**
en pahalı süpriz yumurta. rus çarlarından birinin, st. petersburg'lu bir mücevherci olan Gustav Faberge'e eşine paskalya yortusunda hediye etmek üzere sipariş etmesiyle başlayan pahalı yumurtalar. bu işi oğlu carl faberge her çar'a bir tane göndererek romanov'lara kadar devam ettirmiştir. toplam 45 adettir. bir kaç tane daha olduğu ancak kimde olduğunun bilinmediği söylenir. tavuk yumurtasından biraz daha büyüktür, değerli taşlarla süslüdür, ve içinde bir sürpriz bulunur.
avrupa'da kilisenin bilgiyi engizisyona hapsettiği çağ. cennet anahtarları satılan, binlerce kadının, bir kaç yüz erkeğin yakıldığı dönemdir. kavimler göçüyle başlamış ve istanbul'un fethine denk gelen rönesans ile son bulmuştur. (sanki şu aralar islam alemi de aynı sıkıntıları yaşıyor gibi geldi birden.)
danteconvito'sunda yaşamı böldüğü dört ülküsel aşamanın en verimlisi diye tanımlıyor yirmi beş yaşına kadar uzanan bu çağı. erdemleri de kendisi gibi vaat edici; itaat, tatlılık, utanca karşı duyarlılık ve gövdenin görkemi.
dante'nin asıl endişesi neydi bilemem ama uyarısını ciddiye almak erdemlerimden birine uyuyor: "bu yaşamın dolaşık ormanlarına giren delikanlı eğer büyüklerince gösterilmezse doğru yolu tutmayı bilemez."
dante dede belki de, gözünü traş bıçağından uzak kalmış kıllı erkekler arasında parıldayan yeniyetmelere diktiğinden, inferno'yu yazmak zorunda kalmıştır. yine de hocanın talkımına uyulmalı; ve yine kendi sınıflandırmasıyla "yetişkin"ler arasından doğru yolu tutturacaklar seçilmeli. ne olsa "cins-i latif"de dedenin tanımlamalarından.
Ne harika şey. bi yandan milyon tane refugee çocuğa yardım ederken, küresel ısınma karşıtı gösterilere destek veriyorum, körfeze sıkışmış balinaları süngerle ıslatırken bi yandan aids araştırmasına katkıda bulunuyorum. Süferman bok yemiş. O dönsün dursun dünyanın etrafında; ben bunları pc başından kıpraşmadan yapabiliyorum. Emesende i'm diyerek hem de. Tanrıyla aramdaki fark gün geçtikçe kapanıyor.
Kabala halt etsin. Nickimin yanına kız çocuğu koyuyorum; yüzlercesi ensestten kurtuluyor, okula gidip çocuk oluyor yeniden. Böyle acaip bir gücüm var. Üstelik clark kent gibi bağa çerçeveli modası geçmiş bir gözlüğün arkasına gizlenmeden yapıyorum. "ol" demiyorum, özgürlükçü ve sorumluluğunun bilincinde bir bireysellik kattım kendime milenyumla birlikte; "i'm" diyorum, yetiyor.
Posta bürünmüş modernitenin bok yediğini görüyorum, Microsoft bunun için bir icon yaratsın diye bekliyorum.
I don't know how to love him.
What to do, how to move him.
I've been changed, yes really changed.
In these past few days, when I've seen myself,
I seem like someone else.
I don't know how to take this.
I don't see why he moves me.
He's a man. He's just a man.
And I've had so many men before,
In very many ways,
He's just one more.
Should I bring him down?
Should I scream and shout?
Should I speak of love,
Let my feelings out?
I never thought I'd come to this.
What's it all about?
Don't you think it's rather funny,
I should be in this position.
I'm the one who's always been
So calm, so cool, no lover's fool,
Running every show.
He scares me so.
I never thought I'd come to this.
What's it all about?
Yet, if he said he loved me,
I'd be lost. I'd be frightened.
I couldn't cope, just couldn't cope.
I'd turn my head. I'd back away.
I wouldn't want to know.
He scares me so.
I want him so.
I love him so.
aslında ilişki denmez tek geceliğe. birbirlerine fazla ilişmez çünkü geceyi bir kereliğine paylaşanlar. 'bir gecelik' öneriyorum, isim'siz bir tamlama olarak.
"bir gecelik" birsürü şey değildir; para/seks değişimi söz konusu olmadığı için fuhuş değildir öncelikle. uzun yazma dönemleri arkasından gelen bir kavuşma olmadığından bilinen anlamıyla "aşk"a da bağlanmaz. bir gece için sözleşmeden anlaşan iki kişi arasında geçtiğinden işdeş kelime 'sevişme'kle anlatmak da sevişmeye ayıp olur (bunu hala kelime anlamının hakkını vererek yapanlar var umudundayım çünkü). ille de tanım gerekiyorsa; -aforizma tadında- "iki tenin en dürüst karşılaşma halidir" diyelim, kavga çıkmasını göze alarak.
dürüsttür çünkü beklentisizdir; karşılıklılık üzerinde yatmaz bunu yapanlar. erkek kadının mutfakta aşçı, sokakta hanımefendi, altında orospu olmasını beklemez. kadın da etkinliğin sonunda ertesi yaza yapılacak kır düğünü hayaliyle okşamaz erkeğin göğsünü sigarasını tellendirirken. ahlaklıdır.
ahlaklıdır çünkü sahtekarlık barındırmaz; failleri birbirlerini bağlayacak, karşısındakinin hoşuna gitsin diye söylenmiş büyük sözler etmezler ne önünde, ne sonunda. yaptıklarına aşk deyip yüceltmeye kalkmazlar. sabah düşünülmeden o yatağa girildiyse savunma mekanizmaları off konumuna getirilmiştir çoktan. oyun barındırmaz.
oyun barındırmaz çünkü tanışıklık yoktur; yalnız tenlerini değdirirler birbirlerine, birbirlerinin ruhlarını fethetmek kaygısından da soyunmuşlardır. üstelik öptüğü vücudun 'yabancı' olması belli terbiye kurallarını gözetmeyi de gerektirir. efendice yaparlar yaptıklarını.
kimse kimsenin öncesini, sonrasını hesaplamaz, geleceğinde yer edinmeye yönelik numaralar çekmez, yalana zorlamaz. yatarlar, kalkarlar, biter. hepsi bu!
"ömrüm oldukça seni seveceğim" diyen kadına hiçbir erkek inanmaz; hiçbir kadın da bu cümleyi gerçek kabul etmezken, üstündekileri çıkarttığı partnerinin ('eş' çok edepli anlamlar yüklenmiş bir kelime, buraya uymaz) kulağına bunu söyleyenlerden daha erdemlidir bir gece kalanlar. rahatsız etmemek için gözlerini kaçırırlar kalışları süresince, sessizliği ve tenlerini paylaşırlar ve mekan sahibi uyur numarası yaparken, diğeri bu numarayı tartışmadan yine efendice giyinir çıkar.
erdem, sabah çıkıp giderken kapıya takılmış gazete ve ekmeği masanın üzerine bırakan adamın adı değil demek istedim; anlaşıldı mı?
inancını yitirmeye gör bir kere... bir duvar olursun. bomboşluk kalırsın. kocaman, merdivensiz ve yazık; günah! her şey anlamını yitirir. yani değer verdiğin, uğruna büyüdüğün... yani belki de uğruna babanın öldüğü her şey. yani o köhne hayat, eşiğine tünediğin.
oysa sıçramaktasın... geçen yılki sen, bu sen değilsin mesela. duvara çarpıyorsun, kıyılara vuruyorsun, bir yerlerin pas tutuyor, ömrün örümcekleniyor, ama bu çok yavaş oluyor, parayla, güçle narkozlanıyorsun da hiçbir şey hissetmiyorsun.
fakat ani bir şokla bir boşluğu düşersen... yani on küsür seneyi saniyede katedersen... işte orada biter hayatının anlamı. yani hızlandırılmış bir video kaseti gibi geçer şu yaşamak dedikleri. beğendikleri yerde durur, beğenmedikleri yerlere yeni imaj, yeni görüntüler doldururlar, kendinden olursun, başka kendin olursun. kof, çirkin ve suni. Nesin sen, on dakika p'ara mı?
günümüz yaşantısı işte buna eğiyor, herkesi! yani her an, herşey olabilir. bir çırpıda hem zengin hem mutsuz olabilirsin. bütün tüm kişilikler ikiye bölünsün isteniyor. hatta biri öbürünü yesin, yok etsin isteniyor... biri etkisiz, kendi dürüst ve savunmasız çocukluğunun değerli kıldıkları, diğeri de kirlenmeye müsait, yeni şeytan yanların... ya biri ya öteki. ortası yok bu anın. Biri öbüründeyken öbürü acı çeker. öbürü birindeyken, o biri hep sevinir. kendine gelemezsin. kendinde misafirsin. hangi yanın sabaha ulaşır, hiç kestiremezsin. kimse kimseye güvenmesin ki kolay ezilebilsin, kişiliksizleşsin isteniyor. zaman kötü, kolla dürüstlüğünü!
ama biz bu savaşa hazırlıksız yakalandık. ama her şey suni. ama hiç cephanemiz yok! ne uğruna yaşamaya değdiğine sonuna kadar inanabildiğimiz bir değer, ne bir amaç.
işte bize dayatılan hayat, böyle bir hayat: bir sürekli cehennem... çok zor deniyor yaşamak, adam olmak imkansız. kendine saygı duyman için ne yaptın? hangi doğru bildiğinin peşinden koştun, yakaladın?
ama kendine bak; hala yaşıyorsun. her şey sensin. sen ise sadece inandıkların ve sahip çıktıkların. karşı çıkabilirsin. kendin ol bakayım, kendin kal! dürüst ol bakayım; enayi desinler, kızsınlar! adam değil bu desinler. ama dürüst ol! kimseye değil kendine ol! haydi bir gözyaşı bombası gibi düş hayatın içine. onlar sabun köpüğü, onların hepsi fıss.
insan çok zayıf, çok kırılgan, çok naif. Kendini bütün felaketlerden uzak görme, kötüyü kendine yakıştıramama meylinde sürekli. Üstelik de sahtekar. "kötü"lediği her şeyi başkasına yapmaya teşne iken, ona yapıldığında çaresiz, zavallı veya saldırgan.
Yalan söyleyebilir, aldatabilir, terkedebilir; geçerli bahaneleri vardır. Aldatıldığında aynı toleransı göstermek ise genel insan davranışları arasında yer almaz. Derhal bir rol seçer kendine; ya kurbandır, ya zavallıdır, ya da "o", insan değildir.
insanın otantik duygularını başka duygularla değiştirme alışkanlığında olduğunu söylüyor, kafayı başkalarının ruh halleriyle bozanlar. Kimimiz üzüntülerimizi kızgınlık olarak yaşıyormuşuz, kimimiz sevinçlerimizi bastırıp sahte olgunluk pozları sergiliyormuşuz.
En yaygını üzüntümüzü birine kızgınlık olarak yöneltmekmiş,-onlar söylemese bilmeyecektik-. Bizi üzen bir davranış sahibinden "nefret" etmek en kolay seçimimiz. nefret kendi başına güçlü bir duygu; beslendiği vücudun irade gücüyle ters orantılı. Sahibi ne kadar hakimse kendine, nefret o kadar zayıf. Taşıyan ne kadar zayıfsa nefret o kadar öldürücü.
Seni üzen üzerinde bir etki bırakma çabasının nedeni "unutulmama kaygısı" muhtemelen. incitende "iz" bırakmak isteği...
Bir bıçakla façamızı bozmadıysa, güçlü bir adam içinde zayıf kalmış nefrete hayatımızı borçluyuz yani. Ömrünce unutmayacağın bir cümle ile canına kastettiyse çok güçlü bir "öz"ü üzmüşsün demektir.*
Bir hıyarlığa yeltendiğinizde seçiminize dikkat edeceksiniz kısaca: yaranızı ve izini nerenizde istediğinize göre... ya teninizde bırakacak izini, ya tininizde. ya bir adam'ı inciteceksiniz, ya da sıradan birini... Çok boktan bir ikilem.
bireyin karşılığında bir bedel ödemesini gerektirmeyen türden haklarını kullanma serbestisi. Biraz karışık bir kavram.
Özgürlüğün insanın yapma hakkı gibi, yapmama hakkını belirtmek için fraksiyonlaştırılmış hali aslında. Bireyin eylemsizlik hakkı. Müfredata ve mevcut eğitim sistemine inanmayanların çocuklarını okula göndermeme, seçimlerde oy kullanmama hakkının olması gibi.
Ama birçok sosyolojik çıkmaza gebe paradoksa neden olabileceği için demokrasiyle çelişiyor; koca dayağına gönüllü katlanan eşler, kayıt dışı çalışmayı kabul eden işçiler, ya da daha felsefik bir yaklaşımla isteyerek köle kalmak isteyen kişilerin bu haklarını kullanabilmeleri gerekiyor. ama bunu yaptıkları zaman aslında -tanım gereği- özgür olmuyorlar.
Gerçekten özgür bir bireyin ötenazi, uyuşturucu kullanma, çocuğunu okula göndermeme hakkı da olmalı... diyor negatif özgürlükçüler. (işleri güçleri kafa karıştırmak)*
dönemin komik çevirisiyle aslında: kırmızı urbalılar. teksas'ta çelik bilek ve arkadaşlarının "asi" kadrosunda alayını birden un-ufak ettikleri ingiliz askerlerini tanımlıyordu.
kafalarında perukaları vardı bu askerlerin, ve kardinallerinkine benzer sivri, yarı konik tuhaf miğferleri. daracık pantolonlarını tozluklu çizmelerinin içine sokmuş olurlardı. ceket dedikleri de arkası yırtmaçlı ve yırtmaçları düğmeli jaketatay türü uzun bir şeydi. çeviriyi yapan abinin "urba" diye aktarmış olmasına şaşmamalı... öyle askeri kıyafet mi olur?
amerika'nın zagor'unkinden başka balta görmemiş ormanlarında bir avuç -onlara göre patriot, eski emperyalist ingilizlere göre "asi"-nin peşinden kıpkırmızı ceketlerle gidersen olacağı odur.
yüzyılların emperyalizminin amerika kıtasında bir avuç future emperyalist tarafından galebe çalınmasının tek müsebbibi bu rüküş urbalardır. (Kraliçe kusura bakmasın.) *
ilk kez iki latin kökenli amerikalı gazeteci tarafından kullanılan terim.
Tanımlamasını da kendileri yapmışlar; en iyi oğul Bush tarafından temsil edilen köktenci, politik bir düşünceyi anlatsın diye saldırgan askeri bir tutum sergileyen, (cumhuriyetçi olmayan abd'lilerin fikri) hükümeti dünyanın en sömürgeci ve çevre düşmanı şirketlerine teslim eden siyasetçileri tanımlamak için bu ailenin adını kullanmaya karar vermişler. (sandinista çağrıştırıyor)
bushist de diyorlar ama sonuna -ist eki alınca bush ailesine haketmedikleri bir zeka atfetmiş olmaktan ürkmüş olabilirler.*
konu uzun. insan ilişkilerinin gönderilen ve alınan temas iletileri* üzerinde kurulu olduğu kuramına dayanıyor.
doğumumuzdan itibaren aldığımız mesajlarla oluşturduğumuz kişilik "özerk" olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, ilişkilerimizi sembiyotik olmaya o kadar itiyormuş. Bağımlılık ihtiyacıyla yanıp tutuşur hale geliyormuşuz.
Öğretilmiş kadınlık bunun en sık gözlenen örneği. "ben tek başıma nasıl yapayım" mesajı gönderiyor kadın etrafına ve bir "erk"ek tarafından algılanmasını bekliyor. Bu öğretilmiş erkekliğe iyi çalışmış "normal" erkek tarafından tercih edilen bir ileti. "Yeterince bağımsız bir kadın değil, bensiz varolamaz" mesajı ileten kadın "normal"e uygun olduğu için arzulanabiliyor.
anne-çocuk ilişkilerinde annenin de sıklıkla içine düştüğü acz durumudur. Kendini çocuğu için feda etmiş görünmek, toplumun da desteklediği bir davranış biçimi. Zaman içinde çocuk birey olamadan, sembiyotik ilişkide roller değişir, bu kez anne çocuğu olmadan kendini hiç hissetmeye başlar. Yatılı okula, askere, çalışmak için başka şehre hatta başka kadının koynuna gönderdiğinde "yarısı" kopmuş gibi hisseder kendini. Bunun çocuğuna duyduğu sevgiyle ilgisi yok(muş). Kendi varolma problemini iki kişiye bağlamışlığın kolaycılığı sadece.
Hep söylüyorum: 'normal' kabul edilen sorgulanmalıdır. 'bir' olmayı öğrenemedikçe ve 'farklı' olmayı göze alamadıkça ne kendimize, ne başkasına hayrımız olmayacak.
insanın yemek-içmek kadar ihtiyaç duyduğu düşünülen iletişim, eyleşim, en temel insan sorunu olan varlığın onanması ihtiyacı.
bebeklikte fiziksel olanlarına duyulan ihtiyaç, kişi yaş aldıkça, psikolojik açlığın bastırılması yönünde değişiyor. karşılaştığımız her insanla her alışverişimizi temas iletisi diye adlandırıyor eric berne. Sözlü her iletinin beden iletisiyle desteklenmesi gerekiyor. Bazen samimi oluyor bu iletiler, bazen gizil iletiler taşıyorlar.
azlığı her tür psikiyatrik sorunun sebebi, yokluğu ölüme kadar götürür diyorlar. insanın kısıtlı yaşamlar sürdüğü vakitlerde kendi anıları, fantazileri ve fikirleriyle kendini besleyebileceğini de öngörüyorlar.
aslında bilmediğimiz bir şey söylemiyorlar. "Yaşarken maruz kaldığınız her şeyi kabullenmek zorunda değilsiniz. Herkesin istediği gibi olmak mecburiyetiniz yok. 'Yazgı' dediğiniz şeyi kendiniz belirleyebilirsiniz, siz seçimlerinizden ibaretsiniz. Anne-babanız bile onları oluşturanların eseridir. Her söylediklerini itaatle kabul etmeniz, kişiliğinizi onların söylediği kadarla sınırlamanız ilerde başınıza işler açar, hiçbir zaman 'sen' olmadan yaşayıp ölebilirsiniz... hafazanallah." diyorlar.
sözlükteki diğer birçok yazar gibi buradan başka sözlüklerde de accountu olmuş, olan bir uludağ sözlük kullanıcısı tarafından zırt-pırt* yaşanan abuk, mesnetsiz, saçma, anlık hezeyanlardan öteye gitmeyen dalgalanmalardan şiddetle sıkılmış olmakla açılmış başlık. (bugün geçince kafasına göre işler yapan moderatör arkadaşlardan birinden entryi uludağ sözlük moderasyon keyfiyeti başlığına taşımasını rica edeceğim, kesin yaparlar.)
ben bu kadar zavallı görünebilecek bir moderasyon tavrı ile hiçbir sözlükte karşılaşmadım. polemik denen şey bu sözlükte kimi yazarların moderatör kişilerle kıllaşmasından öteye gitmiyor çünkü. sevmiyorlar birbirlerini, açıkça belli. başka sözlükte olsa, en fazla ikinci çaylaklıktan sonra silinebilecek yazarlar, onlarca birbirine benzeyen başlıklar altına aynı minvalde entryler girmeye devam edebiliyorlar burada. her şeyden şikayet ediyorlar, her şeyden rahatsızlar. bir fikri yazarak çürütmektense, "nickimin yanına cızgı cızamıyorum, adam kafasına göre siliyor" diye 17'den fazla entry girebiliyor. (saymadım, ama küsüratlı rakam verdim inanın diye.)
hiçbir sözlük moderasyonu "kendi sözlüğünde" kendisini bu kadar çiğnetmiyor, güvenilirliğini alenen sorgulatmıyor. yazarın silinen entrylerini başka başlıklarda sergilemesine göz yummuyor, açıkça küfürlere maruz bırakmıyor kendisini.
hangi yazar ne düşünüyor olursa olsun, burası da diğerleri gibi bütün maliyeti admini tarafından üstlenilmiş, açılması ve devamlılığı* birinin elinde olan bir site. "parasıyla rezil olmak" diye ancak açıklanabilir düştükleri durum.
ben çok kızıyorum bu moderasyona ama, ta en başından beri. entry sayılarını eksi oylardan şikayetlerle, cevap yetiştirmeye fikir yetiştiremedikleri başlık altlarına girdikleri anlamsız bkz.larla, gazete haberleri kopi+peystleri altına bir cümlelik sakil yorumlarla, kanka nickleri altına seri girişlerle arttıran, her fırsatta sözlüğe, moderasyona, kendi gibi düşünmeyen (yani düşünen)lere ayar zannettiği laflar sokarak arttıranlara bu kadar müsamaha gösteriyorlar.
polemikle dikkat çekmek böyle platformlarda hoş olabilir, ama daha yaratıcı, belli bir düşünce temeli olan başlıklarla yap bunu. herkesin immanuel tolstoyevski olmasını bekleyecek kadar naif değiliz elbette, ama bu kadar ben-merkezci tavıra (moderasyonun yaptığı gibi) müsamaha gösterecek kadar da "sencil" değiliz.
yazsana kardeşim sen...! yazı yazsana. fikrin varsa paylaşsana. kavgalarını neden ortalık yerde yapıyorsun? destek mi lazım? birileri "helal" mi desin ille de? zall'a mesaj at, telefonlarını versin sana moderasyonun, msn'lerini versin hatta, git orda ana avrat söv istiyorsan. ben kendimce önemli yazılar yazdığım (gülmeyin, hepiniz öyle düşünüyorsunuz yazdıklarınız hakkında) platformun değersizleştirilmesinden hoşlanmıyorum.
No calls, no letters
Just fireweeds and stinging nettles
but the moon is mine
Yeah, the moon is mine
Bad news in the papers
Bad news for this sinner's wages
but the moon is mine
Yeah, the moon is mine
Skim a stone across the river
Throw all my money in the wishing well
I can't afford the cost of living
if the price is living hell
No-one to call me baby; no, no
No valentines again
but the moon is mine
Yeah, the moon is mine
No hook to hang my hat on
No rooms for rent today
but the moon is mine
Yeah, the moon is mine
Skim a stone across the river
Throw all my money in a wishing well
I can't afford the cost of living
if the price is living hell
I used to believe in a glittering prize
but lately I've seen
that that's just a pillow of lies
And the moon is mine
Yeah, the moon is mine
That beautiful ball of cheese
is my personal property
The moon is mine
The moon is mine
Oh, the moon is mine
The moon is... mine!
içi kaynayan sözlükçünün laneti. coşkun, yakıcı duygulara kapılmış sürüklenirken sol framede tutunacak başlık arar; kimi kendini çeker, kimi sakıncalıdır, kimi kapasitesinin çok üzerindedir, çoğuna da tutunmak istemez.
yanlış gözlere yakalanmaktan, doğru gözlere ulaşamamaktan, -en fenası- kaybolup gitmekten, havaya karışmaktan korkar.
nick arkasına, kelimeler altına gizlenirken yakalanmak kabusu olur, elleri durur, yazar, siler, yazar, editler, siler, tekrar yazar, ekler, çıkarır, tekrar siler.
Mahcubiyet ne fena bir duygu. insana kötü olmayı istetir.
tahmin edileceği üzere bir amerikan "geleneği". şirket ve çalışma hayatı ile ilgili yazılmış bütün el kitaplarında, formülize edilmiş bütün "success in business" yöntem eğitimlerinde üzerinde ısrarla durdukları kelime "commitment"tır. Çalışanlarının şirkete bağlı (bağımlı) olmasını ister paranoyak abd'li patronlar. Bunu sağlamanın yolunu da "takım ruhu" oluşturmakta bulurlar.
şirket adet/gelenekleri oluşturarak çalışanlarında aidiyet duygusu yaratırlar. aile piknikleri düzenlerler, occassional partiler yaparlar, akşam beşten sonra "happy hours" yaparlar, birbilerinin evlerinde yemekler verirler. Patronuyla karşılıklı kağıt bardakta bira veya cam çay fincanında bol içen adam/kadın kendisine önem verildiğini, o olmazsa şirketin dönmeyeceğini düşünmeye başlar. (bu yöntemleri geliştirenler aynı kitapların "management version"larında (idareciler için baskı) bu durumu "prooving commitment" (bağlılık yaratma) başlığında anlatır.
cuma günlerinde işe kot/gömlek gelebilmek bu çalışanlarda "allahım ne kadar özgür bir ortamda çalışıyorum, patronlarım ne kadar insan adamlar" duygusu da yaratır.
Bu şirketlerin Türkiye (ama en çok istanbul; ankaralı birine şart koşsan kotla işe gitmez) bürolarında da büyük bir nimetmiş gibi uygulanır. Ama canı istemeden kimseye bağlanmayan* akıllı ve pragmatik türk genci bu tuzaklara düşmez. Cuma günleri işe serbest kıyafetle gelmek konusu onu sadece bir şekilde ilgilendirir. Cuma akşamı, alemlere akmadan önce istanbul trafiğinin en can çekiştiği saatlerde eve gidip, üst-baş değiştirmekten kurtarır onu, o kadar!
islami ritüeller içinde en pagan olanı. hiç sorgulamadan yerine getirilen, şeytanın kutsal topraklarda, binlerce müslümanın kendisine temas etmesinden keyif aldığından emin olduğum saçmalık. insan içindeki nefret ve öfkeyle beslenen şeytanın eğlencesi.
eskiden orada bulunan menat adlı bir puta, inananları taş sunarmış. (kimi tanrı* çok tok gözlü) şimdi o taşın içine hac vakti şeytan gizleniyor ve her yıl içindeki öfke ve nefretten kurtulamamış insanlar arasından en hırslı olanları kendine kurban seçiyor. yüzlercesini diğerlerinin ayakları altında ezdirerek, katili de mağuru da aynı saftan görüp, kuyruklu kırmızı kıçına bakıp, geh geh gülüyor.
bir taşa taş atmakta iç huzur arayanlara selam olsun.
1960'lı yıllarda abd'de zenci haklarını savunma ana amacıyla kurulmuş ayrılıkçı bir partinin (black panther party) yoksul çocuklar için başlattığı bir kampanya.
kara derili çocukların iyi beslenemedikleri için yeterince zeki olamayacaklarını "öngörerek" ağacı yaşken eğmeyi hedeflemiş de olabilirler, o zamanlar kıtada soldan soldan esen genç rüzgarlardan nemalanmak istemiş de olabilirler. yoksa kıvırcık kafalı, koca dudaklı çocuklara dersten önce reçel-ekmek dağıtmanın ne kadar etkin bir mücadele yöntemi olabileceğinden onların da kuşkusu vardır muhakkak.
yoksa abd, türkiye'deki çocuklara süttozu gönderecek kadar alicenap* iken kendi karaderililerini bedava kahvaltıya mahkum etmez. *
(doğru bilgi içermediği için silinmesin kaygısı: Bret Easton Ellis romanı "The rules of attraction"ın kadın kahramanı.)
bir aşk üçgeninin kadın kenarı. Üçgen dediysem gerçek bir üçgen. paul lauren'le çıkıyor ama lauren'e aşık olduğunu düşünen sean'a* aşık aslında. Sean'ın lauren'i beğenmesinin asıl nedeni ise onun yazdığına inandığı imzasız mektuplar.
Lauren'in bakire girdiği camden college'daki günlerinde eğitimi sean'la başlıyor. Lauren Victor'a aşık (victor'u katıp geometriyi bozmayalım, zaten adamın Lauren'den haberi yok) ama Sean'la birlikte oluyor. Sean paul'le de birlikte oluyor (galiba).
Tuhaf hikayelerin kahramanları bu üçü. Zannettikleri insanlara "aşk" besliyor, aşk sanrılarını "seçtikleri" kişilerle yaşıyorlar.
Lauren çok aptal, üçgenin dar açı karşısındaki kenarı (paul) seçiyor.
alan sokal ve jean bricmont kitabı. fashionable nonsense: postmodern intellectuals' abuse of science. Türkçe'ye 'son moda saçmalar' olarak aktarılmış. özünde ayarcı, sarkastik bir adam olduğu amellerinden belli bu sokal, 1995 yılında bilim dünyasına oynadığı bir oyun * sonrasında 97 yılında fransa'da yayınlamış bu kitabı.
ukte * doldurmak için yapılan kısa ve sınırlı araştırma* sonunda "postmodern entellektüelin bilim tacizi" alt başlığından da anlaşılacağı üzere, sokal akademik çevrelerde postmodern çatışmalara vurucu alıntı ve örneklerle dikkat çekmiş. (ben ukteyi başlığa aktarayım, okuyup anlamış biri doldursun)
alan sokalın, duke üniversitesi bilimsel yayını 'social texts' dergisinde yayınladığı 'inadına kolpa' bir makale ile bilim dünyasında sazan avına çıkma hadisesi.
"Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity" (Sınırların ihlali: Kuantum yerçekiminin dönüştürümsel tefsirine doğru) gibi pek afili başlığı olan ama içinde yeni hiçbir şey söylemediği makalesini yayın kuruluna sunduğunda iki hedefi varmış söylediğine göre: "bilimsel hiçbir önemi olmasa da, 'şık' görünüyor ve yayıncının ideolojik peşin hükümlerini okşuyorsa her şey bilimsel olarak kabul edilebilir mi?
Bu hoaxiel (şakacı) amca, bu makalesinin hemen ardından istediği türden tepkileri alamayınca, şaka yaptığını kimse yüzüne vurmayınca başka bir yayında makalenin tümüyle şaka, tümüyle saçmalıktan ibaret olduğunu, matematik ve fizik dünyasından bulabildiği en aptal alıntılar etrafında yapılandırılmış olduğunu ilan etmek zorunda kaldı.
sokal sözlükte yazar olaydı da, bu makaleyi bir entry olarak gireydi:
- uzun ve çok süslü laflar içerdiği için + oylanıp geçilen tek entryli başlık olarak kalırdı.
- altına sokayım 45 karakter kuralına baslıkları tandanslı bkz.lar eklenirdi.
- gizli bkz.lara bilerek eklenen sola yakın görüşlere bozulan yazar grubunun seri eksilerine mazhar olurdu.
- kankası jean bricmont'u da sözlüğe davet eder, başlığına provokatif entry girmeye zorlar, ancak entryler doğallıkla uzun olacağından başlığın kaderi değişmezdi.
- sözlük camiasının duyarsızlığına feci bozulan sokal küsen yazar olur ve sözlüğe veryansın eden bir entryi kendi nick altına girerek işinin başına dönerdi. (zaten kendi başlığında da halit ayarcı'nın 'üçüncü nesil yazar.*' entrysinden başka da olmazdı.
Ahmet Şerif izgören'in izleyicinin bilinçaltını hedefleyen görsel reklam araçlarını örneklediği kitabı.
özellikle dergi ve gazetelerde yayınlanan reklam fotoğraflarına photoshopla eklenen fallus ve kurukafaları gösteriyor. insan bilinçaltının en fazla etkiye açık olduğu konunun ölüm, şiddet ve cinsellik olduğunu bilen reklamcıların, çoğunlukla reklam verenlerin haberi olmadan fotoğrafların orasına burasına algıladığımızı farketmediğimiz, ama bilinçaltının kaçırmadığı görüntüler eklediğini gösteriyor. çok fazla tekrar var, sözlük okumak gibi bir etki yapıyor. reklam fotoları, yanında "yaran" entry tadında paragraflar.
Kitap o kadar "görsel" ve o kadar 'sadece aynı konudan bahsediyor' ki, ahmet şerif bey bizden ne saklıyor diye merak etmeden edemiyor insan.
ihtiyaçtan doğan hibrit tamlama.
"Paranoid kişilik bozukluğu" klasmanında en sık rastlanan semptomlardan biri olan sarkastik davranışların, nispeten elitist kişilerde tezahür etmesiyle bilmem açıklanabilir mi?
Kişi sadece sarkastik olsa, güvensizlik ve kuşkuculuk temeline dayandırdığı rahatsızlıklarını agresif olup olmadığını fazla sallamadan tartışmalar hatta kavgalarla yansıtabilir. Ancak böyle yaptığında hareket alanı daralır ve alaycılığı en fazla köşedeki mahalle bakkalına kadar ulaşabilir. "ben diğer insanların hepsinden başkayım, benim gördüklerimi görseler ölürlerdi" duygusuyla hareket eden adamın*, "öteki"lerin ahmaklığıyla alay etmesinden daha doğal ne olabilir?
Zorladığımız tamlamaya gelince;
Narsizmini haklı temellere dayandıran, ipleri kuşaklarına denk tipler vardır. Bu tipler çevresinde olup bitenlere bir oyun izler gibi biraz mesafeli bakabilir, alay edilmekten korkmadıkları için de gördüklerini dilediği gibi anlatabilirler. Bu tip adamların naturasına uygun olanı ironik olmaktır. Ancak sözlükler seviyesinde bile en şikayetçi olduğumuz konudan onlar da şiddetle muzdariptir: "ironiden anlamayan nesil"
Bu adamlar ironi işini karşısındakinin algı seviyesine indirmek zorunda kaldığında ihtiyaçtan doğan bu tamlama ortaya çıkar. ince alaydan anlamayanlara zeki 'geydirme'ler de denebilir.
"Enayiler günü istiyorum" başlığı altına yazan bir adamı örnek verelim:
"Göreve daha yeni gelen Turizm Bakanı'na 'geçen yılın en başarılı bakanı' ödülünü vermişler. Verirler. Bu ülke, Zeki Müren'e 'yılın erkek sanatçısı', Bülent Ersoy'a da 'yılın kadın sanatçısı' ödülünü vermişlerin yaşadığı bir ülkedir.
Dün öğrendim, meğerse bir zamanlar Aziz Nesin'e 'en iyi araştırmacı', Bekir Coşkun'a 'en iyi romancı' ödülünü de vermişler...
Verirler. Bekar ve çocuksuz Pınar Altuğ'a da 'yılın annesi' ödülünü vermemişler miydi?"
taklitçiliği evin dışını ışıklandırmaya kadar götüremeyen görgüsüz zorlaması. zorlama diyorum çünkü evin hanımı o vitrin penceresinin hemen önüne sokağı dikizlerken kapı komşusuyla kahve höpürdetme dekoru kurmuştu önceden. plastik ağaca (bu yıl plastik ağaç aldılar, geçen yıl radyotör önünde iki ay bekleyen ağacın bütün iğneleri dökülüp parkeyi çizmişti) yer açmak için fiskos seppası ve o iki berjer oğlanla kızın odalarına kaldırıldı. pencere önüne ağaç dikileceğinden habersiz laz müteahhit orayı ankastreye dahil etmediği için bir uzatma kablosu çekildi. süslemeyi sadece ışıklarla yaptılar. (dışardan bakılınca süslemeler görünmüyor zaten)
tuhaf bir şekilde yayılıyor ama bu alışkanlık. Elçilik görevlisi komşularımız var, ilk seneler şömineye yakın duvar köşesine kurdukları ağacı bu yıl onlar da camın önüne taşımışlar. Türkiye'de adet böyle sanıyor olabilirler. ama onlar şöminelerini kullanıyorlar. hatice hanımlar dekor bozmayı göze alamıyorlar, ağacın plastiğini seçiyor ve ateşe bakmaktan korkuyorlar. şöminenin bacası da "lodos çıkar, toz yağar alimallah" diye önceden tıkanmıştı zaten. santa ağacın ışıklarına yanılıp gelse, baca tıkalı.
modern zaman nuh gemisi projesi çağrıştırıyor. her organik örnekten birer çift alıp kavanozlara basılacak, gelecek nesillere "eskiden buralar hep dutluktu" diyecekler.
Önce 100 yıl gibi çok kısa bir zaman içinde dünyanın ebesini becerecek, sonra belli bir grubun oy potansiyelini dikkate alıp, uygulamayacakları sözleşmeler uyduracaklar. kyoto protokolü de yapmışlardı bu sanayi bacalarını atmosferin bekaretine şavullayanlar. abd "ben halkımın yaşam seviyesini düşüremem" diye öngörüsüz, tuhaf bir mazeret göstererek imzalamamıştı.
Birleşmiş Milletler bu tuhaf oyunlara neden gerek duyuyor acaba? Çalışmadıklarını düşünüp "lağvedin ulan bunları"mı diyecek birleşmemiş milletler?
insan bildiği dört boyutun tamamı üzerinde hakimiyet kurmak isteğinin esiridir. Kendisiyle uğraşmaktan korktuğu, kendine ulaşamadığı için elinin erdiği her şeyi biçimlendirmek, değiştirip, dönüştürmek hırsıyla yanar, eğip bükebildiği kadar tatmin olur.*
zamana da aynını yapmak istemiş kal-u bela'dan bu yana. isim vermiş, bölmüş gruplandırmış, hayal edebileceği en küçük ve büyüklerine ayırmış. olmuş mu; olmuş, onun da esiri olmuş. kıskanç bir sevgili gibi, her halini takip etmekten kendini alıkoyamaz hale gelmiş; kolunda, duvarında, masasında...
zamanın insandan bağımsız olduğunu içsel olarak bilen doğu insanına inat, yaşamı, yaşamla kavga etmek gibi algılayan batı insanı çok iddialı yöntemler geliştirmiş.* her tür fantazinin dibine vurulan 1001 gece masallarında zamanı durdurmakla ilgili bir tek sahne yokken, avrupanın batı ucundan pasifik kıyılarına kadar olan coğrafyanın en büyük fantazisi pause/fast forward/rew tuşları olan bir dijital saate sahip olmak olmuş.
bazı şeyleri olduğu gibi kabullenmek lazım. gölgeyle savaşmak yerine o akarken kucağında onunla akmayı bilmek, geleceğin getireceklerini merak etmek yerine gelecek her şeye hazır olabilmek, geçmişe ağlamak yerine geçip gittiğini idrak etmek... her şeyle kavga edilmez, her şey denetlenmez. zaman zaman, bilmemek iyidir.
erkeğini öldüren böcek aslen akrep değil zaten: o katil; karadul. (bi tane daha vardı, tiskindiğim* için hatırlayamadım)
akrep hayvanı sevdiklerine karşı aşırı şefkatiyle tanınır. öldürme dürtüsü de kaçışı olmayan ateşler içindeyken sadece kendisine yönelir. (akrebin onurundan da bana neyse?)
(başlık kadına gönderme içeriyor ise konu benden bağımsız. kalanı "akrebe yenilmişler"in işi)
edit: deep tiksinmiyormuş, sakatlık dönemini national geographic veya animal planet başında geçirmiş de olabilir. diğeri peygamber devesiymiş... (iyh içim bi taaf oldu.)