yumuşak kumaştan yapılmış bir oyuncaktır. ayrıca bir sevgililer günü simgesidir. kucağına bir demet çiçek konulup sevgilinin kapısına bırakılır.
yapmazsınız da siz ayı olursunuz. yumuşaklık derecenizi bilemem tabi.
romantizme bak amk.
pek sevgili, dünyaağğca ünlü, alnı geniş, mütevazi, çıtır bir japon hatun götürüp bir yandan da şımarık bir çocuk yetiştirmekte olan hölüvud aktörü nicolas cage zat-ı muhteremi, ghost rider 2 çekimleri için bir süredir kapadokya bölgesinde bulunmaktadır. çekimlerde kendisi sadece 5-10 sahnede yüzünü gösterip baş dublörü kendisi için sürüyle eziyeti çekerken, ayaklarını çotanak çotanak kırarken, bu bizim nicolas fik fik gezmektedir. avanos'u göreme'si ürgüp'ü ortahisar'ı uçhisar'ı hatta kaymaklı'sı bile bu dünyağğca ünlü aktörü dünyağğ gözüyle görme, her köşe başında bir fotograf çektirme, arkasından deli danalar gibi koşturup: "heey mistır keyç, ken we teyk van foto piliz" (türk usulü bi foturaf çekinebilir miyik?) (bkz: van foto) nidalarıyla adamın canından bezdirme, dünyasını daraltma olaylarına nail olmuş bir bölgenin insanı olaraktan (bkz: ben bugün bunu gördüm).
şimdi arkadaş, koskoca nikılıssın yani anlıyongu? kış günü hava -5'lerde sürünürken, ortalarda gezinen itlerin bile bir tarafları soğuktan tirtirtirtirtir iken (yazarken bile gerçekleştirebiliyorum bu eylemi), tabir-i caiz ise bokumuz donarken... sen, sana diyorum niklıs! hangi akla hizmet ayağına o parmak arası terlikleri geçirip soluğu sokakta aldın? ben mi çok mantıksızım yoksa içine kaçmış bir kutup ayısı mı var? hayır bir de öyle kendinden emin bir tavırla ben iyiyim, üşümüyorum, kendimi terlikle iyi hissediyorum diyorsun ki! (yazar burada aktörle muhabbet de ettim sizi kahrolası pislikler demek istemiş) kafama sıkacaktım arkadaş. yahu ayak bu. vallahi önce ötürük sonra öksürük tutar, zatürre'den ölürsün benden söylemesi. biz türkler nasıl diyor biliyor musun? ayağını sıcak tut başını serin, öpülme sonra derin derin! du yu andırsitend mi gardaş?
burdan niklıs'a sesleniyorum, kendine iyi bak, terlik de giyiyorsan ayağına bir çorap tak. öyle daha seksi oluyor kuşum vallaha bak.
kaçınız: çorapla terlik arası parmak giymek. (el sürçmesi)
myth adlı tiyatro topluluğunun 19 - 26 ocak arası sahnelenecek olan +18 sert komedi oyunudur. oyuna tepkiler ne yönde olur, nasıl sahnelenir porno tiyatroda merak etmiyor değilim. bekleyip görelim.
--spoiler--
Bütün hikâyelerin birbirine benzediği ve hiçbirinin bizimkine benzemediği sanal bir dünya Reklamlar, diziler, filmler, arabalar, paralar, mega starlar, divalarPorno bizim isyanımız diyerek bu çakma Amerikan rüyasına karşı savaş açan iki genç adam, gerçekliğin, doğallığın, sevginin ve şiddetin peşine düşer. Kaybedenler kulübünün bu iki seçkin üyesi, hayatın anlamını deşifre ederken yalnızca erkekliğin değil, heteroseksüelliğin dahi krize girdiğini görürler. Eee, ne de olsa zaman, seveni s*kerler s*keni severler zamanı diyerek oyunda karşılaşacaklarımıza dair küçük ipuçları veren oyunun yönetmeni Neslihan ipek tiyatro severleri bu farklı ve sıra dışı performansa davet ediyor.
--spoiler-- http://www.dipnot.tv/3707/Porno-tiyatroda.aspx
güle birgün mideye hergün, gülü soluncaya mideye kusuncaya kadar bayram olacak durumdur. hani anlamadıysanız bu tanım kısmıydı. *
evet evet yanlış duymadınız 1 değil 2 değil tam 3 aşçıyla birden aynı evde yaşamak. hem de öğrencilikte! yahu durun hemen küfredip kulaklarımı çınlatmayın, arasan bulunmaz bir durum normalde biliyorum ama lütfen sakin olun, sinirlenmemeye çalışın, elinizdeki klavyeyi yavaşça yere bırakın ve beni bir dinleyin.
şimdi hacım diğer öğrenci arkadaşlarımdan özür dileyerek lafın girizgah kısmını tamamlayıp konumuza dönüyorum. böyle evde acayip şeyler yapıyorlar bu arkadaşlar, enterasan yemek isimleri, garip garip makarna sosları, yok risotto yok mozarella yok kıl yok tüy. lan eve alışverişe gidiyoruz para yetişmiyor. brokoliydi, bürüksel lahanasıydı, efendime söyleyim mangoydu, etti, göttü, tavuktu... sıçıyoruz sanki parayı anasını satayım. neymiş efendim ısırganotu yatağında fener balığıymış, asma yaprağında hellimmiş, şarap sos eşliğinde fıstıklı köfteymiş falan filan. annemin bol salçalı makarnasını özledim lan ben. bulgur pilavını, cacığı, çoban salatayı, tarhana çorbasını özledim! ulan ev kiramı zor ödüyorum mangoyla fener balığıyla narlı tavuk salatasıyla ne işim var olum? hem şarabı sos yapıp ne harabe-i viran ediyorsun yüreğimi? içmek varken. en son rakı soslu bilmem ne yapmışlardı da nasıl içim yandı lan. bildiğin rakıyı aldı döktü tavaya! yemeğe ne koyuyorsun, getir yemeğin yanında tek buzlu duble koy, keyfimiz yerine gelsin. sonra ay sonunu getiremiyoruz.
neyse, şimdi sünger yatağında buruşuk çarşaflı iki yastıklı hiç fıstıklı uykuma dalayım bari. tatlı ekşi sos eşliğinde.
olay günü sokrates ormanda tek başına yürüşe çıkmıştı. kuşlar börtüler böcekler çiçekler ağaçlar orman ne güzel ne güzel... derken karşısına baltaları elinde uzun ipleri belinde 7 tane cüce geçer. sokratese adıyla ilgili böyle hoş olmayan kelime oyunları dolu espriler yaparlar. somurtkan şirin der ki: sokmaktan nefret ederim. şirin mi? o da nerden çıktı cücelerin içinden derken sokrates dayanamaz, elmayı ısırır. sonra işte cam tabut beyaz atlı prens falan. bitti.
28. uluslarası istanbul film festivalinde yarışan yarı belgesel yarı kurgusal bir aslı özge filmidir. oyuncu kadrosu amatördür. vicdan, hayat var gibi önemli yapımların arasından sıyrılıp ödül almıştır.
--spoiler--
köprüdekiler, istanbul'un varoşlarında otururken kentin merkezine, boğaziçi köprüsü'ne çalışmaya gelen üç kişinin hayalleri, umutları ve isteklerine dair bir film: kaçak gül satan on yedi yaşındaki fikret, dolmuş şoförü umut ve trafik polisi murat. bu üç kişi, hiç farkına bile varmadan güya asya'yla avrupa'nın sınırındaki bitmek tükenmek bilmeyen trafik sıkışıklığının ortasında her gün karşılaşırlar. 2003'de biraz nisan adlı ilk uzun metraj filminde, berlin'de yaşayanların hikâyesini anlatan ödüllü kısa film yönetmeni aslı özge, bu kez istanbul'un sıradan insanlarını izliyor.
--spoiler--
okuduğum yerin coğrafi ve tarihsel etkileri sebepli bir çok dizi çekildi şimdiye kadar. sonuncusu kapadokya düşleri isimli bir trt dizisiydi. ne yapmuşlar bakalım diyerekten bir kaç bölüm izledim diziyi, benim günde 25 kez yürüdüğüm küçücük sokaklar, sabahları uyuduğum derslikler, evimin önü öyle farklı görünüyor ki gözüme şaşırıyorum. güzelmiş gibi, gidip bir ömür geçirelecek bir yer gibi ama alakası yok lan. neyse bu mekanlarda yaşayanlardansanız "pöeehh bu pencereden bakınca burası görünmüyor ki" gibi açıkları yakalayıp diziden soğuyabilirsiniz.
beraber yürüdük biz bu yollarda adlı güzide eserden kendisi dolayısı ile nefret etmekte olduğum halde, bu nefretimi on milyon kat artırarak şarkıyı söylemeye çalışmıştır. insan bu kadar detone olabilir mi? yazık yahu! bir kulaklarımız kalmıştı onu da halletti. bize de her şey seni hatırlatıyor rte. yolda yürürken açtığı çukurları kapatmayan belediyelerden tut kapanan dere yataklarına kadar, açlık sınırının 736, yoksulluk sınırının 2 bin 396 lira olarak hesaplandığı bu ülkede malesef bize her şey seni hatırlatıyor.
yutkunma özürlüsü insan davranışıdır. genize su kaçması ya da yemek kaçması gibi bir şey değil, daha yorucu ve aptallaştırıcı bir etki yaratıyor boğazda. boğulma tehlikesi geçirmemek elde değil. kendini salak gibi hissetmen de cabası. ve üstüne üstlük günde 2-3 defa yaşamak bu durumu, feci. yetenek ister mi arkadaş yutkunmak, bazı insanlar (!) için gerekiyor demek ki...
(bkz: kendi tükürüğünde boğulmak)
efendim, görüyorum ki kayseri ile başlıklar açılıyor, gezelim görelim programları tadında yöresel yemeklerimizden, yollarımızdan, ekmeğimizden, suyumuzdan bahsediliyor, sürekli birilerinin gadası alınıyor falan. gün geçmiyor ki sözlükte kayserili sayısı artmasın, gün geçmiyor ki bu cebinde akrep olduğu varsayılan hemşehrilerim sözlüğe yeni başlıklar katmasın, bilgi birikimini paylaşmasın. evet ne diyorduk? heh zirve. zirve demişken gönül ister ki erciyesin tepesine çıkalım, sucuk ekmek partisi yapalım. lakin mevsimlerden yazdayız, artık çok geç yağmurladayız. (böyle değildi len bu şarkı, neyse) kışın bir ara onu da yaparız. öncelikle; kayseride gadaların alırım zirvesi tarafımdan düzenlenecektir. hepeksihepeksi ve placebo38 yardım ve yataklık etmektedir. katılacak olan arkadaşlar lütfen gendini belli itsin. sayımız belli olduktan sonra yer ve zaman ayarlaması yapılacaktır.
konu ile alakadar olacağınızı umaraktan gözlerinizden öpüyorum.
sevgi ve neşe ile kalın, elem ve keder ile ince ...
'10.30 daki otobüse yetişemeyeceksin, acele et ve çık o yataktan hemen!'
Gözümü açtığımda 10:05 ti. Oysa saatimi 09.00 a kurduğumdan emindim. Ne ara alarmı kapatıp tekrar uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Hava oldukça sıcaktı ve uyudukça uyuyası geliyordu insanın. Kalkmak zorundaydım ama. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla buluşabilmem için 3 saat öncesinden çıkmam gerekiyordu yola. Zira aynı şehrin onlar bir ucundaydı, ben bir ucunda. Homurdanarak kalktım yataktan. Alelacele giyindim üstümü, saçlarımı tepeme toplayıp birkaç tel tokayla tutturdum. Aceleyle oradan oraya koştururken bir yandan da iç sesimle münakaşa halindeydim. Çocukluğumdan beri sevmezdim saçlarımla uğraşmayı. Zaten bir tutamlardı, yorulduğuma değmez diye düşünürdüm hep. 15 sene önce ne kadar tembelsem hala aynıyım hiç değişemedim dedim kendi kendime. Ve asıldım kapı koluna. 'Geç kalmaaam' diye bağırarak çarptım sokağa açılan kapıyı, balkondan 'ama bir şey yemedin' diye bağırırlarken ben çoktan köşeyi dönmüş otobüs durağına doğru hızlı adımlarla ilerliyordum. Çantamdan selpak mendilimi çıkarmak için oyalandığım birkaç saniye içerisinde kaçırdım 10.30 otobüsünü. Bir güzel kalayladım şoförü sonra. Ulan her zaman oyalanırsınız, 15 saniye sonra kalksan o duraktan kim küserdi be? Ayıptı ama yaptıkları. Yaz sıcağında 38 derece ateşle yollarda sürünüp karşıya geçecektim ya herkes akan burnuma inat olsun diye zamanında yapıyordu her şeyi. Yine çok uğraşıyorsun benimle bu ara dedim, gözlerimi kamaştıran güneşten kaçırarak, yukarıya doğru. Kulaklığımı takıp son ses açtım mp3 çalarımı. Ve tam yarım saat boyunca bekledim diğer otobüsün gelmesini. Durağa insanlar doluşmaya başladı, beyaz elbiseli, bronz tenli, rayban gözlükleriyle bir kız oturdu yanıma, 11 otobüsü geçti mi dedi. Benimle birlikte durakta bekleyen diğer 10 kişiyi göstererek: 'evet geçti. hepimiz gidişini izlemek için doluştuk durağa, takıntılarımız var bizim, otobüsleri uğurlarız buraya gelip' demek geldi içimden, diyemedim. Hayır, cevabını verebildim o an sadece, kısa, o kadar. uzun bir cümle kursam anlamayacakmış gibi geldi. Zaten uzun cümleler kurabilecek kadar iyi hissetmiyordum kendimi. Ve sanırım o incecik, bülbül sesli soruya, bir travesti hörüldemesiyle cevap vermek çok da işime gelmedi.
Çok şükür geldin, aptal otobüs, çok sıkıldım burada oturmaktan diyerek atladım içeriye. akbilim yoktu. paramı verip gözlerimle etrafı kesmeye koyuldum, tam arka tarafa adım atacak oldum, biri kalkıp yanındaki boş koltuğa oturmam için yer verdi, eh dedim içimden yine, sağol. ben yüzümü cama yapıştırırken hareket etti otobüs. Bir yandan yarı işitme kaybına uğramış kulaklarıma kulaklığı tıkmaya çalışırken ki asla yerleştiremem onları kulağımdaki kıkırdağın arasına, bir yandan da sümüklü mendilimle cebelleşiyordum. Ne çok küfrediyorum ben yine bu ara diye geçirdim yine içimden. Hay içine sıçıyım dedim sonra, ödlek seni. Anca kendi sesini duyarsın işte böyle yaptıkça. Kendimle alıp veremediğim neydi çözemiyordum bir türlü. Lise de hazırlıktayken başlamıştım kendimle kavga etmeye ve inatla sürdürüyordum bu kavgayı. Bir ara kafamı bana yer veren kişiye doğru çevirdim. Elindeki kalınca kitabın 40 lı sayfalarındaydı, yeni başlamış olmalıydı, merakla birkaç satır okuyayım derken iki sayfayı bitirdik aynı anda. Çaktırmadan başkasının gazetesini, dergisini, kitabını okumak zevkli bir şeydi ve ben çok eğleniyordum ters giden koltukta insanları, arabaları, binaları geride yüzleri bana dönük bırakırken. Yüzünü merak ediyordum dostoyevski - cinler okuyan gencin. Yüzümü çevirdim, 'afedersiniz, metrobüs durağında inicem ama nerde bilmiyorum, gelince söyler misiniz?' Bakakaldım o an yüzüne. Gözlerinin içinde bir ışık, yüzüme yansıdı. O an o saniye durabilirdi her şey. Dünya dönmeyi bırakabilir, otobüs ilerlemekten vazgeçebilir, o bana cevap vermeyebilirdi. Razıydım her şeye. Birkaç saniyelik şoku atlattıktan sonra atabildim yüzümdeki anlamsız ifadeyi. Kelimeleri inceltince sesimde incelecek sanmıştım bir an, yanılmışım, içi mukus dolu burnum ve tıkalı genzimle çıkarmış olduğum sese ben bile şaşırdım, gülümsemeye çalışarak cevabını beklemeye koyuldum. Bana baktı, gülümsedi: 'bende o durakta inicem' dedi. Teşekkür edip çevirdim tekrar kafamı cama, ulan dedim, hastalanacak zamanı buldun, sese bak, soru sor bir de utanmadan. Böğürseydin yüzüne, sana yolculuğun bitene kadar konuşmak falan yasak, kes çeneni otur.
Sesli düşünsem deli olduğumu düşünürdü kesin. Keşke bir soru daha uydurabilsem de yine gülümseyerek baksa bana diye içimden geçirirken metrobüse binecekler burada insin diye bağırdı otobüs şoförü. Hah dedim, bir sen eksiktin amca. Gelin hepiniz üstüme.