sevgilisi yokken herşeyi senken sevgilisi gelince arkadaşlarını gözü görmeyen hatta bırak arkadaşı ailesini bile gözü görmeyen, eve erkek alınmayacak derken bi sabah aynanın karşısında boxerla tıraş olan bi herifle karşılaşman, küçük hesaplar yapıp insanı tanıdığına tanıyıcağına pişman eden durumlar, bu daha böyle uzar gider.
film fena değildi, korkmuyorsunuz ama biraz gerebiliyor. filmde bana garip gelen omen olan küçük çocuğun renkli gözlü, sevimli bişey olması. hiç korkunç olmamış gibi geldi bana.
yine grange' ın dehasına şahit olduğum eserlerinden biridir. kitabın giriş kısmı biraz uzun gelebilir ama sonra öyle bir gelişiyorki insan kendini alamıyor. artık grange okumaktan alışkanlık mı oldu bilmiyorum ama kitabı okurken az çok sonunu tahmin etmiştim. kitap bittikten sonra insan boşluğa düşüyor yani sanki bitmese daha iyi olurdu gibi. bi de kitapta çok fazla sigara ve din muhabbeti geçiyor. bunları gözardı edersek kitap cidden muhteşem
postmodernizm; kaostur, boşluktur, insanın kendinin ve çevresindekilerin farkında olmaması halidir. bu durumda beraberinde paranoyo ve şizofreniyi getirir. çünkü bizim hiç bişey için uğraşmamıza gerek yoktur, herşey bize hazır şekilde gelir bu da insanlar da bi boşluk yaratır. günümüzde insanlar da tam da bu haldedir. hepimiz postmodern dünyanın bize sunduklarını yaşıyoruz bir nevi.
Evanescence' in güzel bir parçasıdır fakat bendeki duygusunu yitirmiştir. çünkü anlayan anlamayan, daha grubun adını tam söyleyemeyen kişilerce, olur olmaz yerde dinlenir olmuştur. o da popüler dünyanın kurbanı olmuştur benim gözümde
bu oyun ilk olarak aristorakt kesim için sahnelenmiş fakat yeterince ilgi görmemiş ve anlaşılmamıştır. fakat daha sonra San Quentin hapishanesindeki mahkumlar için sahnelenince beklenilenden fazla ilgi görmüş, herkes godot' yu kendine göre yorumlamıştır. genel anlamda godot umudu temsil eder.
samuel beckett' in bir oyunudur. oyunda vladmir ve estergon adında iki ana karakter vardır. bunlar hergün bir ağacın altında godot' yu beklerken fakat godot' nun gelip gelmeyeceği belli değildir. zaten godot' u gerçekte ne olduğu da belli değildir yalnız oyunda godot umudu temsil eder.
filmin sonunda danny'nin söylediği 'nefret bir yüktür ve yaşam hergün kızgın olunmayacak kadar kısa, buna gerçekten değmez 'sözü belkide filmde olup biten herşeyin özetidir.
ısrafel adlı şiirinde israfil meleğinden bahseder. onun sur'u üflemesinden ve çıkardğı muhteşem melodiden bahseder. bu melodi başka hiçbir şeye benzemez, muhteşemdir, herkesi büyüler adeta ve şair kendisini ısrafelle özleştirir, herkesin onu dinlesini ister. diğer şairlere atıfta bulunarak kensisinin üstün olduğunu savunur
tennesse williams'ın bir oyunudur.oyunda bir nevi yazar kendini anlatır.çünkü yazar zamanında sporla uğraşmış fakat sonunda hüsrana uğramıştır ayrıca baş karakter brick'te yazarla benzer özellik göstermektedir çünkü o da eşcinseldir.bu oyun ayrıca filme de uyarlanmıştır.başrolerde elizabeth taylor ve paul newman oaynamıştır fakat filmde eşcinsellik faktörünün üstü kapatılmıştır.
Tom Stoppard tarafından yazılmış bir absürd tiyatro örneğidir.rosencrantz ve guildenstern aslımda shakespeare'in hamletinde geçen iki karekterdir.bunlar hamletin planıyla kendi kazdıkları kuyuya düşerler fakat bu oyun da durum biraz farklı sanki oyun içinde oyun vardır.bu karakterler hem hamletteki rollerini oynarlar hem de hamlet dışındaki rollerini oynorlar.tabi sonuçta ortaya absürd bişey çıkar.tom stoppard ayrıca bu oynun filminin yönetmeniğini de yapmıştır.başrollerde gary oldman ve tim roth oynamaktadır
american novel dersinde okuduğum güzel bir kitapta.kitapta new englander diye adlandırılan tutucu kesimden bahsedilir.kitap kendinden yaşça büyük kocasının ısrarı üzerine amerikaya yerleşmiş ve bir pederle yasak ilişki yaşamıl bir kadından bahseder. kitapta çokça sembolik öğe vardır ayrıca kitap transcendentalism'e bir örnektir
bu zat-ı muhterem bi insan hem nasıl bu kadar karizmatik hem de nasıl bu kadar akıllı sorusunu sorduyor insana.fight club filminde çelimsiz bi adamken american history x'de vücut yapmış,dövmeli manyak bi naziye dönüşüyor.her filme kendinden birşeyler katıyor,filmin senaryosuyla oynuyo,karekterde değişiklik yapıyo falan.ayrıca yönetmenlik te var.daha ne isterim
konusu o kadar da mükemmel olmamasına rağmen oyunculuk adına süper romantik bir film.ayrıca soundtrack de mükemmel.filmin en etkileyici sahneleri benim açımdan julia robets gittikten sonra hugh grant caddede yürürken mevsim geçişleri olması ve fonda ain t no sunshine çalması bi de julia roberts'ın basın toplantısı sırasında hugh göz göze geldikten sonra sorulan soruya cevap vermesi ve kocaman gülümsemesi ve she 'nin girmesi süperdi
grup Mikael Âkerfeldt gibi bir dehaya sahiptir.insan aynı parçada hem brutal hem de nasıl clean vokal yapar,hayret etmemek mümkün değil ve bi o kadar da temiz söyler.ayrıca son albümleri watershed bi harıkadır.dinledikçe insan daha çok sever,bırakamaz
diğer fakulteler hakkında bişey söylemek zor ama özellikle muradiye kampüsü feb-edebiyat fakültesi binası tam bir rezalettir.kışın soğuktan donarsınız,böbrekleriniz ağrır.okumaya mı geldik nazi kampına mı geldik belli değildir