hayatla olan tüm bağlantılarını koparmış, adeta kendini o kataloğun ellerine bırakmış annedir. anne dersiniz duymaz, dürtersiniz, hissetmez. bu arada yakın gözlüğü de gözündedir tabi.
anne oğul arasına giren en büyük engeldir a-101 kataloğu. vicdansızdır, merhametsizdir. hipnoz eder anneyi. alakazamdır o katalog. kadabradır.
+ anne ne zaman yemek yicez?
- deterjanda indirim varmış oğlum!!*
anneanne evinin olmazsa olmazı olan sobadır. o sobanın üstünde bir adet de güğüm fokurdar. bazen de üzerinde kestane felan pişirilir. anneanne ise pamuk yanaklarıyla oradan oraya koşturur durur.
sonra çay demlenir. gene o sobanın üzerinde tabi. soba kuzine ise içinde börek vs. ısıtılır. çayı içtikten sonra ise o sobanın dibine kıvrılıp kestirmek gibisi yoktur.
tüm bunlar, çocukluğa dair unutulmaz detaylar arasındaki yerini almıştır.
ilginç bir esnaf politikası. mesela normalde ekmek arası döner 1.5 lira ise, bunun öğrenci için olan fiyatı 1 lira olur ama ekmeğin içini açar bir bakarsın ki, arasında 2 parça ezik domatesle hafif kararmış bir maruldan başka bir şey yok. tam küfürlükler.
biçare, zavallı, kimsesizlerin kimsesizi olan, başlıkta da dediğim gibi kendini tamamen kaderin kollarına bırakmış ekmek parçasıdır. kimi zaman koltuğun arkasında görürsünüz onu, kimi zaman kalorifer peteğinin üstünde...
kimisi onu eline alır küflü mü değil mi diye bakar, küflü ise geri yerine bırakır. küfsüz ise de geri yerine bırakır. kimisi onu sert bir zemine vurarak sertliğini test eder, çıkan sesi arkadaşına da söyler, beraberce gülüşürler...
kimi zaman da görürsünüz ki, o zavallı, o biricik ekmek parçası, yeşilden bir pardösü yapmış kendisine, kendi iç dünyasına kapanmış. bir de koku salıveriyor, hafif hafif, ağırdan ağırdan...
işte o zaman derin, içten bir "vay aq!" çekersiniz. anlarsınız ekmeğin başına gelenleri. anlarsınız amaa, vakit artık geç olmuştur. çıkmayacaktır o bir zamanlar fırından yeni çıkmış, üstünden buram buram dumanlar yükselen, arasına nutella sürüp yiyilesi ekmek parçası giydiği yeşil pardösüsünün içinden. onun yolu artık belediye çöplüğüne doğrudur. vakit çok geçtir artık...
özellikle sınav döneminde, iyice evde yemek yapmanın bırakıldığı ve lahmacunların, hamburgerlerin, pizzaların içine yumulunduğu dönemde, öğrencinin aklında birden aslında çok boktan bir yemek yeme düzeni olduğu düşüncesi canlanır. haksız da değildir hani. zaten bir süre sonra, bünye de göbeği dışarı doğru iteleyerek tepkisini gösterir. neyse, bir yandan böylesi sağlıksız besinleri mideye indirirken, bir yandan da nasıl olsa yakında memlekete gideceği, orada istediği gibi diyet yapabileceği düşüncesi vardır aklında belki de öğrencinin. kendince haklıdır. fakat gelgelelim işler düşündüğü gibi gitmeyecektir.
daha 1-2 hafta öncesine kadar üniversite sınavlarına çalıştığım dönemlerde ben de bu kategoride idim. zaten nasıl olsa memlekete gidiyorum rahatlığı ile kesenin de ağzını bir hayli açmış, sürekli dışardan yemek söyler olmuştum. bir gün lahmacun, bir gün hamburger, bir gün pide vs. vs. sonra dedim ki, ulan allah beni islah etsin ben ne boktan bir insanım? ya da insan mıyım? bu şekilde kendimi sorgularken, bir ümit ışığı gördüm. memlekete gidiyordum lan. annem kesin pırasa, ıspanak felan yapar ben de bir tabak yer kalkarım diyordum. hayır şimdi düşünüyorum da, derken inanıyorduysam vay benim halime lan. sınavlar felan derken kafayı yakmışız haberimiz yok. ah ulan ah.
memlekete dönmemden bir gün evvel sevgili anneciğim telefon etti:
+ yavrum ne pişirim yarın sabah geldiğinde kahvaltıya sana?
- ehem anne şey zeytin peynir ehe ehe
+ kıymalı yumurta mı menemen mi yoksa köfte mi hangisi?
- ehüheh kıyma mı ney?
ulan seçeneklere bak. 1 senedir kahvaltı yapmamış adama yapılır mı lan bu? neyse efenim, bindim otobüse sabaha samsun'dayım. eve adımımı atmamla tabi o muazzam sofra kokusunun burnuma çarpması bir oldu. tabi diyet miyet o anda unutuldu haliyle. o değil bir de yedikçe yiyesi geliyor insanın. o kadar güzel ki. neyse 1 yıllık kahvaltı açlığımı yarım saatte giderdikten sonra uyumaya gittim tabi ki. kafamda ise o anda, "ulan diyet yapacaz diye geldik, yarım kilo kıymayı yutup uyumaya gidiyoruz işe bak" düşüncesi hakimdi.
ikindi 3 gibi uyanmışım. midemde bir şişlik bir şişlik. şöyle bir göbeğime baktım aynada durum felaket. yok bilader olmayacak bu böyle diye düşünürken içerden bir ses:
+ oğlum kalkmadın mı daha?
- şimdi kalktım anne geliyorum birazdan.
+ acıktın mı kuru fasulye var düdüklüde pişer birazdan.
ve benim devreler yanar. hacım dedim kendi kendime. sen bu diyet hikayesini en iyisi unut. yemene bak. ulan zaten senede 2-3 defa anca geliyorsun memleketine. onda da ye bilader daha nerde bulacaksın böyle muazzam bir yemek sofrasını? hayır bir de şöyle bir durum var, anne yüreğinin tarifi imkansızdır zaten, anlatmaya gerek yok. zaten benim dilim dönmez böyle müthiş bir kavramı anlatmaya. her neyse, annenin bir özelliği vardır, oğlunun ya da kızının hangi yemeği sevdiğini, hangi yemeği sevmediğini öğrendiği anda database'ine atar. ve bu bilgiyi 80'ine geldiğinde dahi unutmaz.
bugün dayım geldi, anneannem durmak bilmiyor. sürekli dayıma bir şeyler yedirme peşinde. o da mesela kara lahanayı çok sever. biraz önce anneannemlerdeydim, kadıncağız dur durak bilmemiş, bir tencere pancar çorbası, bir tencere de pancar pirinçlisi yapmış. pancar dediğim, bizim burada kara lahana için kullandığımız isim.
velhasıl kelam, siz siz olun böyle gerçekleşmeyecek boş vaatler vermeyin kendinize. memlekete gittiğinide yiyin yiyebildiğiniz kadar!
öğrencilik döneminde kadın analarımızın, "sabah serin olur yavrım meh giy gocuğunu üşütme" demelerine mütabıken giyilen ve öğleyin okuldan çıkıldığında havanın ısınması ile elde taşınmak zorunda kalınan montun verdiği ağırlıktır.
hatta bir de yün içlik sorunu vardır ki onun çaresi henüz bulunamamıştır. sabahtan giyilir, öğleyin bacakları pişik eder.
gerçi varsın pişik olsun, maksat ana yüreği rahat etsin be bilader!
ruh hali merak konusudur. millete dambıldı bilmemneydi şekil şekil hareketler verilir, buna da dayarlar 30 dk yürüme-koşmayı. arkasından da pislet* tabi. götünden ter akarak koşar ya da badallara* abanırken, tam yanındaki üçgen vücutlu eleman, ona nazire yaparmışçasına 15 kiloluk dambılları kaldırıp kaldırıp indirir. bu sırada bizim eleman sanıyorum ki üzülür, hatta biraz da utanır. aylardır banyoda çükünü görememenin, maç ya da herhangi bir spor esnasında eşofmanın göt kısmının anında ıbıslak* olmasının verdiği üzüntüdür, utançtır bu belki de.
aslında hemen hepimizin bildiği bir taktiktir. fakat orda burda ifşa edilmez, biri tutup da arkadaşı yahut bir tanıdığına "hacı dayı benim bi taktik var fena vs. vs." demez yani. evet taktik şudur ki, kişi suyu yahut artık bardağın içinde ne var ise, o sıvıyı kafasına diklemek için bardağı eline alır. fakat bir an düşünür:
"ulan bu bardakta kaç kişi içmiştir kim bilir?"
işte taktiğin zihinde canlanmasını tetikleyen ana faktör budur. ve kişi düşünecek, kulplu bardağa dudakların en az değdirildiği yerin olsa olsa kulpun üstündeki taraf olduğu kanısına varacaktır. kişi aklına gelen bu dahiyane düşünce ile bardağın kulplu tarafından suyu bir güzel midesine indirecektir.
şimdi o taktiği uygulayan kişiye yahut kişilere sesleniyorum: sayın dahiler, sayın aynştaynlar, biliniz ki herkes sizler gibi düşünüyor, herkes o lanet bardağın o tarafından içiyor.
gene siz gelin, normal içilen kısımdan vazgeçmeyin.
burger'ın kapıya bi geldik adam birden coştu: "amk soyguncuları, kapitalist düzenin büzüğünü sikeyim" diyerekten gitti kır pidesi aldı. biz de o arada diğer arkadaşla girdik hamburgerlerimiz söyledik. hamburgerler geldiğinde ise diğer arkadaşa baktık elinde kır pidesiyle geliyo adam. bişe diyemedik. biz whooper'ları mideye indirirken adam yanımızda kıymalı kır pidesi ile çayırova ayranı götürdü löpür löpür. ama ilginç bir görüntü oldu yani.
genel tanım: kimi insanların tuhafına gidebilecek ilginç bir eylem.
aslında yaz mevsiminin de habercisidir bu heyecan. şöyle mayıs ortalarına doğru artık kapı pencere açılmaya başlanır. tabi ki bu iki nesnenin açılması sonrası haliyle ufak bir cereyan olacaktır arada.
cereyanın etkisi ile kendiliğinden yavaş yavaş kapanmaya başlayan kapı, kişiyi tedirgin edecektir tabi. ama henüz zamanı değildir. kapı biraz daha hızlanmalıdır ki, işi usulüne uygun yapabilsin. kapının gittikçe hızlandığını gören kahramanımız için işte şimdi görev vaktidir. birden atılır ve kapıyı son anda kolundan kavrayıverir. evet, kapı sertçe kapanmamış, camları dökülme tehlikesi ile karşı karşıya kalınmamamıştır.
fakat ya yetişememişse? işte bu, hüzünlerin en büyüğüdür. o yüreği hop hop ettiren çarpma sesi, maalesef ki iliklere kadar hissedilecektir. ama camlar dökülmemişse kişi gene de şanslıdır.
fransızca charcuterie kelimesinden gelmiş olup, içinde domuz eti ve domuzdan elde edilmiş ürünlerin satıldığı yer anlamlarına gelen sözcük.
ayrıca zamanında babama karşı da sağlam göt olmama neden olmuş kelimedir bu.
+ baba, bizim arkadaşın babası şarküteri açacakmış.
- şarküteri mi? şarküteri ne demek biliyor musun oğlum?
+ valla baba tavuk mavuk satıyolar işte.
- * hıhıhııı. oğlum, şarküteri demek, domuz eti satan yer demektir.
+ * hohaha yav baba sen de iyi salladın ha..
- aç bak lan internete
+ tamam bakıyorum şimdi.
- baktın mı?
+ baktım.
- ne yazıyor?
+ ...
- okusana lan!
+ ...
- şşş
+ içinde domu...
- hah! tamam gerisini okuma. oğlum sen babanla dalga mı geçiyosun?
+ ne bileyim baba. neyse, bunu da öğrenmiş olduk.
diğer ülkelerde var mı bilmem ama, türkiye'de zaman zaman rastalanabilen bir sürücüdür. gaza yüklenen mi desem yoksa hızını azaltmayan mı desem kararsız kaldım ve iki davranışın da hemen hemen aynı kapıya çıktığını düşünerek başlığı bu şekilde açtım.
yüksek ihtimalle yayalar pek umrunda da değildir bu sürücünün.yine aynı sürücü, metrelerce öteden bir yeşil ışık yandığını gördüğünde de gaza yüklenir ve yeşil ışık geri kırmızıya dönmeden ışıkları geçmek için elinden geleni yapar.
hele ki yaz mevsimi ise, yolculuk boyunca oturan yolcunun iflahının kesilmesine, alnından şapır şapır ter akmasına yol açacak bir durumdur. bu şekilde oturulacağına, yolculuğu ayakta sürdürmek bile daha iyidir.
oruç tutan kişiler için, sabırsızlıklar içinde geçirilen zaman dilimidir. bu zaman diliminde sofraya oturulur, çorbalar soğusun diye yavaştan tabaklara konmaya başlanır.
ezan okunmadan saniyeler önce gelen dit dit dit sesi ile ise, tükürük salgısı istemsizce artar. ezan sesi duyulduğunda ise artık çorba yudumlanmaya hazırdır...
şüphesiz ki köyde o iki yanı ağaçlarla kaplı ince patikada umarsızca yürümenin verdiği huzuru bir anda yerle bir edebilecek durumdur. kafayı hafif yukarı kaldırıp, "hmmpfss hmmpffstts" diye akciğerlere temiz hava takviyesi yapılırken birden akciğerlere doğru çekilenin, köyün o mis gibi temiz havasından ibaret olmadığı anlaşılır.
hafiften bir bok kokusu gelir burna. ardından da ayakkabının yere her basışta "copst coppst" diye çıkardığı ses ile durumun farkına varılır. hemencecik bir çayır alan bulunur ve ayakkabının altı bir güzel sürtülerek bok lekesi çıkartılmaya çalışılır.
o ki, şüphesiz evlerimizin baş tacı, sürahilerin en karizmatiğidir. altın günlerinde vitrinin gözünden çıkarılıp, tozu alındıktan sonra, misafirlerin bardağını su ile doldurandır.
tarkan viking kanı filmindeki viking vahşeti ve buna karşın kurdun türklere, türk halkına olan sonsuz yardımı göz önüne alındığında söylenebilecek olan bir slogan.
evet, aslında metro başlığının altında gayet bu konudan bahsedilebilirdi diye düşünmüştüm ilk. ama sonra fark ettim ki, bu bambaşka bir olay. yani en az metro turizm`in kendisi kadar, klimalarının ünü de yaygındır diye düşünüyorum. adeta, bağımsızlığını ilan etmiş. evet, tanıma gelirsek:
"her daim bozuk olandır." diyebiliriz.
ama arkadaş sen koskocaman bir firmasın yahu. yakışıyor mu hiç, yolcuların götünü yazın pişirmek, kışın dondurmak. ayıb lan. hayır bu ayıbı dağıttığın o iki çıtır püskevitin arasına dolu dolu kremalı rondolarla bile kapatamazın ki sen. beleş bile olsa hem de. yok arkadaş, ne zaman düzelteceksin sen kendini. mecbur muyum lan, yazın o sıcağında osuruk kokularının içinde gitmeye ben.
hayır tabi ki değilim aslında. başka firma mı yok? ama allah islah etsin ki, yaşadığım yer sana binmeye mahkum ediyor beni bir şekilde. lan diğer firma patronlarına söyleyin, karadeniz seferlerini artırsınlar bari.
kişinin banyodan çıktıktan sonra gideri temizlememesi sonucu delikte toplaşan ve delik etrafında gayet pis bir görüntü oluşturan kıllardır. kişi, sonunda bu görüntüye dayanamayıp, ya allah bismillah diyerek o kılları eliyle * alıp, alelacele yan taraftaki klozetin deliğine atacaktır.
yedi numara dizisinde, izleyiciyi güldüren sahneler bütünüdür.
recep, abisi sabit'ten konu açar:
recep: küçükken beni, haydarı, satılmışı felan toplar, film çevirmecilik oynardık.
haydar: o kadir inanır ya da yılmaz güney olurdu.
recep: ya da burslü.
zeliha yenge: o da kimmiş?
recep: burslü burslü. hani şu çinli kareteci. işte o olurdu, film icabı önüne çıkanı döverdi.
zeliha yenge: nası filmmiş bu böyle, her önüne çıkanı dövmek? siz napıyodunuz peki?
haydar: önüne çıkıyoduk.
bindiği otobüs sıklıkla tıklım tıkış dolu olan ve sürekli ayakta gitmek durumunda kalan yolcunun duyduğu heyecandır bu. otobüse bindiği an önce bir afallayacak, kendine geldiğinde ise kararsız adımlarla yürüyerek arka dörtlü cam kenarındaki yerini alacaktır.
çoğu öğrencinin sınav döneminde kurduğu bir cümle. ders notları karıştırılır, bir köşede saklanmış ilginç bir soru tipi göze çarpar ve "böyle soru çıkmaz herhalde" diyerek işin içinden sıyrılınır.
ve evet, genellikle de öyle soru çıkar. hatta gider nottakinin aynısı çıkar.
öğrenci evinde bazen ekonomik şartlar öyle zorlar ki, öğrenci o geceyi aç geçirmek durumunda kalabilir. cebinde 3-5 kuruş parası vardır ve ne yapacağını bilemez. evet, zaman zaman benim de dahil olduğum bu öğrenci grubuna verebileceğim ufak bir tarif olacak.
malzemeler: 1 paket simbat marka ay çekirdeği* ve şebeke suyu.
görüldüğü gibi, oldukça ekonomik. ilk önce, ay çekirdekleri birbiri ardına umarsızca ağıza atılır. peşinden ise tam 2 koca bardak su içilir. evet, tuzlu çekirdeğin ardından vücuda dolan su, karnı davul gibi şişireceği için tokluk hissi de tavan yapacaktır tabi. ha karnı ağrıtabilir, ona da katlanacaksın artık.
sobalı ev ve öğle uykusu gibi iki güzel kavramın birleşmesinden oluşan, kişiyi hazzın doruklarına ulaştıran eylemdir.
kıvrılırsın sobanın yanıbaşındaki kanepeye, o soba sıcağı adeta masaj yapar zaten vücuda. sobanın üstünde yer alan güğümdeki kaynayan su sesi ise ruhu dinlendirir adeta.
buram buram tasarruf kokan bir hareket. klasik anne tekniği.
evet, kek için gerekli malzemelerin tamam olduğu varsayılarak, kurabiyenin yapımına başlanır. un dökülür, şeker dökülür, margarin dökülür falan feskan neyse. şimdi sıra, karışımın ortasının havuz gibi açılmasına ve o deliğe kabartma tozunun dökülmesine gelmiştir. fakat o da ne? illa ki evde bir paket de olsa vardır denilen kabartma tozu, kahpe çıkmıştır. satışlardadır. yoktur hiçbir yerde. neyse, ufak bir iç burkulmasının ardından, evin küçük çocuğu kabartma tozu alınmaya gönderilir. arada geçen o boş dakikalar ise, telefonda birini arayıp konuşarak geçirilebilir. ve çocuk gelmiştir. artık kurabiye yapımına kalındığı yerden devam edilebilir.
"allah`ım sen beni bu kurabiye yapımında muvaffak eyle" diyerek dualar edildikten sonra "ya allah" deyip hamur yoğurma işlemine girişilir. fakat tam o sırada, yüzük parmaktaki alyansın çıkarılmadığı farkedilir. tühtür, hamur bulaşacaktır şimdi onun her tarafına. ufak bir tane daha iç burkulmasının ardından hamur yoğurmaya devam edilir.
hamur yeterince yoğurulduktan sonra, sıra tepsiyi yağlamaya gelmiştir. evet, tasarruf kokan hareketimiz bu esnada devreye girecek ve tepsi, birma marka margarin paketinin iç tarafı ile bir güzel yağlanacaktır. afiyet olsundur.
berber abimizin tanıdığı olması kuvvetle muhtemel olan insandır. büyük kuaförlere göre, küçük mahalle berberlerinde daha sık görülür.
+ muammer abi, senin şu güzel bi koku vardı versene ya iki fıs sıkayım.
- lan oğlum sömürdünüz şerefsizim. şurda, ara makasın yanında.
+ eyyvallah abim.
bir köşede usulca sıkınır, berber abisine de teşekkürlerini sunup çıkar gider. aslında zamanı olsa çay da içecektir ama işte nasip...