Küçük bir çocukken tanışıldığında daha çok iz bırakır gelenekler. tıpkı karşı apartmanınızda oturan yahudi ailenin, 8 gün boyunca pencerenin kenarında yaktığı mumları hayranlıkla izlediğiniz zaman olduğu gibi. mumların ışıltısından etkilenmek, hanuka’nın etkisine ve büyüsüne ortak olmak demek aslında.
8 gün boyunca kutlanan ve “ışık bayramı” olarak da adlandırılan hanuka, ibrani takvimine göre kislev’in 25’inde başlar ve bu genelde aralık ayına denk gelir. “ışık bayramı” olarak adlandırılmasının sebebi ise, 8 gün boyunca yanan mumlar ve onların etraflarına saçtığı aydınlıktır. hannukiya adı verilen 9 kollu bir şamdanın en ortasındaki mum hariç, diğerleri 8 akşam boyunca tek tek yakılır. ortadaki mum yani şamaş ise her akşam yanan tek mumdur. o, diğer mumları yakmak için kullanılır. ilk geceden itibaren teker teker mumlar aydınlatılır. ve hannukiya, evin içlerinde bir yere değil de, özellikle pencere kenarına konur ki, dışarıyı da aydınlatsın, dışarıdan geçenleri de etkisi altına alsın. bu bayramın güzel yanlarından bir diğeri ise, birçok ailenin ufak tefek hediyeler alıp birbirlerine armağan etmeleri ve çocuklara harçlık vermeleridir.
özel yemeklerin pişirileceği, hediyelerin alıp-verileceği, ilahiler okunarak ışıklar içinde kutlanacak bu hafta boyunca, herkese mutlu bir hanuka diliyoruz! beste ateşpare
Dünyanın her yanında düzenlenen ve "bilmek" anlamına gelen festivalin adıdır. Yahudi Cemaatleri tarafından düzenlenen oldukça bilgi dolu konferansların yapıldığı bir süreçtir. Türkiye'de bu yıl 12.'si düzenlenmiş olup, dünyada 1979 yılından bu yana yapılmaktadır.
Sözcükler buyruktur. Onları anlama sürecine sokarlar bizleri. Anlama işlevi çalışır çalışmaz ise buyruk yerine getirilir. Saatler gibi. Zamanı duyurduklarını sanırız ama onlar duyurmaz, buyurur!
Şehrin ürkek yıldızları gibiysen eğer, her ışık seni bir görünür bir kaybolur yapıyorsa, bir sabah uyandığında, gün ışığı yerine bir çift gözün hayali giriyorsa gözlerine, yalnızlık uzun sürüyorsa bir an’da bile, üzerine masal tozu serpildi demektir.
*
Kimi zaman, serpilenin ne olduğunu anlamazsınız.
Sadece yaşar; nehrin huzurla ama coşkuyla akarak denize kavuşması mutluluğunu tadarsınız. Aşk size, kendi tarihini yazmaya davet eder.
Hangi mevsimde olduğunuz, ayın adı, haftanın hangi günlerini yaşadığınız önemsizleşir. Günün hangi saatinde ya da dakikasında olduğunuzun da anlamı kalmaz.
Aşk size kendi zamanının akrebini ve yelkovanını tanıştırır.
Ertelenmiş mevsimleri vardır belki kalbinizi. Siz ertelerken o biriktirir. Zamanın aşka dönüştüğü anda ise tüm birikimi ile size yol gösterir.
Hislerinizin en temelindeki heyecan, gözlerinize serpilen bir toz gibi, herşeyi tozpembe gösterir. Yaşanırken mutlak doğrudur bu duygular. Bunu hiç yaşamadan tüketilen bir hayatın anlamı da olmaz.
Üzerinize serpilen bir masal tozudur sanki, kimi zaman bir gözde, bir sözde, bir seste bulduğunuz.
Aşk size kendi şiirini yazdırır.
Her satırında yaşadığınız çağdan koparan ama her anını unutturmayacak kadar yaşatan aşk, bir masal kadar gerçektir.
Belki de üzerimize serpilen bu nedenle masal tozudur.
“Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır” demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almış bir yazardı. Lucas’ın ifadesiyle “gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin klasik örneğiydi” o. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.
Franz Kafka Avrupası utancın coğrafyasıydı onun döneminde. Kafka’nın ilk akıl karışıklığı, ilk boğuntusu da bundandı. Praglı bir Yahudiydi ve Yahudi olduğu için Almanlar, Almanca konuştuğu içinse Çek’ler tarafından hor görülüyordu. Bunlarla başladığı bir hayatta kendisi için hissettiği öncelikli duygusu “hiçbir şey” olduğuydu.
Kendi aşağılık kompleksleriyle yoğurduğu bir iç dünyası vardı Kafka’nın. Onun kalemine paralel bir edebi seyir için buradan başlamalı Kafka’nın hikayesine. Kendi bedeninden değil hoşnut olmak, tiksinmekteydi nerdeyse. Bir başyapıt sayılan Değişim’in efsanevi ilk cümlesi şöyledir: “Gregor Samsa bir sabah korkulu bir düşten uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir hamamböceği olarak buldu...”
Böcek Samsa bir süre utanç dolu ve anlamsız bir yaşam sürdükten sonra pis ve yalnız bir şekilde ölür. Kafka bu tür bir ölümün kendisi için de olası bir son olduğuna inanır. Hayvanların ağzından anlattığı birçok öyküde kendi komplekslerini ve korkularını yansıtır. insan olmanın korkutucu yönlerini anlatır.
Üstünde katlanılmaz bir ağırlığı olan babasından uzaklaşmak ve kendi başına var olabilmek adına evlenmek ve bir aile sahibi olmak ister bir süre sonra. Fakat onun gibi kompleksler içinde yüzen bir adamın altından kalkabileceği bir iş değildir bu. Kadınlarla mektuplaşmaktan başka bir şey yapamaz.
ilk büyük aşkı Felice Bauer’di ve sadece ilk aşkı denecek noktada kaldı. Çünkü Bauer tıpkı mektuplaştığı diğer iki kadın gibi Milena Jesenska’nın gölgesinde kalacaktı tarih önünde. Öyle de oldu. Milena’yla mektuplaşmaları önce bir arkadaşlık gibi başladı, daha sonra tutkulu bir aşka dönüştü. Fakat Milena evli olduğundan bu mutsuz ve imkansız aşk Kafka’yı derin acılara sürükledi. işte Milena’nın evlilik üzerine yazdığı ünlü makalesi bu dönemdendir.
Mektuplaştıkları üç yıl boyunca sürereken sadece iki üç kez görüşebildiler ve bu görüşmeler Kafka’yı üzmekten başka bir işe yaramadı, yine de onun yaratıcılığını olumlu yönde etkilediği rahatlıkla söylenebilir. Daha sonraları edebiyat tarihinin değerli eserlerinden biri sayılacak olan “Milena'ya Mektupları”da Kafka şöyle dile getirir durumunu; “En çok seni seviyorum diyorum ama gerçek sevgi bu değil sanırım, sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki...”
Milena bu mektupları 1939 yılında yayınlaması için yakın arkadaşı Willy Haas’a verdi ve kendisi 17 Mayıs 1944’te Almanya’da toplama kampında öldü.
Tüm karamsarlığına rağmen Kafka'nın romanlarında her zaman bir ümit ışığı görmek mümkündür. Örneğin “Dava”nın yüzlerce sayfa boyunca suçunu öğrenmek için çırpınıp duran zavallı kahramanı K., sonunda idam edilir. Fakat infaz sırasında karşı binanın penceresinden ışıklar içerisinden bir adam çıkar ve K.’ya doğru kollarını uzatır. Elle tutulur bir yararı olmayan, zayıf bir umuttur ama, bir umuttur işte ve insanın sahip olduğu biricik şeyde budur aslında...
Umut zaten böyle birşey. Güçlülüğü ya da büyüklüğü değil, varlığı anlam getirir.
Edebiyat tarihine geçen az sayıda diyalogtan birine de sahip oldu Kafka. Arkadaşı yazar Gustav Jarmouch yanına gelip “'Bugün ışıl ışılsınız Herr Kafka” dediğinde verdiği cevap şöyle oldu; “Dün Marx ve karısıyla yemekteydim. Dostlarının gözlerindeki ışık üstüme sinmiş olmalı...”
Kafka’yı anlamak, en derin karanlıklarda umut aramak, umudu büyüklüğüne bakmaksızın karşılamaktır aslında...
Dört yıla yakın süren derinlemesine bir çalışmanın sonucu olan "Kendi divanında bir psikanalist” kitabı yayımlandı. Dünyaca ünlü psikanalist Prof. Dr. Vamık Volkan'ın biyografi ve tüm meslek deneyiminin yer aldığı kitap önce Türkiye’de satışa çıkarken gelecek haftadan itibaren Kuzey Kıbrıs’ta da satışa girecek.
Yazar Ferhat Atik’in kaleme aldığı ve bizzat Vamık Volkan’la çalışılan kitap, Kıbrıs görüşmelerinden Kürt sorununa, toplumsal psikolojiden kişilik aktarımlarına,
yas tutmadan nostaljiye, nesne ilişkilerinden zaman çökmesine, barışa karşı direncin psikolojik çözümünden kimlik sorunsalına, özdeşim kurma sürecinden seçilmiş travmaya, nesiller arası travma geçişlerinden bağlantı fenomenlerine, haklılık ideolojilerinden görünmez duvarlarımıza, dinin psikolojisinden, Ölümsüz Atatürk kitabının bilinmeyen arka planına, ırkçılıktan küreselleşmeye, göçten kimsenin bilmediği Denktaş mektuplarına kadar bir çok detayın bulunduğu kitap tüm bu deneyimleri okurla paylaşıyor.
5 kez Nobel Adayı olan ve dünyanın en prestijli ödüllerinden olan Mary Sigourney ödülü sahibi Freud Profesörü unvanlı Vamık Volkan’ın hayatı ve meslek deneyimini konu alan “Kendi divanında bir psikanalist” kitabı, dünya çapında onlarca fotoğraf, 220 kaynak, 400’e yakın dipnotla sadece tek okumalık değil kaynak niteliğinde çalışma.
80’i aşkın kitabın yazarı, bir çok yeni kavramın yaratıcı ve geliştiricisi, büyük grup çalışmalarının yaratıcısı ve idolü, dünyanın yaşayan en ünlü psikiyatristi, psikanalisti ve siyaset psikoloğu, Kıbrıslı Profesör Vamık Volkan’ın hayatı ve meslek deneyimi "Kendi divanında bir psikanalist” kitabında okurla buluşuyor. Nemesis Yayınları’ndan çıkan kitap, tüm Türkiye’de satışa girdi. Kısa süre içinde ise KKTC’de satılması bekleniyor.
Biz; uzlaşma kültürümüzü, hoşgörü ve tolerans değerlerimizi; aradığımız hakkı ararken uygulanan yöntemlerdeki kusursuzluğumuzu; kendimiz için istediklerimizi, yaşadığımız topraklardaki herkes için isteme inceliğimizi; geleceğimiz olan çocuklarımıza duyduğumuz sınırsız sorumluluğumuzun bilincini; vicdani sorumluluklarımızı; doğru ile yanlışı ayırırken uygulamamız gereken sağduyu dengemizi; karar verirken kalbimizde ışıldayan adalet çağrısını, bir arada olabilme, birlikte düşünebilme kabiliyetimizi; toplum olma bilincimizi; eleştiriden muhalefete kadar olan düşünce silsilesinde, yapıcı olabilme yeteneklerimizi; sorunu krize sokmadan önce gösterdiğimiz sabır ve barışçıl tavırlarımızı; hırslarımızın esiri olmamak için kendimizle yaptığımız mücadeleyi; birbirimizi sevmeyi ve desteklemeyi; birbirimiz hakkında dedikodu yapıp kötülük düşünmek yerine iyiliği seçmeyi; her zaman kendimizi haklı görmemeyi, karşımızdakine hak vererek düşünmeye başlamayı, tüm bunların yanında zaten topu topu bunlardan oluşan insanlığımızı da çöpe attık.
Bu Çok dikkatimi Çekti. Büyük bir Çoğunluğu, ne yazık ki farklı düşüncelere sahip olan diğerlerine saldırıyor, hakaret ediyor, öfke dolu yazıyor. Acaba neden?