Şişlide bir güzellik merkezi. Burdan epilasyon için 1 yıllık paket satın alıp gitmiştim. Çok pişman oldum buraya para verdiğime, kullandıkları eski yöntemler ve eski makineler yüzünden kıllar dökülmediği gibi çektiğim acı da yanıma kar kaldı. insanları salak yerine koyuyolar akıllarınca. Parayı baştan alıyorlar ki sonradan cayamasın kimse diye.
hemen parti kurup ilk seçimlerde boyunun ölçüsünü almasını istediğim zatı şahane. senin gibi ne merkez sağcılar ne solcular birleşmedi ne yeni türkiyeciler kurulmadı değil mi? peh..
dün, tam metnini hatırlayamadığım eğer akp kapanmazsa gerilim düşer mi tutuklamalar biter mi tarzında bi laf etti. merak ediyorum hala deniz baykal'dan ve chp'nin sosyal demokrat duruşundan şüphe edenler var mı diye.
gazeteci : efendim suçunuz nedir neden götürülüyorsunuz? sinan aygün : suçum atatürk'ü sevmek.. bir polis memuru : ama kasanızdan çıkan 3 milyon euronun hiçbirinde atatürk yoktu!!
hem tutuklan hem de memurdan ayarı ye, olacak iş değil.
Tuncay Özkan'ın Kanaltürk'ünün satışı Türkiye'de yaygın görünen bir gerçeği bir kez daha hepimizin gözünün içine soktu. O da bu ülkede herkesin ama herkesin bir fiyatının olduğu. Aylardır "Biz kaç kişiyiz" diye başlayıp, ardından mitinglere varan laiklik çabaları, ulusalcılık çıkışları, muhalif bir mecra olma çabasından vazgeçmenin bedeli 25 milyon dolarmış demek ki.
Tuncay Özkan, bu ülkede pek çok kurumla beraber Fethullahçılar'la da savaşacağını deklare etmiş bir isim. Profesyonel dünyada her türlü alışveriş olabilir elbette, ama o zaman da insanın altından kalkamayacağı sözler vermemesi gerekir.
Şimdi bu kanalın izleyicileri -sayıları kaç olursa olsun- kandırılmış olmadı mı? Onlara ihanet edilmedi mi?
Doğrusu, Tuncay Özkan'ın kişisel tarihine bakıldığında hiç mi hiç şaşırtıcı değil bu durum.
Kimdir bu ünlü gazeteci?
Mesut Yılmaz'la ilişkilerinin medyada bulunduğu görevlerde faydasını görmüş, onunla gazeteci-siyasetçi arasındaki mesafe sınırlarını fazlasıyla zorlayan bir dostluk kurmuştu zamanında. Ne zaman ki Yılmaz siyaset sahnesinden silindi ve etkinliği kalmadı, bu Tuncay Özkan için de sonun başlangıcı oldu.
Kendisi, iktidarla yükseldiği için iktidar değişikliklerinde de ilk olarak ondan vazgeçebileceğini kaldıramadı.
Tuncay Özkan'ı en iyi anlatan olay ise bir zamanlar "Baba" deyip önünde eğildiği, elini öptüğü Aydın Doğan'a o gruptan ayrılır ayrılmaz saldırmasıydı. ihanet mi profesyonellik mi, karar size kalmış.
Benim için en şaşırtıcı olan Tuncay Özkan'ın geçen aylarda Star yazarı Şamil Tayyar'la girdiği polemikti. AKP iktidarına kadar adını duymadığımız Tayyar'ı özellikle Ergenekon kapsamında içeriden istihbarat almakla, dezenformasyonla suçladı Özkan. Çok büyük ihtimalle bu suçlamalarda haklılık vardı, Tuncay Özkan'ın bu sözlerinin üzerinde ciddiyetle durulması gerekiyordu. Ben o zaman hep bu tartışmaları "Kendinden biliyor" diye yorumladım. Çünkü bugün Tayyar'ın yaptığını eskiden Özkan yapıyordu, pek çok istihbarat ona akıyordu.
SIRTINI BAYKAL'A YASLADI
AKP iktidarı, istese kolaylıkla Tuncay Özkan'la da uzlaşabilirdi aslında. Belki ihtiyaç duymadılar, ne de olsa kendi adamları vardı kolaylıkla buralara yerleştirecekleri.
Tuncay Özkan da sırtını Deniz Baykal'a yasladı. Deniz Baykal o kadar çaresiz, o kadar sevilmeyen bir siyasetçi ki kendisine medya gücü olsun diye balıklama atladı Özkan'ın üzerine. Hep beraber Türkiye’de CHP-MHP iktidarı kurulacağı yanılsamasıyla avundular.
Tabii bu arada Tuncay Özkan kendisini solun yeni lideri olarak da sunmaya başladı. Çeşitli yerlerde bu defalarca dillendirildi, o imaj yaratıldı. Ama Baykal'ı kimse deviremedi, Tuncay Özkan ve adamlarının parti içinde genişlemesinin de önünü kesti.
Bu arada Tuncay Özkan hakkında başka başka iddialar da ortaya atıldı. Mesela Ergenekon kapsamında gözaltına alınacağı. ilhan Selçuk'un gözaltına alınmasının ardından epey yaygara kopardı. Yine savaşacağını, pes etmeyeceğini söyledi durdu.
ikna edici miydi, inandırıcı mıydı? Bilmiyorum.
Sadece şunu biliyorum: Kanaltürk'ten uzun zamandır kurtulmak istiyordu Tuncay Özkan. Borçlarını ödeyemez hale gelmiş, kendisini döndürememişti. Daha evvel Ciner Grubu'na da satmaya kalkmıştı, ama incelendiğinde bunun kârlı bir satış olmayacağı anlaşılmıştı.
ÖZKAN BÖYLE BiRiSi
Koza-ipek grubuna satılması ise manidar. Bir kere Özkan'ın "karşıt cephe"ye koyduğu bir yerden geliyor Koza-ipek. Onlar bu kanalı alarak "laik cephe"ye büyük bir gol attılar. AKP iktidarıyla çok büyüyen "yandaş medya"ya bir halka daha eklendi böylece.
Belki de Tuncay Özkan'ın yeni dönemle ve sistemle uzlaşma ihtiyacının sonucudur bu pazarlıklar. Belki korkmuştur, o gözaltı iddialarından mesela. insanız sonuçta, anlaşılabilir bir şey bu. Bu ülkede mücadeleye değmediğini, muhalefete prim verilmediğini düşünmüş olabilir. Hepsi kabul.
Ama bütün bunlar da çok iyi niyetli düşüncelerim benim. Keşke gazetecilik sicilini iyi bildiğimiz Tuncay Özkan için bu kadar insani sebepler geçerli olsaydı.
Bana göre bu satış, Tuncay Özkan'ın kariyeri boyunca yaptığı sözleşmelerin bir devamı, bir uzlaşma işareti. O da böyle birisi, ne yapalım.
dinledikçe güzelleşen, güzelleşen, güzelleşen albüm. bu adam nasıl başarıyor böyle albüm yapmayı çok merak ediyorum. gerçi bu adamın eski albümleri de hep sonradan sevilmiştir, bu yüzden yorum yapmak için acele etmemek gerekir. bakalım dinledikçe daha neler getirecek albüm..
daha önceleri pek beğenmediğim ikimizi anlatan bir şey albümünü şimdi beğenerek dinlememe neden olmuş albümdür. her zaman gelen gideni aratıyor nedense.
yıllardır söylüyorum toplu taşıma araçları trafiğe takılmayacak şekilde yolculuk etsin, mesela emniyet şeridini kullanabilsinler. yaklaşık on senedir istanbul trafiğindeyim şimdiye kadar emniyet şeritlerinin doğru dürüst bir nedenle kullanıldığını görmedim, sahte vipler hariç tabi. mesela ambulanslar -emniyet şeridine en çok ihtiyaç duyanlar-, onları ne zaman görsem hep en sol şeridi kullanırlar.
trafiğe takılmayan bir toplu taşıma her kesimden insan için gayet cazip bir ulaşım şekli olur. bu da toplu taşımaya yönelik eğilimi artırdığı gibi trafiği de bir miktar olsun rahatlatır.
genel manada güzel bir albüm olsa da ne bpg'nin ve hatta ne de romantizma'nın yanına bile yaklaşmayacağını tahmin ettiğim albüm. nerede o eski cümle mühendisi dedirtiyor insana. bu adam kendime sarılır donarım diye bir şarkı yapmış adamdır ve bu yüzden ondan çok daha fazlasını beklemek hakkımız.
özellikle cümlelerdeki mana derinliği açısından bir miktar hayal kırıklığına uğradım. albümde çok fazla düz cümle var, oysa ki bir romantizma'da tam tersiydi. 'kimlik kayıplarınızı gazete ilanı yapın, somutlaşın!' diyen adamla 'beyler bayanlar merdivenden kayanlar' diyen adamın aynı adam olduğuna inanmak zor. bir başka dikkatimi çeken husus da bazı müziklerinin taverna müziğini andırması, keşke bunlar olmasaydı diye düşündüm ilk dinleyişlerimde.
yalnız her şey bir kenara yine de dinlerken sago yine yapmış dedirtiyor adama. ayrıca birçok arkadaşımızın da belirttiği gibi dinlendikçe açılması gibi bir özelliği var albümün. her dinleyişte yeni şeyler fark ediyorsunuz. özellikle dini açıdan güzel manalar ihtiva eden cümleler. o yüzden tekrar tekrar dinlemek gerek.
Türkiye'yi bekleyen 2 TEHLiKE !
Bu sınavdan eğer çakarsak, emin olun, Türkiye'yi çok büyük bir kaosun içine iteriz.O zaman ne mi olur? Hasan Cemal sorunun cevabını yazdı.
Bir tek sorun var: Türkün demokrasiyle imtihanı!
Bu satırları uzaklardan yazıyorum. Bir düşünce kuruluşundaki "Türkiye, Kürt sorunu ve Kuzey Irak" konulu toplantıya katılmak ve iki konuşma yapmak için Amerika'nın başkentine geldim.
Gazeteci olarak öncelikli görev herhalde Türkiye'deki son siyasal gelişmelere ilişkin Washington'un havasını yansıtmaya çalışmak olmalıydı.
Bunu biliyorum.
Ama sabahın köründe kalkıp internetten basınımızı gözden geçirmeye başlayınca, Washington'daki değil, bizdeki hava doğrusu daha ilginç geldi. "Askeri ve hukuki darbeler çözüm değil!" dizisini bir gün daha uzattım.
Kaç gündür izliyorum.
Kimileri memnun, AKP kapatılacak diye...
Kimileri açık vermek istemiyor. Parti kapatmanın doğru olmadığını, yarım ağız şöyle bir belirtip, yan cebime havası atıyorlar.
Kimileri, bugünden timsah gözyaşı dökmeye hazır. Kapatma davasından dolayı -CHP lideri Baykal gibi- üzüntü beyan ederken, 'Yargıya saygı!' klişesiyle asıl arzularını saklamıyorlar.
Kimileri, nedense "Yargıyı yıpratmayalım!" klişesini çok sevmiş; anlaşılan böylece 'hukukun üstünlüğü'nü savunduklarını sanıyorlar.
Kimileri, parti kapatılmasından yana gözükmek istemiyor, ama "Hırsızın hiç mi kabahati yok?" diyerek vicdanlarını rahatlatırken, bilerek ya da bilmeyerek siyasal oportünizmin oyununa geliyorlar.
Kimileri de, "Hay Allah, yine seçim sandığında AKP'ye yarayacak!" diye bakıyorlar meseleye; demokrasi hiç akıllarına gelmiyor.
Oysa, bir tek sorun var:
Türkün demokrasiyle imtihanı!
Bu sınavdan geçecek miyiz?
Türkiye'yi siyasal partiler mezarlığı olmaktan kurtarıp gerçek demokrasi ve hukuk devleti rayına oturtacak mıyız?
Gerçek sorun budur.
Türkün demokrasiyle imtihanı!
Bu sınavdan eğer çakarsak, emin olun, Türkiye'yi çok büyük bir kaosun içine iteriz.
O zaman ne mi olur?
Yazın bir kenara:
(1) Demokrasi sınavından çakan bir Türkiye, çok daha beter biçimde bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
(2)Demokrasi sınavından çakan bir Türkiye, çok daha beter biçimde radikal islam'ın oyun alanı içine girer.
Farkında mısınız bu tehlikelerin?
Bu iki tehlikenin, yani bölücü ve radikal islamcı akımların Türkiye'de güçlenmesini gerçekten istemiyorsanız, demokrasi ve hukuk devletinin ipine sıkı sıkıya sarılın.
Ve AB yolunu kapatmayın!
Türkün demokrasiyle imtihanı budur.
'Yargıya, hukuka saygı'dan söz edenlere seslenmek istiyorum.
Hangi yargı?..
Hangi hukuk?..
Bu iki soruyu iyi düşünün. Kendi ezberlerinizin dışına çıkmaya çalışarak düşünmeye çalışın, hangi yargı, hangi hukuk diye...
Hukuk değil siyaset var.
Hukuktan çok siyaset yapılıyor.
Yargı siyasallaşıyor.
Hukuk değil ideoloji ağır basıyor.
Şunu da bir kenara not edin:
Yargının içinde de demokrasi ve hukuk kavgası var.
Nahif olmayın sakın.
AKP'yi kapatma davasının öyle tek başına bir girişim olduğunu mu sanıyorsunuz?
Ben buna ihtimal vermiyorum.
Türkiye bir kez daha '28 Şubat süreci'nin içine itilmek isteniyor.
Bunun ilk denemeleri 2002 seçimleri sonrasında, AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte yapılmıştı.
Şöyle deniyordu askerin tepelerinde:
"AKP, Kıbrıs'ı satacak! AKP, AB yolunu açarak, demokrasi falan derken Türkiye'yi bölmenin ve şeriatlaşmanın kapısını açacak!"
Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanları, Jandarma Komutanları Aytaç Yalman Paşalar, Şener Eruygur Paşalar bu yüzden hareketlenmişlerdi.
Zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa bu nedenle sıkıştırılmıştı. Yeni bir 28 Şubat için 'büyük medya'nın desteği bu yüzden aranmıştı. Ama ne var ki, Özkök Paşa'dan da, 'büyük medya'dan da umduklarını bulamamışlardı.
Zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Örnek Paşa'nın günlüklerine kadar yansıyan -ve Hilmi Özkök Paşa tarafından da reddedilmeyen- darbe tertipleri (Nokta dergisinin kapatılmasına ve hakkında dava açılmasına yol açan tertipler) daha sonra Sarıkız, Ayışığı operasyonları diye basına yansımıştı.
Ertesi yıl, 2007'de ise Çankaya Savaşları başlatıldı. Cumhuriyet mitingleri, Anayasa Mahkemesi'nin tam bir hukuk skandalı olan 367'si, 27 Nisan muhtırası...
Hepsi aynı zincirin halkalarıydı.
Belki de bu zincirin adı, -demokrasi adına halen aydınlanmayı bekleyen- Ergenekon'du, kim bilir.
Evet, hukuka saygı...
Evet, yargı yıpranmasın... iyi güzel!
Ama hangi hukuk, hangi yargı?
Bunu iyi düşünün.
Siyasallaşan, siyasete alet edilen, hukuktan çok ideolojiye itibar eden, demokrasiye müdahalenin altyapılarını oluşturan yargı ve hukuk mu?..
Türkiye'de çok yaşandı bu.
Bakın, bu ülkenin yeni bir 28 Şubat'a değil, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler düzenine ihtiyacı var.
Cumhuriyet Başsavcısı'nın davasını kabul ederek ve AKP'yi kapatarak Türkiye'de yeni bir 28 Şubat'ı başlatmak isteyenler şunu çok iyi bilmek zorundalar:
Bu yolla Türkiye siyasal kaosa itilir; bu yolla Türkiye daha beter bölünme tehlikesi içine atılır; bu yolla Türkiye radikal islamcılar için çok daha kolay bir oyun alanı haline gelir.
Bu tehlikelerin farkında mısınız? Türkün demokrasiyle sınavı işte bu tehlikelere karşıdır.
Bu demokrasi sınavından geçemeyen Türkiye'de ne ekonomi dikiş tutar, ne de aş ve iş sorunu çözülür.
memati'yi ve muro'yu öldürürlerse polat'ı ve abdülhey'i de öldürmelerini tavsiye ettiğim dizidir. böylece diziyi bırakmak için elimizde fazladan neden olacaktır.
olur da güç 'diğer'lerinin eline geçerse o zaman bu gün parti kapatmayı veya darbeyi destekleyenlerin kendilerini nasıl koruyacaklarını neye dayanarak koruyacaklarını merak ediyorum. çünkü o zaman bu gün meşru gördüğünüz her şey size karşı kullanılacak. bu sistem ülkenin hiçbir zaman bir adım ileriye gitmesine müsade etmeyecek, ileriye atılan her adımda hep beş adım geriye götürecek, sürekli kendini korumak için kendi bildiğini okuyacak. bu sistem için halkın filan ne istediği önemli değil çünkü, önemli olan kendi statüsünü devam ettirmek.
her on-yirmi yılda bir tekrar eden kısır döngü yine başa sarmaya başladı..
devletler halklarının varlığını korumak ve devam ettirmek için vardır ve halkı tarafından kurulur. lakin bizim ülkemizde durum tersidir, devlet kendi varlığı için halkına her türlü davranışı meşru görmektedir. sanki devlet bütün halkın değil de belirli bir kesimin devletidir. ve hatta halkın büyük bir kısmı bu diğer kesimin refahı ve huzuru için vardır ve bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmaya mecburdur.
yönetim biraz değişmeye başlayınca da davalar, hapisler, idamlar, darbeler ile sindirip üzerine bir de güzel soğuk su iç, oh ne güzel ülke be..