. içerikse farklı olaylar karşısında genelde aynıdır. birinci grup 'neden ben?' derken, ikinci grupsa sadece 'neden?' diyenlerdir.
çaresiz hissetmek gerçekten yeterli olmaya çalışan onurlu bir insanı ciddi bir depresyona dahi sokabilir. öyle boktan, berbat bir histir.
başlığın aslı: 'çocukken nefret edilen davranışları büyüyünce yapmak' lakin karakter sınırı, malumunuz.
geyiği geçip sadete gelirsek çocuk kafasıyla nefret ettiğimiz davranışları, büyünce kendimizin de yağtığını fark etme durumu. getirdiği hissiyat içler acısıdır.
yalan söylemek, televizyonda haberleri izlemek, çocukken sigara içilmesinden nefret ederken büyüyünce içmek vs vs. bu örenkler uzatılabilir lakin bana bu başlığı açtıran olay bunlardan hiç biri değildir sevgili okur.
ahanda sebebi!
ben sokak çocuğu formatında mahallede oyun oynayarak büyümüş bir kuşağa aidim. efendim yakantop, istop, saklambaç, futbol maçı, çinçon *, körebe vs vs. en büyük zevklerimizden biri de mahalledeki bilimum ağaçlara dalmaktı. evde kilo kilo olsun olmasın, ağaçtakinin tadı bir başkaydı. erkekleri ağaca çıkarır, topladıkları ganimetlere de itinayla yumulurduk. ama biz de gözcülük yapıyorduk canım. sadece yemiyorduk yani. işte ben çocukken haliyle büyükler de gürültü yapmamıza kızarlardı. 'gidin başka yerde oynayın!' , 'çocuğum kendi evinizin önüne gidin!', 'ağaçlara dala dala yaprak koymadınız! defolun gidin!' formatında azarlar yerdik. tepemizden bulaşık suyu döktüklerini bile hatırlarım. nefret ederdim o zaman büyüklerden. içten içe, hatta dıştan dışa söylenirdim ' bunlar hiç çocuk olmadılar sanki. napalım, nerde oynayalım? ben büyük olunca hiç kızmıcam çocuklara. hiç kızmıcam.' diye kendi kendime söz vermiştim çocukken.
sonra noldu?
biz büyüdük.
hala elimden geleni yapıyorum sokakta oynayan çocuklara kızmamak için ama.. insanın sabrını taşırıyorlar yahu! takılmış bir formatta aynı kişinin adını defalarca kez bağırabiliyor mesela, karşıdaki sesini duyana kadar 10 kez, belki 50 kez! sonra bahçede bir erik ağacı var. eriği de bir b.ka benzese! çıkıp daldıkları ve ağacın dallarını kırdıkları yetmiyormuş gibi küçücük bacaklarına bakmadan ağızlarında sürekli aynı küfürler. ananı skrm, amna k.rum vs vs.. bu onların normal konuşması olmuş artık! ve kesinlikle seslerinin ayarı yok! sürekli bir bağırma hali var bizim sokakta!
önceleri susuyordum falan ama. ders çalışıyorum be sözlük. hayatımın sınavına hazırlanıyorum ve ikidir b.bayı alıyorum. ve şimdi ben ne zaman gerçekten çalışacak olsam veletler bizim sokakta bitiyorlar.. gürültü gırla! ne zaman onlara kızacak olsam içimdeki küçük kız 'vakt-i zamanında sana da kızdıklarında sövüyodun küçük hanım? hani söz vermiştin? hani azarlamıcaktın çocukları?' formatında bana çemkiriyor.. ben de mırığımı kırarak sandalyeye geri çöküyorum. çok nadir zamanlarda da kontrolümü kaybedip çocuklara azarı kayıp kovuyorum. sonra da pişman oluyorum..
asıl korkum şimdi annem ve babamın yapmalarından nefret ettiğim şeyleri ya ilerde kendim yaparsam? aboouww bu konuda bir önlem almak lazım!
walt disney'in cindrella çizgi filmindeki müziklerden biridir efendim. 'the magic song' diğer adıdır ve çizgi filmde sihir yaparken söyledikleri şarkıdır. tanımı geçtik.
sözleri de ahanda aşağıdaki gibidir.
salagadoola mechicka boola bibbidi-bobbidi-boo
put 'em together and what have you got
bibbidi-bobbidi-boo
salagadoola mechicka boola bibbidi-bobbidi-boo
it'll do magic believe it or not
bibbidi-bobbidi-boo
salagadoola means mechicka booleroo
but the thingmabob that does the job is
bibbidi-bobbidi-boo
salagadoola menchicka boola bibbidi-bobbidi-boo
put 'em together and what have you got
bibbidi-bobbidi bibbidi-bobbidi bibbidi-bobbidi-boo
bu başlığı açmama asıl neden olan ne şarkıdır, ne de sözleridir. asıl neden şarkının bir de küçük bir kız çocuğu tarafından söylenen versiyonunun bulunmasıdır ki tadından yenmez. izlenesi.
tanımı geçersek bahçeli gibi kalabalığın, karmaşanın olduğu bir yerde ara sokaklardan birine dalıp sakinliğe adım atmak istediğinizde gidebileceğiniz bir mekandır. yaşlı teyze-amcalar bir kenarda oturur, çocuklar salıncaklarda sallanır, gençler çimlere oturur muhabbet eder. karmaşadan kurtulup kendinize dönebileceğiniz bir yerdir. sakindir huzurludur.
iyi-kötü, mutlu-mutsuz arası bir şeydir. bu cümleyi sırf tanım olsun diye yazdıktan ne sonra sadede geçebilirim!
içinde bulunduğum duygu durumu.. ne hissedeceğimi bilemiyorum! dünya sonsuz bir hızda dönüyor, insanlar ondan da hızlı değişiyor ve ben durduğum yerden bunu öylece izliyorum.. şaşkın, mutsuz, üzgün, kırgın..
bugün en yakın arkadaşlarımdan birinin nişanındaydım. nişanın olduğunu sabah öğrendim. bir telefon: 'ben bugün nişanlanıyorum. şu saatte. şu saat gibi burda ol ama geç kalma sakın tamam mı?' nasıl yani diyecek oluyorum, bir tek sözcük çıkmıyor önce ağzımdan.. bir sene öncesine kadar osursa haberiniz olan arkadaşınız, bir sene sonra biriyle nişanlanacak olduğunda aynı gün öğreniyorsunuz.. garip! sonra diğerlerini soruyorum, onlara haber vermekse aklına bile gegelmemiş oluyor. benim söyledğim bir kaç ismi arıyor sadece.. akşam oluyor, benim içimde hala bir kırgınlık, bir durgunluk. bir türlü atamıyorum üstümden.. nasıl diyorum ya, nasıl olabilir bu.. işin enteresanı haber verdirdiklerimden biri de daha uyduruk bir bahaneyle nişana gelemeyeceğini söylüyor. diğerininse umrunda dahi olmuyor..
zaman ne pis bir şey! ne iğrenç! nasıl alıp insanları öncesiyle alakası olmayan şeylere çeviriyor.. nasıl bu kadar değişebiliyor her şey? neden herkes bu durumu böylesine 'normalmiş' gibi kabullenirken benim sabahtan beri boğazımda bir düğüm, dokunsalar ağlayacak bir halde, kenarda yüzümde garip ve sahte bir gülümsemeyle oturuyorum..
herkes mi bu kadar çabuk değişiyor? sevgilim..dostlarım.. hayatta değer verdiğim herkes..
yoksa aslında normali bu da, ben mi çok bağlanıyorum, çok fazla anlam yükleyip acı çekiyorum.
var efendim böyle bir topluluk! yuh artık! dediğinizi duyar gibi oluyorum, rica ederim kırıcı olmayalım!
efendim her yiğidin kendine göre yoğurt yiyişi olduğu gibi, her kişinin de kendine has bir lens takma-çıkarma yönetmi vardır. kimisi alır, pıt diye göz bebeğinin üstüne bırakıverir, kimisi gözünü sağa sola deviye eder, kimisi de bir eliyle göz kapağını kaldırırken diğeriyle lensi takmaya çabalar. çıkarmanın da bunun gibi türlü çeşitleri vardır. yorgun argın geldiğiniz bir günün sonunda olur bu durum nedense! inadına yapar gibi lens bir anda kayboluverir! önce yanaklarınıza, kıyafetinize mi düştü diye bakınırsınız. sonra gözde hafif bir batma hissi olur. ardından 'lan yoksa?' telaşı düşer içinize. bir ayna alıp bakınca * lensin gözünüzün içinde ama olması gereken yerde değil kim bilir nerde olduğunu fark edersiniz..
evet sevgili okuyucu!
lens gözünüzün içinde kaybolmuştur.
'var mı lan böyle bir şey?' demeyin. var.. sahiden var.
lensi kaybettikten sonra insanın içini salak korkular kaplıyor.. ya bir daha çıkaramazsam, ya hep orda kalırsa, ya iyice geriye kaçarsa, ya batarsa.. vs vs..
çözüm?
kimisi lens solüsyonunu boca eder gözüne, kimisi ovuşturur.. bense sadece biraz bekleyip sık sık kırpıştırıyorum. bir kaç dakika içinde multiple göz kırpıştırmaları sonrası gerilerden bir yerden katlanmış, hatta bazen yırtılmış bir şekide geliyor. fazla zorlamamak lazım yoksa konjuktivaya da zarar verebilir.
üç noktayla biten cümleler gibidir karşıklı susmak.. kelimenin bittiği yerdeki sessizliktir.. birlikte ama yalnız iki sevgilinin yüzyüze susmasıdır son sözcüklerini.. susarak konuşmalarıdır..
-kendine iyi bak...
-sen de...
-...
-...
üç noktada pek çok şey anlatılır.. üzgünlük, mutsuzluk, çaresizlik, ayrılık.. üç noktadır ve devamı her ikisi için ayrıdır. herkes üç noktanın devamındaki cümleyi kendi lugatındaki kelimelerle farklı şekilde yazacaktır..
öncelikle aramaya inandım ve aradım, lakin tam karşılığı yoktu. benim istediğim içeriği tam karşılayan kelimeyse 'şerefsiz'di sevgili okur.
evet tanıma gelecek olursak
belki boşluktan, belki bir aşktan iyileşmeye çalışırken ya da sırf şerefsiz olduğunuzdan hak etmeyen birine hak etmediği bir davranışı yaptıktan sonraki hissiyatların bütünüdür. birinin hakkını yemek ya da bir aşktan iyileşmeye çalışırken başka birini kullanmak sonucu başa gelir. tabi hemen belirtmem gerekir ki bunu hissedebilmeniz için içinizde az olsa vicdan kırıntısı kalmış olmalıdır. yoksa zaten bir b.k hissetmezsin sevgili okuyucu. işte o zaman sahici bir şerefsiz olmuşsundur ki bu bu başlıkta konumuzun dışındadır. konuya geri dönecek olursak anlık boşluklar sonrası pişman oluncak hareketi yapan bünye hemen ertesi sabah gece gelen bir mesajdan sonra kendini kelimenin tam anlamıyla 'şerefsiz' gibi hisseder. ve hissetmelidir de. fazlaca hissedip aynısını bir daha yapmamalıdır ya da yaptığı şeyi düzeltmek için daha büyük sorumluluklar altına girmelidir. bilemiyorum sözlük kafam yine karışık.