hükümsüz bir hayat buldum; ulus ulus, şehir şehir, ilçe ilçe, cadde cadde, sokak sokak dolaştım, ara mahallelere dahi girdim; devlet adamlarına, dünyanın en zenginlerine, annelere-babalara, kardeşlere, yazarlara, orospulara, savaş kahramanlarına, dünyayı kurtaranlara, aşıklara, acı ile yoğrulan alimlere, tasavvufilere, zerdüştlere, eşcinsellere sordum ve bulamadım sahibini. onu ıssız ve kimsenin görmeyeceği bir köşeye bıraktım. ölü müydü?.. bilmiyorum ki? benim elimde kalmasın, ben de kaybolmasın da, ne olursa olsun...
***
hayatın farklı pencerelerinden bakıp, kendi kimliğine en yakın bulduğu ile beyin ve kalbini dolduranlarda mutlu mu oldu sanıyorsunuz? peki neden bedbaht öldü mevlana, şems'in dostluğu ve dahi aşkının yoluna rağmen, onca tasavvufi açılımların adamı olmasına rağmen hem de? ulus-devlet düşüncesinin ilk temsilcisi, hayata ahlaki açılarının kalıplaşmış kural ve kuramlarını kırarak tarihe damgasını vurmuş ama açlıktan hep nefesi kokmuş, hep zorluklarla savaşmak zorunda kalmış machiavelli? yakışıklılığı ile ve çok güzel karısı zelda sayre'ye sahip olan ünlü yazar fitzgerald? üstelik hayatta bütünleştiğini düşündüğü dört şeye sahipti o; paraya, yakışıklılığa, aşkına ve yazmaya. şimdilerde gençliğine lanet okumasına rağmen uluslararası sesini ve düşüncelerini duyuran, yazdıkları ile herkesi etkisi altına alan elif şafak? üstelik o anne de oldu.
yani aşkı arayan onu bulduğunda mutlu değil, yazıya tapan onu yazdığında tatmin değil, çağa damgasını vuran farklı fikirleri ya da icatları getirenler anlaşılmamanın üzüntüsünü duymakta, çok paralı ağabeylerimiz-ablalarımızda da var bir huzurluk, mutsuzluk. neden biliyor musunuz; mutluluk anlaşılamıyor.
anın içinde saklı kalanı zamanın içine yaymak istiyorduk hep; akışında yaşamayı müdahalelerle süslüyorduk çoğunlukla; var olanı çoğaltmak yerine tatminsizlikle tüketiyorduk, kavramlara hep maddi değer biçtik; iktidar olmak uğruna her şeyi umarsızca talan ettik.
yaşanılan mutsuzlukların o kadar çok sebebi vardı ki, hem de bu sebepleri mal edecek haller, sistemler, kişiler...
***
kimsenin görmeyeceği bir köşeye bıraktım onu. ölü müydü?.. bilmiyorum ki? benim elimde kalmasın, ben de kaybolmasın da, ne olursa olsun... kimse kabul etmediyse, kimse almadıysa, kimse istemediyse işe yaramazdır bu diye düşündüm. oysa ışıl ışıldı, oysa umut doluydu, anaçtı, ellerimdeyken, sahibini ararken bana nasıl da tatmin ve huzur ve ne derler ona; hani şey, hani herkesin istediği, hani herkesin muhtelif şeylerde aradığı; hahhh, mutluluk vermişti.
kimse almadıysa, kimse kabul etmediyse ben neden alayımdı ki onu, değil mi?
deli kuyuya taş attı;
taş halkalandı, halka seğirdi, seğirti ürktü, ürkülme büzüldü cenin pozisyonunda, içre kıvrıldı, kıvrılma sancıyla dağıldı içinde, sese döndü, ses içe kaykıldı, içsellikle deliye geri döndü.
deli tecrübe edindi...
deli ateşe dokundu;
ateş cürüm oldu, cürüm şehvete bezendi, şehvet tende yol yol yok oldu, yok oluş bir başka bedende, kalpte ve ruhta kendi yolunu açtı, ikide yek olmayı becerdi.
deli öze döndü...
deli yıldızları, ayları, toprağı, börtü-böceği, evreni sorguladı;
sorgu eline kitaplar tutuşturdu, kitaplar mitolojiden tarihe bir zaman tüneline soktu, tünelde karanlıkları aydınlığa kavuşturan zihin gücü sarmallığına dolandı, sarmallık aymaz güruhu işaret etti, güruh yalnızlığı telkin etti, yalnızlık tahrik etti...
deli anlaşılmanın bergüzar tadını demledi...
deli kutsala tapındı;
kutsal savaşa ve yok edilmeye meyleden güce yönelmeyi fitilledi, güç doyumsuzluğu içinde bardaktan boşanırcasına şimşekler yağdırdı, şimşekler evrildi ve kinde vücut buldu, kin kana susadı, susamışlık kendini masumiyetle doyurdu, masumiyet kutsalın katında kendi ırzına geçti...
yerçekimi kuvveti sağlamakta dengeyi. dengenin içinde iki asılı kendini bilmez.
biri sağ ve sol gidiş gelişleriyle tek ayak üstünde. beriki, iki ayağı ile sımsıkı basmış merkezinde olduğu yörüngeye. akıl almaz bir oyun.
denge noktası etrafında bir salınma; mesele düşmemek. kim kime sarılacak, deniz ve yılan hikayesinin ezikliğinde? güdük bir zaman, çeyreği vuruyor sinsice. oh ulu iskender, bize idealist keşif tutkundan versene bir parça? ya da sevgili athena, adil bir dövüş için erdeminden bahşet bir damla...
hızlanma heyecanın doruk noktasında. bununla oluşan salınma akılları kurcalamakta. girizgâh bir utanç şimdi koltuğun altında, bir dem armağan tadında sunulacak belki de. hakkınca kazanılamayan başarı bu şekilde gölgeye alınacak sinsice. ama hayır, athena zekasından vermişti ya bir paye.
kurallar eşit; sarkaç hareketli.
süre akmakta, iğdiş edilmiş zaman yarımı vurmakta. ariane ağlarını umarsızca örmekte. bir zamanlarda muhammedi saklayan değil miydi o? bize faydası dokunacak mı bu hengamede?
canlar sıkılmakta. kadın adamdan ne beklemekte? adam kadına ne söylemekte?
iş 'sarkaçtan düşmeyi' çoktan aştı. denge oyunu da kendini devşirdi. ne tarihin kahramanı olmak istenilen ne de romanlara hikaye olmak, bam telinin en ince çizgisiyle.
sevgiye olan açlığı doyurmak en insancıl güdümle. sarkaçtan düşmek sadece oyunu kuralına uydurmak, kendini kandırmanın tanım haliyle.
canfeza zaman tamı müjdelemekte. saatler artık olgunluğu ve belki de doymuşluğu vurmakta.
oysa ne kadın erkek olabilmişti bir diğerinde, ne de erkek kadın olabilmişti o eşsiz kokulu döşe uzanmış şefkat arayan hisleriyle...
Salıncak
içinde bir beyaz çocuk
Çocuğun kucağında oyuncak,
Gözleri dönmüş hırsından
Bulut
içinde bir beyaz oyuncak
Oyuncağın içinde hayalden kurmaca
Sessizce söyler gülümsercesine
Düşündüğün ve istediğin her ne varsa, kırk gün kırk gece de unut
Pencere
içinde beyaz bir ince siluet
Yansımasında imgesel düşünce
Bakışında tanrısal bir sürmece, kalanı da sürüncemede
Ona kalan ne varsa bakan bir gözde, düşünen bir beyinde, kurgusal bir hayaldeurgusal bir hayalde
Aşağılığın biriyim ben, üstüne bir de cesaretsizliği koy! Eder mi sana korkak bir adem/Havva! Ne istediğini bilenim en cancanlı kelimelerle ve dahi süslemeli yaşam nutukları ile de, en değersiziyim bir böcekten bile, ruhumu satan; hayatın garanticiliğine. Korkağım işte, bunu diyorum en açık haliyle.
Ama bana aferini ver şimdi, en azından kendine dürüstlerdenim.
Bok kokulu yaşam çukurlarının içinde olan hissi/hisli biriyim işte.
Atom bombası atılır, savaşta nice suçsuz-günahsızlar ölür, mülteciler oluşuverir kendi topraklarında aidiyetliklerinin ellerinden hayvan gibi alınması ile, sevişmeler birkaç dakikalık kas kasılmalarına sıkıştırılır, ki doyurulamayan aslında zihinde bir şeylerin eksikliğidir; para hükümdardır, altında yatan zaten belli; güç istenci! Sözler boşlukta sallanır, urgan ipinin kalınlığı çok gelirde ucuna, kim takar müdahaleleri dercesine devam eder akış. Kare dondurulduğunda ortaya çıkan manzara dehşet saçacağından, replikler ezberlenir, işte ezber bu yüzden bozulmaz encümeninde.
Sessizlikler seni de mi boğuyor yoksa? Aç pencereni, bir çığlıkta sen basıver hayata! Deli sanmalarından da sakın korkma. Her deli yaftası konulanda bayatladı zira.
Delilik nedir? Nerede takılı kalmaktır yaşamın ucundan, kıyısına?
Bir de sen de bilirsin, zaman içinde gırla almış başını giden "sen farklısın" söylemleri; avuç avuç. ilmeği alıp geçirmek var ümüklerine. Biri bana, "sen hümanistsin" mi dedi fısıltıyla! Haklısın, ben de 'farklıydım' onların söylemlerinizce. Ohh, ne ala!.. Ezber vardı değil mi repliklerde? Off, afedersin, unutmuşum da.
Bir hayata dokunmak, parmaklarının ucuyla; ve yine ayak parmaklarının ucunda yürümek uzanan bu yolda... sözün bittiği, daha çok ruhların konuştuğu bir alem olsun acuzeliğiyle. Yani erdem denilen içi boşaltılmış safsata olmasın diyorum çığlıklarımla. Anlasana!..
Her şey insan doğasına uygunluğuyla; parçalamak, küfürleri savurmak, tüketmek, kaybetmek; yok olmak-küllerinden yeniden doğurmak-doğmak. Son zamanlarda ne düşünüyorum biliyor musun; rezillik daha da bir yüceltiyor insanı, tanrı katında. Sen ne dersin buna? içte olanın dışa yansımalı halleri işte bu da. inan çok samimiyim; hayvan taraflarımızı bunca gizlemenin bedelini ödüyoruz belki de yüz yıllarca. Kemikten ete bürünmüş vücutlarda, iki geri bir ileri sayıp duyuyoruz ihtiraslarla. Maske, insan siluetinde. Off, tehlike çok büyük!
Bir güvensiz haller var bu aralar bende. Bildiğim tüm kelimelerin anlamına bakıyorum sözlüklerden tekrar tekrar. Kaçırdığım bir nokta var mı diye. Ya da belki de kaçışların adıdır bu; görmeye korkulanı ben bulurum da, belki de cesaretimi toplayıp dillendiririm, yetinmeyip bir de yaşayabilirim diye.
Demiştim değil mi, ezberler zor bozulur, alışkanlıkların derin yarası yıllara sinmiştir, kurtulmak ne kadar zaman alır ve aslında nasıl da korkulur çokça.
içki içmek?
Hı hıı, çok ihtiyacım var bu aralar. Hayatı anlamayı bırakmalı yarına, zaten her şey bir ertelemece oldu son zamanlarda yaşamımda.
Ölen/kalan her ne varsa, içinde sıkışsın bu aralar. Anlamları zorlamak sonraya, en sonraya...
Sen bunu oku özgünce, bu yeter şimdilik bana, bana kalacak olanından ayrıca.
Ağzı süt kokan bebek değilim; yalanları çiğnemiş harmanlarcasına dişlerim.
Bir orospu edasıyla sevişmiş sunak taşlarım. - ve hancı, bir şarap daha getir günahlarımın şerefine. Ve sus, tek kelime de etme gecemin zehir rengine!
Acıları bedenime zevk yaptım, kim ne anlar ve anlam verir ki deliliğin kaç para ederliğine? Gözün gördüğüdür en çok gerçek olan ve arsızca ırzına geçirilip 'hakikat' bellenen. Bellemek, belleklere kazınandan değil, fahişeyi köşeye sıkıştırıp, parasını ödemeden tecavüz edeninden. Öyle rezilce ama aslında kutsanmış olan egonun raks eden seviciliğiyle.
Börtü-böcek, mavi gökyüzü, yeşilinden bahçe-dere; kadınından ve erkeğinden sevgi pıtırcıkları. Müstehzi geçmişleri vardır da, saklanmasını iyi bilirler. Şşttt, hepsi birer erdemli insan evladı.
izbe bir balgam, suratına tükürülen; sende de laçka bir tavır, ve bir iki kelam: "ohh, yarabbi şükür!.." sözün bittiği yer, daha ne denir ki!..
Cesaretimi kınayana selam olsun; Cesaretsizliği bastırıp, kıskançlıkları ile beni kötüleyene... namusu kurallara çerçeveleyene. Ağızdan dökülecek her müstehcen kelime ile yaftalamak gafletinde olan, hı hıı, sözüm sana: ne istersin benim gibi saygı duyup, kendince yaşayandan? - ve hancı, boş kadehi kaldır gözümün önünden. Ve konuş, tek kelime etmeden!
Sıkıldım oyunlardan. Daha gerçek var mı diye sorma iç ceplerimde. Hey adam -duy beni, ve kadın -sev beni. Titrekliğimdeki doğrulukta görün derinliğimi.
Seviyorum hepinizi.
- ve hancı, git getir çıplaklığımı öretecek giysilerimi. Ve itiraf et, söyle yalanlarımı da, dök içindekileri.
Tırnaklarım etlerinde/ Saatler sonsuz, ya da bize geleni öyle/ Bir örümcek, ağından sarkmış, tam yatağımızın-günahlığımızın orta yerinde, misafirliğiyle/ Ne demeli, hoş mu geldi yoksa zamansız mı oldu bu sessizliği bozan tanrısal imge/
Gözlerim ruhunda, çıplaklığın avuç içimde/ her bir katrelere ayrılmış parçan fikrimin en ince yerinde, kah sessizliğinde, kâh çaresizliğinde/ bir yalvarış gelir senden, "beni azat et, ne olur diye"/ daha gitme vaktine çok var, otur soluklan kalem tutan elinle/ beni yazan çizerliğinle/
Yaradılışı en baştan alalım kelama/ önce sen başla şiir sesinle/ sonra da ben, düşleri bozan düş-bozan erdemimle/ beni küçümse ve beni aşağıla, marduk'da yaşan ben değilim nasıl olsa/ önce günahı var edelim bulunduğumuz pozisyon itibariyle/ sonra başlarız sevabın en bonkör hediyesiyle/
Şşttt, adsız kalsın bu başlıkta, bırak öylece...
hiç samimi gelmiyorsun şu an bana; elmanın ağacındaki elma kurdu misali önce elmaların içini ardından da ağacın güçlü gövdesini kemirmek tek meselen, yaşama hevan; gücüne güç katıp, ona tapınman.
sorgusuz sualsiz yaşaman belki de beni deli eden, ya da bunun ardına gizlenmen, gizlerinde oyun oynayan çocuk saflığınla.
cepkeninin içinde cepken, içinde tükürük kokan küfürler; ağzının ayarı yok ki, kalbine ondan yansıyanları var sen düşün. samimiyeti arıyorsun da, neden samimi olamıyorsun diye sormak isterim sana tüm densizliğim ve küçümsememle. bildin, aşağılanmak yüceltiyor seni. belki de sen öyle sanıyorsun.
bir şair olmalı savruk tarafı ile ya da bir romancı, en hüzünbaz hilekârlığıyla. hayatta herkesi kandırabileceğinin kolaycılığına kaçınmışsın, farkında mısın bunun? sandığından daha şeffafsın, kaçtıkça ya da aslında saklanmadığını düşündükçe daha da bir çamura bulanan.
zorlama; her kelime, parçalanıp yok olan parçalarını sarıp sarmalamaz iyi eder şifasıyla.
hayatı yuttun sanıyorsun değil mi? derinindeki acı çoklarında yok hem de. ha-ha-ha; bu aymaz delilik, kendi uçurumuna mahkûm eder cinsten üstelik! kelimelerle inşa ettin kurmaca sanatının yaşam pınarını. peki ya, hani senin hayatın? bana sakın hiç-lik deme, hiç ederim seni oracıkta!
sana bugün erdemimi bahşediyorum, ve seni affediyorum. özgür ol, özgür kal bu defalık; kendi inisiyatifinle değil, benim özgür ve olgun irademle.
bağışlandın çocuğum, şimdi tanrına küfürleri yeniden pervasızca savurabilirsin!
ve ben de dahil olmak üzere, hepimizi kandırabilirsin...
Hayaletin hayali yokluğundan bihabermiş, ama en mutlusu da o imiş. Aslında gerçekten de var olan kendisiymiş;
Ne kendini ispatlama kaygısı ne de hayatta kalma mücadelesi.
Bir salıncak kurmuş yüz yıllık efsanevi çınar ağacına; sallanmış bir sağına, bir soluna, yetinmemiş, itelemiş kendisini bir önüne ve de bir arkasına. Etmiş mi sana dünya çeperinde bir sergüzeşt macera?..
Hayaletin hayali içki kazanına düşmüş; her nefeslik can alma halvetinde, hevaperest işgüzar ruhuna yenik düşmüş. Ayık gezmemesi bundanmış aslında çokça. Soranlara da yanıtı yokmuş aslında.
Ayık olduğunda çektiği acıları nasıl anlatırmış karşısında olana, ona karşı durana? Doğru yolu gösterene inanmak ne kadar akıllıca?
Hayaletin hayali girift bir hikaye peşine düşmüş dünyayı aldırmaz hislerle; elinde kendi gibi deli defteri ve susmak bilmez kalemiyle...
Yazıp yazıp silmiş haliyle; gel zaman git zaman, çok şeyler inşa etmiş kapanıverdiği fil dişi kulesi dünyasının debdebesiyle. Berduşluğuna söylenenlere değil de, en çok meczupluğuna dillenenlere içerlemiş içten içe. Demişlerdi oysa ona, bu dünya da iki kere iki dört eder diye.
Hayaletin hayali düşmüş mü bir çıkmaz sokaklı aşka?
Ee, şimdi ne edecek kendi acımasına, içinin yanmasına? Perilerle etmiş bir pazarlık, ruhunu sattırmaya karşı gelen tavrının ödün veren korunmasızlığıyla. Bir kere de bunun için yıkılmaya değmez miydi diye düşündü aklınca. Saymış içinden pervasızca:
"bir, iki, üç, dört, beş, altı, ye..."
Zorlamadı bundan gayri kendisini, koy verdi kendini aşkın hesapsızlığına...
Hayaletin hayali, sıkışmış bir mengeneye. Dön bir o duvara, dön bir bu duvara. Umudu tükenmez onun kale surlarında; amma canı da yanarmış devşirilmeye çalışılan insan suretli canavara!
Size demiş miydim, hayaletin hayali haresinde yakılmış, yok olmuş diye. Artık insan vücudunda ve mantığında gezermiş o kapı senin bu kapı benim macerasıyla...
tanrı yaklaşıyordu; ve tanrı kayboluyordu.
her eğik düzlemde bir doğru açı önüne çıkıveriyor, meyillik istediği noktaya gelebiliyordu. lakin her doğru düzlemde de yer yarılıyor, meyillik derin çatlaklarla istenilen noktaya ulaşılmaz gedikler açıyordu. bir kısırdöngünün baş döndürme mecralarını sunuyordu bir kez daha arsız içsel muhakemelerle...
ses fısıldıyordu ve yol gösteriyordu; ve ses uzaklaşıyor, yön kayboluyordu.
her sessizlik içinde bir çığlık barındırıyordu ve aslında çokça bu karmaşanın rutinini arıyordu. arıyordu ki, çıkmaz sokaklarını sapa da olsa bir yola taliye etmek istiyordu. içinden çıkılmaz durumlarda ruhunu bedenine esrik hallerle esir etmek istemiyordu. tinsel bir davanın mahkemesini açmaya ne sesi ne de gücü yetmiyordu.
işin aslı, tözle kavrulmuş bir ruhun bedenine sahip olması...
duygular kabarıyordu, ve ruh şahlanıyordu; duygular alabora oluyor ve şişkin olan tüm cinsel uzuvlar durağanlığa boyun eğiyordu bastırılmışlıkla.
evrenle bütünleşmek istenildiğinde çokça cepkenler karıştırılıyordu duyguluğun yoksunluğundan çatlak olmuş ellerle. ruh kokmuş, çürümüş ve her yanını saran yosunun sarmallığına boyun eğmemiş, canlı kalan yaşam hücresine canhıraş bir nefeslilikle hayat kazandırıyordu hâlâ. nesnelliği atmış bir kenara...
nefes alınıyordu; ve nefes veriliyordu.
bir yerde başlayan hayat, bir noktada tarumar oluveriyordu. ama her var oluşun ardından yok oluş, masal tadında anka kuşu misali yeniden küllerinden, bambaşka hallerle doğuyordu. doğum içinde saklı kalan ölüm hakkı kendisini hem unutturuyor hem de izbe bir yalnızlığın bastırılmış kışkırtıcılığı ile ara ara kendisini yoklattırıyordu bilincin damar damar yol alan yollarına...
kimse yok aslında, sen seni görebildiğin kadar, yaşayabildiğin kadar, anlayabildiğin kadar huzurlusun ve mutlusun; aslında sen salt kendinlesin, kendininsin.
tek kölesi olan ve efendisi kalan!
hep bir kanat altına sığınmamız özgüvensizliğimizin bir esrikliğiydi ya da bir şeylere kaçmamız şiddet meyilli hallerimizin kaçınılmaz sukuta bergüzar tadında altın varakla sunulmasıydı.
aslında kaçtıklarımız çokça kendimizdi, sığındığımız ise ne komiktir ki bir benzerimiz olmasını istediğimizdi.
bir başkası olan değil, bir ben olanıydı!
yani acıdır ki aslında önümüzde, arkamızda, sağımız ve solumuzda sobeydi!
ve yine acıdır ki, son pişmanlık fayda etmiyordu ne insan hükmünde, ne tanrı katında.
içerideki kendimizin yalnızlık sesleriydi, tutulmuş nefeslerin izbeliğiyle.
bir benim artık içerideki;
bir ben, benimle kalan sözleriyle;
kendisiyle tırmaladığı duvarın hüküm geçirmez, incinmez sertliğiyle.
yalnızız mevlana'nın şems'inden ayrılan acısıyla;
vazgeçtik fitzgerald'ın hastalıklı aşkından gidememesi cesaretinden mahrum hallerde;
mansur ile ibrahim'in yoluna girememektir sözün özünde bu!
bir benim, bir benim artık içerideki;
benden öte benden ziyade;
günah keçileri istiyorum. hepsini masumiyetin bedeline tek tek kurban etmek istiyorum sadist zevkin doruklarınca. içinde insanlığımın en ufak acıması olmasın diye de ruhumu asıyorum aşağılık bir fahişenin bedeninin tam ortasına.
boynuma yaftalanan her bir iyilik hallerini yağlı urgana dizip, ince deliklerinden kanatırcasına zorlayarak tek tek dizili şekilde meydanda sallandırmak istiyorum; ölümünü ölümsüzleştirip, ruhunu iyi gösteren katil ruhları kutsamak istiyorum. bu şekilde hepsine özgürlüğünü adamak istiyorum en bilgiç insan sevdamla!
küfürler etmek istiyorum; cici ve edepli gösterilen yanımın bedelini, etlerinden parçaları lime lime keserek, ahdetmek istiyorum, onları mahşere taşıyacağıma dair. her yalvarış çığlıklarına birer zıpkın darbesi ile acının zevk-i şahanesini tattırmak istiyorum, hayatın nice zevk-i sefasından bihaber olmalarının hıncıyla!
tanrıları ile sevişmek istiyorum kanatırcasına ruhumu ve bedenimi. üç beş kuruşa da ardından şeytana satmak, peşkeş çekerek üstelik. ne kadar rezilce olursa cici bayan ve baylarca, o kadar asil olacak ruhumun tatmini benim şah damarlarımda.
ırzına geçilen her bir toprak-inanç-namus-hak/hukuk-aşk bataklığına, çığlıklar atmak istiyorum kahkalarla. utanmadan, sıkılmadan üstelik zevkten dört köşe olmuşluğumun ayıbını alıp yere çalmalarına! dedim ya, hepsini yok etmek istiyorum, içinde barındırdıkları nice kişilik karmasını bilmez aptalların.
şeytanın tüm günahlarına tapmak istiyorum, insan olabilmek adına.
ve dahi insan kalabilmek uğruna.
Tırnak arasının içine alınmış nice kelimler,
Kelimelerin içinde nice kifayetsizlikler,
Kifayetsizliklerin içinde serzenişler,
Her serzenişe yüklenen kallavi anlamlar.
- Saat vuruyor: tik-tak, tik-tak, tik ve tak... farkında değiliz ama evvelinden dağıtılmış kağıtlar.
Şimdi bir dilek tut, pişti zamanı. -
"mutlu ederim seni" dedin masal saçan sesinle.
Masal anlatmaktan çok gerçeği bırakarak sunak taşlarıma üstelik. "Ellerim ayva göğüslerini avuçlarken, aslında kalbini ve ruhunu ele geçirmek istiyorum" dedin en gerçek halinle bana.
Ve aslında mesele bu sesli sesinin yanılsamasında değil, sükûtun huzurundaydı.
Gerçeğe ve içinde oyunlar oynanmayan bir sevgiye geç kalmış aceleciliği ile ben, susamış ağzım bir kez daha kuruluğunda yandı; tüm bunların eksikliği ile yanıp tutuşan özlemiyle.
Karar vermek miydi zor olan, kararsız kalmak mı; bilemedim.
Mutluluk var mıydı sahiden, mutluluk neydi en incesinden, en kifayetlisinden?
Aranan çatışma iken hep, hazmetmesi ne kadar kolay olurdu ki en insan tarafından?
"Mutlu ederim seni" dedin ışıl ışıl hislerinle. Ve ekledin peşi sıra: "Gücün var mı bunu istemeye"...
Zayıflığımdan vurmak istemezsin beni, bilirim bunu. Bir akşamüstü vaktinin alaca renginde içimin suları daha da bir çekiliyor derinlerine.
Şimdi sana ne demeli, bilmem ki...
Bedelleri ödenmesi gereken bir hayat yaşıyoruz, bu belli.
Kabulü ikimize göre değişeninden.
Ben daha çok siper etmişken bedenimi, sen duyguların çetrefilli izdüşümlerindesin varlığını hiçe sayan deli.
Aradıklarımızın 'olmadığını' bilmek belki de bizi bağlayan şey.
"mutlu etsene beni" dedi içim sergüzeşt bir hevesle.
Gezinen topraklar kutsal olanından, günahın korkulanından çok şehvet kokanından olsun esrikliğiyle.
Bir ses çıt diye koparıversin içimin en zayıf yerlerini; alsın devşirsin gücün tapınmaya salık veren bedeliyle...
kaybetmek dedi biri diğerine.
anlatmak isterdi ağız dolusu, diğeri karşındakine.
lakin sözün bittiği yerdi, ve her söylenenlerin artık batacağı , inciteceği süreçteydi.
kurtarılabilir miydi?
belki...
bir bavul toplama endamı vardı şimdi süreçte.
içine konulanlar bir çift kazak, renkli pantolonlar, kişisel bakım eşyaları, vs den çok ümitsizlik-çaresizlik-sessizlik-gidişlerin en keskin yalnızlığı/yalınlığı vardı, palazlanmışçasına.
damağı yakan acı tatdan çok, söylenecek sözün olmamasının hüzzamlığıydı. ve artık birlikte dinlenip keşfedilen şarkılardan kaçma vakti gelmişti...
çok üşütür müydü bunca şarkıdan mahrum kalmak?
yenilerini keşfetmek ister miydi ve aslında bu da çok zaman alır mıydı? çok yalnızlık çeker miydi acaba? ya da çekeceği yalnızlığa katlanabilir miydi?
yolculuk vakti işte gelmişti. yok, içten buna terk ediş zamanı diyemiyordu, henüz buna cesareti yoktu.
karşısındakine bakamama cesaretsizliğinden değil, son kez görmesindendi -bir daha göremeyeceğinin endişesindendi- gözlerini kaçırmaktaki imtinası.
demişti ya birçokları yeni başlangıçlar var, hayatın da böyle bir nişanesi var hep bu yenilgilere dair; istediği bu değildi.
sordu içinden: "kaç kere gerçekten sevebilirdi insan? ve kaç kere aşık olduğu insandan ayrılabilirdi gerçekten giderek?"
sonu güzel biten masallar isterdi hayatına. bazen çok tekdüze, can sıkıcı olmuş olsun, kimin umurundaydı bu? terk edişlere gebe kalmak istemezdi, onun biteviye çıkmaz sokaklarına...
ve ardından kapanan kapının çöküntülere sokan iç çekişli sesi... ve perdenin son kez indiği sahne.
terk eden miydi bavulunu hazırlayıp gittiği için; terk edilen miydi kapıdan can çeken umutsuz gidişi ile...
öyle ya da böyle, sonu "bitti" ile nihayetlenen bir hikayenin kahramanı idi kendisi, uzun cümlelerin kısa anlamları ile...
yılların yorgunluğu idi kadını kamburlaştıran. öyle sanıldığı gibi kalmadı büklümlüğü doğumdan. doğum dedik de, aklına düştü yine rıfat'ın sarmallığı, onu saran kollarının sıcaklığı. uzun zaman oldu, görmedi kokusunu bırakan adamı. koku iyi, güzel de, özlem fena yakıyor insanı hasılı arınmış avuntulardan.
erkeği gideli çok olmuştu da, anısı kaybolmamıştı. ah bu yanık kadınlar, hem türlü arızalı erkekleri sever, hem de anısına ihanet etmezlerdi. birazcık hayatlarına baksalar, yaşasalardı; ne var canım bunda, fena mı ederlerdi?
bir bardak var, yıkamadığı yıllardan beri. kenarlarında hareliklerinin ıssızlığı ile ruj lekeleri...
günah gecesinden kalan bir bebesi,
bir de yıkanmamış kadehteki ruj izi...
Üzerine zimmet bırakılmayacaktır. Tek geceliktir, tek hecede söylenecektir, bu yüzden ilişmesi az olup da ilişikliliğinin sorumluluğu yoktur. Candır, canandadır.
Özgürdür.
iğnenin incecik deliğinden geçirilen ipin derdi tasası yoktur onda. Dedik ya, tek geceliktir, tek heceli ve gırtlaktan çıkan tek seslidir.
Semadaki tüm yıldızlar ondandır, size sunacaklarının güzelliğine dair.
Bir arayış yoktur, daha çok kayboluşları saklar ve sunar bünyesinde.
Anaçtır, tersini söyleyen ya da iddia eden önce kendisini kandırır. Sizi sımsıkı sarar, sarmalar ve bir gecede verilmesini istediğiniz ne varsa hepsini sunar.
Öyle allı-pullu, gergef işlemeli yalanları yoktur. ilişiği az olduğundan sunakları çoktur. O sunaklarda yapılan tören tadında eylemler bergüzâr demdedir. Yakacağınız her adak mumunun dileği o geceye dair mutlaka tutacaktır.
Sarmaşıktır. Ruhun her gediğini öylesine sarıp sarmalar ki, bu doyum sizi süreli ilişkilerinize dair hezeyanlara iter.
O sebeptendir tek gecelik sevgilinin sunduklarının gizemi, efsunu.
Tadı damaktadır, damak özlemde, özlem ise doyurulmayı bekleyen nefiste.
Önemli olan burada, ne aradığınızı bilmekte...
Tutku ile doğmuştur Adem oğlu, Havva kızı. Ve her tohumun atılışında ateşle yoğrulmuştur hislerin coşkusu; sanılanın aksine, yok etmek için değil, çok kere itaat etmek içindir. itaatsizlik öyle hafife alınır şey değil; kıdemlidir insan denilen mahlûk için kendisi. Putlara tapınma, semada bir varlığa işaret edilene inanma, doğanın çeşitli güçlerine ilah adama, her ululaştırılana adak sunma; az şey değil bunlar kardeşlerim.
Tepeden tırnağa ürpertinin semah yolculuğunun içsel huzuru, içsel arınması.
Elbet bildiniz; salt itaat etme değil, tapınma değil olanlara/olmuşlara. Bunlar bizim kandırmacalarımız, kendimiz olan ben'e.
Yalanlarımız tanrılara, semadaki olana, zikrin içinde olan samimiyetsizliğe, sevgili olan biçareye.
Güce tapınır adem evladı; güçten güç alarak.
Pek tabii aslını inkar ederek.
Ama bu mu gerçek?
Kandırdık mı onları içtenlikle?
Yalanlarımız kime?
Sana?
Hayır hayır ona...
Diğerine?
Belki de berikine...
Yok canım, ötelediğimiz diğerine (lere ).
Kandırmayalım; yalanlarımız kendimize.
Mutluluğu aradık esarette. Gömüldük kaldık asırlık evrimlerimize. Tepeden tırnağa yenilenmelerimizde, aslında eskileri devşirdik benzerlikleriyle, benzerliklerine. Önümüze konulan hep aynıydı, sırtımıza yüklediklerimiz bir sonrakinin hep bir öncesiydi. Değişmedi, değişmeliydi de, beceremediklerimizdendi bu.
Kandırdık hep. Kimi?
Kendimizi...
Önce bundan başladık, ikinci tekil şahıs yaparak benliğimizi.
Öteledikçe kendimizi, o kadar çok savurduk yalanlarımızı. Her uzaklaştırmada kimliğimizi bedenimizden, o kadar rahat ettik söylediğimiz yalanlarımızla. Her yalanımızda, bir o kadar uzak kaldık ruhumuzdan; kimlik artık koca bir boşlukta sallanan sonbahar yaprağı. Düştü düşecek misali...
Yanlışı en başta yapmanın handikabı ile, düştük ucu bucağı olmayan yollara. Kaybettiklerimizi ise hiç sorma! Ne söyleyecek cesaret kaldı dilimizde, ne de hatırlamak isteyecek hafıza.
Mutlulukları aradık işte bunlarda.
"Çaresi olacaksa", dedik ki içten içe; "ona da amenna!"
"Huzura ereceksem, savururum savurabildiğim kadar yalan önce kendime, sonra onlara..."
Yalancının mumu yatsıya kadar yanıyordu ama, o kadar azimliydik ki, binlerce yatsı zamanlar tükettik, ama yalanlarımızı tüketemedik.
Önce işe kendimizle başladık, ve hatayı da zaten burada yaptık.
Yetersizliklerini ve hezeyanlarını sırtına yüklenmiş - ya da ruhuna abandırmış mı demeliydik? - , çökmüş omuz, içe geçmiş avurtları ile yollanmakta pare pare sinede açılan yaralarla ya da hırslarıyla.
Dert ettiği kendisi miydi, bedeli ya da sebebi olduğu hadise miydi?
inanın ben de bilmiyorum!..
Bir kişi miydi yoksa aslında birden fazla mıydı? Bakın onu da kestirmek pek olası değil.
ideolojileri vardır onun(ların), ama aslında içi boşaltılmış ya da dönemin koşullarında şekillenmiş bir yol ayrımı idi, feraha kavuşmak namına. Zaman içinde ajite olup, yoldan çıkması olağan kötü kadın misali;
Yıkımı asla telafi edilmeyendi.
Bir izafilik vardı zamanda. Yakılıp yıkılan hayatlarda da;
Ve mutlaka bir savunma payı vardı; ne bir milim kısalığında ne de bir mil ötesinin uzaklığında, tam orada, oracıkta! Hadisenin en ortasında! tüm bunlara rağmen yanan ve yakılan yüreklerin acısında;
'Güç istenci' dedi asırlar önce, bir pala bıyıklı amca!
"Ve, böyle buyurdu Zerdüşt" onlara!
Kullanılan her şeyin anasıdır bu kavram diye kimi zaman fısıldadı, kimi zaman da çemkirdi kulaklara;
( Bir titrek mum söner nihayetinde,
Bir ağlamaklı kadının göz yaşları siner geceye,
Perdedir inen yüreklere,
Al al olmuşluğunun dizeleridir bunlar size,
yaşayan bizlerden hediye;
geçmişin izlerine, şimdikinin gerçeğine,
ve pek tabii geleceğin ümitsizliğine!.. )
Ellerindeki o kırmızılık neyin nesiydi?
Canım siz de pek bir sorubazsınız, cevabını bilemediklerinizin yanıtlarını sürekli beklemektesiniz. Gözünüzün önündeki gerçeği ret edecek kadar serkeşsiniz. Benden alacaklarınızla yetinebilecek misiniz?
Birinin gerçeği idi Hiroşima;
Diğerinin kökten yok edilmesi, soykırım adına;
Peki ya ne demeli tükenmekte olan enerji adına bölünen topraklara?
Böyledir işte ezelden ebedi insan denilenlerin hikayesi, katil olmaya, kendini katil sanmasına!..
Keyfimin kâhyasını bilir misiniz siz? Tanıştırdım mı onu sizinle?
Keyfi bir şöyle bir böyle olmasına bakmayın derim ben; tuttumu hayatın köklerinden bir kere, seriverir yedi başlı zaman denilen mefhumun dev gölgesini yerlere.
Sahi tanıştırdım mı sizi onunla?
Alır tutam tutam sevgileri, işler nakış nakış gönüllere; alır zevkleri seyr ü sefasından, tel tel kondurur gönül kafeslerine; zevki sefasına hiç elleşmeyin, anı yaşar, tadını çıkarır hiç yoktan; ilişmeyin derim, kendisi bir şeyler yaratır çoktan, Faydalanmasını bilir heybesinin argümanlarından.
Bir zıpır haldir kendi deryasından.
Bir kuş misali, mevsimlere tutunamayan, delişmen ruhla bir oraya bir buraya konan.
Bir özgür ruhtur kendisi, günü tastamam yaşayan;
Günün kederinden Zerdüşt misali arınan,
Tekkesinde zikrini tanrısının en yakınına ulaşarak yapan,
Bir çocuğun saflığı kadarcık hayıflanan, ama günü kaçırmayan, onu anlayan, yarın öleceğini unutmayan, bugünün varlığına duacı olan.
ve perde açılıyor, hazır ol, oyun başlıyor!
konçerto başladı, son yudum şarabı bırak şimdi... yarım kalsın, yaşanan her şey gibi... ziyanı yok, tamamlanmayı bekler açlıklarımızla... bilirsin, tamamlanınca, eksik kalır hep bir şeyler...
ve dram sahneye koyuluyor, rahat ol, ağlamamak için kasma kendini.
hüzzam şarkı baş köşe konuğu, oyuncu gizli özneliği ile karşımızda,
hislerin tercümanı bu gece şarkılar.
armağan ettiğim çiçeği koklama, boş ver. alınmam, söz veriyorum sana. bugün melankoli yok üzerimde. buram buram sinmiş ahesteliğince...
işte oyuncu sergiliyor oyununu.
ahh, topluluğa kendini gösteriyor yalnızlığın konçertosu! ses yok, tanı yok, ben yok, sen yok; hiç, hiçbir şey yok...
ve kalabalık, geliyor üstüne üstüne; o ise meydan okuyor yalınlığının armonikasıyla... çok çalgılı, çok sesli ancak tek eşli. ahh, bana sahipsin ya da değil. ne önemi var?
ve bir keman, en baskılı sesiyle. ve piyano, en çığırtkanlığı ile. mesajlarını almamak kabil mi gecenin yalnızlığıyla?.. benimleyim, bensizliğimle. bedenim burada, peki ya ruhum nerede?
yemen'de babası tarafından 1100 euro karşılığı kendisinden 22 yaş büyük bir adamla evlendirilmiş kız çocuğu.
Evinden kaçmıştır ve boşanmak için dava açmıştır.
***
haydi, gelin kabul edelim; sevgisiziz.
sevgisiz olduğumuz kadar da benciliz. önce kendimizi düşüneniz. o yüzden yarına bir şey bırakma sorumluluğundan muafız ya, o yüzden anın tadını çıkaralım sözünün işimize gelen tarafını terziye kendimize göre biçtirip giyeniz ya...
ruhumuzu izbe bir yere çekmişiz, orada dinlenmeye bırakmışız zahir. etrafta gezinen salt bedenlerimiz; zihinlerimiz nereye gitti diye meraklananlar varsa deyivereyim:
işine geldi mi kâh ruhumuzun yanı başında, kâh çıkar peşinde koşan bedenimizin çeper yandaşlığında. kimse gocunmasın; hayatın iki kere iki dört eder gerçeğine inanmayanlardanım ama, bu gerçek suratımıza şamar çarparcasına yalın ve gerçek.
öz kızına tecavüz eden babanın ruh halinden bahseden siz sevgili büyüklerim;
evet bana işin psikolojisinden, bunu yapan kişinin de çocukluk travmasından, toplumun dikte ile bastırdığı, gelişim sürecinde normal sayılanları utanç zulasının içine tıka basa istifleyip, o torbanın da ağzını sıkıca bağlayan gelenek-görenek(!), saygı-adaptan bahsedeceksiniz.
evinde karısını döven kocanın koşullarından dem vuran siz sevgili bilmiş aydınlarım;
haklısınız, sosyo-ekonomik, ekonomik ve bunların uzantısının da bir parçası olan psikolojik durulardan kelam edeceksiniz. ikinci ve yazık ki üçüncü sınıf ülkelerde bunlar daha yoğun olmakta ve araştırmaya göre okul okuyan bireylerde bunun daha sık görüldüğünü, yaptığınız araştırmalar çerçevesinde açıklayacaksınız.
kızını başlık parası ile, berdel ile, bilmem ne ile satan kişiler için açıklaması olan gelenek-görenekçiler;
hı hıı, sizler, evet sizler!
böyle gördük, böyle geldi-böyle gidecek bu bacım diyecek siz ruhsuz dudaklar/zihniyetler, bundan ötesi bizi aşar diyeceksiniz. yıllar var ki böyle oldu, böyle de kalacaktır diye işin kolayına kaçacaksınız her zaman ve hep...
pürvakar bir kadercilik ile başı önüne düşmüş sevgili çocuğum;
çocuk yaşta gelin olmak zorunda kalan yarının annesi, hemcinsim...
yüzyıllar evvelinde kadının dolmamış çilesinin hikayesi sahife sahife yazıldı. seni ne tanrı'nın has kulu olan peygamberler korudu/kayırdı, ne mitolojik kahramanlar paylaşabildi ve hakkını verebildi, ne sultanlar, krallar, kahramanlar güçlerinin ve iktidarlarının değeri ile kıymetini bildi, ne de tanrı sana ihsan bahşedebildi.
yalnızsın işte...
böyle sayfalarca dolusu boynu bükük, dalları kırılmış sözler etmek var bize düşen, yanık gönüllerce hüzzam, kızgın hislerle...
hakkımıza düşen;
kimliğimize, ruhumuza, vücudumuza, zihniyetimize düşen tecavüzler olacaktır. bize de son tahlilde hep isyanların türküsünü yakmak düşecek...
kabul edemediğimiz sevgisizlik her yanımızı yakıp yıkacak. ne bir baba kızına sahip çıkacak ne de toplum yanlış bilincinin ve kuralının bendini çiğneyebilecek...
nasıl bir yoldan geldiğinizin hiç önemi yoktur bu uğurda ya da neler yaşadığınızın, neleri yaşamak istediğinizin yahut da neleri görmek-bilmek istediklerinizin.
katmerleşmiş ve demlenmiş olgunluğunuzun önemini mi sordunuz? geçiniz efendim bir kalemde; zira yine bu uğurda para eder bir değeri olmadığı gibi, maneviyata da eş değer bir katma değeri yoktur bu yolda. bildiğini okuyacaktır kendi uğurunda ve arzularında. kişinin varsa aldatma temennisi, güdüsü ruhunda, siz engel değilsinizdir bu noktada.
izin vermek/almak da ayrı bir şarlatanlıktır hislerin ahugüzarlığında, o da ayrı bir mevzudur ya meyilli olunulan aldatmaya ya da aldatılmaya.
haydi soralım şimdi ona, buna, şuna;
neden yaparsın bunu hayatındaki insana?
alınan cevap mı yaralar insanı çokça?
yoksa cevapsız kalan sorular mı kurcalar kafaları?..
' sevgiliye beni aldatabilirsin ' demenin altında yatan kaç tane gerçek vardır sizce?
epey vardır bence...
hem de tekil değildir bünyede... çoktur, çoğuldur hislerde, korkularda ve düşüncelerde.
kaybetme kaygısının bastırılmışlığı? karşısındakini denemek için yoklama? bir özgüven noksanlığı? kıskançlığın ruhtan ve karakterden bertaraf edilmişliği? sahip olunan sevgiliyi kanıksamamak, sahip olmak istememek? kendini aşmak?
ne kadar çok olursa olsun alternatifler, savlar; yine de hazmı kolay değildir kişi için. her ne kadar yapılanı uygun görse de kendi bünyesinde!.. var olan ve vücutta hayat bulan insan, ötesiz ve berisiz sahip olmaya, aitlik hallerine mazhar olmaya kodlanmış bir yaşamsal formdur. gayrısı ve berisi olmaksızın, kendisine ait olduğunu düşündüğü şeyleri kolay kolay paylaşması mümkün değildir. hele konuya bahis olan bir diğeri, öteki, karşı cinsi, sevgilisi ise...
'beni aldatabilirsin' diyen birisinin de gerçek niyetleri araştırılmalı ve didilmelidir en yalın halleri ile...
tanrı^'nın meşguliyeti olmadığı zamanlarda heyecan namına bir şeyler yapmak istediği bir günde, derin düşüncelere dalmış. "neler yapabilirim?" diye mırıldanırken, yarattığı varlıklara ve cisimlere bakmış. melekleri, cinleri ve pek tabii ademoğlu varmış.
ahhh, ademoğlu! tanrı'nın en estetik, en güzel, en muazzam kıldığı canlı varlık! adı 'insan' olan varlık. düşünebilen varlık. tanrı özene bezene yarattığı bu akıl almaz türün en güzel yanı olarak gerdanını var etmiş. uzun, ince ve oval, kafa ile vücut başlangıçların köprü vazifesini gören ahesteli yer. gören orayı öpmek için, koklamak için neler vermez, ahhh...
ne diyorduk? haaa, evet... tanrı'nın yine canının sıkıldığı günlermiş. bu demek oluyor ki bir yasak daha geliyor. ne yapayım diye düşünürken, ademoğluna cennet bahçesinin en güzel ağaçlarından biri olan 'elma'yı yasaklamak gelmiş aklına:
- sevgili cebrail, biliyorum seni böyle ufak tefek işler için kullanmıyorum ama, şu an diğer melekler yıllık izin kullanıyorlar, seni çağırayım dedim.
- buyurunuz haşmetlimiz.
- git, adem'e söyle, 7. kat semadaki ışıltılı elma ağacı men edildi kendisine. hiç bir suretle göz değmeyecek, el sürülmeyecek ona. var git ilet kendisine.
- başım, gözüm üstüne.
ve cebrail avare gezinen adem'i bulur:
- ey ademoğlu, bilesinki tanrı namına 7. kattaki 'elma ağacı' yasak edilmiştir sana. her ne suretle olursa olsun, her ne hikmetle olursa olsun elini sürer dahi gözünü değdirirsen bu ağaca, alimallah aforoz edilirsin!
garip adem huylanmış, içinde sorgu ve suale yenik düşmüş:
- ama neden? demiş bir gafletle.
- höössttt' be densiz, sen kim oluyorsun ki tanrı'nın buyruğunu sorguluyor, yanıtını arıyorsun! bilmez misin ki emir demiri keser!
adem çaresiz, üzgün kabul eder. itaat eder.
gel zaman git zaman, tanrı'nın cömertliğinin tuttuğu anlarda kendisine eş olarak yarattığı havva anamız ile cilveleşen adem'in kafasına bir kurt düşmüş.
neden? niçin? soruları beynini allak bullak eder olmuş. cennetin en kıdemli elemanı olan şeytan'a konuyu açmaya karar vermiş:
- sevgili alimim, tanrı bana bu meyveyi yasak eyler. oysaki her konuda cömert olan kıymetlimizin bunu yapmasındaki amacını anlayabilmiş değilim.
- bilmelisin ki tanrı çoğu şeyi verir, kimi şeyi de senin almanı bekler. bu yasak, men etme anlamında değildir. tanrı senin istediklerinde ne kadar azimli olduğunu görmek, seni takdir etmek ister. işte bu yüzdendir ki gidip o elmayı almanı, yemeni istemektedir.
adem o şekil düşünür, bu şekil düşünür ve şeytan'ın sözleri cebrail'in kısa ve ucu kapalı olan yanıtlarından çok daha makûl gelir. ellerinden öper ve yedinci kat semaya yükselir.
işte oradadır. o muhteşem ağaç tüm ihtişamı ile elmalarını dallarından sarkıtmaktadır. ışıl ışıl, albenisi yakmaktadır içini. koparması için adeta davet ediyordur kendisini. adem içinden teşekkür eder tanrı'ya. ona bunca güzellikleri kim sunardı başka?
dalından elmayı koparır, önce onu izler uzun uzadıya. sonra içine çeke çeke koklar. göz zevkini doyururcasına izler, izler, izler... doyması, bu güzelliği daha çok içinde hissedebilmesi için sanırım ısırması yetecektir.
ve bir ısırık, her şeyin talan olduğu andır! bir ısırık elma, ademoğlunun boğazında takılı kalır. öksürür, tıksırır lakin çıkmaz boğazının orta yerinden. o muhteşem gerdan, o izlenilmeye kıyılmayacak kadar güzel gerdanda koca bir çıkık beliriverir.
adem korkar, adem panikler, adem yok olur o an.
ve kutsal gün olan cuma gelir. o gün herkes tanrı'ya secde eder, bu işlem bittikten sonra tanrı'nın kutsal eli öpülür ve istirahata çekilirdi iman edenler. en büyük melek olan şeytandan başlayan bu fasıl, adem ile son bulmuştur. ancak son dakikada o güzelim gerdandaki çıkıntı görülür. şeytan keyifli, tanrı üzüntülüdür. çok sevdiği kulunu kuralsızlığı yüzünden cennetinden men etmiş, onu yeryüzündeki tüm huzursuzlukların ve kardeş, dost, insan kavgalarının ve kan gölünün içine atmıştır.
I. çat, pat, gümmm...
--------
II. aahh, oofff, anam anammmm, dur rıfat, gözünün çapağını yiyim vurma yiğidim...
--------
III. ellerin kırılsın ziya. allah seni taş etsin. verdiğim emekler, uğrunda tükettiğim yıllarım sana haram olsun. allah belanı versin ziyaaa!..
--------
IV. baba n'olur yapma, vurma anneme baba! baba duuurr, yalvarırım duuurrr... öhüü ööhhüüüü...
--------
***
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; cahilliği ile nam salmış ülkelerde, eğitimin kıt olduğu kentlerde, kendini geliştirememiş insanların yaşadığı semtlerde; erkekler egosu ve ezikliğiyle, kadınlar sindiirlmiş silikliği ve hak aramazlığından bihaberliğiyle, yaşar giderlermiş ağlaya, güle....
bu öyle bir yaşamakmış ki; erkekler gün içinde iş hayatlarında yahut sosyal hayatlarında başarısızlıklarının faturalarını evlerinde karılarına ve dahi çocuklarına çıkarır, evdeki kadında kocasının bu hallerinin aymazlığından başına gelenlere ekonomik veya sosyolojik dayatmalar hasebiyle gıkını çıkaramaz, "başa gelen çekilir bacım" kaderciliği ile içine ata ata yaşarmış.
sonrası mı ne olurmuş?
özgüveni eksik toplum, gelecek kuşakların sağlıksız yetişmesi, balta vurulmuş bir eğitim seviyesi, kişisel gelişimin önünün kesilmesi, kadın-erkek ilişkisinin çarpıklıkları ve pek tabii bardak ile dinlenen komşu duvarlarının masalsı hikayelerinin kağıda dökülmesi anam babam...
akdeniz, ege ve marmara bölgesinin çeşni yerlerini arşınladım kimi zaman özel araçlarla, kimi zaman trenle, kimi zaman otobüslerle.
bu zamanlarda görüyorsunuz ki tabiat o kadar cömert, o kadar albenili ve doğurgan ki, nasıl tüketiyoruz biz bu güzellikleri acımasızlıkla, hayret ediveriyor insan.
işte bu yolculuklarda bir nokta var ki, dikkat çekmek istiyor en dikkatsiz görüntüsü ile.
kocaman bağların ya da tarlaların içine emektar insanlar başak, mısır, günebakan, fasulye vb bitkiler dikmişlerdir; onların bekçisi tayin etmiştir kendileri kendilerini. günün yirmi dört saati, haftanın yedi günü, ayın tüm günleri, yılın üç yüz altmış beş günü oradadır ' uzun yolculuklarda gördüğümüz tarlalardaki yalnız ağaçlar. '
bu tarlaların, bağların sanki tek sahipleridir bu yalnız ağaçlar. o heybetli kalın gövdeleri ile çalışan tarımcı köylülere gölgelik yapıp, o bağın sahiplerinden olduğunu belletir siz olan üçüncü göze.
kocaman alanın içinde yalnızlığının hüznünü size aktarmaz, saklar bir anaçlık ile, bir gurur edası ile. belki bu yüzden gördüklerimizin çoğu öylesine dik, öylesine mağrurdur.
size verdikleri mesajlar manidardır. gizliden deyiveriyorlar belki de: "ben nasıl yalnız kaldım düşünme yolcu, sen de bu hayat yolunda, kalabalığın içinde teksin, kendinlesin" diye...
" ben nasıl bu kadar güçlüyüm bu yalnızlığın verdiği çaresizliğe rağmen diye düşünme yolcu, ne tür canlı olursan ol, hakk sana veriyor bu gücü, bir yere tutunma sevdasını" diye.
işte bu noktada hayran kalmamak mümkün olmuyor 'uzun yolculuklarda gördüğümüz tarlalardaki yalnız ağaçlara.' kendimizden bir şeyler bulmuyor değiliz onlara bakarken. tekiz ama güçlüyüz dedirtiyorlar içten içe...
yıllar içinde ayrı kalmamışsınızdır. sebep budur ki nasıl bir duygudur tatmadığınızdan ötürü, tahayyül de edemezsiniz pek tabii babaya duyulan özlemi.
her daim destekçinizdir, kokusu evin her bir köşesine ayrı sinmiştir, anneniz ile kuşak çatışmalarınızın, uzlaşmazsızlıklarınızın yegâne barış antlaşmalarının imza atıldığı yetkili merciidir, kardeş topraklardır, yurttaştır, memleketin taa kendisidir, o en hakikat olandır, babanızdır.
kimileri bu konuda hayli şanssız olurken, kimileri için hakk'ın sunduğu en büyük armağan olur bu mefhum, bu vasıftaki küçük cüsseli, insan şemalindeki koca yürekli dev, uhrevi güçlerce gönderilmiş bir pür, bir melaike. o babanızdır, kanlı ve canlı silueti ile.
size sahip çıkar, her daim size destekçi olur sevgisi ile sarıp kollar; dünyaya kafa tutan, kendi kararlarını büyük özgüven ile alan size öyle bir güven ve inanç ihsan etmiştir ki, onun onayı olmadan bir şey yapmak sizi iki kere düşündürür. asiliğinizin tek terbiye edicisi, insanlığın en güzel öğrenildiği cennet katıdır onun bağrında olmak, yeşermek.
zaman olur ya da gelir, yıllar içinde bazı işleri nedeniyle şehir ya da yurt dışına çıkar sığınağınız; işte o an dünya tüm çıplaklığı ve gerçekliği ile üzerinize üzerinize gelir. işte o zaman ayrı kalmayı görür ve dahi öğrenmeye başlarsınız. nefes almanız güçleşir, evin en çok babanız kokan köşelerine gider, yâd edersiniz onu ve onunla yaşadıklarınızı.
bazen kendinizi o kadar yalnız ve sevgisiz hissedersiniz ki; sığınmak isterseniz onun kollarının arasına, yüreğinin içine lakin o uzaklardadır. sizin ruh halinizi anladığında telefon ya da mesajlar ile destek vermek ister, çırpınır;
bunu gördüğünüzde daha bir içiniz parçalanır ve o an olmadığınız gibi görünmeye çalışır, 'güçlüyüm ben' maskesinin arkasına sığınırsınız.
ve bazen özlem her şeyin ötesine geçer, tüm zorluğuna rağmen ait olduğunuz diyarın bağırlarına sığınmak ve kapanmak için planlarınızı iptal eder, işinizi gücünüzü erteler, söz verdiklerinizi eker; saklı olan gizli dünyanıza sığınmaya koşarsınız.
yaz, kış, fırtına, aşırı sıcaklar vs... hiçbir şey artık engel değildir; ve zaman sonrasında ait olduğunuz kollarda, 'işte bu benim' dediğiniz kokunun derinliğindesinizdir. kıyamet kopabilir artık, dünya yok olabilir, herkes sizi terk edebilir, kimse sizi anlamayabilir, işten kovulabilirsiniz, dünyanın en başarısız insanı olduğunuz gerçeği yakanıza yapışabilir, ölümün o acı ve zemheri soğuk olan gerçeği beyninizin her hücresine işleyebilir; hiç sorun değil.
siz ait olduğunuz kollar içinde sımsıkı sarılıyorsunuzdur. dünyanın en çıkarsız, en samimi insanı sizi sımsıkı sarıyordur.
dünya yavaş yavaş yok mu olyor? hııhh, kimin umurunda o an! insanlar ya da gerçekler hatta ve hatta hakikatler üstünüze üstünüze yürümeye mi başlamıştır? olsun, babanızın yanınızdasınızdır.
velhasıl kelam o denli özledir bu memleket, bu insan, baba vasfı verilen ademoğlu... ona sığınmak hiçbir şeye benzemez, onu özlemek hiç bir özlemin ağır yükü gibi değildir, ona ihtiyaç duymak hiçbir gereksinime benzemez.
***
- babasından nefret edenler komunitesi kurmuştuk evvelinde, o tarafta yer alanlar bu yazıdan azat edilmişlerdir. -
Hayır, hiç kanamadım.
Oturdum önce bir taşın üzerine, denizin dalga dalga sesi çınladı kulaklarımda. Çınnn, çııınnn; işte böyle ahestelice...
Sonra bir derin nefes aldım, çektim onu ciğerlerime. Hmmm, ohhh; ihtiyacım varmış buna çokça.
Yemin olsun çok acımadı içim. Kemanın yayı koparken çıkardığı hüzzam name var ya, işte o tatdaydı bu da bana. Yanık bir çikolata kokusuydu burnuma çalınan, o koku insanın iştahını kabartan; benim de canımı yakan, böyle bir ilişki sarmalıydı en çok ruhuma kalan. Ama hepsi bu kadar olan, bununla kalan. Sonrası olmayan, sonrasını anlamayan ve gönüllü beklemeyen...
Iıh ııhhh, çok ağlamadım aslında. Hem neden ağlayacaktım ki sonra? Yaşanmayana yakılır mıydı ağıt can damarlardan?
Peki peki, yalan söyledim size; biliyorum, en çok da kendime.
Çok içim yandı, çok ağladım kaderime, kederime.
Çok istedim o aşkı yaşamayı, ellerimle dokunmayı, ruhumla okşamayı, bedenimle bütünleşmeyi... Çok istedim kendimi artık aldatmayı kesmeyi... Bir kere de akışına kapılmayı, sularında boğularak canfeza duygularla ölmeyi. Her ölümde yeniden dirilmeyi, dirilmelerde yeniden doğmayı.
Her hislenişte bin kere yok olmayı, aşka bir defa daha kanmayı ve kanışlarda boyun eğmeyi; kendim olmaktan çıkıp, yeni bir bende keşiflerde, ilahinaye kutsallıkta kaybolmayı istedim.
Ben ne mi yaptım?
Peşinen kabul ettim üzülmeyi. Peşinden ağıt tadında kelimelerle cümleler doğurmayı, sancılarımdan bellekler ve benlikler türetmeyi...