calderon de la barca
824 (burmalı kadayıf)
üçüncü nesil yazar 20 takipçi 130.82 ulupuan
entryleri
oylamalar
medya
takip

    doğan tılıç

    1.
  1. uygarlığın huzursuzluğu

    1.
  2. Uygarlığın huzursuzluğu [tam çevirisi Uygarlıtaki rahatsızlık] Freud tarafından 1930 yılında yayımlanan yazısının adıdır. Eser, 1921 tarihli "Metapsikoloji ve Ben Çözümlemesi" yanında, Freud'un en şümüllü kültür incelemesidir; 20. yüzyılın en etkili kültür eleştirilerinden birini oluşturur. Konu Kültür ve içgüdüsel dürtüler [Triebregungen] arasındaki çatışmayı konu alır. Kültür daime daha büyük toplumsal bir birliği inşa etmeye çalışır. Bu şekilde, Kültür acıların kaynağıdır; onun gelişimi git gide büyüyen bir huzursuzluğu beraberinde getirir.

    inceleme 1927 tarihli Freud'un "bir Yanılsama'nın Geleceği"[Die Zukunft einer Illusion ] isimli yazısına bir ek ile başlar. Freud Baba özlemine ilişkin [Vatersehnsucht] orada geliştirdiği tezleri dinin temeli olarak sağlamlaştırmıştır. Romain Rolland buna karşı dinin kaynağının "Okyanus Hissi"ni [ozeanische Gefühl] olduğunu ifade ederek itiraz etmiştir. Freud bu hissi ben ve dış dünya arasındaki sınır olmaksızın Birincil Narsizm olarak yeniden ortaya koymuş ve bu narsizmin din ile ilişki içinde gelişip ortaya çıkabileceğini kabul etmiştir. Onun dine verdiği anlam kati surette sekülerdir.

    Akabinde Freud inceleme konusu olarak Kültür ve huzursuzluk [Unbehagen], yani (hazsızlık/unlust, acı ve/ya mutsuzluk) arasındaki ilişkiye geçer. Freud "unlust"un[acı, hassızlık]çeşitli kaynaklarının tartışması ile başlar. Yaşamın amacı haz ilkesi aracılığı ile hazın artırılmasına yönelik arayışı olarak ortaya konmuştur. Bu ilke genellikle gerçekleştirilebilir değildir; dış dünya, sosyal ilişkiler ve beden mutsuzluğun kaynağıdır. Haz ilkesi bu nedenle gerçeklik ilkesi aracılığı ile "Unlust"un kaynağını etkilemek suretiyle "Unlust"un artırılmasına yönelik bir arayış ile ikame edilir. Fakat bu şekilde bir sınırlama ile karşılaşır.

    mutsuzluğun önemli bir kaynağı ise Kültürdür. Kültür insanı "hayvan"dan farklı kılar ve onun iki amacı vardır; Doğaya hükmetmek ve insan ilişkilerinin düzenlemektir. Kültür dürtü tatmininin yadsınması üzerine inşa edilmiştir. Bununla Uygarlığa karşı düşmanlığının yarattığı bireysel özgürlüğe karşıt bir şey anlaşılır.

    ilk bakışta Uygarlığın temelinin iş bölümü yanında sevgi ve dürtü tatmini olduğunu farklı bir bakış ile dile getirir. Sevgi/Aşk ailenin kurulmasını tarihsel olarak sağlamış, sadece bunu seksüel bir biçimde [Erkek ve Kadın arasındaki ilişki] yapmamış, aynı zamanda "amacı ketleyen"[ zielgehemmten] sevgi/şefkat biçiminde [Anne ve çocuk arasındaki ilişki] gerçekleştirmiştir.

    Aşk ve uygarlık arasında daima bir karşıtlık/çatışma vardır. Aile uygarlığın amaçlarına, daima daha büyük toplumsal bir birliğin inşasına karşı koyar. Uygarlık cinsel yaşamın güçlü sınırlamalar ile boyunduruk altına alır, böylece uygar insanın cinselliği ciddi bir biçimde zarar görür. Uygarlık cinsel dürtülerin, libidonun enerjisi üzerinde temellenir. Böylece Libido baskın bir biçimde "amaç-ketleyen" bir forma, daha büyük toplumsal bir birliği (özdeşleşme yolu ile) meydana getirmek için dönüşür.

    Libidonun bu çeşit bir dönüşümü genellikle cinsel yaşamın pahasına gerçekleşir ve cinsel tatminin yadsınması Nevrozu da beraberinde getirir. Neden uygarlık amaç ketleyen cinsel dürtülere tabidir? Böylece başka bir dürtüyü bastırmak için: agresyona bir eğilim meydana gelir. Uygar insan bir parça mutluluk olanağını bir parça güvenlikle değiş tokuş etmiştir.

    Freud insanın iki temel dürtü, Eros ve ölüm itkisi ile donanmış olduğunu kabul etmiştir. Eros, Narsizm ve nesne sevgisi [Objektliebe] olmak üzere iki, Ölüm itkisinin iki biçimde ortaya çıktığı gibi o da iki biçimde ortaya çıkar. ilkin Öz-yıkıma yönelik eğilim, dışa yönelik yıkıcılık aracılığı ile agresyon ve yıkıma yol açar. Agresyon uygarlık tarafından tek biçimli olarak bastırılmaz. Bastırılmış agresyonun bir parçası uygarlık için önemli ruhsal bir boyutu meydana getirebilmesi için dönüştürülmelidir. Suçbilinci, otorite ile özdeşleşme aracılığı ile, dışsal bir otorite ile olan agresif bir ilişkinin içselleştirilmesi aracılığı ile ortaya çıkar.

    Bu özdeşleşme "Ego" üzerinde süpergeonun farklılaşmasını beraberinde getirir ve Vicdan Ego'ya karşı Süperego'nun agresyonu üzerine dayanır. Suç-bilinci dikkate değer biçimde bilinçdışıdır; O ceza ihtiyacı[Strafbedürfnis] olarak kendini dışa vurur. Onun tarihsel kökeni ilk/kökensel babanın ilksel sürü/güruhdaki çocuklarca öldürülmesi ile oluşan suçluluk bilinci ve böylece nihai olarak baba ile olan ilişkisinde, Eros ve ölüm itkisinin belirsizliğinde kökenini bulur.

    Bununla Freud incelemenin temel tezine gelir; Uygarlığın gelişimi için ödenen bedel büyüyen bir suçluluk hissi ile gitgide daha çok biçimde mutluluğun yitirilmesidir. Makale Etik ve nevroz arasındaki ilişki üzerine bir gözlem ile sonuçlanır. Uygarlıklar, bireyler gibi, süperego'ya sahiplerdir. Uygarlığın süperegosu [Das Kultur-Über-Ich] insanların birbirleri olan ilişkilerine ilişkin talepte bulunur; Bu talepler-Etikte özetlenen-dürtülerin hakimiyet altına alınmasını talep eder ve bir ölçüde bunun insanlar için nasıl olanaklı bir şey olmadığını gösterir. Belki de bir kültür bu nedenle hep birlikte Nevrotik olmuştur. Bu nasıl tedavi edilebilir? Freud bu soruyu açık bırakmıştır.

    insan yaşamının amacı gerçekte, Haz ve bu anlamda mutluluğa yönelik bir arayıştan ibarettir; Yaşamın anlamı ayrıca Haz ilkesi aracılığı ile koyutlanır.

    Bu program genel itibari ile pratik bir program değildir; "amacın, insanın mutlu olabilmesi için, yaratım planı içinde içerildiği söylenebilir". Freud şöyle der; "Bize haz ilkesini empoze eden Program, mutlu bir program olacak, tatmin edilmeyecek, fakat insana bir dereceye kadar tatmine ilişkin anlayış sağlayan çabalardan vazgeçmesine izin vermeyecektir.

    Izdırap olanağının baskısı altında, acıdan kaçınarak hazzı artırmaya yönelik çaba haz ilkesinin doyuma ulaşmış gerçeklik ilkesi ile ikame edilir. Çünkü ızdırabın üç kaynağı ardır; organizmanın kendisi, dış dünyadaki gerçeklik ve sosyal ilişkilerdır; ızdırabı hafifletmenin üç yolu vadır;

    -organizmanın kendisinin etkilenmesi yolu ile
    -dış gerçekliğin yeniden biçimlendirilmesi (umgestalten)
    -Sosyal ilişkilerin erotize edilmesi-aşkın kendini ortaya koyma biçimlerinden biri[Erscheinungsform], cinsel aşk, karşı konulmaz bir haz duygusuna ilişkin deneyimi sağlamıştır ve böylece bizim mutluluğa ilişkin çabamızın örneğini vermiştir.

    Tüm bu olanaklar genellikle sınırlanmıştır; ne hazzın elde edilmesi yoluyla ne de hazzın hafifletilmesi yolu ile biz tüm, bu arzu ettiklerimize ulaşabiliriz. Organizmanın ekstazik bir durum ile [Rauschmittel] etkilenmesi, itkilerin yok edilmesi/öldürülmesi, itkilerin kontrol altına alınması, illüzyonlar ile temsili doyumu, mutluluk olanakların zayıflaması ile eşlik edilir ve bu gerçek bir umutsuzluğu/zayıflık/kötülüğü unutturmak için yeterince güçlü değildir.

    Dışsal gerçekliğe karşı umutsuz bir biçimde öfkelenen deliliğin kurbanı olur. Fakat bizden biri herhangi bir noktada paranoidler gibi davranabileceği, bir ideal aracılığı ile dünyanın nahoş tarafları düzeltileceği ve bu hezeyanların gerçekliğin içine girdiği de iddia edilebilir. Sevgiye ilişkin bir mutluluk üzerine kurulu bir yaşam tekniği ötekileri bağımlı kılar ve bu nedenle aynı zamanda acıların da kaynağıdır. Din mutluluğun elde edilmesi ve gerçekliğin biçiminin bozulması vasıtasıyla acıdan korunma arayışındadır; o bir Massenwahn'dır [kitlesel bir histeridir]. O bireyi nevrozdan, ruhsal bir infantilizm pahasına korur.

    Kültür ve bireyin özgürlüğü birbirlerine karşıttır. Kültürün mutsuzluğun kaynağı olduğu ve kültürden feragat edersek daha mutlu olabileceğimizi iddia etmektedir. Bu kültür düşmanlığının nedeni, kültür tarafından empoze edildiği gibi, insanların itkilerden feragat etmesinin dayanılmazlığına ve nevroza yol açtığına ilişkin keşiftir, ki bu nevroz kültür insanının yetisi dahilinde olan bir tutam mutluluğun dibini oyar. Bir öteki neden ise bilimin ilerlemesi ve tekniğin bizi mutsuzlaştırdığına ilişkin deneyimdir. Peki Kültür nedir? Kültür bizi hayvansallığımızdan farklılaştıran kurumlardan ibarettir. Bu kurumların iki fonksiyonu vardır; bunlardan birisi doğanın korunmasına hizmet eder ve insanların birbirleri ile olan ilişkilerini düzenler.

    Kültürün alamet-i farikası:
    -Bilim ve tekniktir-insan bir çeşit protezli tanrı olmuştur [Prothesengott]
    -Güzellik, Temizlik ve Düzendir
    -Daha yüksek psişik aktivitelerden ortaya çıkan başarılar; Bilim, sanat, din, Felsefe, ideallere ilişkin bir eğitim
    -Sosyal ilişkilerin özellikle hukuk aracılığı ile düzenlenmesi böylece, bir kaç kişinin iktiarının toplumun iktidarı ile ikame edilmesidir.

    Bireysel özgürlük buna karşın kültürel bir kazanım değildir. insanların bazı etkiler aracılığı ile kendi doğasının bir termite dönüştürülmesi ve kitlelerin arzularına karşı bireysel özgürlüğe ilişkin iddiaları daima savunması pek Freud'un olası gördüğü bir şey değildir.

    insanlığın mücadelelerinin büyük bir kısmı, yararlı olan bir şeye, yani bu bireysel ve kültürel "Massenansprüchen" arasındaki mutluluk getiren bir dengeyi bulmaya ilişkindir", Kültürün belli bir biçimlenmesi vasıtasıyla bu dengenin ulaşılabilir olup olmadığı ya da çatışmanın uzlaşılabilir olup olmadığı kadere ilişkin bir problemdir. Kültürün gelişimi aracılığıyla insani eğilimler değişip dönüşmüştür; bu süreç bireyin libido gelişimine benzer. En önemli itkilere ilişkin yazgılar [Triebschicksale](itkinin belli özelliklerinin insanın kaderi olduğu];

    -Belirli karakter özelliklerinin gelişimi, örneğin anal karakter biçiminde
    -içgüdüsel amaçların [Triebziele] yüceltilmesi
    -ve itkilerin tatmin edilmeyişi, "sosyal ilişkilerin hakim olduğu ve kültür düşmanlığına götüren bir "Kulturversagung" ["Kültürel Yadsıma"-Kültürün neden olduğu ve itkilerden vazgeçme durumu-uygarlığın yapısı itkilerden feragat etme bir vazgeçiş ve tatmin edilmeyişi üzerine dayalıdır]

    Kültürün gelişiminin başlangıcında insanın dik yürümesi [aufrechte Gang] bulunmaktadır; bu dik yürüme "organik bir bastırma"yla, koklama duyusuna ait bir erotizmin bastırılmasını, yüzün çekiciliğinin hakim olmasını, genitallerin görünür olmasını da beraberinde getirmiştir.

    Bu seksüel bir uyarılmanın[Sexualerregung] da devam etmesini olanaklı kılmıştır ve erkeğe cinsel nesnenini yanında tutma güdüsünü vermiştir. Bundan hareketle, tiranik bir babanın emri altında ilksel bir horda ortaya çıkmıştır. Bu tiranik baba tüm kadınları kendi için saklamış; Freud 1912/13 yılında Geliştirmiş olduğu Totem ve Tabu'daki tezine geri dönmüştür. Baba tarafından dışlanmış/toplum dışına itilmiş çocuklar birlikte bir karar almış ve babalarını katletmişlerdir. Bu öldürme eyleminden pişman olduklarından öldükten sonra babaya itaatin bir aktında tekrar canlandırılır, böylece ilk tabu kuralları ve yasa ortaya çıkmıştır.

    Kültür bir toplumda büyük miktarda insanın kalıp yaşayabilmesini sağlamıştır. Toplumsal yaşamın bu genişlemesinin iki temeli vardır; Bir yandan zorunlu emek [Zwang zur Arbeit] üzerine, yani ihtiyaç, zorunluluk [Ananke] üzerine dayanır. Toplumun temeli aynı zamanda Freud tarafından "Sevginin gücü" dür ve Freud tarafından "Eros" olarak adlandırılmıştır. Sevgi bir medeniyetin temelini iki biçimde inşa eder, Erkek ve kadın arasındaki ilişkideki direk cinsel tatminle cinsel bir aşk biçiminde ve "amacı ketlenmiş aşk" [zielgehemmt] formunda[ anne ve çocuk arasındaki ilişkide şefkat olarak]

    Fakat, Aşk ve Uygarlık arasında sadece temel bir ilişki yoktur, aynı zamanda bir çatışma da vardır. Uygarlık daima daha büyük bir birliği inşa etmeye çalışır, fakat aile bireyi özgür bırakmaz; bu nedenle Kadınlar erkeklerin hükmü altında olan ailenin ve cinsel yaşamın hizmetine girerler. Bu nedenle, uygarlık emeğini bir diğerine bağımlı kılan nüfusun bir katmanın ya da bir kabile gibi davranır.

    Ne var ki, biz olası bir biçimde sadece kültürden vazgeçmeyiz, aynı zamanda cinsel işlevin kendisinin özünde varolan tam bir doyumdan [volle Befriedigung] da vazgeçeriz. Koku duyusunun değerinin düşmesi ile, tüm cinsellik, salt anal erotik olan değil, baskılanmanın kurbanı olma tehtidi altındadır; böylece o zamandan beri cinsel işlevi gerçekten temellendirilmemiş muhalefet ile birlikte gitmekte ve ona eşlik etmektedir; tam bir doyum engillenmiş ve cinsel amaçlı olarak yüceltme ve libidonun ertelenmesi ile bastırılmıştır.

    Freud amacı/hedefi ketlenmiş libido aracılığı ile agresyonun bastırılmasından bahseder. Kültürün cinsel itkilere karşı olmasını, kültürün daha büyük toplumsal bir birlik inşa etmesi ve bunun işbölümü vasıtasıyla karşılıklı bir bağımlılık ile tatmin edilebileceği üzerine dayanır.

    Uygarlık bunun dışında toplumun üyeleri arasında özdeşleştirme aracılığı ile libidinal bağların meydana getirilmesini sağlar. Uygarlık toplumu meydana getirmek için libidiyo, yani cinsel enerjiyi, amacı ketlenmiş libido biçimine dönüştürür [zielgehemmten Libido].

    Bu çeşit bir dönüştürme kaçınılmaz olarak dolaysız seksüel bir libido pahasına gerçekleşir ve cinsel vazgeçiş belli bir derecede nevroza yol açar. O halde neden toplumun meydana getirilmesinin kültür için dışsal bir zorunluluk üzerine dayanması yeterli değildir? Neden Toplumu oluşturan bireyler amacı ketlenmiş bir libido aracılığı ile birbirlerine bağlanmayı denerler? Bunun nedeni "Aggressionstrieb" adı verilen "şiddet itkisi"dir.

    Bu itki şu yasaya refer eder; komşunu kendini sevdiğin gibi sevmelisin. Fakat bu şiddete ilişkin insani eğilimlere karşı oluşturulmuş bir tepki oluşumudur [Reaktionsbildung].

    ilkel düşmanlık şu sonucu beraberinde getirmiştir: uygar toplum biteviye yok olma tehdidi ile karşı karşıyadır. Ve bunun nedeni, sadece iş bölümü aracılığı ile toplumu bir arada tutmanın yeterli olmamasıdır. Kültür şiddet eğilimine karşı güç kullanmalıdır, ki bu mantıksal bir "ilgi"den daha güçlüdür ve bu güç zorlantılı bir tutkudur. Bununla birlikte bu kültürel çaba [Kulturbestrebung] şimdiye kadar böyle bir noktaya ulaşamamıştır. Komünistler doğa insanının iyinin peşinde olduğunu ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla düşmanlığın da ortadan kalkacağına inanmaktadırlar. Bu da bir illüzyondur ve özel mülkiyet sadece şiddete hizmet eden bir çok araçtan biridir.

    Uygarlığın huzursuzluğu ayrıca sadece cinsellikten bir feragate değil aynı zamanda insanın şiddet eğiliminden de [Aggressionsneigung] vazgeçişine dayalıdır. Buna karşılık kazandığı ise güvenliktir.

    insan bizim ihtiyaçlarımızı daha iyi tatmin eden kültürün bu tarz değişimlerinin kabul edeceğinin beklentisi içinde olabilir. Fakat insan kültürün özüne bağlanmış olan dürtülerin sınırlanmasının varolduğunu ve buna ilişkin hiçbir reform denemesinden vazgeçmeyeceği fikri ile aşina olmalıdır. Freud Uygarlıktaki Huzursulukları iki temel dürtünün birbirinden ayrılması aracılığı ile açıklar, itki Teorisine eklediği ve 1920 yılında "Jenseits des Lustprinzips"[Haz ilkesinin Ötesinde] isimli kitabında ortaya koyduğu Eros ve Ölüm içgüdüsüdür.

    Her iki itki de Freud'a göre tek hücreli canlılardan başlayarak tüm canlılarda etkin bir biçimde bulunur; Onların çatışması canlıları birbirinden ayıran, onları farklı kılan fenomennleri meydana getirmiştir. Bütün olarak bakıldığında her iki itkinin de "konservativ" olduğu yani değişime karşı mukavemet göstermeleri onların ortak özelliğidir; her ikisi de daha önceki bir durumların yeniden restore edilmesine yani daha önceki bir duruma geri dönmeye yöneltir ve yineleme zorlantısı [Wiederholungszwangs] fenomenini insanda bundan hareketle açıklanır.

    Yaşam itkisi olarak da adlandırılan Eros, canlı maddenın korunmasını ve daha büyük bir birliğe doğru birleşmesini hedefler.Onun enerjisine "Libido" adı verilir. Ölüm itkisi daha büyük bir bütünde çözülme ve inorganik bir duruma geri dönme dürtüsüne bağlıdır ve bunu içerir. Eros iki biçimde ortaya çıkar, narsizm ve nesne sevgisi olmak üzere ve Ölüm itkisinin içsel olarak kendini yok etme eğilimine dışsal olarak şiddet eğilimine yöneltilmiş olarak iki kaynağı vardır.

    Her iki temel güdüde içe doğru yönelmiş bir eğilim temel olarak bulunmaktadır; nesne libidosu nesneye saptırılmış yani yönü nesneye doğru çevrilmiş ben libidosudur ve yıkım kendini yok etme eğiliminin nesne üzerine yönlendirilmesi üzerine dayanır.

    Eros ve Ölüm itkisi asla birbirinden ayırılmış bir biçimde ortaya çıkmaz, onlar daima birbirleri ile kaynaşmış/bitişik haldedirler. Mazoşizm ve Sadizm ölüm itkisinin birbiri ile karışmış bir biçimde dışa vurumlarıdır. Masoşizm meselesinde Eros ile birleşen Kendini yıkmaya yönelik dürtü, Sadizm meselesinde ise dışa doğru yöneltilmiş şiddet itkisi sözkonusudur.

    Kültür insanlığın üzerinde ilerlediği bir süreçtir, insanın daha yüksek bir bütünlüğe birleştirme amacında Eros'un hizmetinde bir süreçtir. Kültürün bu programı ölüm itkisinin dışa doğru saptırılmış bir temsilcisi olan doğal şiddet itkisine karşı koyar. Kültürün esası onun Eros ve Ölüm itkisi arasındaki mücadelenin sonucu olmasıdır.

    Şiddet uygarlık tarafından sadece bastırılmaz. Uygarlık bastırılmış şiddeti kültürün inşasına dönüştürür ve böylelikle, kültür şiddetten haz alma durumu/agresiflik [Aggressionslust] suç bilincine daha doğrusu suçluluk hissine dönüştürür. Uygarlıktaki huzursuzluk sadece her iki güdünün baskılanması ile ortaya çıkan bir tatmin olmamışlık [Unbefriedigtsein] üzerine dayalı değildir, aynı zamanda kültür ile bağlantılı bir suçluluk bilinci ya da suçluluk hissi (ya da vicdan) üzerine dayalıdır.

    Uygarlığın gelişimi-insanların daha büyük bir yığına doğru birleşmeleri-birey için olası bir biçimde dayanılmaz olan suçluluk hissinin artışı ile kaçınılmaz bir biçimde eşlik edilmiştir.

    ilk aşamada, bir dış otoriteye ilişkindir. Çocuk bu otorite tarafından en erken ve en önemli arzu ve ihtiyaç tatminlerinden yoksun bırakılır, dikkate değer bir şiddet eğilimi ile buna cevap verir ve bu agresyonu tatmin edilmesinden sevgiyi kaybetme korkusundan ötürü vazgeçer. Suçluluk hissi otoriteye karşı toplumsal bir korku/kaygı üzerine dayalıdır.

    Daha kötü bir durumda, çocuk, ikinci aşamada tartışma götürmez bir otoriteyi ben de özdeşleşme aracılığı ile kabul ederek, bir çıkış yolu bulur. Bu dış otorite süperegodur ki, Ben'e karşı koyar ve ona karşı şiddetini yöneltir. Suçluluk hissi böylece benin süperegodan korkusu/kaygısı üzerine dayanan suçlu bir vicdan biçimini alır.

    Suçluluk hissi de kaygının bir çeşididir. Kaygı kısmi bir biçimde bilinçdışı olan tüm semptomların altına saklanmıştır ve bu nedenle suçluluk hissi ya da bilincinin çoğunlukla bilinçdışı olduğu ve bilince sadece ceza ihtiyacı söz konusu olduğunda erişilebilir olduğu düşünülebilir.

    süperegonun katılığının iki kaynağı vardır. Onlar bir yandan kökenini çocuğun bu agresyonu temsil eden dış bir otoritede deneyimlediği ve henüz içselleştirilmemiş ebeveyn otoritesine karşı yönlendirilmiş sertlikten kaynağını alırlar. Özgürce yetiştirilmiş çocuklar bu nedenle acımasız ve sert bir süperego geliştirebilirler. Başlangıçta vicdan itkilerden vazgeçişin kaynağıydı; daha sonra itkilerden vazgeçiş vicdanın kaynağı oldu:itkilerden vazgeçiş ne kadar büyükse vicdanın suçluluğu o kadar kuvvetli ve yoğundur.

    Bunun nedeni süperegonun agresyonunun sadece yapılan edimlere karşı yönelmemiş olması, aynı zamanda saf itkilere, yıkıcı olmayan libidinal ve agresif arzulara yönelmiş olmasından dolayıdır. Yaşanan terslikler aracılığı ile de, süperegonun katiliği güçlenir, çünkü kader ebeveyn otoritesinin yerine geçeni olarak yorumlanır, örneğin dini bağlamda tanrısal iradenin dışa vurumu olarak yorumlanır. Otoritenin içselleştirilmesi şuna yol açar; itkilerden vazgeçilmesi artık tam anlamı ile özgürleştiren bir aktivite değildir;

    Dış bir otorite tarafından verilen ceza ve sevgiden yoksun bırakılma gibi-Dışsal tehdit edici bir mutsuzluk karşılığında süregelen içsel bir mutsuzluk ile yani suçluluk hissinin gerilimi değiş tokuş edilmiştir. Suçluluk hissi uygarlığın gelişiminin en önemli problemidir. Suçluluk hissinin tarihsel kökeni ilksel babanın katlidir, bu meseleden Freud 1912/1913 tarihli totem ve Tabu'da bahsetmiştir. Şiddet bu durumda baskılanmamıştır, dışa vurulmuş ve uygulanmıştır. O halde bu eylemden ötürü oğullar pişman olmuşlar ve böylece baba öldükten sonra suçluluk hissinin gelişimi nasıl olmuştur?

    Bunun önkoşulu babaya karşı duyulan ikircimli histir; Ölüm sevgi karşılığında nefret ile değişimini beraberinde getirmiştir, ambivalent bir tutumdan başka bir tutuma; pişmanlıkta sevgi ortaya çıkmıştır. Sonunda, Suçluluk hissi babaya karşı çifte değerli bir duyguya geri dönmüş, yani Ölüm itkisi ve Eros arasındaki bir çatışmaya. Ölüm itkisinin bastırılması suçluluk hissini meydana getirirken, Eros'un bastırılması ise takıntılı nevrotiklerin obsesif düşünmeleri ya da paranoiklerin hezeyanı hibi semptomlara yol açmıştır
    1 ...
  3. auseinandersetzung

    1.
  4. Aimanca'da "tartışma, münakaşa, münazara, çözümleme" anlamlarına gelen kelimedir. Ezberlenmesi biraz zor olabilir.
    0 ...
  5. babanın cebe para sıkıştırması

    1.
  6. babanın sizin parasız olduğunuzu düşünerek arkasını döndükten sonra tam gitmek üzereyken, sizin cep bölgesine doğru yavaş yavaş kıvrılarak şık bir el hareketi ile "al şu parayı" oğlum denmesine müteakip; "ya baba falan", "olur mu öyle şey" şeklindeki yalandan tiradlar ile cevabınızın sonunda ısrarlar sonucu babanızın o parayı cebinize koymasıdır. Para cebe girdikten sonra size verdiği "hafif sıcaklık" ve devamında gelen potansiyel enerji" ile birden hareketiniz artar, içinize hafif mutluluk yayılır.
    2 ...
  7. psikanalistin laboratuarında alet yoktur

    1.
  8. Erich Fromm'un Freud'a ilişkin olarak söylediği sözdür. Bunu Freud'un düşüncesinin büyüklüğünü gösterme amacıyla ifade etmiştir. Kuramsal psikoloji doğa bilimlerinin laboratuvarda kullandığı ölçüp-biçmeye ilişkin yöntemlerini taklit ederek, vicdan, iyi ve kötü gibi kavramları metafizik kavramlar olarak değerlendirerek bunu psikolojinin alanı dışında değerlendirmiştir. Bu minvalde yeni yöntemler tasarlamak yerine çok da yararlı olmayacak[Fromm'un bu düşüncesine temel bir soru işareti koymak gereklidir] önemsiz sorunlar üzerine değinmiştir. Psikoloji, Fromm'a göre, bu minvalde ruh dışında her şeyle ilgilenmiş ve ruhsuz bir bilim haline gelmiştir.

    işte tam bu dönemde Freud'un ortaya çıktığını ve aklın işleyişine engel olan tutkuları incelediğini belirtmektedir. Bu tutkuların açığa çıkması ile daha doğrusu "örtünün kalkması" ve hakikatin açığa çıkması ile aklın daha sağlıklı işleyişi sağlanabilirdi. Bu temelde "psikanalistin laboratuvarında alet olmadığını" onun ölçüp biçmediğini, buna karşın hastaların rüyaları, fantezileri ve kaygılarını çağrışım yolu ile bir kavrayış elde ettiği ortaya konulmuştur. burada temel problem "zihinsel rahatsızlığın ahlaki problemlerden ayrı olarak ele alınıp alınamayacağı"dır. temel olarak "ruhun istemlerinin dikkate alınması"na vurgu yapılır.

    Fromm daha sonraki yazılarında psikanalist ile rahibi birbiri ile karşılaştırır. Ama öte yandan Freud'un burjuva materyalizmi bakış açısı ile bazı meseleleri yanlış değerlendirdiğini de Freud üstüne yazdığı kitapta iddia eder. Freud'un bulguları temel olarak "orta sınıf"a dair bulguları temsil eder. Misal primal sahne meselesinde, burjuva ailesinde ebeveyn ve çocukların birlikte aynı yatağı paylaşmadığını; fakir ailelerde bu etkilenimin hemen hemen hiç olmadığını belirtir.

    Bu mesele öte yandan da psikanalizin "bilimsel olmadığı" iddialarının da temel dayanak noktası olacaktır. Karl Popper psikanalizin bilimsel olmadığını, çünkü bilimsel ölçütünün yanlışlama olduğunu belirterek iddiasını bu temel üzerine kurar. Bu iddianın "nafi yanlışlamacılık" adı altında, Lakatosh tarafından da eleştirildiğini belirtelim. Bir bilimsel argümanın yanlış olduğunda atılması kadar saçma bir iddia yoktur bu nedenle de Lakatosh tarafından eleştirilmiştir. Popper'in sosyal bilimler konusundaki bilimsellik ölçütü çoğunlukla yanlıştır. yaşamının son dönemlerinde de "situational analysis" adı altında düşünceleri olsa da, çok fazla işe yaradığını ve belli ölçütler verdiğini söylemek pek de mümkün değildir. Popper'in temel hatalarından biri, benim düşünceme göre, vahşi psikanaliz ile psikanaliz'i karıştırmış olmasıdır. Freud "vahşi psikanaliz" meselesine bir makalesinde değinir.

    edit: Nöropsikanaliz'i bu meseleden bağışık tutuyorum..
    2 ...
  9. scientia et amore vitae

    1.
  10. bahçeşehir üni'nin tıp fakültesi üzerinde yazan sözdür. Bilim[le] ve yaşam sevgisiyle şeklinde çevrilebilir.
    2 ...
  11. tülin bumin

    2.
  12. 2007'den beri Yeditepe Üni Felsefe bölümünün hocası olan insandır. Öğrencileri ile iletişim ve diyaloğu çok iyidir.
    0 ...
  13. giardano bruno

    1.
  14. 1548 doğumlu italyan filozof, matematikçi ve astronomdur kendileri. Kopernikus'un güneş-merkezli evren dizgesini geliştiren ve sonsuz dünyaların varolduğunu söyleyen fikirleri nedeniyle kendisi kilise tarafından diri diri yakılmıştır. Bu yakılma onu ilerleyen yüzyıllarda özgür düşüncenin sembolü halina getirmiştir. Kopernikus'a kadar hakim olan paradigma Aristoteles-tolemios sistemidir. Bu sistemde, dünya merkezde diğer gezegenler ise onu etrafında yörüngeleri vasıtasıyla devinemktetir. yine bu sistemde, yeryüzünün yapısını 4 madde oluşturur. hava, su toprak ve ateştir, gökyüzündeki nesnelerin yapısını ise aither oluşturur. Ortaçağ'da theologia aristotelis ve Corpus Aeropageicum adlı eserler Aristoteles dizgesi ve Platon'un düşünceleri bağlamında yorumlanmış ve aynı zamanda kilisenin dogmalarını inşa etme yolunda kullanılmıştır.

    bu düşünceye göre gökteki her nesnenin bir tanrısallığı vardır. Bir hier-archos(tanrısal sıradüzeni)a tekabül etmektedir. Neoplatonculuk olarak da adlandıracağımız, Plotinos'un düşüncesinde ciddi bir şekilde pay alan ve Plotinos dizgesinin Aristoteles evreni üzerine oturtulması ile kilise dogmalaları inşa edilmiştir. Bu sistemde, her bir göksel cisme bir tanrısal varlık tekabül etmektedir. gök(coelum)/ouranu) yapıca ve yasaca farklıdır ve aynı zamanda madde tarafından temsil edilen ve 4 ana elementten oluşan dünyadan da üstündür. Çünkü Plotinos dizgesinde madde kötüdür. Giardino tarafından, Aristoteles sisteminde belirtilen ve evrenin sınırını ifade eden çakılı yıldızlar ötesinde sonsuz dünyalar olacağına dair görüş kilise tarafından büyük bir tepki ile karşılanır. Bununla birlikte bruno gök ile yeryüzü arasında herhangi bir yasa farklılığı olmadığını da ifade eder.

    Bu tip bir düşünce Kilise tarafından daha önce de Kopernikus'un kitabının yasaklanmasında gördüğümüz gibi mahkum edilmiştir. çünkü tüm dogmalarını bu sistem üzerine kuran kilise için bu kutsal kitabın söylediklerinin(bir başka anlamda yorumlananların) yanlış olduğu anlamına geliyordu. Çünkü Cusanus'un deyimi ile dünya bir stella nobilis(soylu yıldız) oluyordu, yani kötü olan maddenin tanrısal bir duruma gelmesi gibi bir şeydi bu. Bu nedenle kilise Bruno'ya hiç acımadı. Fakat Cusanus ve Kopernikus ile yakılan fitil, Galileo ile devam etti. Brecht Galileo'nun yaşamı isimli eserinde, bilhassa Bruno'nun yakılmasını Galileo'yu uyaran bir dostun ağzından "burnuma yanık et kokusu geliyor" diyerek Bruno'nun ölümünü defalarca vurgular. insanlık böyledir, önce yakar daha sonra aziz ilan eder; Papalığın kalbine heykelini diker.. [Roma'nın tam göbeğinde Bruno'nun bir heykeli bulunmaktadır]
    1 ...
  15. edmund gettier

    1.
  16. Amerikalı felsefecidir kendileri. Thaitetos diyaloğunda Platon'un temellendirdiği ve bir şeyin bilgi olması için zorunlu/yeterli koşulların aslında pek de zorunlu olmadığını gösteren kişi. Platon bir şeyin bilgi olması için 3 koşulun yerine getirilmesi gerektiğini söyler:

    -bir inananın olması
    -doğru olması
    -temellendirilmiş olması

    Gettier bu koşulların üçünü taşıyıp da bilgi olmayan iki tane örnek verir. Bu tartışma bir çok noktada farklı ve alternatif epistemolojilerin geliştirilmesine neden olacaktır. Bence bu örnekleri verirken Gettier bile felsefecileri nasıl bir boka bulaştırdığının farkında değildi.
    0 ...
  17. zapiski iz myörtvovo doma

    1.
  18. dostoyevski'nin sürgün yıllarındaki anılarını anlattığı kitabıdır[bu kitapta ayrıca[elinden incili hiç düşürmeyen] dostoyevski'nin kararsız yaradılışı ve sinirli yapısını bulabiliriz]
    8 ...
  19. human condition

    1.
  20. ningen no joken

    1.
  21. Masaki Kobayashi'nin 1959-61 yılları arasında çektiği üçlemedir. ikinci dünya savaşının son demlerinde geçer bu üçleme. japonya emperyalist amaçları doğrultusunda çin'işgal etmiştir ve çin'in madenleri bir japon firması tarafından çıkarılmaktadır. askerden kaçmak isteyen japon gençlerinin önünde ise iki seçenek mevcuttur. birincisi bu sömürge şirketlerinde yönetici olmak ya da askere gitmek.

    filmin "pratogonist"i ise yüzündeki ekspresyonist ifadeden anlaşılacağı üzere kaji'dir. kaji askerden kaçmak[bir nevi de sevgilisinden ayrılmamak için] güney çin'deki sömürge japon şirketinde çalışmak ister ve bu vesile ile askerlikten yırtar. fakat orada karşılaştığı olaylar onun üzerinde derin etkiler bırakır. Kobayashi'nin de kendisinin felsefe okumasından mütevellit bu film de derin "varoluşsal dokunuş"lar mevcuttur. filmin çekildiği mekan maden ocakları olması nedeniyle ve sürekli tepelik alanlarda yer almasından mütevellit hep bir sisifos imgesi mevcuttur.[bu tarkovski filmlerinde nostalgia'da mesela hareket etmeyen bir bisikletin pedallarını çeviren "deli erland josephsonn karakteri"nde ya da bergman filmlerindeki bir el arabasını tepelik bir yere çıkarmaya çalışan karakterlerde bariz şekilde mevcuttur] bununla birlikte kaji sürekli bir "anguish"[sartre'ın ifadesiyle "bunaltı" durumundadır].

    bu bunaltı aslında sürekli arada kalması ve yapmak zorunda olduğu seçimler ile karakterize edilmiştir. sartre aslında bunu şu şekilde ifade eder: "aslında kendi seçimlerimizi yaparken bir başkasını da seçeriz". mesela tek eşli evlilik yaptığımızda insanların da bu yönde seçim yapmasına dair bir özendirme durumuna sokmuş oluruz. bundan dolayı bir insanın omuzlarında oldukça büyük bir sorumluluk mevcuttur. çünkü o seçimiyle diğer insanları da seçmiş ve onların sorumluluklarını sırtında taşımış olur. kaji'nin ise çinli mahkumların sorumluluğunu üzerine alması ve onlara sürekli şiddet uygulandığında, uygulayanlara engel olmaya çalışması bu şekilde de okunabilir. kao[başkaldıran çinli esirlerden biridir ve diğer esirlere nazaran başı dik ölecektir] öldüğünde de aşığı onu öldüren askerin yerine "kaju"yu suçlayacaktır. bunun nedeni ise "bu sorumluluğu yüklenen" kaji'dir. çünkü insanlık trenini yakalayan ve varoluşu ile yüzleşen de tek insan kendisi olacaktır.

    kaji belki de sinemada gördüğüm en idealist kahramandır. kaji "işçilerin performansının artırılmasının onların koşullarının düzeltilmesi ile sağlanacağı" yönünde de bir tez hazırlamıştır. fakat bu tez ise sürekli filmdeki karakterler tarafından işlerin teoride farklı ve uygulamada farklı olduğu sürekli dillendirilir. bu konnotasyon filmin ilerleyen bölümlerinde sürekli altmetinsel olarak verilir. aslında marksizmin ve reel sosyalizmin tarihine de bir atıftır bu.

    sartre şöyle der;"nous sommes condamnés à la liberté". yani özgürlüğe mahkumuz der. kempeitai isimli asker[esirleri japon sömürge şirketinin çalışma kamplarına getiren generaldir kendisi] ise kaji'ye eziyet ettikten sonra, "seni serbest bırakıyorum ama özgür bırakmıyorum"der. burada yukarıda ifade ettiğimiz sartre'ın sözlerinin sürekli çağrıştığını hissederiz. salt bununla da bitmez. bresson filmlerinde[mesela pickpocket] görmeye alışık olduğumuz "tutsak imgesi"de yer alır. çalışma alanlarından kaçmaya çalışan beş işçi yakalanmış ve cezalarını çekecektir. kaji onlar ile konuşmaya gider. fakat nezaret içinden yapılan çekimin aslında işçilerin değil asıl tutsak olanın "kaji" olduğu nosyonunu gündeme getirir. çünkü bu çekim ile kaji parmaklıklar ardında gösterilir. kaji camus'nun başkaldıran insanını oynar. zaten üçlemenin birinci serisinin sonunda da tüm işçiler idama karşı başkaldırarak, camus'nun la peste'de gerçekleştirdiklerini gerçekleştirir, yani kaji'nin tek başına yapamadığını. camus'nun kanonunda başkaldıran insanın en önemli iki temsili; tarrou ve rieux'tur. camus'nun başkaldırmasının da belirli aşamaları vardır. öncelikle "başkaldırıyorum o halde varım"şeklindedir bu daha sonra ise "başkaldırıyorum o halde varız"a inkilap eder. zaten bu da birinci filmin sonlarında sürekli hissettirilir. işçilerin "kaji"nin önderliğinde başkaldırarak toplu idamların yapılmasını engellerler.

    burada ilginç nokta aslında her insanın maske taktığıdır. insan olanında insan gibi göründüğünün canavar olanın da insan gibi göründüğünün altı çizilir. bilhassa makyavellenist japon sömürge şirketinin patronunun ve diğer insanların kaba asker mantığı ile "insanları yönetmeye çalışması"nın sürekli yanlış olduğu film içinde lisan-ı hal ile dillendirilir. sartre her insanın yukarıda ifade ettiğimiz bunaltı'yı yaşayacağını belirtir. bundan kimsenin kaçamayacağını da ekler. bundan kaçmaya çalışanların ise bunu maskelediklerini ifade eder. bu süreçte kaji gibi insan olanlar olduğu gibi sürekli birilerinin piyonu olan ve insan olmak ile olmamak arasında kalmış karakterler de mevcuttur. son kertede bir uyanış olmasına rağmen bu fazlalıkla arada kalma "chen" iismli karakteri ölüme götürecektir. burada "chen" karakterinin tamamiyle başkalarının seçimi ile belirlenen bir karakter olduğunu görüyoruz. sonu da intihar ile bitecektir. fakat son olarak en ilginç "shot" ise kempeitai ile kaji arasındaki boş mezar sahnesidir. işçilerin idam edilmesine karşı çıkan kajiye, ceza olarak şirkete gelen general tarafından "idamlara tanık olacağı" emri verilmiştir. bu minvalde kempeitai ile kaji arasındaki boş mezarın aslında bir uçuruma dönüştüğünü anlarız. bu ise çok açık anlaşılacağı gibi "insan" ile "canavar olan insan" arasındaki ayrımı sembolize eden en etkili göstergedir.
    4 ...
  22. tözler tartışması

    1.
  23. 17.yy'ın felsefe alanındaki en ciddi tartışmalarından biridir. descartes tözü[kendisi vasıtasıyla kavranan şey, her şey kendisine yüklenen, hiç birşeye yüklenmeyen şey] mens[tin] ve corpus[beden] olarak ikiye ayırmasına binaen bir tartışma alevlenmiştir. özellikle açmak gerekirse benim bilinçli olarak gerçekleştirdiğim şeyler nasıl duyularımı etkiliyor ya da duyularımdan elde ettiklerim nasıl ruhumu etkiliyor ya da haz veriyor. bu descartes'te "kozalaksı bez" ile sağlanmaktadır. yani ruh ile beden arasındaki ilişkiyi kozalaksı bez sağlar der. discours sur la methode gibi birkitabı bir felsefe kitabından ziyade tıp kitabıdır. büyük dolaşımı açıklamaya çalışır. bundan dolayı "kozalaksı bez" aslında beni pek şaşırtmadı.

    Spinoza ise bunu çok basit birşekilde tek töz ile çözmüştür. bu şu anlama gelir: deus[tanrı]=natura[doğa]=substantia[töz] töz birtanedir. aynı zamanda tanrıdır aynı zamanda doğadır. herşey bu tek olan tözden meydana gelmiştir. yani tözün sonsuz kadar atribitum[sıfat ya da yüklem diyebiliriz] vardır. ve bu attribitumun da sonsuzca modus[kip]'u vardır. fakat bizim zihnimiz sadece iki attributum'u kavrayabilir. bunlardan birisi cogitatio[düşünce] diğeri ise extentio[uzam]dır. bununla birlikte cogitatio'nun ve extentionun da kipleri vardır[buna hilmi ziya ülken "tavır" der ] cogitatio'nun kipi yani modus'u "mens"[tin]dir, exentionun ise corpus[beden]dir. bu da şu demektir. beden ve ruh tek töze aittirler.

    leibniz ise daha farklı bir çözüm bulmuştur. onda tözlerin sayısı sonsuz kadardır. bunlara ise "monad" der. monad nedir? onlar herhangi bir cisim de ya da maddede bulunan kuvvet noktalarıdır. aslında descartesçi mekanik anlayışına karşı olarak üretilmiştir. descartes'in "res extentio"su[uzamlı şey] sadece "yer kaplar" herhangi bir işlevi yoktur. fakat leibniz cismin eylemsizliğinin bile aslında bir tepki bir eylem olduğunu söyler. bunun için görünenin ötesinde "metafiziğe" bakmamız gerektiğini söyler. burada metafizik ile kastettiği "enerji"dir. yani bu monad adı verilen kuvvet noktalarıdır. her cisim monadlardan oluşmuştur. bu monadların hepsi "sans la fenetre"dir yani penceresizdir.

    birbirleri ile herhangi bir alışverişleri direkt bir ilişkileri yoktur. monadları birbirinden ayıran ise onların algı dereceleridir. bundan dolayı monadlar tam algı [apperception] ile bunun en düşük seviyesi arasındaki algı derecelerine göre bir hiyerarşileri vardır. ve her monad algı derecesini artırmak ister. buna istinaden de her monadın bir iştah[apetitas]ı vardır. ve monadlar arasındaki ilişki ise tanrı tarafından "harmonie preétablié" adı verilen önceden-kuurlmuş-uyum ile sağlanır. yani bir monaddaki gerçekleşenler diğer monadda gerçekleşenler ile paraleldir[bununla birlikte hermonad evreni kendi içinde taşır]. bu paralelliği işte ifade ettiğimiz "önceden kurulmuş uyum" sağlar. düşüncenin anlaşılır olması açısından şu örnek verilebilir. mesela ben sevdiğim kadına dokunduğumda bir şeyler hissediyorum bu da aynı zamanda ruhumda da bazı duygulanımlar meydana getiriyor. bunu sağlayan her iki tözler bütünü olan ruh ve beden'de gerçekleşenlerin paralel olup birbirlerine karşılık gelmesi ile sağlanması sonucu olmuş anlamına geliyor. aslında bu da hiç fena bir çözüm değil.

    gelelim son olarak guelincx ve malabranche adı verilen fransız occasionistlerine. bu occasionistler ise aslında ruh ve bedende meydana gelenlerin tanrının vesilesiyle[occasion] meydana geldiğini belirtmişlerdir. yani bizim herhangi bir etkimiz yoktur. ruh ve beden arasındaki denge sürekli tanrının bu her iki tözü sürekli ayarlamasıyla meydana gelmiştir.

    şimdi bu üç düşünceyi guelincx'in paralel saatleri ile açıklayalım; işleyen iki tane paralel saat düşünelim:

    descartes'e göre bu iki paralel saatin işleyişi, bu iki saatin ayar kollarının birbirine bağlı olması,

    occasionistlere göre tanrının sürekli bu iki saate birbirine göre ayarlayıp buna müdahale etmesi,

    Leibniz'e göre ise tanrının bu iki saate önceden bir kere kurması ile çözümlenir. bu iki saat başlangıçta birbirlerine paralel olarak kurulmuşlardır.

    Spinoza'da ise saat tektir.
    1 ...
  24. mağara alegorisi

    3.
  25. efendim şimdi bu alegoriyi anlamak için devletin altıncı kitap sonu ve yetince kitabın başına gitmek elzemdir. o halde gidelim;

    şimdi Platon bir "bölünmüş çizgi analojisi" tasarlar. şimdi bunları şu şekilde tasarlayalım; öncelikle varlık alanını ikiye bölelim birine görülenler diğerine düşünülenler şeklinde adlandıralım. bu her iki varlık alanını da ikiye bölelim kendi içinde. Görülenleri Canlı nesneler cansız nesneler yapma nesneler ve bunların yansımaları ve gölgeleri şeklinde ikiye ayıralım. Düşünülenleri ise Hypothesis ve Eidos'lar şeklinde ikiye ayıralım. Burada amaç sağlam bilgi'ye ulaşmak.ilk evvela bu sürecin en alt aşamasını gölgeler ve yansımalar teşkil eder. bakalım bizi doğru bilgiye ulaştıracak mı? bir kere gölgeler ve yansımalar. zaten nesnelerin bir suretidir. bize nesneler hakkında ok daaçık bir fikir vermezler. bunlara nesnelerin sudaki yansımaları ve gölgeleri şeklinde tesmiye edebiliriz. şimdi bu nesnelerin yansımalarından yola çıktığımızda sadece tahmin ederiz. mağara alegorisinde ne diyordu: "sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler". bu mağarada bağlı tutsakların gördüğü şekiller yani bilgiye ulaşmada en alt aşama olan yansımalar ve gölgelerin olduğu 1.basamaktır. şimdi efendim 2. basamağa adımımızı attığımızda ise nesnelerin kendinden yola çıkarız. ama bu nesneler maalesef ki değişen devinen nesnelerdir. değişip devindikleri içinde onlar hakkında bir episteme'ye ulaşnmak mümkün değildir.[mesele de zaten değişip devinmeyen sağlam bir nokta bulmakta yatar. Herakleitos bile her şeyin değiştiğini ifade etmesine karşın "logos" un yani değişip devinmenin yasasının değişmediğini ifade etmiştir.]mağara alegorisinde bunun karşılığı ise mağaranın ağzında yanan ateşe dönmesi ve bakmaları ve nesneleri yansıtan figürleri görmeleri

    şimdi efendim madem görülenler alanında bir şeyin "sağlam bilgi"sine ulaşamıyoruz o zaman bir adım daha atmamız gerekir. bu da hypothesis ile başlayan üçüncü adıma tekabül eder. yani varsayımlar ile başlarız. bunlara dair çıkarım yaparız ve bilimlerin bilgisine ulaşırız. ama burada da bir sıkıntı var. çünkü bu varsayımlardan yola çıkıyor.yani şöyle ifade edelim "üçgen nedir?" demeden. üçgeni varsayarak üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu söylüyor. bunun mağara alegorisindeki karşılığı "gözleri parlak ışıktan kamaşır ve asıl gerçeklikleri, ilk anda göremezdi". yani güneşe bakamaz. sadece güneşin gösterdiği nesnelerin sudaki yansımalarını görebilir. şimdi efendim bunu da aşıp son adımı atmamız gerekir. yani "eidos"lara. eidos kavram/biçim demek. yani bir varolanı varolan yapan şeydir. mesela bir sandalyenin eidos'u oturulabilirliğidir. bu "eidos"lar öncesiz, sonrasızdır ve değişmez.[parmenides'in "bir"ine benzer] mesela güzelliğin kendisi ve güzellik ideasını düşünelim. güzellik bozulabilir değişebilir. ama o şeyi güzel yapan şey, uyan zihnimdeki güzel ideası o güzel yok olsa da her zaman varolacaktır ve ifade ettiğimiz gibi bu değişmez. şimdi bundan hareket ile sağlam ve değişmez bir demin bulduk. bunu aklın doğrudan görüsü yani bir "nous(akıl)" etkinliği ile görürüz ve epistemeye ulaşırız. hali ile episteme bir son değildir. sağlam bilgiye ulaşmakta başlangıçtır. mağara alegorisindeki karşılığı ise "güneşe bakabilmesidir ve güneşin aydınlattığı her şeyi görebilmesidir. çünkü güneş "iyi ideası"dır. yani mağara alegorisi böyle de okunabilir. siz kendi okumalarınızı yapınız efendim...

    d
    ü
    ş
    ü Eidos(idelar)-Noesis-Episteme(sağlam bilgi)(4.basamak)
    n
    ü
    l---------------------------------------------------
    e
    n
    l Hypothesis(varsayım)-Dianoia(çıkarım)-Teleute(bilimlerin bilgisi)(3.basamak)
    e
    r
    -----------------------------------------------------
    -----------------------------------------------------
    g
    ö Canlı nesneler
    r Cansız nesneler-pistis(inanma-güvenme)-Alethes Doksa(Doğru sanı)(2.basamak)
    ü Yapma nesneler
    l
    e----------------------------------------------------
    n
    l Yansımalar/Gölgeler-Tahmin/tasarım-Doksa(1.basamak)
    e
    r
    2 ...
  26. aisthesis

    1.
  27. duyumsama anlamındaki klasik yunanca bir kelimedir. aisthesis aslında "farkında olmak"tır. Estetik kelimesi de bu kelimeden türetilmiştir; yani ötekiler arasında farkedilen.
    1 ...
  28. rakı bardağı

    1.
  29. içinde bazen tüm dünyayı taşıyan bardaktır[haliyle dünya sabit değil dönüyor, belirli bir süre sonra bardak da sabit kalmıyor]
    0 ...
  30. prepadavatzel

    1.
  31. prepadavatel şeklinde olması gereken rusça kelime. erkek olan öğretmenler için kullanılır. bayanı için prepadavatelnitsa kelimesi kullanılmaktadır.
    0 ...
  32. sömürgeciliğin meşrulaştırılması

    1.
  33. sömürgeci devletlerin müstemlekelerini kurduğu sömürge ülkelerinde kendi idarelerini meşrulaştırma hadisesidir. bu işlemde ilk evvela "beyaz ırk" söylenindne hareket etilmiştir. bu minvalde "beyaz ırk" yerlileri yetiştirmiş ve eğitmiştir. ifade edilen daha çok ingiliz sömürgeciliğinin ortak karakteristiği olmakla birlikte fransızlar da sömürgeleştirdikleir ülkelerdeki yerlileri "çocuk yerine koymak" aynı söylenin uzantısı biçimindedir.

    bu aynı zamanda beraberinde de "avrupalı aidiyet" söylemini getirmiştir. sömürgeciler işgal ettikleir ülkelerde kendilerinin bilim ve tekniğin ete kemiğe bürünmüş hali lduklarına inanmışlardır.egemenliklerine aldıkları toplumu da bu "motto"dan haareketle uygarlaştıracaklardı(!) bu uygarlaştırma hareketinin belirgin bir ekonomik ve siyasi işlevi bulunmakla birlikte "avrupalı" tanımını kendi tekellerine alıyorlar ve avrupalıların bu minvald ehaklarını güvence altına aldıklarını iddia ediyorlardı. avrupalıların ilerleyişine karşı çıkanlar ise "başıbozuk ve suçlu" şeklinde nitelendiriliyordu. ingilizleirn hindistan'da tatbik ettikleri uygulamalar bunun örnekler ile doludurç gerçi her ne kadar doğulu toplumların yapılarını bozmuş olsalar da geleneklere kendi gelişimlerini engellemedikleri sürece pek dokunmamışlardır. fakat yerel uygulamalrın yerine dsömürge hukuku geçmiş ve sömürgenin yularını daha fazla metropolün eline vemriştir.

    meşrulaştırmanın bir diğer yönünü ise "sosyal darvinizm" oluşturur. türler arasındaki mücadelenin "insan ilişkilerine"de uygulanmaıs halki ile beraberinde sömürgecinin hakimiyetini meşrulaştırmıştır. [aşağı ırkları eğiten beyaz adam söyleni ile "insanlık dışı olan ve olmayan"lara davranış biçimi oldukça dikkate değerdir. bu insanlık dışı olanların içinde aborjinler de bulunur ve bunların yok edilmesinde herhangi bir sakınca görünmez]

    biiimden hareketle emperyalizme olan inancın ana temelini emperyalizm ile aklın yüceliğinin kol kola gittiği düşüncesi yatar. bu aslında hegel'in gerçek olanın rasyonel; rasyonel olanın da gerçek mantığı ile ifade ettiği önermeyi de yansıtıyordu. bu fikrin arkasında ise tarihte ilerlemenin zorunlu olmasıydı. hali ile bu çeşit ideolojik ve emperyalist tarih felsefeleri hegel'in monarşik alman devletini tarihin zirvesine oturttuğu gibi spencer wilkinson gibi emperyalist düşüncenin ideologlarını da ingiltere'nin "toplumsal düzenin en yüksek aşama"sını oluşturduğuna dair iddialarında bilimsel ve felsefi temelleri ortaya atmasında etkili olmuştur.

    bir diğer düşünce tarzı ise "kendilerinin yönetemeyen insanlara yardımcı olmak"tır. zamanında özel bir kursa giderken rastladığım Irlanda kırması bir ingiliz'in açıklamları trajik olduğu kadar da komiktir. Ingiltere'nin güney afrika'daki boer savaşını babasının hayrı ve siyah insanların kurtuluşu için yaptığını gayet iyi biliyoruz(!)

    dönemler itibari ile sömürgeleştirme hareketi ile misyonerlik hareketleri tarihin büyük bir bölümünde ve dünyanın bir çok noktasında atbaşı gitmiştir. cizvitlerin güney amerika'da ve japonya'daki faaliyetleri buna örnek olarak verilebilir.[lakin japonya'daki bu faaliyetleri oldukça özgün bir kültür olan japonya'da ters tepmiştir. ve ülke içindeki tüm misyonerleri sınırdışı ederek tepkisini göstermiştir] bu ülkeleri "tanrı toprağına katmak" onlara incil'in müjdelerini fısıldamak aynı zamanda bu hadiseyi meşrulaştırmıştır. hernan cortes amerika'da kurduğu ilk yerleşimlerden birine rice de vera cruz ismini vermiştir. bu isim haç ile altını içerir[aslında işin dini boyutunun meşrulaştırmaya yarayan bir kılıf olduğu ardında gizli olan ekonomik boyutunun ise gözardı edilemeyeceğini gösterir]. amerika'da yerli nüfusunun azalışı ya da montezuma'nın maymun gibi hapsedilerek halkının gözü önünde öldürülmesi/fatihlerin keyfi hareketleri dinsizlere hristiyanlığın tebliğ edilmedne öldürülmesi beraberinde kilisenin tepkilerini de getirmiştir.

    aynı düşünce beraberinde keşif ve deneyleri yücelten bir insan anlayışını beraberinde getirmiştir. aynı düşünce nietzsche'nin "ubermensch"iinin de manipule edilmesine neden olmuştur. gerçi her ne kadar bazıları kendilerini roma imparatorluğu ya da onun mirasçısı olarak görse de-özünde o da kolonyal bir imparatorluktur- bu sömürge imparatorluğu ve içindeki yaşam tarzı "pax brittanica"dan ziyade orwell'ın tabiri ile "pox brittanica"yı yansıtmaktadır.

    konu ile alakalı temalar ve altbaşlıklar zenginleştirilebilir; tespitler daha çok 16,17 ve 18.yy temeli alınarak yapılmıştır.
    0 ...
  34. bir ceza kolonisi olarak angola

    1.
  35. Cezalarını başka yerlerde çekmeleri için kriminal kişilerden ilk kurtulma niyetinde olup da bunu davranışa döken ilk toplum portekizlilerdir. Portekizlilerin afrikadaki kolonilerine Bartelmi Diaz'ın keşif için arika'ya çıktığı yıl olan 1415'den itibaren gemilerde degredado adı altında belirli bir mahkum kontenjanı verilmekteydi. principe, sao tome ve sao martinho gibi yerler suçluların ilk yerleştirildiği kolonilerdir. suçluların yanında yahudiler de bu muameleye maruz kalmışlardır[daha sonra 1750'de az sayıda olmak üzere cizvitler de sürüleceklerdir]. Özellikle Angola bunun sistematik olarak yapılması anlamında bir ilki temsil eder. bu arada portekiz tarafından yerleştirilmiş olan degredados'lar Ingilizlerin Avustralya'ya yerleştirdikleri kriminal kişilere göre daha caniydiler. bunun için bu degredados'lara silah verilmemiştir.

    portekiz bu suçlulara güvenmediği için kolonideki[dolayısıyla Angola'daki] silahlı güçlerini yerlilerden oluşturmaktadı. bu arada bir koloniye giden bu suçlular orada da rahat durmamaktadırlar; işlenen suçlardan yarısının çoğu degredadoslar tarafından işlenmektedir. degredadosları kriminalleri oluşturanların geneli ya ölüm cezasına çarptırılanlardır ya da çok uzun süreli hapse mahkum olanlardır. fakat bunlara sömürgede devlet hizmetinde çalışma gibi kısa bir sömürge sürgünü seçeneği sunulmaktadır. sömürgeye ya da daha önce ayak basmadıkları bir sömürge kıyısına ulaştıklarında ise biri veya ikisi yaşayan yerlilerin düşman olup olmadıklarını anlamak için test amaçlı kobay fareleri gibi bu topraklara salınmakta, ilk temas kurulduğunda ise geceyi bilgi elde etmek ve güven ortamı yaratmak amacıyla bu ayak bastığı bilinmeyen yörede geçirmeye zorlanmaktadırlar. işler sarpa sardığında ise gemidekiler ve karadakiler arasındaki arabuluculuk görevini üstlenmektedirler. genel itibari ile degredados'ların çoğu bir kolonide ya da bilinmeyen bir sahilde kendi mahkumiyet süreleri boyunca bırakılmaktadırlar. bir çoğuna portekiz krallığı adına çeşitli görev ve sorumluluklar yüklenmiş olmakla birlikte bu görevler kaleler ve antrepolar inşa etmek ya da garnizon kurmak'tır.

    fakat her ne kadar da ceza kolonisi olarak kullanılsa da portekizli nüfusu angola'da çok düşük bir seviyede kalmıştır[bu portekiz'in en büyük handikaplarından biridir] Portekiz Brezilya'sının yaşadığı tipte bir melez bütünleşmesi bu ceza kolonisinde olmayacaktır. bir diğer problem-portekiz açısından-üçgen ticaret adı altında yürütülen ve temelini kölelerin mallarle değiş tokuşunu temel alan bu ticaretin dışında bırakılmasıdır. hali ile mozambik, angola ve gine gibi ülkelerin ekonomisinin bel kemiği maalesef köle ticaretidir. bir diğer sıkıntı angola gibi bir portekiz kolonisinin ne avrupalı popülasyon ne de afrkalı ücretli işçiler için özel sektörden gelen metalara dair iyi bir pazar oluşturmamaktadır. sonuç olarak endüstrileştirme hareketi daha çok avrupalı yerleşimcilerin ve ülke içi ulaşımı geliştirmek amaçlı devlet programlarında ortaya çıkmaya başlamıştır. 1830'larda Marquis sa bandeira tarafıından portekizli çiftçilerin Angola'ya göç etmeleri yönünde özendirilseler de bu politika pek başarıya ulaşmamıştır. sonuç olarak 1975 yılına kadar Angola portekiz'in sömürgesi olarak kalmış o yıl da bağımsızlığına kavuşmuştur..
    2 ...
  36. avrupa kent ekonomileri

    1.
  37. Avrupa'da ulusal pazarların oluşmasından önce belirli dönemler halinde hakimiyeti eline geçiren ekonomilerdir. Anvers, Bruges, cenova, Amsterdam ve venedik bunların en önemlilerini temsil etmektedirler.

    Avrupa'da kent hakimiyetinde olan eski ekonomilerin en önemlilerinden birini Venedik cumhuriyeti teşkil etmektedir. Avrupa'daki konjuktürel değişimin yarattığı görüngüler eksen kaymasının kuzey campagne fuarları'ndan ve bruges'den güneye doğru yayılmasını sağlamıştır. avrupa'daki merkezi devletlerin içinde yaşadığı bunalım da kredi ve altın fiyatlarını elinde tutan venediklilerin yükselişine ortam hazırlamıştır; aslı esasında kent ekonomileri Avrupadaki merkezi devletlerden çok çok daha kolay yönetilebilen hafif makinalardır.

    Venedik her ne kadar avrupa'da çeşitli bunalımlar yaşansa da bunlardan çok fazla etkilenmişe benzememektedir. onun ticareti esas itibari ile doğu akdeniz ile olup doğu akdeniz'den elde ettiği baharatı büyük bir gümüş sağlayıcısı olan orta avrupa ve alman ülkelerine ihrac etmektedir. bilhassa dönemde etkin olan ve ticaret yollarının üzerinden geçtiği pax mongolica'nın çok büyük bir etkisi vardır. 1340 yılında kesintiye uğrasa da suriye ve mısır ile olan ilişkileri bu ticaretten aslan payını almayı tekrar sağlamıştır. Venedik'in en büyük avantajlarından bir diğeri de Adriyatik'e tamamen hakim olmasıdır civardaki büyük şehirler olan padova, verona, bergamo[italya'nın en güney ucudur] ve denizin çıkış ve ileri bir karakol vazifesi gören korfu adasını işgal etmiştir. venedik'in oluşturduğu koloni veyahutta sömürge imparatorluğu stratejik öneme sahip noktalar bütününü temsil eden dağınık bir imparatorluktur.

    dönem kent ekonomilerinin merkezi devletlere üstünlüğünün zirveye çıktığı dönemlerdir. Fernand Braudel 1423 senesi itibariyle venedik'in geliri ile Fransa'nınkini karşılaştırılmış ve nüfusu Venedik'ten on kat daha fazla olan Fransa'nın geliri ile venedik'inki arasında çok küçük bir fark olduğunu belirtmiştir. Venedik karabiber, baharat, suriye pamuğu, nuğday, şarap, ve tuz ticaretini elinde tutmaktadır. özellikle tuz ticareti venedik'e devasal karlar getirmektedir. fakat Venedik'i venedik yapan salt bu tuz ticareti değildir; şehrin mükemmel bağlantıları vardır. Galera de mercato sistemiyle; bu sistem bir devlet girişimi olmakla birlikte taşımacılık maliyetlerini düşürerek yabancılar ile rekabet edilebilir hatta onları çökertilebilir bir noktaya getirme amacını taşıyan bir ortak girişimdir. galere de mercato'lar, 100 ton ile 300 ton arasındaki kadırga şeklindeki ticari teknelerdir. devlet tekneleri her yıl açık artırmayla kiralamakta kiralayan tüccar da yükleme yapan tüccarlardan belirli bir navlun(taşıma bedeli) almaktadır. bu minvalde bir kamu ve özel sektör işbirliği el ele gerçekleşmektedir. bu ticaret şeklinde tüccarların mal ve karı ortak hale getirmelerine dikkat edilmiştir. bu hem küçük tüccarı korumak amaçlı hem de kendi kapitalistinin dış pazar kökenli güçlerle rekabet etmesi açısından oldukça ileri görüşlü bir ticari yöntemdir. çünkü devlet el birliği ile kendi tüccarlarını desteklemekte ve küçük nispeten küçük tüccarın da ticarette yer almasını sağlamaktadır. bu ticaretin bir ucunun southampton'a bir ucunun ise tüm akdeniz limanlarını dolaşıp istanbul ve kıbrıs'a kadar ulaştığını biliyoruz.

    Venedik tarafından doğuda uygulanan bir ekonomi politikası da bulunmaktadır. bir cadde veya binalar dizisine kapanarak o alanlar ile ticareti sınırlandırılmış olan doğudaki venedik tüccarlarına apılan muamelelerine karşı venedik de benzer kruumlar oluşturmuştur. fondaco dei turchi[bu konuyu Cemal Kafadar, kim varmış biz burada yoğ iken isimli eserinde osmanlı tüccarlarına yönelik temellendirilen spekülasyonları tersyüz ederek konu hakkındaki kalıplaşmış fikirleri bertaraf etmiştir] ya da fondaco dei tedeschi[Alman tüccarlar için zorunlu toplanma mekanı olmakla birlikte alman tüccarlar mallarını buraya indirmek burada kalmak ve burada satış yapmak ve satıştan elde edilen gelir ile venedik malzemeleri almak zorundadırlar, aslında bu merkantilist[korumacı] mantık içerene bir davranıştır. bu meyanda uzak mesafe ticareti venedik'in elinde toplanmaktadır. eğer almanlar bu yasayı çiğnerse malları müsadere edilmektedir-kendi tüccarları için ise almanlar'dan doğrudan mal almayı yasaklamıştır bunun için almanlar venedik topraklarını aşındırmakta ve venedik'te gelerek mal almak durumunda kalmaktadırlar] bunun en güzel örnekleridir. bu mübadele ile birlikte venedik'e büyük gümüş akımı gerçekleşmektedir. onlar da bu gümüşü tunus'da altın tozu ile takas etmektedirler. işte ticaretin karlısı!

    fakat yukarıda ifade edilen ticari sınırlamalar venedik'in bilinçli ticari oyunlarıdır. venedik bir şekilde tabyieti altındaki kentlere bunu uygulamakta doğu akdenizdeki kentlerinin yaptığı her türlü ihracatı zorunlu olarak venedik'e uğramasını zorunlu kılmaktadır. ilerleyen dönemlerde hem Londra'nın amerikan kolonileri ile yaptığı ticarette[triangular trade] ya da Amsterdam'ın -kreditörlerin tehditleri ve gözdağları ile-ingiltere ve Fransa arasındaki yaptığı ticarette Amsterdam'a uğrama zorunluluğu[ki amsterdam Avrupa'nın antreposudur] aslı esasında venedik uygulamalarının bir tür mirasıdır. ilerleyen dönemlerde ticaretten elde edilen nakit birikimi venedik'i-ama daha çok iç pazarlara yönelik, Cenova'yı ise tıpkı daha çok amsterdam modelinde- daha sonraki dönemlerde Amsterdam'ın elde ettiği finansal kapitalizmin belvermesine ortam hazırlayacaktır.

    Venedik kapitalist teknikler ve girişimler konusunda diğer italyan kentleri ile karşılaştırıldığında daha geridir. bu tekniklere venedik ağırlıklı ticaretini doğu ile gerçekleştirdiği için belki de ihtiyaç duyulmamıştır[aslında bu temellendirme doğuda kredi ilişkilerinin yaygın olmadığı çözümlemesi üzerine dayalıdır, bu konu gerçekten incelenmelidir! batılı tarihçiler bu konuda biraz hariçten gazel okumaktalar ki islami kredi teknikleri ve para ilişkilerinin osmanlı içinde yaygın olduğu bilinmektedir; ama her iki tüccar kesimi taafından ne kadar kullanıldığı araşırılmalıdır sonuç olarak çekilen kambiyo senetlerinin venedik balyozu üzerine çekilmesi ya da bu ilişkilere karşı bir "kültürel soğukluk" da işin içinde olabilir]. fekat venedik ekonomisinin sahip olduğu araçlar ve bunları bir araya getirmesi xiv yüzyıl sonunda onu merkez konumuna getirecektir. kredi ilişkileri kendisinin önüne geçecek olan amsterdam ve Londra ile karşılaştırıldığında gerçekten zayıftır, hem kredi faizleri yüksektir hem de ve kambiyo senedi kısa vadeli kredi olarak ortaya çıkmıştır. bunun nedenlerinden birisi ticari faaliyetin küçük işler halinde bölümlenmeleridir. Uzun soluklu ortaklıklar ise belki de şehrin tuzunun kuru olmasından dolayı pek gündeme gelmemiştir. doğu akdeniz venedik'e yetmektedir. bu kredi ilişkilerinin en yaygın olanından birisi "mutuo"dur. tek yanlı ve iki yanlı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. tek yanlı olanda taraflardan biri sadece sermayeyi ortaya koymakta yolculuk yapan ortak ise sermaye ile birlikte karın dörtte üçünü geri döndüğünde kapitaliste[sermayeyi koyana] teslim etmektedir. iki yanlı da ise sermaye paylaşımı dörtte üçe[3/4] dörtte bidir(1/4]. kar paylaşımı ise yarı yarıyadır. aslı esasında bu tip anlaşmanın yüksek faizli tefecilikten bir farklı yoktur. burada esas sıkıntıyı ticareti yapan ve altındakicollegenzalar çekmektedir.

    lakin halk paralarını girişimci tüccarlara borç vermektedir. bu ise esasında bir ticaret şirketi kurulmasını beraberinde getirmektedir. fakat ortaklıkların çok uzun menzilli olmamaları bu ilişkileri tekrar başlatmakta yeni şirketler kurulmaktadır. bu ise sermaye birikimini engellemiştir çünkü iki üç tüccarın birleşip bir şirket kurması ortaya hazır ve nazır kredi arzını çıkarmaktadır. bu ise onları kentsel piyasa faaliyetlerine angaje etmiş ve faaliyetlerini dışarıya aktarmalarını engellemiştir.

    Thomass Mann'ın ünlü kitabı "venedik'te ölüm" belki de Venedik'in sabit ve çalkantısız hayatına atıfta bulunmaktadır. Belki de tarih itibari ile "ölmesini" ve sonraki yüzyıllarda Avrupa'dan bir kopuşunu temsil etmektedir. ama venedik yakından gözlendiğinde Braudel'in deyimiyle "kentte çok az büyük olay meydana gelmektedir.." esas itibari ile ölmüş bir kenttir Venedik. Tarihin bir noktasında hala yaşayan ölüdür. fakat maddi anlamda venedik'i öldüren nedir?

    15.yy sonu merkezileşen devletler bunu aslında kent ekonomilerinin zararına yapmaktadırlar. daha önce almanların zararına büyüyen venedik'ten bahsetmiştik. buna ilaveten osmanlı'nın da sıkıntısını çektiği coğrafi keşiflerin yaygınlaşması ticaret yollarının güzergahını değiştirmiştir[bu süreç iddia edilenin ve vakanivüs tarhçiliğinin yazdığının aksine uzun bir süreçtir; bunun etkisi birden değil yavaş yavaş ortaya çıkmış ve bir mücadele sözkonusu olmuştur]. hal ile ticaret güzergahının değişmesi almanlardan elde ettiği gümüşün kaynağı olan baharat ve karabiberin yolunu da değiştirecektir. yanlış hatırlamıyorsam bu karabiber'in anvers limanına gelmesi bu şehrin flaplarını açacaktır. yukarıda "doğu akdeniz" demiştik. evet doğu akdeniz venedik'e yetmektedir. fakat osmanlı devleti'nin güçlenmesi venedik'e en büyük darbeyi vuracaktır. keza venedik tarihin en büyük sillesini yemiştir diyebiliriz; bu sille ise içinde bizans'ın ahını barındırmaktadır. Latinlerin istanbul'u işgalindeki en büyük entrika payı sevgili venedikliler aittir. kendileri bol bol doğu avrupa ortodoksları ve patriklerinin ahını almışlardır. zaten istanbul'un feth edilmesinde osmanlı'ya ajanlık yapan cenevizliler belirli bir süre daha galata'daki müstemlekelerini sürdüreceklerdir. fakat buna karşın bizans'a yardım eden venedik bu ticaretten mahrum edilmiş ve kartını yanlış oynamış ve kendi kaçınılmaz sonunu-her ne kadar 1718 pasarofça antlaşmasına kadar inat etse de-hazırlamıştır [fakat transit ticaret suriye ve mısır aracılığı ile devam etmiştir]..
    0 ...
  38. triangular trade

    1.
  39. üçgen ticaret

    1.
  40. en bilinen örneği transatlantik köle ticaretidir. 16.yy'dan 19. yy başına kadar uygulanmıştır. gemilerin izlediği yolun üçgen oluşturması ve içlü mübadele şeklinde gerçekleşmesi hasebiyle üçgen ticaret olarak adlandırılmıştır. triangular trade olarak da bilinir. bu ticaert batı afrika, karayibler, amerika kolonileri ve avrupadaki kolonyal güçler arasındaki taşınan tarım ürünü, köle ve mamul mallar mübadelesini içerir. bunu gerçekleştiren amerikadaki kolonilerdir. bu minvalde bu koloniler avrupa'nın rolünü devralmışlardır. Afrikalı kölelerin amerika'ya getirilmesi ise Amerika'nın ihtiyacı olduğu köle emeğinin karşılanması adınadır. o dönemde toprak bol olmakla birlikte ciddi bir emek ihtiyacı sözkonusuydu. amerikadaki özgür beyazları çalıştırmak ise oldukça maliyetliydi. bu emek ilk etapta kızılderelilerden sağlanmış daha sonra ise kızıldereli soykırımı[encomiendas'ların ortaya çıkış nedenidir] neticesinde ortaya çıkan emekteki azalma beraberinde emek gücünün avrupalı engage ya da identured servants usulü ile-3-7 yıllık avrupalı göçmenler ile yapılan çalışma anlaşması, bu antlaşmada çalışalnlara herhangi bir para verilmez ama kalacak yer, yiyecek ve içecek karşılanır ve bu anlaşmalar genel itibari ile gemi kaptanları ile yapılır- ile karşılanmıştır. akabinde ise köle emeği sözkonusu olacaktır; çünkü avrupa göçmen kökenli engajeler en fazla yedi yılın sonunda özgürlüklerine kavuşmaktadırlar.

    bu ticaret esas itibariyle; şeker karayiplerden avrupa'ya götürülür[bu tütün ya da pamuklu da olabilir] orada damıtılarak rom'a çevrilir şekerin satışından elde edilen gelir mamul mal satın almak için kullanılır ve bu mamul mallar ingiltere'den ya da Avrupa'daki herhangi bir noktadan satın alınır. akabinde bu mamul mallar köle karşılığı afrika ile mübadele edilir[damıtılan rom da mübadele nesnesi olarak afrika'da kullanılır]. daha sonra köleler karayiblere getirilerek şeker plantasyonu sahiplerine satılr. elde edilen gelir tekrar şeker satın almak için kullanılır. tablo aşağıdaki gibidir;

    Karayipler ---> Avrupa ---> Afrika---> Karayipler

    bir başka örnek

    New England---> Afrika ---> Amerika---> New england

    New england görüldüğü gibi yukarıdaki örnekte Avrupa'nın yerini almıştır. Özellikle şekerin damıtılıp "rom"a çevrilmesinde ana öneme sahiptir. bu nedenle avrupa'yı es geçmiştir. Özellikle Amerika kolonilerinin Britanya imparatorluğundan ayrılıp bağımsızlaşmasında bu ticaret ana öneme sahiptir.

    Amerikadaki ingiliz kolonilerinin iç pazar olarak oldukça serbest oldukları bilinmektedir. fakat dış pazar olarak ingiltere'ye bağlıdırlar kolonilerin ekonomik hayatının tümünü etkileyen bu olay uluslararası ticarette ingiltere'den geçme zorunluluğudur. yukarıda ifade edilen avrupa aslı esasında koloniler için çoğunlukla bir durak noktası olan londra'dır. fakat kısa bir süre içinde hileler ve dalavereler ile bu sorun da aşılmıştır. bunların yanında bu koloniler orta ve güney kolonilerinin kıyılarındaki denizciliği kendi çıkarları doğrultusunda düzenlemişlerdir. buğday, tütün, pirinç gibi maddeleri Ingiltere, Fransa, Hollanda ve Danimarka antillerini iaşe işini üstlenmişlerdir. bunun karşılığında şeker, melas ve tayfa ile dönmektedirler. aslı esasında bu hareket ile ispanyol amerikasının gümüş akımı içersine girmişlerdir. bu mübadele sonucu olarak değerli madenler de elde etmektedirler. fakat ticaret her ne kadar da bağımsız olmaya çalışsa da dönemin finansal merkezlerinden Londra'ya bağlıdırlar ve onların kredisiyle iş görmektedirler. dönemin en büyük finansal merkezi olan amsterdam üç bunalım üst üste geçirerek bu özelliğini belirli bir süre sonra londra'ya devredecektir. kâr çoğunlukla londra'nın elinde birikmektedir. fakat işin en ilginç kısmı belki de ingiltere'nin fazla müsamahakar olması belki de olayı farketmemesinin sonucu olarak aslında bu koloniler ingiliz kolonilerinin ticaretinden de yararlanmaya başlamışlardır çünkü ingiliz kolonilerini avrupa malları ile iaşe etmeye başlamışlardır. yani bir nevi küçük ingiltere rolü oynamaya soyunmuşlardır. akabinde de Fransa'nın kanada'dan çıkarılması neticesinde ingiltere'nin koruyuculuk rolü de ortadan kalkmış ve artık kolonilerin ingiltere'ye ihtiyacı kalmamıştır. olayların teselsül eden kısmı biliniyor boston tea party ve amerikan bağımsızlık savaşı...
    3 ...
  41. fransa da din savaşları

    1.
  42. Fransa'da katolik ve protestanlar arasındaki din savaşlarıdır; bu savaşların baş kışkırtıcıları ispanya kralları olen Charles v ve ii.Philip'tir. bu katolik krallar hükmettiği dönemler itibariyle ispanya'daki engizisyona tam yetki vermişlerdir. özellikle mezkur charles ki dönemin en bağnaz katoliklerden biridir;Ispanya'daki müslümanlardan geriye kalmış "conversus" ya da takiyye yapan müslümanlara karşı yeni dünya'dan sömürülen altının etkisi ile baskılarını artırmışlardır. Amerikalı bir tarihçiye göre v.Charles'in krallığı "özgürlüğün mezarlığı üzerine kurulmuştur". Charles 1535'de Ispanya'da tövbe edip katolikliğe dönmeyen tüm protestanların yakılacağını bildirmiştir; bu canilik o tahttan feragat edene kadar 50,000 ile 100,000 arasında hollandalı'nın o veya bu şekilde engizisyon tarafından ölüme mahkum ettirmiştir.

    Fransa için ise hassaten I.Fransuva müsamaha ve hoşgörüsüzlük arasında gidip gelmiştir. fakat sonuç olarak o da katoliklerin tarafındadır. Fakat onun katı yönetimi altında protestanlar onun halefi olan hükümdarlardan daha az ezilmiştir. onun oğlu olan henry II ise fransa'da dinler arasındaki barışı sağlamıştır; karısı Catherine de Medici'dir. bu medici ise on çocuk doğurmuş bunların üçü ise Fransa'nın teselsül eden kralları olmuştur. 15 yaşında tahta çıkmış olmasından dolayı, François ii iskoçların Kraliçesi olan Kraliçe Mary ile evlenmiş ve Fransa tarihindeki en kısa ve en uğursuz krallığın hükümeti başlamıştır[1559-1560] müteakibinde gelen üç kral ise Guise hanedanının etkisinde kalmıştır. [bunlar 14.yy başında gösterdikleri askeri başarılar hasebiyle yüksek yerlere getirilmişlerdir-Calais'in Ingiltere'den alınması bunun en somut örneğini teşkil eder, dönemin guise dükü François kralın danışmanı olmuş ve protestanlara Fransa'yı dar etmiştir]. henri ii ise 1563'da protestan huguenot-Poltrot de mere- tarafından süikaste uğratılarak öldürülmüş bu ise din savaşaları açısından fransa tarihinde dönüm noktası olmuştur. Duc De Guise'nin erkek kardeşi ise charles(1524-1574) Lorraine kardinali olmuş kız kardeşi ise iskoçya kralı James v ile evlenmiştir[kendisi bu evlilikle Maria Stuart'ın anası olmuştur] bu evlenme ve aile bağlantıları 15 yaşındaki Fransa kralının amcaları yapmıştır; onlar o dönemde tahtın arkasındaki gerçek impetus'tur. fakat daha sonra da görüleceği gibi henry gibi Fransuva'nun en büyük kardeşi çok fazla güce sahip olduğu dolayısıyla kral tarafından sukast düzenlenerek ortadan kaldırılmıştır.

    1560 yılında kısa bir yargılanma sürecinden sonra protestanların liderleri Chateu d'amboise'nin kale burçlarından sallandırılmıştır[asılmak suretiyle]fakat ii.Fransuva'nın menenjitten ölmesi nedeniyle yerine geçen Charles ix ise sadece on yaşındadır. bu minvalde anası Catherine de medicis iktidarı eline almış ve otoritesizlik nedeniyle-ve fransa'nın teselsül eden üç iradesiz kralının neticesi olarak bir çok sivil savaş patlamıştır. düşman liderlerin mukateleleri ve destekçilerinin öldürülmesi ise işi içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

    buna tuz biber eken ise philip ii[dönemin Ispanya ve Ingiltere kralı] katolikleri teşvik etmiş bu durum ise beraberinde Saint Bartholomew katliamını getirmiştir.[1572] bu protestan kaliamının suçu ise genellikle tarihçiler tarafından charles ix'un anası Catherine de medicis'e atılmaktadır. charles ix annesinin tavsiyesi üzerine fransa'nın din savaşları arasında kalmış ikilemini ancak protestanların toplu imhası ile çözebileceğene inanmıştır[hepsini öldür ki serzenişte bulunabilecek hiç kimse kalmasın!] o gün Fransa'da ileride Fransa'nın kralı olacak olan Henry de bourbon[henry of navarre] ile catherine de medicis'in kardeşi margot'un evliliği için toplanılmıştı, fakat kalabalık arasındaki kaynaşmalar ve birden kalabalığın saldırısı ile protestan liderlerinden Amiral Coligny kasaplık hayvan gibi kesilerek öldürülmüştür o gün rue de rivoli'de bağırsakları dışarı çıkarılmak suretiyle parçalara ayrılmıştır.

    o gün yaklaşık 15,000 kişi doğranmış-ki çoğu Paris'tedir- huegenot'lar Fransa'yı terketmeye başlamıştır. fakat onların bu şekilde ülke dışına gitmeye zorlanması Hollanda ve kuzey ülkelerini uçurmuştur, protestanlar gemi yapımı ve zanaat işlerinde oldukça maharetlidirler. fakat müteakibinde Fransa karışmış ve Charles her ne kadar tarihçiler hastlaığının tüberkiloz olduğu konusunda tahminde bulunsalar da sevgili annesi Catherine de Medicis tarafından zehirlendiğinden şüphelenmektedirler. onun diğer kardeşi Charles ise Henry iii olarak tahta geçmiştir[king of sodom olarak anılır, kendisinin pek efemine davranışları vardır-yanındaki ibneler olan mignonlar nedeniyle pek kadınlara ilgi duymamış ve arkasında da halef bırakmamıştır] bu minvalde Catherine de medicis ve fransız katolikleri protestan olup Medicis'in kardeşi olan Margot ile evlenen Henry of navarre'nin[gelecekteki henry iv]nin eline düşmüşlerdir. dönemin papası Sixtus v ise öldürücü bir bildiri yayınlayarak henry of navarre'nin Fransa tahtına dair haklarını boşa çıkarmıştır. papa'nın arkasında ispanya kralı ii.philip bulunmaktadır.
    8 ...
  43. din savaşları

    1.
  44. bırak dalgalansın aspidistra

    1.
  45. keep aspidistra flying'in içine sıçılmış çevirisidir. sonra can bu kitabı anladığım kadarıyla aspidistra olarak çıkardı[sıçtığının farkında olarak sifonu çekti]. bir başka yayınevi ise aspidistra solmasın şeklinde çıkarmıştır. akabinde orwell bu kitaptan utandığını belirtmiştir. her ne kadar kahramanımız bir anti-hero olsa ve biraz da paranoyak davranışları ile kapitalizmin çarklarına teslim olmasa da sonunda pes eder[son davranışı yani kapitalizmin çarklarına geri dönmesi her ne kadar kendi boktan kariyerine ve proleterya davasına hakaret olarak görülse de orwell'da orta sınıfın anlamını iyi irdelemek gerekir. bu minvalde acaba gordon comstock'un yaptığı ihanet nasıl okunabilir?

    [onun karakterleri chaplin'in karakterlerine benzemektedir] bir de orwell için ne kadar da gordon comstock özdeşleştirilse de tavır davranış ve giyimi incelendiğinde kendisi daha çok burjuva kökenli ravelston'u andırmaktadır. esasında roman ağırlıklı olarak orwell'ın yaşamış olduğu bir çok olaya atifta bulunur. bunun için şu ya da bu karakterle orwell'i özdeşleştirmek zordur. bununla birlikte karakterler-daha çok bundan özellikle 1984'ü bağışık tutuyorum-proleteryanın uyanış döneminden önceki aşamayı temsil eder bu ise orwell'ı 1800 lerin sonunda proleter edebiyatın dikkate değer temsilcilerinden birisi olan george gissing'e kadar götürür. [bu pre-proleter aşama daha önce de chaplin'in karakterleri için roland barthes tarafından belirtilmişti..]
    0 ...
  46. yeniden okumak

    1.
  47. genelde yapılmayan bir ikinci okuma ile başlayan bir okuma aktivitesidir. kimine göre ise hamallığıdır; fakat okumayı bir tüketim ürünü olmaktan alıkoyan bir edim olarak temellendirilebilir[öykünün bir kez okunmuş(yutulmuş) olduktan sonra bir başka öyküye geçebilmek, bir başka kitap satın alabilmek için, atılmasını salık veren toplumumuzun ticari ve ideolojik(düşün-yapısal) alışkanlıklarına ters düşen bir işlemdir ve ancak (çocuklar, yaşlılar ve öğretmenler gibi ) bir köşede kalmış okur kesimlerinde hoş görülür]; birde okuma ve okuma dizgesini tersyüz etmeye yönelik bir aktivitedir.

    bu minvalde Rolan Barthes'in deyimi ve düşünceleriyle betik(fr:texte) sürekliliğinin yapısında son bulsun diye okumanın bir giriş düzeninin bulunmaması ve "çoğul" olması gerekmektedir, yeniden oluşturulmuş gibi okumanın ilk değişkesi son değişkesi olabilmelidir. bu minvalde yeniden okuma sadece texte'i yinelemeden kurtarabilir.[yeniden okumayı savsaklayanlar her yerde aynı öyküyü okumak zorunda kalırlar; içerik olarak olmasa da bir metnin anlamlandırılması ve yorumlanması açısından bu böyledir]yine yalnızca o texte'i kendi çeşitliği ve çoğulluğu içinde çoğaltır bu ise aslına bakılırsa ilk okumanın saf ve olguları yakalamaya yönelik okuma olduğu savına bir karşı çıkıştır.. bu edim(yeniden okuma) kitap okumayı tüketim nesnesi olmaktan çıkarıp bir oyuna dönüştürür..

    emin olun ki oyun tüketimden hem daha çok yararlıdır hem de daha çok haz verir.
    1 ...
  48. quelques arpents de neige

    1.
  49. voltaire'in Fransa'nın kanada toprakları için söylediği söz. "Bir kaç dönüm kar" anlamına gelmektedir. Söz kelimenin gerçek anlamında Fransa'nın kanada'daki kolonyal macerasını küçümser niteliktedir. bununla birlikte daha çok ekonomik yönelimli bir bakış açısını ifade eder. Fransa Kanada'nın daha çok kuzeydeki karla kaplı bölümlerinde hakimiyetini kurmuştur; buna nazaran ingiltere ise güneydeki verimli bölgeleri ele geçirmiştir; bu karşıtlık da voltaire'in sarkastik ifadelerinde vücut bulmuştur.

    bu bir kaç dönüm kar'ın ekonomik anlamda Fransa'ya çok fazla getirisi olmamakla birlikte[kürk ticareti dışında] masrafları her zaman fazla olmakta ve astarı yüzünden pahalıya malolmaktadır. aynı zamanda karayiplerde de müstemlekeleri bulunan fransa'nın gücünü oradaki kolonilere daha çok yoğunlaştırmadığı ve kanada'nın kuzey bölgelerinin Fransa'nın gücünü boşuan tükettiği tartışılagelmiştir. gerçi karayipler ve haiti'deki maceraları da incelendiğinde oradaki durumun da dönemlere göre pek içaçıcı olmadığı köle emeğinin kullanıldığı ve hammadde tedarikinin zor olduğu bilinen bir gerçektir.
    1 ...
  50. mühtedi osmanlı korsanları

    1.
  51. zymen danseker-osmanlı tarihinde simon reis olarak geçen ünlü hollandalı-türk korsan. kendisi 17.yy başlarında osmanlı'ya bağlı cezayir korsanlarının hizmetinde bulunmuş türk olduktan sonra ise simon reis adını almıştır. bu arada şunu hatırlatalım ki bahsedilen dönem akdenizdeki en güçlü donanmaya sahip olan ülke osmanlı'ya bağlı olan cezayirdir. korsanlık aktiviteleri ve bu aktvitelerden elde edilen ganimetin yüksek olmaıs nedeniyle kızılkafa, sarıkafa, noreçli, yani uzun lafın kısası ne kadar sağlam korsan varsa gelip cezayire katılmış(dolaylı olarak osmanlı'ya) bir kısmı da mühtedi olmuştur.

    simon reis aynı zamanda türklere cebelitarık boğazını(bir çok batılı yazara göre) geçmeyi öğretmiştir. bu arada kendisi okyanusa açılarak cezayir'de yelkenlileri daha aktif hale getirmiş ve filoyu bu minvalde modernleştirmiştir. aynı zamanda şunu da belirtmekte fayda var ki cezayir[yani osmanlı) 1616 yılında simon reis'in açtığı kapıdan ilerleyerek yani cebelitarık'ı aşarak izlanda'ya girmiştir.

    Jan Janszoon(Genç Murat Reis der osmanlı tarihi) bunların en klasik örneklerinden biri olmakla birlikte 17.yüzyılın en büyük korsanlarından biridir. holanda'ya bağlı çalışmak çok karlı olmadığı için osmanlı'ya bağlı kuzey afrika korsanlarına katılmıştır. kendisi ispanya'ya saldırdığı zaman hollanda bayrağını dalgalandırmış, ispanya dışındaki ülkelere saldırdığında ise osmanlı bayrağını şahlandırmıştır. kendisi mühtedi olup osmanlı'ya katıldıktan sonra kanarya adalarından lanzarote'yi ele geçirmiş osmanlı etkisini kanarya adalarında da artırmıştır. mühtedi olması konusunu batı tarihi daha çok zorlamalı olarak yorumlar. kendisi bir sonraki paragrafta bahsettiğimiz ve bir öncekinde de ifade ettiğimiz simon reis ve Slemen Reis(osmanlı Süleyman Reis der)(Ivan Dirkie De Veenboer) ile beraber omuz omuza savaşmıştır. Slemen reise isabet eden gülle ve osmanlı'nın avrupalı devletlerle barış yapması sonucu fas sultanlığının etkisi altındaki Salé cumhuriyerine geçmiştir.

    bu sale cumhuriyeti fas'ın atlantiğe bakan bölgesinde kurulmuş bir çeşit korsan cumhuriyetidir. cumhuriyet olarak ifade edimesinin nedeni divanlarında büyük amiral'in 12-16 arasında değişen büyük warlord'lar tarafından seçilmesidir. daha sonra fas sultanlığı ile bağlantılarını kesmişler hatta fas sultanlığı cumhuriyeti kuşatmasına rağmen ele geçirememiş onu yarı otonom konumunu kabullenmiştir. 1627'ye doğru fas sultanlıındaki politik auranın kötüleşmesiyle bu ülkeden tekrar cezayire geçmiştir. 1627 yılında ele geçirdiği danimarkalı köle sayesinde Jan Janszoon izlanda'ya çıkmış oradan biraz tuzlanmış balık ve erzak elde ettikten sonra yaklaşık 400 köleyi ele geçirmiştir. izlanda dilinde bu olay Tyrkjaránieth;(türk kaçırması/turkish abductions) aynı olayın bir benzeri çırağı ali biçin reis tarafından da izlanda'da icra edilmiştir.

    mühtedi osmanlı-ingiliz korsanları ile devam edecek..
    (bkz: John Ward)
    4 ...
  52. differance

    1.
  53. Jacques Derrida tarafından üretilen bir kelimedir. Fransızca aslı "difference"dir. Kelimelerin hep kendilerinden farklı olan başka kelimelere dayanarak anlamlandırıldıklarını, bu nedenle anlamlandırmanın farktan farka atlanarak sonsuza kadar ertelendiğini dile getirmek için Derrida tarafından icat edilmiştir.
    1 ...
  54. vardar ali paşa isyanı

    1.
  55. yıl 1647; osmanlı'nın şanlı vezirlerinden vardar ali paşa'nın isyan yılı olarak da ifade edebiliriz. dönem 1640-1648 yılları arası deli ibrahim namı ile bilinen sultan ibrahim'in devlete hükmettiği yıllardır. aynı zamanda bu dönem "kadınlar saltanatı" olarak da ifade edilen saray içi entrikalarının gırla olduğu bir döneme dek gelir. padişahın etkinsizliği ve devlet işleri ile çok fazla meşgul olmaması-biraz da deliliğinden hareketle-rüşvet almış başını yürümüştü. saray hademeleri, haremağaları, nedimeler sürekli rüşvet almaktaydı. o dönemde sancak beyliği ve valilikler para ile satılırdı. en çok rüşveti veren göreve atanır ve verdikleri rüşveti de kısa bir süre içinde yerel halktan çıkarmaya çalışırdı. genellikle bu gibi işler rüşvetin sürekliliği ile yürümekte olduğundan sancakbeylikleri ve valiliklerin kısa süreli işgalleri yerel halk üzerinde parasını çıkartmaya çalışan açgözlü yöneticilere zemin hazırlıyordu. bu da otomatikmen halkın hoşnnutsuzluğuna neden oluyordu. bu dönem aynı zamanda dağ padişahlarının türediği yıllara rast gelir. osmanlı'da merkezi yönetimin zayıflaması neticesinde başkaldıran ve etrafına adamlarını toplayan paşa ve eşkiya isyanlarının birçoğuna şahit olmuştur osmanlı.

    mevzubahis karakter vardar ali paşa adında sivas valisidir. 1647 ramazanında iki adamını gönderen dönem sadrazamı hezarpare ahmet paşa padişaha harçlık olarak 30.000 kuruş talep eder ve bunun yanında da ibşir paşa'nın nikahlısı olan perihan hatun'u isterler. fikrini sivas eşrafına soran vardar ali paşa eşraf ve halktan olumsuz cevap almış bunun üzerine sadrazamın mübaşirine bu paranın halktan toplanılamayacağını daha doğrusu para olmadığını belirtip mübaşiri geri göndermiştir. aslına bakarsanız vardar ali paşa o dönemde osmanlı'da bulunan paşalar içinde en dürüstü denebilir. halktan zorla para almak yerine para olup olmadığını halka sorma iyi yürekliliğini gösteren ve ibşir paşanın talep edilen karısını vermeyi reddeden vardar ali paşa hak gözeten bir insandır. halka zulmetmeyi reddetmiş ve bu meyanda devleti bile karşısına alıp, "ibşir'in namusu benim namusumdur" ve "bre bu dine sığar mı defol melun!" diyerek onu bazı erazil ve eclaf yığını saray yalamalarına vermeyi reddetmiştir.

    fikri biraz ütopik olmakla birlikte vardar ali paşa devlet ve saltanat işlerinin kadınların eline kaldığını belirterek valiler, sancakbeyleri nakilleri ve halkın perişan olmasından dem vurup istanbul'a giderek bu mekruh kaideyi ortadan kaldırmayı tercih etmiştir. bu minvalde sncakbeyleri ve valilere mektuplar göndermiş ve keseyi açarak ne kadar erazi ve şaki varsa etrafına toplamıştır. sorun da buradan ortaya çıkmıştır. bu erazil ve eşkiyaya hakim olmak mümkün değildir, bunu geç anlayan vardar paşa iyilere dokunmamak kaydıyla bu eşkiyalara yakıp yıkabileceklerini söylemiştir.

    bunun üzerine vardar paşa'nın isyanını tenkil etmek amacıyla vardar paşa'dan kendi karısını istedikleri ibşir paşa'yı üzerine saldılar. tarihin garip bir cilvesidir ki bu karşılaşma saraydakiler tarafından ya alay amacı ile ya da bu isnadı reddetmek amacıyla bu işe girişmişler ibşir'i vardar paşa üzerine salmışlardı. gerçi ibşir'in redlerine rağmen saray ipek kemendin ucunu göstermiş ve ibşir de bu olaya girmek zorunda kalmıştır. aslında osmanlı vakanivüsleri ibşir hakkında pek müsbet konuşmazlar, tenkil harekatındaki hileci davranışı da kendi hakkında müspet beslenecek bir fikir bırakmamıştır. bunun yanında köprülü mehmed paşa ile kara sefer paşa vardar ali paşa'nın üzerine gönderilmiş vardar paşa iksine de galebe ederek esir almıştır. lakin bu galibiyetten sonra gururlanan vardar paşa herkesi etrafına toplayacağına inanmış ve defterzade mehmet paşa ile ibşir paşa'ya da mektuplar göndererek yanına çekmeye çalışmıştı.

    ibşir paşa da bu mektuplara görünürde müspet lakin içinden pazarlıklı yanıt vererek vardar paşa gibi hile bilmeyen namuslu adamı kandırarak bendesi ve kölesi olduğunu bildirerek onu ters bir zamanda yakalayarak ele geçirmiştir. bu olayın sonucunda ibşirin başı istanbul'a gönderilerek sarayın kapıları önünde tüm istanbul'u seyretmiştir!
    3 ...
  56. daha fazla entry yükleniyor...
    © 2025 uludağ sözlük