" Biz cahil dediğimiz zaman mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz bilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek alimler çıkabilir. " Kemal Atatürk.
mekan görmedikleri için kıyas yapamayan bazı insanların sözlüklere girerek hakkında atıp tutmaktan hoşlandıkları cafe. uygun fiyatlı olup da üstüne üstlük sporcu, bisikletçi dostu olan bu mekanların çoğalarak artmasını, ve bu mekanlara bok atmaktan hoşlanan şahısların doğru orantılı olarak azalmasını dileriz efendim.
Dünyanın en gereksiz mesleklerinden birini yapan insandır. Saat başına deve yüküyle aldıkları parayı kenara koyup biriktirirseniz, aylar sonra o paraları gördüğünüzde kendiliğinizden iyileştiğinizi fark edeceksiniz.
yıllar önce ergenlik bunalımlarım sonucu kapısını çaldığım psikolog, ben ağzımı açmadan para isteyince bu mesleğin ne menem bir şey olduğunu o an anlamıştım. Kitap aldım, okudum, düşündüm, araştırdım. En sonunda kendi kendimi tedavi ettim. Buna mecbur kaldım, o yaşta o kadar parayı bulmam için banka soymam gerekiyordu çünkü. Devlet hastanelerimiz pek psikolog barındırmaz malumunuz. Çünkü ruhun hastalanması diye bir şey diye bir şey yoktur (!). Kendi kendimi tedavi edebildiğimi gördükten sonra da psikologluk mesleğinin ne kadar gereksiz, psikologların da soyguncu olduğu gerçeğini kavradım. illa da gideceğim diyorsanız psikiyatriste gidin efendim. Onların en azından ilaç yazma ruhsatları var.
"Bu ülkede insanlar psikoloğa gitmiyor!" diyen aklıevveller, verdikleri hizmete değmeyecek paraları utanmadan isteyen psikologları şöyle bir araştırsınlar. Ne demek istediğimi anlayacaklardır.
Türkiye'de bisiklet denen ulaşım aracının bitmek tükenmek bilmez aşağılanmalarına yeni bir örnek sadece.
türkiye'de kullandığınız aracın kıymeti motorlu ve dört tekerlekli olmasıyla doğru orantılı; içindeki insanın canının kıymeti ise o aracın karayolunda kapladığı hacimle doğru orantılıdır.
bisiklet mi? tu kaka...otomobil gibi prestij kaynağı bir araç varken bisiklete ancak fakirler biner (!).
bakanın söylediği söz de bu gizli aşağılamadan başka bir şey değildir.
evet, bisiklet motorsuz ulaşım aracıdır, insan gücüyle ilerler ve benzin gerektirmez.
şu gerçek ki, türkiye'de böyle bir kültürün gelişmesine asla izin verilmedi. çünkü petrol firması ceo'su abiler türkiye'de böyle bir kültürün gelişmesine izin vermez, çünkü türkiye onların ellerini ovuşturarak beklediği potansiyel müşteridir. çünkü sen ben bisiklete otomobilden daha fazla değer verirsek, onların hali nice olur?
işte yollarda "kıroyum, ama para bende" diye bağırarak sizi sollayan, otoyollarda artislik yapan magandalar, her gün tonla kaza haberinin olduğu bir ülkede bir bisiklet kazası görüp bisikleti tehlikeli (!) ilan eden ve bisikleti küçümseyen cahil kitle bu zihniyetin eseridir.
ilk yayınlandığında bayılarak izlediğim; kısa bir süre sonra yayından kaldırıldığında çok üzüldüğüm bir diziydi.
Hatta Dizinin sahnelerinden biri o zaman yaşadığım sokakta çekilmişti. Türk ekranlarında ilk kez bilim-kurgu bir türk dizisi görüyorduk, daha ne olsun? Ertesi gün okulda konuşulan ilk konu buydu: "uzaylı zekiye'yi izledin mi?" Bu dizi ve perihan abla'nın bitmesine çok üzülmüşümdür. ancak yıllar sonra tekrarlarını ekranda görünce "bu dizinin nesini sevmişim yahu?" diye kendimden tiksinmedim değil. son derece basit ve ucuz efektlerle zoraki yapılmış bir türk bilim-kurgusu (?). Tabii o zamanın koşullarına göre türklerin böyle bir şey yapması devrim sayılırdı. dizi bittikten sonra çeşitli spekülasyonlar yapıldı. seden kızıltunç'un parada anlaşamamasından, türk aile yapısına uygun olmamasına kadar (!).
içinde çalışmak için ilkokul mezunu olmanın yeterli olduğu kahveci. burger king ya da mcdonalds usulü yükselme ümidi verirler. ancak iyi eğitimli olanlar değil; işverene en çok yalakalık yapanlar terfi ettirilir. Üniversite mezunu olmayan restoran müdürü olamaz. bunun için üniversite okumamış çalışanlar açıköğretim okuyarak yırtmaya çalışır. şirket içi entrikaların çok döndüğü bir firmadır.
Sahipleri asker kökenlidir. Merkezi istanbul Aksaray'dadır. Her yerde pıtırak gibi acenta açmalarıyla ün yapmışlardır. hizmet kalitesi ve çalışanına sağladığı koşullar yerlerde sürünmektedir. Personel sirkülasyonu akıl almayacak boyutlardadır. Neredeyse bu sektörden geçmiş 2 kişiden birinin trek turizm tecrübesi mevcuttur. şirket içi eğitime önem veriyor gibi görünmesine rağmen en kıç yalayıcı tipler umulmadık pozisyonlara getirilirler (bkz: acenta müdürü). sahibinin çalışanlarından biriyle ilişkisi sonucu gayrımeşru çocuk sahibi olduğu söylentileri havada dolaşmaktadır. Kısacası yanından bile geçilmemesi gereken acentaların başında gelir.
Son derece snob (türkçesi: götü kalkmış) çalışanlara sahip olan; eğer soyadı koç olan biriyle sağlam bir bağlantınız varsa, geçmişiniz ve eğitiminiz ne olursa olsun masa kapabileceğiniz, koç holding'in yegâne seyahat acentasıdır.
Müşteri olarak da, iş olarak da mümkün olduğunca uzak durulması gereken umut taciri saadet zinciri.
Ürünlerinin Amerika içinde satışı FDA tarafından yasaklanmıştır.
Ancak Türkiye gibi üçüncü dünya ülkelerinde tutunabilmektedirler.
Kendileriyle ilgili bir anım da var:
Yeni mezun bir çömezken yıllar önce herbalife'ın bir iş görüşmesine gitmiştim.
Taksim'de bir oteldeydi. Belki orada 50 kişi vardı görüşmek için bekleyen. Matah bir şey sanıp ben de beklemeye koyuldum. Bizi bir toplantı odasına aldılar. Slayt gösterisi başlayacaktı, öndeki masanın yanında koca hoparlörler, ve çıstak çıstak çalan bir müzik....
Hala işin nasıl bir iş olduğunu bilmiyordum ve merakla bekliyordum. Sonra yönetici gibi, başkan gibi birkaç kişi konuşmaya, firma profilini anlatmaya başladılar. Ondan sonra ise bazı satış temsilcileri çıkıp show yapar gibi "kilomu bilmem kaç kilo kontrol ettim" diyerek (ve bunu yaparken de kolunu havaya kaldırmak gibi show amaçlı hareketler yaparak) bizi etkilemeye çalıştı.
Belki yarım saat, belki 1 saat sürdü bu gösteri müzik eşliğinde, hatırlamıyorum. Bir ton şey anlatıldı, en son da söylenen şuydu: Herbalife'a katılabilmek için önce onun paketini satın alıp kullanmak zorunda olduğumuz. En son bir soru sorayım dedim, sormama kalmadan bütün yetkililer salondan boşalmıştı bile!...Şaşakalmıştım, zaten cebimde üç kuruş para yoktu, olsa neden iş arayaydım ki? Demek ki bu bir iş görüşmesi değil, pazarlama ve satış gösterisiydi, ama beni hiç de etkileyememişti. Öfkeli bir şekilde çıkmıştım oradan.
O günden sonra Herbalife ismini ne zaman duysam tiksinti duydum. Ha, bir ara ben de çok kilo almıştım, ama Herbalife'ı kullanmak aklımın ucuna bile gelmedi, bol bol spor yaptım. Şu an lisanslı sporcuyum. Ve kilomu istediğim gibi kontrol altında tutabiliyorum.
17 yaşında bir veletken, Milliyet Gazetesi binasındaki kısa iş tecrübem sırasında, kendisiyle uygun olduğu bir zamanda kısa bir sohbet gerçekleştirmek istediğimi söylemiştim. Amacım kendisinin iş tecrübelerinden faydalanmak, belki de hayata dair birkaç nasihat almaktı. Ancak bu ricama karşılık üzerimde sapıkça bakışlar yakalayınca bu düşüncemden hemen vazgeçtim. Bunu izleyen günlerde adamın gözünü sürekli üzerimde yakaladım; hatta birkaç gün sonra dayanamayıp sordu bana "niye gelmedin?" diye. Ben de fırsat bulamadığımı söylemiştim.
O günden sonra kimseyi gereksiz yere gözümde büyütmemem, aslında insanların kendilerini şişirdikleri kadar "insan" ve "aydın" olmadıkları gerçeğini kavradım.
insan olanı %1'i biyolojik olup, geri kalan kısmı toplum tarafından belirlenen kurallar silsilesinin oluşturduğu cinsiyettir.
Hayvanlar dünyasından farklı olarak insanlarda, erkeklik ve kadınlık özelliklerini büyük oranda toplum belirler; böylece cinsiyet ve bunun izdüşümü olan her şey toplumsal cinsiyetin inceleme alanına girer (bkz: toplumsal cinsiyet).
Erkek-egemen toplumlarda erkek kadından üstün tutulur. Bu düşünceye dayanarak, toplumun erkek cinsiyete dikte ettiği birtakım düşünce, tutum ve davranışlar erkeklerin çevrelerinde onaylanabilir olmaları için zorunlu kılınır. Bu durum, bir noktadan sonra doğal kabul edilmeye başlanır; hatta doğada da böyle olduğu düşünülür. Halbuki durum tam tersidir.
Ataerkil toplumlarda erkek olmak, kadın olmanın tam tersi olarak düşünülür. Buna göre: erkek olmak için kadın olmamak, kadın gibi olmamak şarttır! Erkek olmak = kadın olmamak, kadın gibi olmamaktır. Bu da toplumların kadınlara uyguladıkları toplumsal cinsiyet rolleri yadsınarak ve dişil olan her şey ötekileştirilerek yapılır. Empati kurmamak esastır. Bunun başladığı anda erkeklik özelliklerinin yiteceği düşünülür (bkz: erkeklerin kadınları anlamaması). Devlet, aile gibi kurumlar da bunu destekler. Dişil olan her şey küçümsenir, aşağılanır, küfürlerin öznesi yapılır; alaya alınır. erkek, bu şekilde kadına olan üstünlüğünü (?) ve erkek olduğunu hem kendine, hem de çevresine ispatladığını düşünür. Kadınsı olmaktan kasıt yalnızca kadınlık durumu değildir; kadınsı olan erkekler de bu ötekileştirme alanına girer. Erkek için kadınsı olmak başlıbaşına yok sayılması gereken bir şeyken, kadınsı bir erkek (eşcinsel, gay ya da transseksüeller) başlıbaşına bir felaket, hatta yok edilmesi gereken bir türdür.
Örnek olarak: Öküz ve boğa aynı hayvan olmasına rağmen toplumun bir kısmı bu gerçeklikten habersizdir. Boğa kutsanan bir hayvanken, öküz bir o kadar aşağılanmaktadır. Oysa ikisi aynı hayvan olup, öküz boğanın hadım edilmiş hali olmaktan başka bir şey değildir. Bu bir bakıma da erkeklerin iğdiş edilme korkusunun dile yansıyan kısmıdır. iğdiş edilmek, başlıbaşına erkeklik özelliklerinin kaybı anlamına gelir ve tüm erkeklerin en büyük korkusudur.
Toplumların uygarlaşmasında erkeklerin eğitilmesi, tam tersine kadınların eğitilmesinden daha büyük bir önem taşımaktadır. erkeği eğitmek kadını eğitmekten daha gerekli ve gerekli olduğu kadar zor ve çetrefillidir. çünkü erkeğin doğası barbardır ve şiddet yanlısıdır; ancak toplumsallaştırılarak ve birtakım yasaklar getirilerek bu özellikler minimuma indirebilir. Bu ise sistematik bir eğitimle mümkündür. Erkeği destekleyen ve kadını arka plana iten ataerkil toplumlarda bu eğitim daha da imkânsızlaşır. çünkü vahşi erkek davranışları ve çarpık düşünce sistemi, toplum tarafından kabul görmekte ve normalleştirilmektedir.
Erkek, toplumsal kurallara görünürde uyum sağlayabilir. Ancak bu, toplum içinde uyumlu görünen erkeğin gerçekte de böyle olduğu anlamına gelmez. Velhasıl erkekler mükemmel birer oyuncudurlar; içine girdikleri kabın şeklini rahatlıkla alırlar ve her konuyu kendi lehine manipüle etme yeteneğine sahiptirler. Toplumsal ilişkilerde bu dikkatli bir gözlemle fark edilebilir (bkz: ortamdaki kız gidince değişen muhabbet). Erkekler kadınların karşısında -genellikle- toplumsal normları uygulasalar da gerçek yüzleri birbirleriyle başbaşa kaldıklarında gözle görülür hale gelir. Tüm ilkel benlik ortaya çıkar ve Kadınları son derece aşağılayan, kadın cinsiyetine doğrudan yapılan hakaretlerde bulunurlar. Bunun başlıca sebebi, ancak böyle düşünüldüğü, konuşulduğu sürece erkek olunduğunu düşünüyor olmalarıdır. Gerek aile, gerek yaşanılan çevre, alınan eğitimin niteliği erkeklerin bu çarpık zihniyetini bir nebze değiştirebilir; ancak toplumumuzda erkeklerin geneli bu zihniyete hapsolmuş bir şekilde yaşamaktadır.
Bundan daha korkuncu ise bu zihniyetin kadınlara da kabul ettirilmeye çalışılmasıdır (bkz: ben erkeklerle daha iyi anlaşıyorum diyen kız). Ne yazık ki bu kadınlar erkeklerin ekmeğine yağ sürdüklerinin farkında değildir. Böylece bütün toplum kadın düşmanı, misojinik bir yapıya bürünür. Kadınlar birbirlerine düşmanca tavırlar geliştirir; erkekler ise bu durumdan nemalanır.
" Kadınları aşağı, asalak bir sınıf olarak tanımlayan erkeklerin yönettiği bu toplumda, herhangi bir biçimde erkek onayı kazanmayı başaramayan bir kadın mahvolmuş demektir. Varlığını haklı çıkarabilmek için bir kadının, "kadından öte" biri olması gerekir; aşağı bir varlık olarak tanımlanmaktan kurtulmak için, kadın hiç durmadan bir çıkış yolu aramalıdır. Böylece kadınları, kendilerini birey olarak dışında bırakıldıkları sürece, bir sınıf olarak kadınların aşağılanmasına karşı çıkmamaları gibi acayip bir durum doğar (bkz: kadın kadının kurdudur). Bir kadın için en büyük aşağılanma, onun "kadın gibi" olması, başka bir deyişle kadından başka bir şey olmamasıdır; en büyük övgüyse bir erkek kadar zeki, yetenekli, onurlu ya da güçlü olmasıdır. Aslında ezilen sınıfların üyeleri gibi kadın da kendine benzeyenleri aşağılayanlara katılır; başkalarına, bir birey olarak, kendisinin ötekilerden üstün olduğunu göstermeye çalışır. Böylece bir sınıf olarak kadınlar birbirlerine düşürülmüş olur (bkz: böl ve yönet). "Öteki kadın" erkeğin karısının "onu anlamayan bir cadaloz" olduğuna, erkeğin karısıysa öteki kadının erkeği "sömüren bir çıkarcı" olduğuna inanır - bu arada gerçek suçlu, gizlice paçasını sıyırıp istediği gibi yaşar." (bkz: Shulamith Firestone), (bkz: Cinselliğin Diyalektiği)
Yukarıda yazılanlar sanılmasın ki yalnızca türkiye'ye özgü erkek davranışlarıdır. Dünyanın genelinde, en uygar geçinen ülkeden en geri kalmışına dek erkekler böyle düşünüyor ve böyle davranıyor. Yalnızca son 6000 yıldır dünyaya egemen olan ataerkil sistem, türkiye'ye özgü değil; tüm dünyada şu an hüküm sürmektedir. Kadının özgürlüğü için yapılan savaş tüm dünya kadınları için eşit derecede önem taşımaktadır.
oldukça büyük bir potansiyele sahip ülkelerde, halkın tek çatı altında birleşerek güçlenmemesi ve küresel güçlerin çıkarlarının önüne geçmemeleri amacıyla küresel güçler tarafından bizatihi uygulanan ve iktidarların maşa olarak kullanıldığı politik sistemdir (bkz: derin devlet).
Ve 1950 yılından itibaren (bkz: demokrat parti) (bkz: marshall planı) tüm gücüyle türkiye'de uygulanmaya başlanmış ve günümüzde hala bütün şiddetiyle devam eden türkiye'nin politika sistemidir.
iktidarlar gelip geçicidir; böl ve yönet taktiği kalıcıdır. Ortadoğu'nun en stratejik noktasında bulunan kalabalık, genç ve aslında avrupa ve amerika'ya göre sonsuz kaynaklara sahip ülkesi türkiye, hiçbir zaman güçlü bir ülke olmamalı, ortadoğu üzerindeki diğer ülkelere uygulanan taktik ona da uygulanmalıdır; ki hiçbir zaman hayal ettiği ekonomik güce ulaşamasın. Amerika'nın silah tüccarları ya da kaynaklara gözünü dikmiş CEO'ların ekmeğine yağ sürülsün.
Halk sürekli birbiriyle kavga halinde olmalı; bu kavgalar yüzünden büyük resmi görmemelidir. Dışarıdan berrak olan bu resim, biz iran-ırak-suriye-tunus-libya-mısır'a bakarken net olmasına rağmen, kendi içimizde bunların olmadığını düşündürecek kadar gözleri ve beyni kör eder.
Net anlaşılmasına katkı sağlamak için son 50 yılın ve günümüzün bölünmeye çalışılan unsurlarına bakınız:
Antropoloji, etnoloji, evrimbilim konularında aşmış, dahi bilim kadını. 1905-1979 yılları arasında yaşamıştır.
Aynı zamanda 1940 yılından başlayarak kadın özgürlüğü hareketinde aktif rol almıştır.
Kadının evrimi, toplumdaki ilk anaerkil yapılanmalar ve totem ile tabu konularında şimdiye dek hiçbir bilim adamının yapmadığı araştırmayı yapmış ve hasıraltı edilmek istenen gerçekleri su yüzüne çıkarmıştır.
Kitapları okunası, gelecek kuşaklara miras bırakılasıdır.
Ne yazık ki hayatıyla ilgili türkçe olarak kaynak bulunmamaktadır.
Bir dönem milletvekili aday adayı olmuş chp il delegesi avukat. 1959 doğumludur. Kadın haklarını koruyan tavırlarıyla dikkat çekmesiyle birlikte; üslubu oldukça erkeksi ve hatta maço olarak tanımlanabilir (Kişisel gözlemlerime göre kendisi böyle bir üslubun geçer akçe olduğunu düşünmektedir).
Her ne kadar kadınların savunucusu olarak görünse de, kürtlerin ezilmişliğini dile getiren konuşmalarıyla da dikkat çekmektedir.
Dahi yazar. Teknolojinin bugünkü gibi gelişmediği yıllar öncesinden bugünleri görebilmiş; insanın erkek cinsiyetinin mükemmel analizini yapabilmiştir. Erkek cinsiyetin gerçek varoluş sebebinden, kadınları nasıl etkilediklerine, toplumun erkek erkiyle nasıl yoğrulduğuna kadar müthiş analizler yapmış, hemen hemen hiçbir bilim "adamı"nın düşünmediği, hiçbir zaman da düşünmeye ve söylemeye cesaret edemediği, velhasıl söylemenin işine de gelmediği gerçekleri o incecik ama dolu dolu kitabıyla dünyanın yüzüne tokat gibi çarpmıştır.
Temelini erkeğin doğayla olan savaşı gerçeğinden alan mit.
Erkek akıl her zaman doğadan korkagelmiştir; çünkü doğa ölüm demektir. Erkek doğaya kafa tuttuğu, ondan üstün olduğunu ispatladığı sürece hayatta kalabileceğini ve ölümsüzlüğe ulaşabileceğini düşünür. Doğanın toplumdaki izdüşümü kadındır; çünkü gerçek yaratıcı ve yok edici kadındır. Aslında tanrı kadındır. Kadın içinde yeni bir insan yaratır, ya da istemezse öldürür onu. Doğayla ilgili tapınılanlar hep kadın tanrıçalardır ve iri kalçalı ve iri memelidirler. Doğayı, bereketi, doğuşu, tarımı ve üretimin gücünü temsil ederler.
Tarım toplumunun oluşumuyla birlikte erkek mülkiyeti ortaya çıkardı. Mülkiyet miras demektir ve üremeyi, dolayısıyla kadın cinselliğini baskı altına almayı gerektirir. Kadın cinselliğinin baskı altına alınmasıyla birlikte, kadın ehlileştirildi, evcilleştirildi. Eve tıkıldı. Erkek, kadın üstünde bir iktidar, kontrol mekanizması kurmaya çalışır her zaman; bu onu evcilleştirmek içindir. Bunu yapamazsa sahip olduklarını kaybedeceğini düşünür, aynı zamanda kadın da onun için mülkiyetin ta kendisidir çünkü. O bir araçtır, onun sayesinde "soy"unu devam ettirebilir.
Erkeğin gözünden:
Kadın --> doğa --> ölüm --> ölüm korkusu ve misojini
Kadın --> Cinsellik --> Üreme --> Mülkiyet ve Miras
Erkek doğaya karşı savaş verdi her zaman. Bütün icatlar hep doğaya kafa tutar: Uçak, gemi, ateşli silahlar, otomobil, elektronik...Bunların hiçbiri olmasaydı insanlık yok mu olacaktı? Yoo...
işin en can alıcı kısmı ise şudur: Erkek hiçbir zaman bir kadının içinden çıktığı gerçeğini gururuna yediremez! Bu yüzden bu miti uydurmuştur! Bu da şunu demek için: " Bizi siz doğuruyorsunuz ama, sizi de biz yarattık." işin acı tarafı gerçekte bütün erkekler bunun bir saçmalık olduğunu bilir, içgüdüsel olarak. Çünkü içinde canlı büyüten bir canlı nasıl olur da doğurduğu canlıdan yaratılmış olabilir???...
en zoru ve en önemlisi kadınları bu yalana inandırabilmektir. Erkek böyle bir yalanı, bireysel olarak kimseye inandıramaz. kitleleri hipnotize edebilmek için bunu örgütlü ve kurumsal olarak gerçekleştirmek zorunda olduğunu bilir.
Kadınların bu yalana inanmasını ve içselleştirmesini sağlamak için bu mit dinsel inançların içine bir güzel yedirilir ve böylece kurumsallaştırılarak kadınlara doğuştan eksik oldukları düşüncesi bilinçdışına işlenir.
Kadının, gözlerini açmasıyla birlikte büyüdüğü ailesi ona bu düşüncenin tohumlarını eker ve koskoca bir yalan yüzyıllarca kendini yeniden üretmeye devam eder.
'80'li yıllarda istanbul Sait Çiftçi ilkokulu'nda (bkz: teşvikiye) sınıf öğretmenliği yapmış bir kadın öğretmen. Aslında bir protetiptir. O dönem Özal'ın devlet memurlarına "benim memurum işini bilir" diyerek götlerini kaldırmasından kelli, bu öğretmenimiz de sınıfında terör estirmiş, faşist bir rejim uygulamıştır. Hiçbir öğrenci de bu duruma en küçük bir karşı çıkış göstermemiş/gösterememiştir.
Günümüzde de öğrencilere uygulanmaya devam eden öğretmen terörü o zaman da tüm şiddetiyle devam etmekteydi.
Kendisi dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren'den "Yılın Öğretmeni" ödülünü almıştır. Elbette bu kişiye böyle bir ödülün verilmesi boşuna değildir. Gelelim sebeplerine...
1. Sınıfın içinde hizipçilik yapmıştır: Sınıftaki bütün çocukları sosyo-ekonomik durumlarına göre (babasının mesleği, gelir grubu, eğitim düzeyleri, yaşanılan muhit, hatta giyim kuşamları...) ayırmıştır. Orta, ve üst-orta sınıftan olan çocuklara daha özenli, alt gelir grubundan olan, proleter çocuklarına ise hamamböceği muamelesi yapmıştır.
2. Öğrencilerin başarısızlıklarını asla kendi üstüne almamıştır. Öğrenci dersinde/derslerinde iyi not alamıyorsa/başarılı olamıyorsa bu kesinlikle çok tembel olduğu içindir. Öğretmenin suçu kat'a yoktur. Hatta dersini anlamayan öğrencilere gerizekâlı muamelesi yaptığı bile görülmüştür.
3. Dayak, hakaret, aşağılama eğitimin vazgeçilmezidir. Dolayısıyla "kutsal" bir meslek icra eden canım öğretmenimiz sınıfını dayakla hizaya getirdiğini düşünmektedir. Bir nesil dayakla eğitilmiştir. Bir öğrenci akıllanmıyorsa, en basitinden öğretmenin sinirlerini bozduysa, gözünün yaşına bakılmaz; düzenli ve ritmik olarak dayak atılır. Kız-erkek ayrımı yapmadığı tek konu da budur! Hatta bu tahtaya çıkarılarak yapılır ki çocuğun ruh sağlığı iyice bozulsun, daha gelişmemiş kişiliği sekteye uğrasın, gururu incinsin. Öğretmen bundan zevk alır.
4. Anlama ve anlatma özürlüdür. Öğrencinin derdinden anlamaz, ders anlatmayı bilmez. Ama kazara öğretmen olmuştur. Öğrenci dersi anlamıyorsa bu onun suçudur (bkz 2.madde). Tahtaya çıkarıp matematik sorusu sorduğu çocuk bir şey yapamıyorsa tokat atmak öğrtmenin en doğal hakkıdır. Hatta bu o kerteye vermıştır ki öğrenciler tarafından artık kanıksanmıştır.
5. Velilerden para koparmak başlıca niteliklerinden biridir. Özal hükümetinin milletimize armağanı olan "vatandaş söğüşleyen devlet memuru modeli" bu dönem oluşmuştur. Hiçkimsenin maddi durumunun bir önemi yoktur, devlet okulunda okuyor olmak ise para koparmaya çalışmak için engel değildir. "Okul aile derneği" zaten bu yüzden kurulmuştur; veli toplantıları, badana parası, gereksiz kitapların parası gibi daha sayılamayacak her şeyin masrafı veliden çıkarılır. Okula para döken ve aptal çocuğunun sınıf geçmesini bir prestij meselesine dönüştüren yurdum burjuvası ise el üstünde tutulur. O sınıfın bir tanesidir. Ona özel ders bile verilir.
6. Her seferinde "ben çocukları çok sevdiğim için bu işi seçtim" (!) demiştir; ancak özel sorunlarını bile öğrencilere yansıtmaktan çekinmez. Öğrencileri onun deşarj alanıdır.
kadınların bedenlerini hiçbir zaman kendilerine ait bulamayışlarının acıklı bir ifadesi.
doğduklarında anne ve babalarına aittir. evlendiklerinde kocalarına. ama hiçbir zaman kendilerine değil.
kadın bedeninin tasarrufu asla kendine verilmez; çünkü kadın ataerkil toplumda mülkiyet ve değişim aracıdır; kadın insan değil yalnızca bir "mal" dır. Bu sebeple kendi seçimleri, kendi hayatı olamaz. Başkalarına (ailesi ve kocası, ya da çocukları) tâbi olmaya mahkûmdur. Kadının tek yaşama sebebi, soyun devamını sağlamaktır.
Bunun çok modern geçinen avrupa ve amerika toplumlarında da gözümüze çarpması aslında gerçeklerin görünenden ne kadar farklı olduğunu ispatlıyor.
Bunun türk toplumundaki yansımaları için:
"allah sahibine bağışlasın"
"karım/çocuğum değil mi, severim de döverim de."
"kızını dövmeyen dizini döver"
"at avrat silah"
Baş kahramanının Serdar Kılıç'tan özel ders alması gereken film.
Konusu güzel olan; ama hikâyesi tırt olan film ya da yaşam öyküsü. Gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanmıştır.
Hikâyedeki kahramanımız son derece idealist ve kararlıdır. Hayatındaki tüm klişeleri, ona zorla öğretilen ya da dayatılan modern hayatı sorgular ve bütün bunları reddetmeye karar verir. Doğaya, yani hayatın kendine dönmeye karar verir, kredi kartını, paralarını ateşte yakar; ve beş parasız, göçebe gibi, oradan oraya yol alır.
Buraya kadar güzel ve etkileyici. Ama filmin bundan sonrası bu arkadaşın ne kadar mal olduğunu anlatıyor.
Dikkat, bundan sonrası spoiler,
Kardeşim, madem doğayla bir bütün halinde yaşamaya karar verdin, neden doğada yaşamla ilgili kendini geliştirmeden, neyin ne olduğunu bilmeden kendini sonu gelmeyecek bir mecraya salıyorsun? Parasız bir yaşam, çok ütopik gibi görünebilir; ama aslında imkânsız değil. Türkiye'de böyle yaşayan insanlar var, biz bilmesek de. Bu durumda hangi bitki nasıl yetiştirilir, hayvan nasıl avlanır, ev nasıl yapılır, ateş nasıl yakılır; bunların hepsini bilmek ve uygulayabilir olmak zorundasın.
Adam filmin sonunda acından ölüyor yahu, biraz insaf. Mecazi değil, gerçekten acından ölüyor.
(filmde zehirli bir bitkiden öldüğü söylense de, bu gerçek sebebi değil. Yapılan otopside açlıktan öldüğü saptanmış.)
Bir insan kendini bile bile ölüme gönderir mi, bu kadar mal olunur mu yahu?
lokasyon: iş görüşmesi yapılan şirketin toplantı salonu.
insan kaynakları elemanıyla ciclista iş görüşmesi yapmaktadır.
elemanın önünde cv ve soru listesi vardır. Meslekten başlanır:
iK: Seyahat işletmeciliği okumuşsunuz, neden kendi işinizi yapmak istemiyorsunuz?
ciclista: çünkü türkiye'de bu meslek üzerine üniversite okuyanların fazla şansı olmadığını düşünüyorum. turizmle ilgili bir bölüm okumak ne yazık ki türkiye'de değer gören bir şey değil. ben de kendi mesleğimle ilgili bir iş yapmamaya karar verdim. Çünkü ilkokul mezunuyla üniversite mezunu aynı kefeye konuyor bu sektörde ve feci bir sömürü düzeni var.
ik: neden? otellerde çalışmayı ya da rehberlik yapmayı düşünebilirdiniz?
ciclista: (ya sabır) gülümseyerek: ama onlar benim branşım değil, benim branşım seyahat işletmeciliği. yani yalnızca seyahat acentalarında çalışabilir, veya kendi acentamı kurabilirim. bu bahsettikleriniz için ayrı bölümler var üniversitelerde.
ik: hmm...turizm okuyanlar her işi yapamıyor mu?
ciclista: hayır. yalnızca kendi branşınız üzerinde çalışabilirsiniz. Bir kardiyoloğun beyin ameliyatı yapamamasıyla aynı şey (artık daha nasıl anlatılır bilmiyorum)
ik: peki bizim firmamızı neden tercih ettiniz?.... diyerek kafa ziken sorulara devam edilir.
Türkiye'nin her an her yerinde maaşını aldığı halkına dayak atmak, itip kakmak, hakaret etmek, sövmek gibi tüm davranışları sahip olduğu yetkiyi kullanarak yapan ve adına polis denen kişilerin metrobüste yolculuk eden iki gence yaptıkları harekettir.
Ekim ayında gerçekleşen olay yargıya taşındıktan sonra, kadın döven izmirli polislere uygulanan cezanın benzeri buradaki polislere de uygulanmıştır. kısacası dayak yiyen ceza almıştır, polise de sembolik bir ceza verilmiştir.