Youtube’da onedio kanalından yayınlanan program. Sunuculuğunu volkan öge nin yaptığı programda katılımcıların başlarından geçen olayları anlatmasıyla “kesin yaşanmıştır” lafını canlı canlı kurmak hedeflenmiştir.
ben her mevsim o yere üzgün üzgün giderim
o ağacın altını hep ziyaret ederim
seni elin elimde yanımda hissederim
o yeri o günleri ah anmaz olur muyum hiç
o güzel yıllar için ah yanmaz olur muyum hiç
çimenlere uzanıp hülyalara dalarım
her zaman benimlesin hep seni hatırlarım
ölmeyince kapanmaz bu hasret yaraları
o yeri o günleri ah anmaz olur muyum hiç
o güzel yıllar için ah yanmaz olur muyum hiç
ne olur bir gün orda karşılaşsak yine biz
eskisi gibi bakışsa gözlerimiz
o ağacın altında birleşse ellerimiz
o yeri o günleri ah anmaz olur muyum hiç
o güzel yıllar için ah yanmaz olur muyum hiç
no land şarkısıdır. kimsenin bilmesini istemediğiniz olanlardan. şimdilerde bu var evet. çok güzel. çok.
sen, men
bir de bu şeher
bitmeyen keder , yene payız...
küçeler ayaz , küçeler dayaz
yağış yağır
dünya ağlayır, bize ağlayır
niye ayrı düşdük, bir şeherde?
niye ele?
men tinleri seçirem
qisa fikirleri uzun eden tinleri
sen yolları keçirsen
hansı biri qovuşmamamızı ister ki?
yar yar yar...
niye bele uzundur bu yollar?
adını bilmeyenlere o ses türkiye yarışmasıyla duyurmuş kadındır. efsane sesi ve yorumu vardır. elenmiş olması ayrı şanssızlık ancak birilerinin daha bu sesi duyma imkanına erişmesi şüphesiz büyük şanstır.
uzun süre fethiye de çalışmış, bir dönem balıkesir'de de sahne almışlığı vardır.
balığı sevdiğini unutmamışım, kimi zaman belleğimdeki han'a giderken, balıkçıların önünde hala gölgen duruyor mu diye dönüp bakıyorum. seni göremiyorum tabii, görüyorsam kırmızı tablaların üstünde kulakçıkları ağır ağır inip kalkan sazanları, turnaları, ya da çinakopları görüyorum. hüzünlü bir sessizliğin içinden, gözlerime hüzünle bakıyorlar.
kimi zaman, sana diyeceklerimi tutup onlara desem diyorum, sana susacaklarımı onlara sussam, sonra sen gelip bir sazan seçsen sözgelimi, kırmızı bir çekime kapılıp gene o bakkaldan bir şişe şarap alsan ve yavaş yavaş eve doğru yürüsen... sen böyle yaptığına göre, günlerden pazardır nasılsa, gürültüsünü cumarteside bırakan caddeler upuzun serilmiş dinleniyorlardır ve zaman senin gözünde o an caddeler kadar geniştir. sen bu genişliğin içinde, sazanla sevişeceğini bilmesen de hissediyorsundur. kimseciklere göstermediğin bir sözlükte, yoklar toplamıdır çünkü bir sazan. ama sen bunu bir türlü itiraf edemezsin kendine. ben de edemem elbette; bize göre en büyük itiraf, kimi zaman gitgide derinleşen bir sessizlik kuyusunun içinden, yeryüzüne ölü bir sazan gibi bakmaktır. yalnızca bakmak.
derken eve varsan, diyorum; binlerce kez inip çıktığın merdiven basamaklarını bir kez daha çıksan. kapıyı açarken dünyanın kapılarını düşünsen ve nedir desen, kapı? sonra, kapıdan ev sözcüğüne geçecekken, birdenbire onun içinde bulsan kendini; bir koca ve baba tekrarının içinde, bulanık çizgilerle... o sırada, karın, "ne bulursun bu pis kokulu balıkta?" dese ve sen ona aldırmadan sazanı tezgahın üstüne upuzun yatırıp eline bıçağı alsan. deriden önce, karının homurtusunu sıyırıp atsan balığın sırtından. bir an dursan sonra, dursan ve balığın duruşunda çalkalanan göl kokusunu içine çeksen. bir süre, özlemle denizde geçen gecelerini düşübseb. hangi denizdi orası, desen kendi kendine, hangi geceydi, hangi dünya ve kimdim ben? o kimdi peki, var mıydı, yoksa belleğimde mi yaşamıştı? işte tam o sırada, birden kımıldasa sazan, yeşermeye başlamış bir öykü çekirdeği gibi kımıldasa ve sen bu kımıltıyı okusan. gringo, desen sessizliğin kemiklerine işleyen bakışlarınla; neredesin gringo?
o an, kabanını giyip caddelere çıksan artık, gelip balıkçıların önünden beni alsan. birlikte, düşten kaçmış iki çocuk gibi han'a doğru yürüsek.
körkütük şarapçı kesildiğim yıllarda seninle, duvarlarından geyik boynuzuna benzeyen dallı budaklı şamdanlar sarkan o alacakaranlık yerde tanışmıştık biliyorsun. titrek mum ışıklarının altında sürekli biçim değiştiren, göz deliklerine kırmızı ampuller yerleştirilmiş birçok mask vardı çevremizde; oraya buraya yorgun çarıklar asılmıştı ve bedenlerinin yarısı gölgeden oluşan garsonlar, boşlukta yüzen masaların arasında birer hayalet gibi geziniyorlardı.
hatırlarsan, biz, duruşuna düşsel gıcırtılar yakıştırdığımız tozlu bir çıkrığın dibine oturmuş, bir yandan ellerimizi belli belirsiz aydınlatan beyaz leblebiyle bira içiyor, bir yandan da masmavi susuyorduk. zamanlardan yaratılmış bir mekandaydık sanki, her şeyi aynı anda, ancak susarak yaşayabiliyorduk. gene de sen arada bir aynaya bakıyordun. kendini yokluyordun belki, hala yaşayıp yaşamadığına şöyle bir göz atıyor, masaya abanan bedenini gördükçe de kendi gözünden biraz daha siliniyordun. biliyorum, elinden gelse, her şeye karışıp başka gözlerden de silinecektin. renklerin ardına gizlenmiş bir renk gibi tıpkı. ama, silinemiyordun ve vardın. üstelik, hem aynada, hem de masadaydın. iş arkadaşlarının gönlündeydin elindeki kahverengi çantayla. onlarla birlikte şehrin her köşesine dağılmıştın; çocuğunun geçmişinde ve geleceğindeydin; karının aklındaydın, kitapçıların bilgisayarındaydın. öyle çoktun ki, yoktun.
gözlerinse maviydi, nereye bakarsan bak, iki damla deniz içini çeke çeke kendini martısızlığa vuruyordu. zaten, iki martısızdık biz; o gün han'da çalınan şarkılar şarkı değil, içimizdeki yosunların iniltisiydi. ağır ağır kum evrenleri çöküyordu içimize. bir şeylerin altında kayboluyorduk bu yüzden; han'ın önünden gelip geçen insanların sözgelimi, bir bakışın, düşlerimizi paramparça eden bir sesin, kokuşan ilişkilerin, her gün tozu alınan yalanların...
saatler sonra, poe'nun öykülerini konuşmaya başladığımızda, kum göçüklerinin kocaman karanlığı vardı sesimizde. kum kosterleri morg sokağı'na dalmıştı kuşkusuz ve garsonlar birer denizci hayaletine benzemişlerdi. han denizdeydi sanki, hepimiz, yavaş yavaş karanlık suların geleceğine doğru sürükleniyorduk.
şimdi düşünüyorum da, bizi poe'ya sürükleyen şey han'ın gizemli havası mıydı, yoksa poe'dan söz edeceğimiz için mi orayı seçmiştik bilemiyorum. gerçi, sonraki günlerde de gittik han'a, hatta bunu bir geleneğe dönüştürdük. ama, ilk günkü gibi beyaz leblebiyle bira içmiyorduk artık, herkes kendi içkisine dönmüştü. üstelik, garsonlar sana rakı bana şarap getirdikçe, geçmişteki biraların tadı hızla bozulmuştu, artık biliyorduk ki, o biralar şişelenmiş birer uzlaşmaydı.
işte, her şey bunu anlamakla başladı bence. hiç kimsenin uzlaşma anında kendisi olamayacağını düşünerek, tanışmamızı kocaman bir yalana benzetiyordum. bu durumda, şamdanlar da yalandı hiç kuşkusuz, masklar, garsonlar, o çarıklar, masalar ve sandalyeler de yalandı. hatta, han bile öyleydi. poe'ysa, yazdıklarının ne denli gerçek olduğuna bakılırsa, zaten yalandı. çünkü, biz hiç poe'yu konuşmamıştık. gringo, senin yazarların başka, benimkiler başkaydı. gene de, han dediğim han, aylarca karanlık suların geleceğine doğru sürüklenmişti. iki yolcuyduk onun içinde, sıkıntılarını giyinip kuşanmış, iki suskun yolcu... sonunda, gide gide ben kendi kıyılarıma çıktım kederimle; sense meksika'ya. artık fuentes'in düşünden kaçmış mavi bir gringo'ydun; sınırı geçecek ve bile bile ölüme gidecektin.
gittin de.
bir gün han'da buluştuğumuzda sınırın öteki yanındaydın ve her şeyi oradan anlatıyor, oradan susuyordun. bir kızı sevmiştin, düş gibi, durunca sular yürüyen, gülünce güller gülen, sesiyle ısınıp ateşiyle üşüdüğün bir kızı. sevmiştin işte, hepsi bu kadar. sonrasını anlatmadın gringo, seni yalnızca sınırı geçerken gördüm. derken, ortalık birdenbire toza dumana boğuldu ve sen atınla birlikte gözden kayboldun. gerçekten gringo muydun, doya doya ölebildin mi, yoksa o toz duman seni gene sınırın bu yakasına mı attı bilemiyorum.
han'a doğru yürüsek, demiştim gringo... sakarya'nın bira kokulu sokaklarını geçip oraya vardığımızda sen, olup biteni anlattığın yere kadar yeniden anlatsan, susarak. sınırı aşıp yeniden geri geldim ve bu yolculuk eski yerimi daha katlanılmaz kıldı, desen sözgelimi. ben de bu sözlerin altını imzalasam bakışlarımla. sonra, aynı anda han'a baksak seninle; artık yerinde yeller esen han'a, içimizi çekerek.
derken ben, hiç düşündün mü, desem sana; ya fuentes koca gringo' yu sınırın öteki yanında yazdıysa?
Bu normal bir yağmur değil, baksana, silahlanmış da yağıyor
Demek var bir husumeti senle, benle, şimdi kaçışan öpüşmelerle
Telefon aç, haberdar et bizim çocukları, boş dolaşmasınlar
Hayırlara vesile ki bu gece bu sağanak hepimizi kötü vuracak
Hay Allah, fazla da kalabalıklar, damlaların ağızlarından çıkanlar ağır
Söve söve geliyorlar, peşleri sıra da şimşekler, delikanlı gök gürültüleri
Hele bir de yıldırımı getiriyorlarsa yanlarında, işimiz bitti demektir
Sana söylemiştim: Böyle güzel, böyle bol, böyle bonkör sevişmeyecektik
Olduğumuz gibi kalacaktık, öyle, yalnız, birdenbire değişmeyecektik
Seller, fırtınalar, girdaplar de yağmurun sıkı arkadaşlarıdır, yandık
Sabaha çıkmadan hepimiz başka başka yerlerde boğulur gideriz
iyisi mi dobra dobra duralım altında, kabullenelim, artık ne olacaksa olsun
Islanmak ölmekse senle beraber eğer, ölümümüz tufanın elinden olsun
Her kıyamette sen benden, ben senden doğuyoruz ya inadına
Sevgilim, yeni yaşımız dosta düşmana kutlu olsun
geyikli tayt ve geyikli kazak furyasından sonra geyik serüvenine yeni bir soluk getirilen, modanın en son vazgeçilmezlerindendir. geyikseverlere hayırlı uğurlu olsundur.
meyledecek başka bir şey kalmamış gibi akneye meyletmiş cilttir. üstelik bu durum istem dışı gelişmektedir. o akneye sürekli bir meyil söz konusudur. *
Oldu da çirkin uyandın bir sabah.
Avuçlarının içinde bir uğultu.
Bedeninde bir elveda ve beden dilinde avuntu.
Ruhunda kara kalem bir desen.
Savaş yerinde ortancalar ve ortasında bir de sen.
Oldu da çirkin uyandın bir sabah.
Pencerenin pervazında edepsiz aylak martılar.
Gökyüzünde şiir olur yerine yalnız gezen şarkılar.
Oldu da çirkin uyandın
Olmaz ya, oldu.
Ateş böcekleri umarsızca gönül koyar gündüze.
Hele gürültülerin de varsa özlem duyan sessize.
Dile gelmiş naftalin ve yaramaz tebeşirler şehrinde.
Oldu da çirkin uyandın bir sabah.
Yanlış bir şey düşünme.
Yanında ben varsam ve şiirim varsa düşünde,
Olmaz ya, oldu
Sen ılık ol üşünme!
Sen çirkin uyandıysan,
Dünya başka biçimdedir.
Güneştedir, dündedir varsa hata bugündedir.
Oldu da çirkin uyandın bir sabah.
Yanında ellerim ve dost arayan bir çift göz.
Sarhoşsam da söylerim;
Ne olursa sözüm söz!
Oldu da çirkin uyandın bir sabah;
Bilirim o sabah ellerin tutmayacak.
Sen düzelene kadar o yatakta
Yanında kimse yatmayacak.
Oldu da çirkin uyandın bir sabah;
Ne olursa sözüm söz!
Sen güzelene kadar o güneş,
Bir yol buldum sana.
Kolayca büyü diye.
Önce emekle
Ve sonra yürü diye.
Biz alışmışız seninle sevişmeye telaşla.
Tenimizle, bedenimizle, kanımızdaki Rh'la.
Bir mezarlık buldum sana.
Yaşamaktan korkma diye.
Ölümün öldüğü yerde ölmekten kaçmak niye?
Okuduğun kitap ol,
içtiğin su.
Bir kabiliyet ol çocukken edinilen.
Bir damla yağmur ol her yere yağabilen.
Bir çift eldiven buldum sana,
El ele tutuşmaktan utanma diye.
Nerede bir ışık hüzmesi görsen güneş olacaktın.
Nerede ay görsen sen iki kere parlayacaktın.
Sen başka kucaklarda uyuyup uyanmayacaktın.
Bir amaç buldum sana.
Sebebiyetken sebepsiz olma diye.
Soruyken cevapsız kalma,
Kendini hep haklı sanma diye.
Bir ilk bahar buldum sana.
ilk günlerinde gösterişsiz bir koza.
Ruhunda kelebekler uçuşacak biz yaklaşırken yaza.
Bir zamir buldum sana.
Adı da "sen".
Ne güzel "biz" olurduk sen terkedip de gitmesen.
Bir son buldum sana.
Adı elveda.
Baştan sona tekrar oku bu şiiri.
Daha da yazmam sana...
sinir olduğum atasözü varsa işte o da budur. dağ sanki kötü bir şeymiş gibi. dağ gibi güzel şey var mı. tilkisi orda, bıldırcını orda. hangi bağda özgürce dolaşan bir yabani hayvana denk geldin. dağ sanki kötü bir şey. hayır bir de dağ hep oradaydı. sen onu bağ yaptın. hem dağın dağlığını elinden al bağ yap, hem de dağı beğenme. kusura bakma ama senin bağının üzümü de yenmez. surat yaparsın. pis bir insansın sen belli. hem kurdun kuşun yaşam alanını kendine tahsis et, hem de... ye ben lan neyse bir şey demiyorum.
sibel özman romanıdır. ilk gençlik döneminde okunmuş, hatırda kalmıştır.
kitapta geçen şiir:
Her sonbaharda olduğu gibi yitirdiklerimin özlemiyle,
Tavan arasına çıktım yine,
Eski fotoraflar, geçmiş yılların öyküsünü; hatırlatsın diye...
Annem! Yüzüne baktıkça, pembe beyaz bahar dalları açardı gönlümde.
Gözlerinin maviliğinde; uçsuz bucaksız okyanustayım... Sanki yelkenli bir gemide.
Kucağında ben varken fotoğraflarda; o hep gülümsemekte,
Bahçemizde, akşamsefalarının önünde.
Sonraları... Elimden tutmuş, beni yürütmekte.
Birlikte sulardık akşamsefalarını, keyifle...
On yaşındaydım, düşünüyordumda belleğimde...
ilköksürüklerini duymuştum bir sessizlikte...
Mavi gözlere çakmak çakmak bir eda geldiğinde,
Akşamsefaları da çiçeklerini yitirmiş, tohumlarını dökmekte...
Ertesi sene dediler ki:
''Annen cennette!''
Biliyorum kokmaz akşamsefaları pembe, beyaz, sarı! Yine de...
Koklardım onları; annemin özlemiyle.
Ve Tanrı, büyüktür elbette...
Doldurdu anne kokusunu, az da olsa gönlüme...
Bir fotoğraf daha var elimde,
Okul önlüğüm üzerimde, yine akşamsefalarının önünde.
Babam yangın yüreği, soluk benzi ile,
Beni okula götürmek üzere.
Ne yazık akşamsefaları yine... Tükenmekte
Kaybolan anne kokusu ile birlikte.
Hızla geçerken seneler, babam ve ben elele...
Yine akşamsefaları, güneşe doğru bir döndüğünde
Dediler ki:
''Baban'da annenin yanında cennette!''
Ben artık genç olmuşum ama yine de
Akşam üzeri, mezarlıktan geldiğimde
Kokladım akşamsefalarını gönlümce.
Pembeleri annem, beyazları babam kokar belki diye....
istemedim sarıları, içimde biriken isyan seliyle,
Yoldum attım hepsini gökyüzüne.
Yalnızım artık fotoğrafalarda ya da sadece bir kelebekle,
Ama yine akşamsefalerının önünde, bahçemde...
Yaşamın boş bir yerinde; kalbimde hapsolmuş sevgilerle,
Bir melek gördüm bir gün, akşamsefalarının önünde.
Annem sandım belki de...
işte fotoğrafı elimde...
ONU iLK ÖPTÜĞÜMDE AKŞAMSEFALARININ ÖNÜNDE.....
Anladım ki, sarı açan akşamsefalarını yolmamak gerekmiş gerçekte.
Bir fotoğrafta, birlikte suluyoruz akşamsefalarını; eşim Melek'le,
Özlediğim mutlulukları onunla yaşıyorum birlikte.
Şu fotoğrafta ise, yavrumuz ile sevgiyle,
Ninnisini söylüyor Melek, gönlünce,
Yavrumuz büyürken geçen günlerde..
Annemle babam, görsünler diye cennette...
O, koşup oynuyor akşamsefalarının önünde,
Ben ve Melek içiyoruz demli çayımızı göz göze.
Ama yine bir fırsat gelince elime,
Kokluyorum akşamsefalarının pembelerini annem, beyazlarını babam diye...
Hem de sarılar kıskansa bile...
Yalnız, eylül geldiğinde... Kalbimde ince bir sızı ile
Tohumlarını topluyorum akşamsefalarının özlemler içinde,
Minik elleriyle, yavrum bana yardım ettiğinde
Çekmiş Melek fotoğrafımızı, işte elimde.
Galiba yine o günlerde
Akşamsefalarının açmasına daha var diye,
Bir kadeh mey elimde; efkarlar gönlümde.
Melek şikayet etse de
Artık fotoğraflarda hep bir kadeh var elimde.
Yıllar birbirini kovalıyor elbette,
Kadehleri birbiri ardına devire devire
Akşamsefalrının tohumlarını bile
Toplayamaz hale gelmişim bugünlerde.
işte bu fotoğrafta, Melek topluyor tohumları o sene...
Şimdi en güzel fotoğraf elimde...
Yavrum damat kıyafetiyle, yanında gelinimle
Bu mutluluk selinde bile
Melek artık şikayet etmese de
Kadeh yine elimde.
Bu seferde yavru kuş yuvadan uçtu diye...
Saçlarımıza aklar düştüğünde, bu fotoğrafta açıkça görülmekte,
O sıralar Melek, yavaş yavaş erimekte.
Bir sabah güneşinde, akşamsefalarının çiçekleri büzülmekte
Sanki kıvranıyorlar acı içinde.
işte o saatlerde, Meleğim göçmekte
Eli elimden düştüğünde
Dışarıdakilere dedi ki:
''O şimdi cennette...''
Şimdilerde kadehim hep elimde.
Pembeleri annem, beyazları babam, sarıları Melek diye,
Akşamsefalarını koklamaktayım yine
işte fotoğraflar elimde...
Tavan arasından inme vakti geldi de,
Gözyaşlarım kurusun diye bekliyorum belki de.
Sonra ineyim de
Akşamsefalarının tohumlarından toplayayım yine...
Gerçi vasiyetim var bilseler de...
Toplayıp tohumları, koyayım göz önünde bir yere,
Pembeleri annem, beyazları babam, sarıları Melek'se...
Ben de akşamsefalarının tohumları olacağım belki de...
Dibine kezzap dökseler bile, yeşereceğiz her sene...
başkaları için yaşıyorsun;
kendin için değil...
oruç tutuyorsun sevgi yoksulları için;
oruç sana kalıyor; kimsesiz sevgin, onlara...
herkes bildiğine koşuyor;
sen kendine bile 'başkası' kalıyorsun...
imam nikahı kıyıyorsun kim istese;
aşk, sana; nikah, onlara düşüyor...
seni hep sevsinler diye,
boynunu onlara uzatıyorsun.
duayla okşuyorlar boynunu,
acı çekmeyesin diye...
boynun onlara kalıyor,
acı bıçak, kimsesiz ömrüne...
kalbim kalbini seviyor;
çünkü aşk, gözlerini geç kalmış, mavi bir ölümle avutuyor.
Esrikliğin kadın kokusundan, tütünden ve ıslak sokaklardan;
Ve arzuların ihaneti, kutsal sularda arındırıyor...
Yaşam, şiir olup sızıyor teninin gözeneklerinden...
Tutmuşsun çocukluğun bir elinden,
Geliyorsun...
Oysa, bir eli de bende o çocuğun; bilmiyorsun...
Çünkü birbirine karşı durmuş iki küçük ayna parçasıyız seninle...
Avucundaki o aynada, saatler hep geçmişe kurulmuş...
Çünkü, yaşadığım seyreltilmiş hayatındır; bu kez sana sunulmuş...
Yarım bıraktığın boşlukları doldurarak geliyorum...
Kapanmış yaralarını acemice kapatarak geliyorum...
Olur olmaz yerlere tuttuğum ışık, geçmişin karanlığına sığınmış anılarını huzursuz ediyor.
Belki bu yüzden, kalbin, kalbimin kapılarını birer birer çarparak, gitmek istiyor.
Ellerinle örtüyorsun, elimdeki aynada yansıyan gözlerini...
Avucundaki kırık aynada, geçmişe kurulu bekleyen saatler;
Avucumdaki kırık aynada, geleceğe kurulu duran saatlerin belki de iz düşümleri...
Gelecekle yanılsama karıştıkça birbirine,
Uzatsak da ellerimizi başka saatlere;
Hep aynı zaman tozları savruluyor, suskun aynalarımızdan...
Sen, ellerinle örtüp gözlerini;
Kalbimin kapılarını çarptıkça birer birer;
Sular yükseliyor içimde...
Sular gittikçe derin...
Kalbim boğulmak üzere...
Çünkü seviyor kalbim kalbini...
Kalbim...kalbini...
Kalbim...kalbini...
Kalbim...kalbini...
sevda başka,sevgi başka.
farkı anladım en sonunda.
aşka adım eskisi gibi değil .
geri gidiyor.
hem seni hem kendimi üzmek.
verdiğimiz sözlere ihanet.
bir zamanlar aşkı taçlandırdık.
ama o krallık şimdi yıkılıyor.
laf aramızda aşka küstüm ben.
ayrılık başa gelince zaman son sözü söyleyince.
yaralarını sarana dek,birbirimizi anmışız günahkar.
laf aramızda aşka küstüm ben.
suçlamam kimseyi diyemem sebebi sen.
bir yürek kabuğuna çekiliyor yavaş yavaş, adım adım.
sevgi başka ,sevda başka.
farkı anladım en sonunda.
laf aramızda.