üniversite tercihlerini yaptığım yıl. o zamanki puanımla boğaziçi bilgisayar programcılığına girebiliyordum ama, orası 2 yıllık diye gittim 4 yıllık işletme yazdım. hay kafama s.çayım.
yüksek lisans için başvurma gafletinde bulunduğum ve oradan koşarak uzaklaştığım üniversite.
eziyetli yolculuğumu kısaca anlatacak olursam; kırklareli, tekirdağ'a 1 saat uzaklıkta olmasına rağmen, direkt vasıta yoktur. dolayısıyla, önce edirne arabalarıyla babaeski'ye gittim. oradan istanbul yoluna, yolun kenarına minibüs bekler gibi çıkıp, istanbul'dan kırklareli'ye giden bir otobüse bindim. muavine de beni kırklareli üniversitesinde indirmesini tembihledim. allahtan yanımda birisi daha varmış oraya giden. kırklareli'ye varmadan bizi yolun kenarında indirdiler.
bir tane toprak yolun önünde tabela vardı. o toprak yoldan yürümeye başladık. yol üstünde şantiyeler, yol işçileri filan vardı. bir süre sonra onlar da kayboldu tarla tokat geldi önümüze. hatta yolun orta yerinden, fi tarihinden kalma bir demiryolu bile geçiyordu, otlar bürümüş. bu arada yanımızdan herhangi bir motorlu vasıta geçmedi. şurada başımıza bir şey gelse duyan olmaz diye, düşüne düşüne yarım saat yürüdük. Ve karşımıza kampüs çıktı.
Kampüste ne bir çevre düzenlemesi, ne bir yeşil alan, her yer ot içinde. Kapısında kantin yazan bir yere girdik. Düğün salonunu anımsattı bana, hemen geri çıktık. Dönüş yolunda da önümüze yılan çıktı.
Ve, anayola kadar hiç durmadan koştuk, ilk gelen otobüse kendimizi zor attık.
genellikle, her konuyla ilgili söylediklerinde, aynı görüşleri savunan, aynı tabirleri kullanan, hatta neredeyse aynı cümleleri kuran, kendisini komik duruma düşürme olasılığı yüksek olan insandır.
yaşlı, göreceli bir kavramdır. 40-50 yaşlarındaki insanlar bize göre yaşlıdır, ve bizim onlara yer vermemiz gerekir. Ama, bu 40-50 yaşındaki yaşlılar, 80-90 yaşındaki yaşlılara yer vermiyorlarsa, o zaman ayıp ederler.
cep telefonunun ilk çıktığı yıllarda; dayım, mesajları kısa yazınca daha ucuz olduğunu zannettiği için, tmm, evt, hyır gibi cevaplar yazıyordu. nedenini sonradan anladık. swh
süpermarkette; sıradaki müşterilere, kasiyere, hatta beyaz torbada taşındığı için, yol üstündeki bütün insanlara ilan edilerek alınabilen hijyenik pedin, bakkallar tarafından hala gazeteye sarılarak satılması, olsa olsa nostalji olabilir.
ben küçükken bir film izlemiştim. filmde, kadın yataktan aşağıya ayaklarını uzatınca, yatağın altında bulunan piskopat katil, kadının ayaklarını kesmişti. çok uzun bir süre, gece tuvalete kalkarken, önce yatağın altına eğilip bakıyor, ondan sonra ayaklarımı uzatıyordum.
bu korku komple saçma olmakla beraber, şöyle bir saçmalık da var, hadi diyelim gerçekten piskopat katil yatağın altında; ben önce kafamı uzatıyorum. galiba, ayaklarımı kaybetmekten se, kafamı kessinler daha iyi diye düşünüyormuşum. *
ihanete uğrayan, paralı askerlerden oluşan bir timin, kendilerini aklama çabasını izliyoruz. bolivya'da mahsur kalan ekibe, aisha adında bir kadın yardımcı oluyor ve amerika'ya dönüp, ortak düşmanlarını öldürmelerini istiyor. yalnız bu aisha'nın bir cıdığı var. onu söylemeyeyim, sürprizi kaçar. the a team'le aynı zamanlarda çıktı. çok benzer konuları var. ikisini peşpeşe izlemenizi tavsiye etmem. konular birbirine giriyor.
bir zamanların klasik dizisi. şu an, film olarak vizyonda.
yeni kadrosu şöyle: Colonel Hannibal Smith rolünde - Liam Neeson: ekibin beyni, takım lideri.
Lt. 'Faceman' Peck rolünde - Bradley Cooper: yakışıklı, işlerini, kadınların sevgisini kazanarak hallediyor.
B.A. Baracus rolünde - Quinton 'Rampage' Jackson: kas yığını, azıcık salak, cüssesinden beklenmeyen şekilde sevgi dolu, iri yarı, zenci.
Captain H.M. Murdoc rolünde - Sharlto Copley: tam bir çatlak, kanadı olan herşeyi uçurabilir. hatta kanadı olmayanları da. mesela, filmde bir tankı uçuruyor. nasıl diye sormayın, izleyin. *
filmde, ihanete ve iftiraya uğrayan ekibin, kendini aklama çalışmalarını izliyoruz. açıkçası, şimdiye kadar izlediğim, eskisini aratmayan, en başarılı uyarlama. tek farkı, dizi esnasında B.A. biraz daha ön planda, Face daha geri plandaydı. bu filmde tam tersi olmuş ama hiç göze batmıyor.
edit: vizyonda demişim ama, daha girmemiş. ben internetten izlemiştim. adamlar aşmış demek. artık vizyona girmeden nete düşüyor.
artık aşktan ümidini kesip, yapay döllenmeyle hamile kalan bir kadının; aynı gün, hayatının aşkıyla karşılaşmasını anlatan bir romantik komedi. aşktan ümidinizi kesmeyin veya aşk herşeye kadirdir gibi önermeleri var.
yalnız hamileliğin, hem kadın hem de erkek için olabilecek kötü taraflarını da göstererek, içinizin kalkmasına sebep oluyor. her ne kadar aşkınızla herşeyin üstünden gelebilirsiniz gibi bir mantık taşısa da, insan izlerken, "hayır ben bunun üstesinden filan gelemem, çocuk mocuk istemiyorum" gibi bir düşünceye kapılıyor.
ayrıca türkçe anlamı: yedek plan veya b planı demektir.
klasik adam sandler filmlerinden esintiler olsa da, asıl olarak aileyi ve dostluğu ön plana çıkaran ve, teknolojinin aile yapısına nasıl zarar verdiğini anlatan bir film. ayrıca, gizliden gizliye, kadınların çalışmaması gerektiği gibi bir önermesi de var. bu, tek kötü tarafı.
adam sandler ve salma hayek evlidir. salma hayek, işinden dolayı ailesine ve dostlarına, çok vakit ayıramamaktadır. çocuklar ise, tam allahlıktır. ellerinden cep telefonu, bilgisayar, playstation düşmeyen, şımarık, ağzına çakılası veletlerdir.
eskiden aynı basket takımında olan diğer 4 arkadaşı da, başarısız hayat hikayelerine sahiptir. basket koçlarının ölümünü haber alırlar ve cenazede bir araya gelirler. bu vesileyle haftasonunu, göl evinde hep birlikte geçirmeye karar verirler.
böylece film başlar. çocukların doğayla ve arkadaşlıkla tanışması, çiftlerin kendi aralarındaki sorunları çözmesi, 5 eski arkadaşın dostluklarının tadına yeniden varmasını izliyoruz.
jackie chan tarafından, günümüze uyarlanarak, yeniden yorumlanan film. olay bu sefer amerika'da geçmiyor. anne ve oğlu çin'e taşınıyorlar. filmde, çin'in deli gibi reklamını yapıyorlar. çin seddi'nden tutun da, pekin olimpiyat stadına kadar çin'e özgü ne varsa, filmde kullanılmış.
ayrıca will smith'in oğlu, gerçekten oyuncu doğmuş.
bir hayalimi tam olarak gözümde canlandırabiliyorsam, o hayalin kesinlikle olmayacağına inanırım. bu nedenle, gerçekleşmesini istediğim konularda hayal kurmamaya çalışırım. gözümün önüne gelse bile, hemen başka bir şey düşünüp, aklımdan uzaklaştırmaya çalışırım. bir nevi kandırmaya çalışırım yani, olsun diye.
geçer ama deler de geçer. kevgir gibi olur kalbiniz bir süre sonra. hissedemez olursunuz ne aşkı, ne acıyı...
her aşk, yeni ve daha derin yaralar açar, eski yaraların kabuklarını da kaldırır beraberinde, kanatır inceden inceye yüreğinizi.
yıllar geçtikçe, sorarsınız "neden aşık olamıyorum?" diye. sebebi, bu yaralardır işte. ya, kanayacak yeri kalmamıştır kalbinizin, tamamı kabuk bağlamıştır, nasırlaşmıştır. ya da, sadece korkarsınız, tıpkı iğneden ve dişçiden korkan bir çocuk gibi. çünkü bilirsiniz; kanayacak, eski acılarla beraber toplanıp, katlana katlana çoğalacak acınız.