Akşam vakti eşimle birşeyler içmek için gittiğimiz bağdat caddesinde karşılaştığımız iki çocuklu dilenci ailedir. ilk olarak park yeri sorun olur düşüncesiyle caddeye yakın bir sokakta aracımızı park ederken bir baba ve şirin kızıyla karşılaştık. Kıyafetleri eski ama temiz olan ,ihtiyaç sahibi gözüken adam kucağındaki bebeği ile klasik cümlelerle para istedi ve biz de gönlümüzden kopan bir meblağda yardım ettik. Daha sonra eşimle kahve içeceğimiz mekana gittik ve cam kenarı olan bir masada oturduk. Siparişi verdikten sonra mekanın önünde bebek arabasıyla dilenci bir kadın belirdi ve aç olduklarını söyleyerek yardım istedi. Buraya kadar alışılagelmiş bir seyir izleyen dilenci kadının hareketleri aldığı paraları bir adama doğru götürmesiyle renk değiştirmeye başladı. Çünkü topladığı paraları verdiği adam az önce bizden park yerinde para isteyen kişiydi. işin garibi bir taksi çeviren adamın evlerine gitmek üzere eşini ve çocuklarını iş çıkışı almaya giden normal iş sahibi bir aile reisi gibi rahat rahat gülerek arabaya bindirmesiydi. Dilencilik sektörleşiyor dediklerinde inanmak gerekiyormuş.
1 ekim 2015 tarihinde yayın hayatına başlayacak yeni bir aylık popüler kültür dergisi.Ekim sayısında kadrosu hayli kalabalık ve ünlü isimlerle dolu olacak;
Haşmet Babaoğlu, Selahattin Yusuf, Tarık Tufan, Furkan Çalışkan, Mustafa Akar, ibrahim Tenekeci, ismail Kılıçarslan,Yusuf Armağan, Samet Doğan, Hakan Arslanbenzer, Melih Tuğtağ, Muhammed Berdibek, Güven Adıgüzel, Abdullah Kibritçi,Bekir Develi, Turgay Bakırtaş, Ersin Çelik, Tesbihli Abi, Betül Nurata, Merve Taşçı, Aykut Ertuğrul, Arda Arel "Cins" Ekim sayısında. http://cins.com.tr/
ünlü fotoğraf sanatçısı ara güler'in beyanıdır.
--spoiler--
Sanat yalandan doğar... Bir ressam gökyüzünü maviye boyar, acaba gerçekten mavi midir?.. Her gece bir salonda Hamlet ölüyor, hangisi gerçektir?.. Fotoğraf da sanat değildir, sanata yakındır... Sinemadan daha gerçektir ama realitenin bir kopyasıdır..
Yüzyıllar boyunca Osmanlı ülkesinin dört bir yanındaki kadıların dilinden düşmeyen bir hukuk cümlesidir. Günümüzde de karşılaştığımız hukuki durumlarda modern anlayışın bu cümlenin neresinde kaldığı da büyük tartışma konusudur.
Hem hukuki gelişmişliğimizi sorgularken hem de karşılaştığımız felaketlerde sorumluları bulmaya çalışırken; ibrahim Paşalı' nın gazetedeki yazısında belirttiği bu tek cümlenin önemli bir düstur oluşturacağı kanaatindeyim "Çünkü yerinden altından bile gelse, bu çığlık duyma mesafesindedir. http://yenisafak.com.tr/y...ar/akil-da-kaderdir/53201
Duyma mesafesindeki herkes, çığlıktan sorumludur. Bu cümle, ne hümanist bir festival filminden ne de bir aydınlar dilekçesinden alıntı. Yüzyıllar boyunca, Osmanlı ülkesinin dört bir yanındaki kadı efendilerin dilinden düşmeyen bir cümle bu.
Bir yerde, faili meçhul bir ceset bulunduğunda; kader deyip örtbas etmeyen, duyma mesafesindeki herkesi de cinayetten sorumlu tutan ve tazminata mahkûm eden bir hukuk kaidesi. Bir hukuk kaidesinde olması gerektiği gibi, açık ve anlaşılır. Saldırıya uğrayan insan, doğası gereği, can havliyle mutlaka çığlık atmış ve yardım dilemiştir; fakat duyma mesafesindekiler, bir mazlumu kurtarmak için ellerinden geleni yapmayıp cinayete ortak olmuşlardır.
Soru şu: Biz bu hukuki zemini nasıl kaybettik?
Yani: ilkokul sıralarında ezberlediğiniz cümlelerle, hala 'din ve bilim' ve 'inanç ve akıl' konulu münazaralar yapmaktan sıkılmadınız mı?
Birilerine cevap vermek veya birilerini ikna etmek için harcadığınız zamanı, biraz susup anlamak için kullansaydınız, Türkiye daha güzel bir ülke olmaz mıydı?
Evrimden kuşkunuz mu var, televizyonlardaki tartışma programlarına bakın: Okuldaki münazara kulüpleri evrim geçirip tartışma programı olmuş. Yıllardır aynı kişiler, aynı argümanlarla, aynı konular hakkında ileri-geri konuşuyorlar.
Çok değil, beş dakika susmayı başarıp Selçuklu-Osmanlı Aklı'nın hatırası olan zarif bir camiyi temaşa edebilsek, bu ilkokul münazaraları bitecek, hayat başlayacak, memleket canlanacak. 'Pause' edilmiş insanlığın kadim birikimi, kaldığı yerden devam edecek.
Asırlardır bu kubbeleri ve minareleri ayakta tutan nedir?
'Hendese' dediğimizde, Allah'a inanan hacı amcalar da bilime inanan mühendisler de boş gözlerle yüzümüze bakmıyorlar mı?
Geçen yıllar içinde, muhasebenin anlamını nasıl da daralttık; insanın kendisini hesaba çekmesine 'nefs muhasebesi' diyorduk. Gerçeklere kâfirlik etmeyip itiraf edelim. Sünnilik, artık meşhur birkaç vaizin sunuculuğunu yaptığı, kâfir bulma yarışmasına döndü. Oysa bir zamanlar, beşerin insan olmasını engelleyen kafa karışıklığını gideren biricik terkipti. Bugünün kötü Türkçesine tercüme edecek olursak: Sünnilik, Selçuklu-Osmanlı Aklı'nın eseri, hayatın doğal akışını hesaba katan bir konsept idi. Sünnilik her büyük fikir gibi, vaizlerin zannettiğinin aksine emirden çok ilham verdi bize. Delilim olmadığı için, kuşkularımı sizinle paylaşabilirim: Mehter takımının meşhur yürüyüşünün bu ilhamın eseri olduğunu düşünüyorum. iki adım ileri, bir adım geri. Entelektüellerimiz mehter takımını sarakaya almaya doyamazlar; ama hayallerindeki devlet mehter takımı gibidir. Her konuda ilerlemeyi şiar edinmiş devlet, geri adım atmasını da bilmelidir. Mehter takımı gibi.
Tarih akıldır ve geri adım atmak da aklın gereğidir. Kulak tırmalasa da hakikati söyleyelim: ilerici olan kalptir, akıl gericidir; bu yüzden aklımız başımıza geç gelir. Bu ikisine adımlarımızı uydurmaya çalışırken yoruluruz. 'Hayat çok yordu' deriz.
Sünni literatür, ne zaman dara düşsek, insan olmanın anlamını kulağımıza fısıldadı: insan ne melek ne şeytandır; ne süpermen ne figürandır.
islam tarihi diye anlatılanların klişelerle dolu bir Hollywood filmi olduğunu hatırlarsak, bu filmin kötü adamını elimizle koymuş gibi buluruz: imam Gazzali.
Ne ilginçtir ki ezberci eğitime karşı olduğunu iddia edenler, Gazzali hakkında hep ezbere konuşurlar: 'Felsefeyi yasakladı, içtihat kapılarını kapadı.'
Ezberci eğitime karşı olanlar, 'kopyala-yapıştır'a da karşı olabilselerdi, şu kader konusunu anlamış olabilirlerdi. Gazzali gibi büyük metafizikçiler, meseleyi tek cümlede özetlemişlerdi. 'Her şey Allah'ın kazasıyladır, rızasıyla değildir.' Hafızam beni yanıltmıyorsa, örnek Cündioğlu'na ait: islam'a göre intihar etmek haramdır, ama intihar edenin canını alan da Allah'tır. Başkası değil. Çünkü 'O'ndan başka ilah yoktur.'
'Öldürmeyen Allah öldürmüyor!' da olabilir. intihar girişimi mucizeyle de sonuçlanabilir. 'Tesadüf eseri' ölmedi de denebilir. Hakikat şu ki, şu hayatta tesadüften daha mistik bir kavram yoktur!
Her halükarda, ister helal ister haram olsun, insanın muradı, Allah'ın kazasıyla/eylemesiyle eylem olur. Yeni nesiller için örnek vermek gerekirse: Yazı yazmak için tuşlara basıyorum; ama önümdeki ekranın arkasındaki yazılım, donanım ve enerji gücü olmasaydı, bu yazı da olamazdı. Elbette bilgisayara mahkûm değilim, kalem ve kâğıtla da yazabilirim. Şüpheye mahal yok, kalemimle istediğimi yazmakta özgürüm; ama bu özgürlüğüm de kalem ve kâğıtla sınırlıdır. Musibet, adı üstünde, isabet eden demek. Kuran-ı Kerim'de Şura suresinin 30. ayeti, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızın, yapmamamız gerekirken yaptıklarımızın er geç bedelini ödeyeceğimizi hatırlatıyor. Merhum Hasan Basri Çantay'ın mealiyle Türkçesini hatırlayalım:
'Sizi çarpan her musîybet, kendi ellerinizin (ihtiyarınızın) işleyib kazandığı (günâhlar) yüzündendir. (Bununla beraber Allah) birçoğunu da afveder (de musıybete uğratmaz.)'
Başımıza gelenler, ellerimizle yaptıklarımızdan veya yapmadıklarımızdan ötürüdür. insan görünümündeki bir beşeri insan mertebesine çıkaran vasıf, 'elinden gelenin en iyisini yap'maktır. Kuşku yok ki, akıl gibi her kaderin sahibi olan Allah, insanın bu samimi çabasını takdir edecek, musibetlerden koruyacaktır.
Elinden gelenin en iyisini yapmayanlarsa, yazının başındaki örnekte olduğu gibi, suçun ortağıdırlar. Çünkü yerinden altından bile gelse, bu çığlık duyma mesafesindedir.
Doç. Dr.Sefa Saygılı' nın ateistlerdeki ölüm korkusunu tanınmış bir ateistin hayatı üzerinden irdelediği makalesinin başlığıdır.
insan ebedi hayat için yaratılmıştır. imtihan mekanı olan dünyadaki ameline göre kişi, ya cennet bahçelerinden bir bahçeye veya cehennem çukurlarından bir çukura gidecektir. Elimizde olmadan bulunduğumuz bu dünyadan istesek de, istemesek de göçeceğiz. Ergeç sıra muhakkak bize gelecek.
Ebedi hayat için yaratılan insanın şuur altında da ebedilik hissi yatar. Öleceğimize inanmak istemeyiz. Bütün hesaplarımız, davranışlarımız hiç ölmeyecek havası içindedir. Bir yandan da ölüm gerçeğini bütün soğukluğu ile hissederiz. Aciz hallerimizde, hastalıkta, yakınımızın vefatında bu gerçeğin korkusu ile sarsılırız.
Ateistler (tanrıtanımazlar) bu garip çelişkiyi daha yakından hissederler. Bir yandan Allaha ve ahirete inanmayı reddederler, diğer yandan ölüm korkusu devamlı onlarla içiçedir. Bu yüzden tanrıtanımazın hayatı (özellikle yaşlılık dönemi) ve ölümü, tabii olana (yani fıtrata) teslim olmamaktan dolayı korku içinde korunarak geçmektedir. Bazıları bu korkuyu kaldıramamakta ve intihara yönelmektedir. Bir kısmı ise çözümü Allaha imanda bulmakta, diğer bir bölümünün akıbeti bunalımlara ve cinnetlere kadar varmaktadır.
Ömrünün son yıllarını ölüm korkusu ile geçiren fikir adamı ve felsefecilerden biri, cinsel teorisi ile tanınan Sigmund Freuddur.Allaha ve dine inanmayı illüzyon (yanılsama) ve çocuklardaki baba korkusuna dönüş kabul eden Freud, 40 yaşından sonra fikr-i sabit şeklinde ölüm korkusu illetine tutulmuştur. Hayatı ölüme karşı direnmeden ibaret şeklinde tarif etmiş, hergün bu korku ile sarsılmıştır. Öyle ki, birisi ile vedalaşırken yeniden görüşmek üzere dedikten sonra, belki de bir daha görmeyeceksiniz diye ekler olmuştu. Sonraları çene kanserine yakalanınca bu korkusu daha da arttı. Ölüm içgüdüsünden bahsetmeye başladı Artık ona göre hayatın gizli gayesi ölümdü ve bu sebeple insanın ölmek zorunda olması düşüncesi de, ölüm korkusunu hafifletmeye çalışan bir teselli şekliydi.
Allaha ve ahirete iman eden kişinin, mantıki açıklamalar karşısında zihnindeki ölüm, sadece ibadete teşvik edicidir. inançsızın korkusu kendisini öyle rahatsız eder ki, beynini kemiren bu kahredici düşüncelerden kurtulmak için çılgınca kaçışlara saplanır, kendince çare arar. Kimisi uyuşturucu maddelere veya alkole başvurur. Bazıları da delice yaşamaya, eğlenceye dalarlar. Bu yollar, beyinleri geçici olarak uyuşturmaktan öteye gidemez. Bazı kimseler ise, zihninde karşı bir düşünce kurma yolunu dener. Bir kısım tanrı tanımazlar, düştükleri çelişkiyi kaldıramayarak akli dengelerini kaybetmiş ve bunalımlar içinde ölmüşlerdir..
Tuvalete girip varsan beni çarp diye duvarlara seslenen ve çarpılmayınca oradan tanrıtanımaz olarak çıkan ateist tipin durumuna gelince; muhakkak bir akıl hastanesinde müşahede altına alınmasının gerektiği kanaatindeyiz.
Tanrıtanımazların ölümleri de hayatları gibi ibretlerle doludur..
Sonsuzluğa uzanan kainat içinde bir nokta kadar dahi yer işgal etmeyen ölümlü insanoğlu, huzura ancak Allaha (c.c) ve ahirete inanmakla erebilir. Yoksa ölüm korkusu onu devamlı kemirir ve hafakanlara boğar..
Kaynak: Strese Son / Doç. Dr.Sefa Saygılı (Ruh Hastalıkları Uzmanı)
Taksim gezi parkı için twitter dan yapılan acil ihtiyaç çağrısı. Bir de sokaklara işememe uyarısı yapsalar toptan muasır medeniyetler seviyesini aşacağız.
Nike mühendislerinin geliştirdiği ; kumaş ve benzer materyalleri kesip, biçip, dikerek ayakkabı oluşturmak yerine tek bir iplikle örülerek imal edilen yeni ayakkabı modeli. 160 gramlık Flyknit Racer ın özelliği sadece çok hafif olması değil aynı zamanda ayağa mükemmel uyum sağlaması.
2000 li yılların başında yapılan deneylerle amerikalı fizikçiler, ışık ışınını çok düşük derecelerde soğutulmuş madde içine hapsetmeyi ve aynı ışını "uzaktaki" başka bir maddeyle tekrar harekete geçirmeyi başardı.
NATURE Dergisi'nde yayınlanan makalede, Harvard Üniversitesi'nden Naomi Ginsberg ve çalışma arkadaşları, ışık ışınını çok düşük sıcaklıktaki maddenin içine hapsettiler ve aynı ışığı parçacık fiziğinde devasa uzaklığa işaret eden 160 mikronmetre ötede bir maddeye koymayı başardılar.
Araştırmacılar, önce çok düşük sıcaklıktaki maddeye lazer ışını yolladılar. Lazer fotonları, çamura saplanan mermiler gibi, madde içinde bir anda hız keserek saatte 300 bin kilometreden 20 kilometre hıza inerek hareketsiz kaldılar. Böylesine özel ortamda madde "dalga gibi" hareket ettiğinden ışın sinyalinin özelliklerini taşıyan "madde dalgası" 160 mikronmetre ötedeki maddeye sıçradı. Bu "dalganın" sıçramasıyla birlikte diğer madde yığınından ilkine benzer ışın fışkırdı. "Mutlak sıfır" olarak adlandırılan -273 civarındaki sıcaklıklarda "Bose-Einstein Yoğuşması" denen esrarengiz dünyaya adım atılıyor. Bu sıcaklıklarda, madde, geleneksel gaz, sıvı ve katı halinden tamamen farklı özellikler gösteriyor. Bu kadar soğuk ortamlarda atomların bir kısmı, enerjilerini olabildiğince düşürüyor ve madde dalga gibi davranmaya başlıyor. Bu noktada klasik fizik kuralları geçerliliğini yitiriyor.
Bilim insanlarına göre bu deney, uzun vadede müthiş teknolojik gelişmelerin kapısını aralayabilecek. Söz gelimi, bu yolla fotonların, bilgi taşıyıcısı olarak görev yapan elektronların yerini alacağı kuantum bilgisayarları, ultra hassas atom saatleri, yerçekimi dedektörleri üretilebilecek.
--spoiler--
Frozen Light: Cool NASA Research Holds Promise
2003 May
NASA-funded research at Harvard University, Cambridge, Mass., that literally stops light in its tracks, may someday lead to breakneck-speed computers that shelter enormous amounts of data from hackers.
The research, conducted by a team led by Dr. Lene Hau, a Harvard physics professor, is one of 12 research projects featured in a special edition of Scientific American entitled "The Edge of Physics," available through May 31.
In their laboratory, Hau and her colleagues have been able to slow a pulse of light, and even stop it, for several-thousandths of a second. They've also created a roadblock for light, where they can shorten a light pulse by factors of a billion.
"This could open up a whole new way to use light, doing things we could only imagine before," Hau said. "Until now, many technologies have been limited by the speed at which light travels."
The speed of light is approximately 186,000 miles per second (670 million miles per hour). Some substances, like water and diamonds, can slow light to a limited extent. More drastic techniques are needed to dramatically reduce the speed of light. Hau's team accomplished "light magic" by laser-cooling a cigar-shaped cloud of sodium atoms to one-billionth of a degree above absolute zero, the point where scientists believe no further cooling can occur. Using a powerful electromagnet, the researchers suspended the cloud in an ultra-high vacuum chamber, until it formed a frigid, swamp-like goop of atoms.
When they shot a light pulse into the cloud, it bogged down, slowed dramatically, eventually stopped, and turned off. The scientists later revived the light pulse and restored its normal speed by shooting an additional laser beam into the cloud.
Karakter sinirlamasina takilan Saatler 1 saat değil 89 yıl geriye alınsaydı geyiği olan basliktir. Halimiz ortada Atatürk görseydi eminim gelecek yerine gecmise kafasını gömen zihniyete olumlu bakmazdi.iste tam da bu kohnemis ve cocukca anlayistan dolayı cumhuriyeti istediğimiz noktaya getirmek yerine olduğumuz yerde sayılıyoruz. adamlar soğuk fizyona geçecekler biz hala erke donergeci kafasindayiz. her yıl büyüyen cumhuriyetler bakış acımızı da sağlıklı büyütmek dilegiyle. yoksa biraz daha sahiplenmezsek sadece bayramlarda hatırlarsak maddi ve manevi olarak zamanimizi sifirlayacaklar çok olacaktır.
bazı bölücülerin göz koyduğu vatan toprağıdır.sadece o 400 km değil türk bayrağı gördüğün her yer hala ordumuzun denetimindedir sen önce öldürülen pkk lı itlerin sayısını açıkla manipülasyon yapmadan delikanlı gibi açıkla ey selahattin demirtaş.
evliliğin erkekler üzerindeki zamanla gerçekleşen etkisini anlatan bir yorumdur.6.hafta , 6.ay ve 6.yıldan sonra evrimin geldiği aşamalar şöyle olur genelde ;
6. hafta: Seni seviyorum 6. ay: Tabii ki seni seviyorum 6. yil: Seni sevmesem coktan ceker giderdim
6. hafta: Hangi filmi görmek istersin? 6. ay: Evita'ya gidelim mi? 6. yil: Evita'yi gör ben cok begendim
6. hafta: Üzülme sevgilim leke yapmaz 6. ay: Dikkat etsene yahu! 6. yil: Amma da sakarsin be kadin!
6. hafta: Ben pek bu fikirde degilim 6. ay: Bu konuda yanlis düsünüyorsun 6. yil: Sacma sapan konusma Alla'sen
6. hafta: Yaptigin yemeklere de bayiliyorum 6. ay: Bu aksam ne yiyoruz? 6. yil: Gene mi makarna!
6. hafta: Bir sey icer misin? 6. ay: Bir Cola icerim 6. yil: Gene buz koymayi unutmussun
6. hafta: Bu elbise sana cok yakismis 6. ay: Bir elbise daha mi aldin? 6. yil: Kac para verdin buna?
6. hafta: Özür dileyecek bir sey yapmadin ki 6. ay: Biraz dikkat etsene be kizim 6. yil: Hay senin eline.
New York'ta Jacqueline Samuel isimli bir kadın tarafından saati 60 dolara sarılarak uyuma hizmeti olarak başlatıldığı iddia edilen uygulamadır. Hizmet sırasında olası bir cinsel girişime önlem olarak müşterinin giyeceği kıyafet ve davranışları sıkı kurallara bağlanmış durumda.
--spoiler--
Çirkin kadın yoktur, az makyaj vardır. Dünyanın en sıradan kadınını iyi bir kuaför ve modacı yardımıyla şahane bir yıldıza dönüştürebilirsiniz. Zaten gerçekte olan da budur. O imrenerek baktığınız starlar, sadece defoları ustaca saklanmış sıradan kadınlardır oysa. Her türlü medyada yüzlerce kez çok güzel olarak sunulduğu için toplumdaki genel algı, sunulduğu şekli alır.
Aklınızda medya starı olarak yer alan o kadınlardan biriyle biraz konuşup, birkaç gün geçirirseniz, hayallerinizin yıkıldığını görebilirsiniz.
Benim hayatımın en büyük hayal kırıklığı Amerika'ydı. Tamam, dünya siyasetindeki en sevilmeyen figür tartışmasız Amerika'dır. Öte yandan, herkesin bir gün gitmeyi hayal ettiği yer de Amerika'dır. Belki Amerikan film endüstrisi yüzünden böyle bir algıya sahibiz. Hollywood öylesine mükemmel filmler sunuyor ki, küçük bir çocuktan yaşlı bir nineye kadar herkes Amerika'yı neredeyse bir masal diyarı sanıyor. Ne yazık ki benim gördüğüm şeyler farklı.
Öncelikle söylemek gerekir ki, günümüzde Amerika'nın birçok şehrine gitmek için pasaport kontrolüne Amerika'da değil, bulunduğunuz ülkede giriyorsunuz. Bu nedenle Dublin'de pasaport kontrolüne girince çok şaşırmıştım. Bunu dünyada sadece Amerika yapıyor. Dublin'de pasaport kontrolünden geçtikten sonra Boston'a uçtuk ve indiğimizde yine başka bir şaşırtıcı şeyle karşılaşmıştım. Herhangi bir kontrol yoktu. Uçaktan inip, doğrudan kente girebilirsiniz. Sanki bir iç hat uçuşu gibi. Pasaport kontrolünü deniz ötesi ülkelerde yapmanın faydaları.
iner inmez Boston'da cebimdeki Euro'ları Amerikan dolarına çevirmem gerekiyordu. Bu nedenle Havaalanının içindeki birkaç bankanın döviz büfesine yöneldim. Bankanın döviz büfesindeki türbanlı kadın gülerek çok düşük bir kur teklif etti. Bütün dünyada Euro-Dolar paritesi 1,39 iken, bana 1,13 teklif etmişti. Ardından da uyardı: Amerika'da başka hiçbir yerde değiştiremezsin! Ne yazık ki kadının çok haklı olduğunu ilerleyen günlerde öğrendim. Çünkü Amerika'da, Avrupa'nın her yerinde bulabileceğiniz döviz büfeleri yok. Yabancı parayı sadece belli bankalarda bozdurabiliyorsunuz. O da eğer o bankada hesabınız varsa. Hesabınız yoksa, mecburen bir tane açmanız ve parayı o hesaba yatırmanız gerek. Yine de hemen bozduramazsınız. Bir gece paranın o hesapta yatması gerekiyor.
Hemen belirtmeliyim ki, dünyanın en eski ve köhne havaalanları da Amerika'da. Boston, Washington Dulles, Greensboro, Atlanta, Salt Lake City, Detroit bu eski havaalanlarından bazıları. Sadece Denver ve Miami biraz yüzüne bakılır gibi. Uçaklar da çok eski ve iç hat uçakların hiçbirinde bussines class yok.
Uçakta her zaman koridoru tercih eder, bu isteğimi uçağa binmeden önce, uçuş kartını alırken mutlaka belirtirim. Yine öyle yaptım ve uçuş kartımı veren bayan güler yüzle, severek koridor vereceğini söyledi. Uçağa binip yerimi bulduğumda küçük bir şok daha yaşadım. Bana verdiği yer en arkalarda bir orta koltuktu ve sağımda yüz elli kiloluk bir zenci bayan, solumda da yine o kadarlık bir beyaz genç erkek oturuyordu. Yüzümdeki ifadeyi görünce ikisi de bastılar kahkahayı. Amerikalılar rahat ve sıcakkanlı insanlar. Tanıdık, tanımadık herkes size merhaba der. Yolda yürürken bile yanınızdan geçen kişinin "How you doing" (nasılsınız) dediğini duyabilirsiniz.
.
.
.
internet üzerinden yayın hayatına yeni başlayan iddialı bir küresel stratejik araştırma ve takip portalı. genç yönetici kadrosuyla sıkı işler çıkaracağına inandığım yeni oluşum.
Engin ardıç'ın kaleme aldığı köşe yazısının başlığıdır.
--spoiler--
Balık yemi bitmez dedik, gerçekten de doymak bilmiyor balıklar.
Konu kapandı sanıyordum, meğerse "Taksim'e cami projesi" bütün hızıyla tartışılıyormuş...
Murat Bardakçı da çok güzel özetledi, buna, Taksim'e "bir yapı" yapılacağı için değil, "cami" yapılacağı için karşı çıkıyorlar.
Kilise onları hiç rahatsız etmiyor. Aya Triada, cemaati kalmadı ama 1880 yılından beri orada duruyor.
Son derece sıradan, hatta sevimsiz o otel binası da rahatsız etmiyor, AKM'nin hiçbir mimari tadı olmayan sıradan suratı da, Sular idaresi'nin duvarı da, ön blokları yıkılınca göz tırmalayıcı şekilde sırıtan eski Tarlabaşı binaları da.
"Sosyal doku" dedikleri travesti ve tinerci piyasası da batmıyor onlara.
Ama Taksim'e bir Selimiye bile kondursan kızacaklar. ("Uluslararası yarışma açılsın" diyorlar, herhalde Amerika'da ya da Japonya'da çok iyi cami mimarları var.)
Bardakçı'nın da belirttiği gibi, Taksim dünyanın en çirkin meydanlarından biridir, üstelik tekin de değildir. "Lumpen" olmayan hiçkimse orada keyif için gezinmez, bir an önce oradan "geçmeye", gideceği yere gitmeye bakar.
Trafik yer altına alınacak, Topçu Kışlası yeniden yapılıp altına kafeteryalar falan yerleştirilecek, o kocaman boşluk bir "yaya meydanı" olacak ve Taksim'e sınıf atlatılacak, bir ölçüde meydan "kurtarılacaktı", istemediler...
Çünkü topçu kışlası bir "Osmanlı" eseriydi.
inönü'nün adamı Lütfi Kırdar tarafından yokedilmiş, yerine "inönü gezisi" yapılmıştı, AKP şimdi bunu düzeltmek istiyordu.
Evet öyle. Ne var bunda?
(Kırdar'ın daha sonra "saf değiştirdiğini", hatta 27 Mayıs günü tutuklanan Menderes hükümetinde Sağlık Bakanı olduğunu, Yassıada'da tutuklu bulunduğu sırada da bu durumun yüreğine indiğini bilseler ne yaparlar acaba?)
Yok, "bunlar Boğaziçi Köprüsü'ne de karşı çıkmışlardı" şeklindeki o çok bayat örneği vermeyeceğim.
"Cami görünce nevri dönen Kemalist, sonra da 'niçin seçimleri kaybediyoruz' diye sormaktan niçin utanmaz?" diyeceğim.
Dine ilişkin herşeyden nefret ederler.
Geçen gün Atina'nın sayfiyesi Glyfada'da bizim hanımla alışveriş ediyoruz, marketin kasasında bayağı kuyruk da var, bir papaz geldi, birşeyler almış, elinde sepeti... Kasiyer kız herkesi bir yana itti, papazı en arkadan en öne geçirdi, önce onun işini gördü, parasını alıp fişini verdi, kimse de ağzını açmadı.
Bizde bu saygıyı imama göster de yiyeceğin küfürleri gör...
Pardon, Batı'da papazın papaz giysileriyle dolaşması serbest ama Batılı Türkiye'de imamın cami ve cenaze dışında imam giysileriyle dolaşması yasaktı galiba...
Herkes Diyanet işleri Başkanı değil ki Zuhal Yorgancıoğlu'na "kreasyon" yaptırsın.
--spoiler--
Turgay Güler' in kaleme aldığı gündemin nabzını tutan; Ayşe arman' a cevap verdiği yazının başlığıdır.
"Ayşe Arman ablamız, kürtaj meselesine el atmış! Sanırsınız ki, söyleyecek okkalı sözleri var! Ne gezer. Basit birkaç soruyla vicdan oyunu.
Kürtaj heveslilerinin en temel argümanı ile başbakana yükleniyor.
Önerme ve çıkarsamaları evlere şenlik. Kemal Sunal'ın Kibar Feyzo filminden aparılmış "Kürtaj hakkımız, söke söke alırız" tadında grev sözcülüğü yapıyor. insanın "kürtaja yasak çıkacaksa da ne olur bu ablayı kapsamasın" diyesi geliyor.
"Kürtaj sever" Ayşe Arman, malum soruyu bayraklaştırıp soruyor:
"Hangi kadın tecavüzcüsünün çocuğunu dünyaya getirmek ister!"
Dehşetengiz bir kaosun soruya dönüşmüş bu halini, "kürtaj cinayettir" gerçeğinin karşısına dikiveriyor.
Ziyadesiyle etkili, can yakıcı, vicdan sızlatıcı bir soru bu.
"Hangi kadın tecavüzcüsünün çocuğunu dünyaya getirmek isterki"
Tecavüze uğramış ve karnında aşağılık bir hayvanın çocuğunu taşıyan bir kadını resmediyor bu soru.
işin özeti bu.
Ama işin aslı başka.
Gelin Ayşe Arman'ın taca attığı topu yeniden oyuna sokalım.
Sanki bu ülkede her gün yüzlerce kadın tecavüze uğruyor, binlerce tecavüz mağduru kadın da, karınlarında dünyaya getirmek istemedikleri bir çocukla karşı karşıya. Hastaneler de bu kadınları geri çeviriyor veya çevirecek.
Bu soruyu duyan her insanın dudaklarından istisnasız şu dua dökülür, "Allah hiç kimseyi bu duruma düşürmesin" Burada kararı o mağdurdan başkası veremez, ve hiçbir akıl sahibi de buna itiraz edemez.
Kaldı ki etse ne değişir? Yasak bile olsa, o mağdur kadın, hoplar, zıplar ve doğal yoldan bir kürtaj gerçekleştirir. Kendisi için bu yükten kurtulur.
Ayşe Arman bu vicdan oyununun ardından asıl derdini ortaya koyuyor.
Bu kadar muhafazakarlaşmaya hayır diyor ve ekliyor: "Sonunda işler iyice çığırından çıkacak.
Karı-koca evde ne şekilde yemek yiyecek, nasıl sevişecek'e kadar gidecek."
"Sahil şeridinin" iflah olmaz "laikçi esnafı" bile etmez bu lafı. Bu nasıl bir mantık kurgusudur yahu. Eminim yazı bittikten sonra dönüp bir daha okumamıştır. Ya da bu satırları yazarken kafası bir parça kafası. Bir sonraki cümle fecaat.
"Neredeyse evlilik dışı ilişki hapisle cezalandırılacak" diyor hanımefendi ve yakayı da ele veriyor.
Derdi şu:
"Sevişelim, hamile kalırsak, kürtajla aldırırız, sonra yine korkusuzca sevişiriz. Şehvetimize minicik canlar feda olsun!"
Bir kişisel anma günü başlıklı yazısında hıncal uluç'un 19 mayıs nedeniyle bize tekrar hatırlattığı atatürk'ün sanatçılara zor şartlar altında verdiği destektir.
Ali Poyrazoğlu sahnede Carmen'i anlatıyordu..
"Carmen Türkiye'ye de geldi" dedi.. "ilki Osmanlı zamanı.. 1880'de.."
O hikayeyi dün naklettim..
"ikincisi, Cumhuriyet'te.."
Onu da anlattı..
Muhlis Sabahattin istanbul'da Opera ve Operetler oynayan bir kumpanya kurmuş, 1930'lar.. Carmen'i oynuyorlar.. Turneye çıkmışlar.. Trenle.. izmit..
Ful çekmişler.. Ordan Adapazarı.. Havalar bozunca temsil iyi gitmemiş.. Eskişehir tam felaket.. Kar diz boyu, temsil bile yapamamışlar.. Yapamayınca da otelde rehin kalmışlar iyi mi?. Beş lira lazım.. Beş lira da önemli para ha.. Babam anlatırdı.. Bebek Belediye'de 125 kuruşa faça masa donatılıp Müzeyyen dinlendiği günler..
Kumpanya karalar bağlamış otelde mucize beklerken, haber duyuluyor..
Atatürk Ankara'dan trene binmiş Eskişehir'e geliyor.. Şapka devrimi, o yıl çıkan ve kadınlarda peçeyi kaldıran kanunla tamamlanmış.. Ata, tanıtmak ve anlatmak için dolaşıyor..
Muhlis Bey lobide haykırıyor..
"Atatürk arkadaşım.. Parayı bulduk.."
Kostüm sandıklarını açıyor.. içinden bir frak çıkarıyor. Giyiyor.. Doğru Eskişehir garına.. Orada görevliler penguen kılıklı adama bakıyorlar.. Biri "Amerikan Sefiri olmalı" diyor.. Yol açıyorlar.. Muhlis Bey en öne geliyor.. Tren gara giriyor.. Vagonun camı iniyor.. Atatürk'ün şapkalı eli gardakileri selamlıyor..
Sonra, iniyor aşağı, karşılayıcılara teşekkür etmek için..
Bir bakıyor, karşısında yakın dostu Muhlis Sabahattin..
Kollarını açıyor.. "Muhlis!.."
"Kemal!.."
Sarmaş dolaş oluyorlar..
Muhlis Bey iki cümleyle özetliyor..
"Otelde rehin kaldık, Kemal. Beş lira lazım!.."
Atatürk ceplerini karıştırıyor, cüzdanı açıyor..
Üç tek lira çıkıyor üzerinden..
"Üç liram var, Muhlis!.."
"Beş lira lazım, Kemal.."
Atatürk yanındaki dört yıldızlı generale dönüyor..
"iki liran var mı?..
Paşa ceplerini karıştırıyor ve 1 lira uzatıyor..
"Bu kadar var paşam.."
Atatürk "Dört lirayla idare et Muhlis" diyor..
"Beş lira, Kemal" diyor, Muhlis Bey..
Atatürk özel kalem müdürüne dönüyor bu defa.. Hasan Rıza Soyak olmalı..
"Bir lira bul" diyor.. Özel Kalem Müdürü ceplerini karıştırıp, beş kuruşlar, on kuruşlarla bir lirayı denkleştiriyor..
Atatürk sonunda "Beş Lira"yı Muhlis Sabahattin'e uzatıyor..
Ali Poyrazoğlu "Ben bu hikayeyi birinci elden dinledim" dedi.. "O kumpanyanın Carmen temsilinde Don Jose'yi canlandıran tenor Celal Sururi'den.."
Devrin güzelliğine bakar mısınız?.. Hani sövdükleri devrin..
inanmadınız değil mi?.
inanılacak gibi değil çünkü..
Ama Atatürk'ün hangi yaptığı inanılacak gibiydi ki?.
Onun için "Ata" Türk'tü o!..
dünyanın en pahalı evi olduğu iddia edilen Hindistan'ın en zengin adamı Mukesh Ambani tarafından yaptırılan 27 katlı binanın adı. Bombay'daki Altamount Road'da bulunuyor.antila'nın maliyetinin 1 milyar dolardan fazla olduğu söyleniyor.
1974 Bayburt doğumlu Eskan, 1992'de Bayburt imam Hatip Lisesi'ni, 1997'de ise Hacettepe Diş Hekimliği'ni okul birincisi olarak bitirdi. 2005 yılında geldiği Amerika'da periodontoloji araştırmalarına devam edip 3 yıl kadar sadece laboratuvar ortamında araştırma yapan Eskan, 2008 yılında University of Louisville Diş Hekimliği Periodontolgy Bölümü'nde uzmanlık, Oral Biology'de master ve 2009'da da aynı üniversitenin Tıp Fakültesi Microbiology ve Immunology Bölümü'nde doktora çalışmalarına başladı. Üç programı eşzamanlı yürütüp 2011 yılında uzmanlık ve doktora derecesini alarak mezun oldu. Eskan'ın uzmanlığının ilk yılında American Periodontolgy Akademi'sinin üç yılda bir ABD genelinde sadece iki kişiye verdiği en prestijli ödülü Harvard Üniversitesi'nden bir uzman ile paylaşması ve bu ödülün 214 yıllık University of Louisville tarihinde ilk olması dikkatleri çekti. Mezuniyet sonrası aynı bölümde asistan profesör olarak hocalığa başlayan Eskan, halen University of Louisville Diş Hekimliği Periodontoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışıyor.
--Türk doktordan tarihe geçecek buluş--
ABD'nin Kentucky Eyaleti'ndeki University of Louisville'de öğretim üyesi olan Doç. Dr. Mehmet Akif Eskan, diş eti ve çene kemiği dokularındaki kronik iltihabi hastalıkların, vücudun kendi salgıladığı 'Del-1' adı verilen protein ile tedavi edilebileceğini ortaya çıkardı.
--Türk doktordan tarihe geçecek buluş--
ABD'nin California eyaletinin San Diego şehrine bağlı El Cajon kasabasında demir levye ile dövülerek öldürülen Iraklı kadının cesedinin yanında bulunan nottur.
--spoiler--
American-Islamic Relations Council (CAIR) adlı Müslümanların oluşturduğu dayanışma örgütünün San Diego şubesi Direktörü Hanif Mohebi, ABD'ye 1990'larda iltica eden bir aileden olan Shaima Alawadi adlı 5 çoçuk annesi kadının kaldırıldığı hastanede bu sabah öldüğünü duyurdu.
--spoiler--
edilen bir bedduanın tam 40 yıl sonra gerçekleştiği bir örneği Milli Şef ismet inönü' nün başına gelen bir bedduanın anlatıldığı prof.dr.osman özsoy 'un makalesinin konusu olan ifadedir.
Siz edilen bir bedduanın tam 40 yıl sonra gerçekleştiği bir örneğe denk geldiniz mi? Hem de Milli Şef ismet inönü'ye... Bakın nasıl?
Siz edilen bir bedduanın tam 40 yıl sonra gerçekleştiği bir örneğe denk geldiniz mi?
Hem de kime?
Milli Şef ismet inönü'ye...
CHP'nin son günlerde Meclis'te sergilediği hırçın tutum ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun partisinin dünkü grup toplantısında Başbakan Erdoğan'a yönelik sarf ettiği edep sınırlarını zorlayan kaba ifadelerle dolu konuşması, geçtiğimiz ay okuduğum ve Boğaziçi Köprüsü'nün açılış yıldönümü olan 29 Ekim tarihinde okuyucularımızla paylaşırım diye bir kenara not ettiğim tarihi bir anekdotu daha fazla bekletmeden bugün sizlerle paylaşmam gerektiğini gösterdi.
Yakın tarihte okuduğum anekdotun beni cezbeden yanı, tam 30 sene evvel bizzat dinlediğim bir başka olayla birebir örtüşmesi oldu. Önce onu bir anlatayım.
istanbul Kadıköy'de lise son sınıfta okurken, bir grup arkadaşla birlikte 1982 yılı Haziran ayında Heybeliada'ya gezmeye gitmiştik. Arkadaşlardan birisi bir ara, benim burada yaşlı bir akrabam da var, gelmişken isterseniz onu da bir ziyaret edelim, hem biraz soluklanmış olur, hem de ilginizi çekecek çok güzel tarihi hasbihaller dinlersiniz dedi.
Merak bu ya, gittik...
Meğer yanına gittiğimiz zat, soyadını kendisine bizzat Atatürk'ün verdiği, Türkiye'de ilk kağıt fabrikasını kuran Mehmet Ali Kağıtçı imiş. Yanından ayrılırken bizlere, Kağıtçılığımız adındaki kitabını da imzalayarak takdim etti.
1930'lu yıllarda genç ve idealist mühendis Mehmed Ali ; "Bu toprağın emeğinin yanına bu toprağın kağıdını koymak gerek, Yaşamak için ekmek ne ise, düşünmek için kağıt odur. ikisinde topraklarında yetiştirmeyen milletler, eksikli olurlar" diyordu.
1927 yılında Grenoble Üniversitesi, Fransız Kağıt Mühendisliği Okulu'nu bitiren Mehmet Ali Kağıtçı, "Bu toprağın emeğinin yanına bu toprağın kağıdını koymak gerek, Yaşamak için ekmek ne ise, düşünmek için kağıt odur. ikisinde topraklarında yetiştirmeyen milletler, eksikli olurlar" idealiyle, Türkiye'nin bir kağıt fabrikasına kavuşması için hazırlıklara koyulur ve 6-7 sene ciddi bir emek verir.
izmit'te kurmak istediği kağıt fabrikasını Atatürk tüm içtenliğiyle desteklemesine rağmen, Başbakan ismet inönü ve Kılıç Ali'nin nasıl kösteklediğini, Celal Bayar'ın ise projenin hayata geçirilmesi konusunda verdiği samimi desteği o gün bize uzun uzun anlattı. Atatürk ilk Türk yapımı kâğıdı eline aldığında "işte idealist adam, büyük adam buna derler" sözleriyle Mehmet Ali Kağıtçı'yı kutlar. Mehmet Ali Kağıtçı'yı bizim kendisini ziyaretimizden 3-4 ay sonra da vefat etti.
Kemal Kılıçdaroğlu'nu ne zaman herşeye muhalif tarzda kürsüde konuşma yaparken görsem, hep yukarıdaki örnek gelir aklıma. Fakat son okuduğum tarihi anekdot hepsini bastırdı. Hikayenin özü ve ülke için hayırlı işi engelleyici siyasi figür yine aynı ama, bu defa yapılması planlanan hizmet ve bu hizmeti hayata geçirmeyi düşünen kişi farklı...
Boğaz Köprüsü Atatürk döneminde yapılacaktı...
Cumhuriyet tarihinin en büyük değerlerinden biri de Nuri Demirağ'dır. Ülkemizin hava, demir ve karayolu yatırımlarında büyük hizmetleri geçmiş vatanperper bir işadamıdır. Soyadından da anlaşılabileceği gibi, kendisine Demirağ soyadını Atatürk vermiştir.
Nuri Demirağ, o günün koşullarında medeniyetin nimetlerinden nasıl istifade edebiliriz düşüncesiyle Batı ülkelerinde sürekli incelemelerde bulunur. Gezdiği yerlerde en çok dikkatini çeken şeylerden birisi, her su kanalının, boğazın, nehrin üzerinde en az bir iki köprünün olmasıdır. Dünya şehri istanbul'un bir tek köprüsü olmaması onu üzer ve 1931 yılında çalışmalara başlar.
Nihayet Amerika'nın San Francisco şehrindeki Golden Gate Köprüsü'nü yapanlarla anlaşır. Ahırkapı ile Salacak arasında 8 ayağı karada, 10 ayağı denizde ve 960 metresi karada, bin 600 metresi denizde olmak üzere 2 bin 560 metre uzunluğunda, 20 metre 73 santimetre genişliğinde, deniz seviyesinden 53 metre 34 santimetre yükseklikte, 701 metresi asma, üst tarafı demir köprünün projesi tamamlanır.
Demirağ, tüm hazırlıkları bitmiş olan projeleri 1933'te Atatürk'le paylaşır. Atatürk çok beğenir ve"Aferin Nuri'ye" der. Daha sonra da projeleri hükümete havale eder. Bir dönem istiklâl Mahkemeleri Başkanlığı da yapmış olan Ali Çetinkaya dönemin Bayındırlık Bakanıdır. Kendisi, Demirağ'ın yapmak istediği bir çok hayırlı teşebbüste karşısına hep dikilmiş kişidir.
Nitekim önüne gelen projeyi, herşeyi bilen edasıyla kestirip atar:"Olmaz bu iş..."
Nuri Demirağ, Boğaz'a köprü projesine Ali Çetinkaya'yı şiddetli muhalefet ettiren ismin Başbakan inönü olduğunu da haber alır. Kaldı ki, Atatürk'ün destek verdiği bir projeye Kılıç Ali'nin tek başına takoz koyması da mümkün değildir.
Onları rahatsız eden genel durum, ülkemiz siyasetinin de kangren konularından biridir."Nuri'nin yıldızı parlar, bir gün yükselir de yerimize geçer" endişesinden dolayı içleri rahat değildir. Çünkü Demirağ halk tarafından çok sevilen bir kişidir.
Vasiyetim: Bu köprüden inönü ve Ali Çetinkaya geçemez..."
Demirağ ayrılırken;"Birgün bu iş zaten olacaktır. istanbul buna muhtaçtır. Ben yapamazsam, evladıma bırakırım, o benim adıma yapar. Vasiyet edeceğim... Gelecekte inşa edilecek köprünün üzerine, "Bu köprüden inönü de, Çetinkaya da geçemez' diye levha asın" der.
Nuri Demirağ 13 Kasım 1957'de vefat eder. Fakat 1933'te sarf ettiği yukarıdaki sözlerinin üzerinden 40 yıl geçtiğinde 29 Ekim 1973'te Boğaziçi Köprüsü açılır. ismet inönü o günlerde hastadır. Nitekim ömründe bir defa bu güzelim köprüden geçmeye fırsat bulamadan 25 Aralık 1973'te vefat eder. Köprüden geçmek daha önce ölen Ali Çetinkaya'ya da nasip olmaz.
CHP Meclis'te ne zaman karmaşa çıkarsa ve hangi konuyu Anayasa Mahkemesi'ne, Ali Çetinkaya'ların siyasi varislerinin aynı yolun yolcusu olduğunu düşünürüm. Ardından da Başbakan Erdoğan'ın sözleri çalınır kulağıma,"Madem bu hizmetlere bu kadar karşı çıkıyorsunuz, öyleyse neden kullanıyorsunuz?"
Afganistan'daki sivillere yönelik NATO saldırıları devam ederken, bugün sivilleri hedef alan bir saldırı daha gerçekleştirildi.
Güney Kandahar'da meydana gelen olayda ölenlerin olduğu belirtiliyor. Bölge yetkilisi Toryali Vesa, ölü ve yaralıların olduğunu ancak detaylı bir bilginin ellerine ulşamadığını söyledi.
"EVLERi BASIP, ATEŞ AÇTILAR"
Alkozai köyünde meydana gelen olaylara şahit olan bir köylü, Associated Press haber ajansına, askerlerin köydeki üç eve baskın düzenlediğini ve insanalara ateş edildiğini anlattı. Görgü tanığı en az 16 kişinin öldürüldüğünü belirtti.
NATO: BiR ABD ASKERi GÖZALTINA ALINDI
NATO sözcüsü Yüzbaşı Justin Brockhoff, "bir çok sivilin yaralandığı bir saldırının gerçekleştiğini, olayla ilgili olarak Amerikalı bir askerin gözaltına alındığını açıkladı. Yaralı sivillerin tedavi altına alındığı da belirtildi.
Olayın NATO ya da Amerikan üssünde meydana gelmediğini ifade eden Brockhoff, saldırının nasıl ve niçin yapıldığı hakkında ise bilgi vermedi. Saldırının Afgan yetkililerle ortak olarak araştırılıcağı kaydedildi.
Geçtiğimiz ay bir NATO üssünde Kur'an-ı Kerim'in yakılması sonrasında ülke çapında büyük gösteriler yaşanmış, olaylarda 30'dan fazla Afgan ölmüştü. Yaşanan olaylar sırasında bir Afgan askeri, Amerikan askerlerine ateş açarak 6'sının ölümüne neden olmuştu.
Orhan Bursalı'nın Libya'da aslında neler olduğunu anlattığı cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısının başlığıdır.
--spoiler--
Size bazı rakamları anımsatayım: Libya'da 2010'da adam başına milli gelir 17.000 doları aşıyordu. Bütün sağlık göstergelerinde bölge ülkelerinden katbekat ileride idi.. Bazı kalemlerde Türkiye'den bile iyi!
Hatta insani gelişmişlik göstergelerinde Türkiye'yi geride bırakmıştı...
Birleşmiş Milletler insani Gelişmişlik Göstergesi'ne göre (2010-2011) Libya, yüksek gelişmişlik aşamasında bir ülke ve Türkiye ve Arap ülkeleri ortalaması ile karşılaştırmalı olarak durumu şöyleydi:
Doğumla birlikte yaşam beklentisi: 74.5 yıl. (Türkiye 72.5 yıl) Arap ülkeleri: 69.1 yıl.
Nüfusun okul/eğitim yılı: 7.3 yıl (Türkiye 6.5) Arap ülkeleri: 5.7 yıl.
Beklenen ortalama eğitim yılı artışı: 16.5 (Türkiye, 11.8 yıl). Arap ülkeleri: 10.7 yıl.
Adam başı brüt gelir: 17.068 $ (Türkiye 13,359 $) Arap ülkeleri: 7.861 $
Yukarıdaki tablo size epey şey anlatıyor olsa gerek! Libya'da inşaat yapan bir dostumla konuşuyoruz. Sosyal konutlar yapmış.. Kaddafi yeni evlenenlere parasız dağıtıyordu! Sosyal konutların büyüklüğü ne kadar tahmin edersiniz? Hayır edemezsiniz, söyleyeyim: 450 metrekare!
--spoiler--
Sevdalarımız ağır olur bizim
Belki çok istersin ama taşıyamazsın sevdiğim
Omuzların çöker
Göz torbaların şişer
Saçlarına düşen akların sayısı,
Ak sakallı dededekini geçer
Dizlerin titremeye başlar
Parmakların tutmaz olur
Halsiz olur bedenin
Ağır gelir bu sevda sana
Sen bu sevdayla yaşayamazsın
Belki ölmek istersin
Ama sev dersin
Sensiz bir hayat yaşayacağıma
Senin sevginle öleyim dersin
Olmaz sevdiğim bu da olmaz
Sen yalnız doğmuşsun
Benimle ölemezsin
Hem sonra
Sancılıdır benim ölmelerim
Dayanamazsın
Sensiz yaşayamam diyorsun ya
Ben olursam ölümü bile tadamazsın
Ağır gelir sevdam kaldıramazsın
Gün gelir ağlarsın
Gün gelmez gülersin
Gün gelir halimize gülersin
Gün gelmez mutluluktan gülersin
Gün gelmez sevdiğim
Ben gelirsem gün gelmez
Sonra pişman olursun
Pişman olursun ama
Günün gelmediği gibi, dün gelmez sevdiğim
Yakana yapışır acılar
Tutup atamazsın
Hüzün kene gibi kenetlenir kanına
Yarasanın kanını emdiği bir ceylan gibi
Eriyip gidersin öğlenin karanlığında
Düşersin kimseler kaldırmaya çalışmaz
Düşersin yaraların kabuk tutmaz
Neden hala dersin sevgisiz olmaz
Sevsin seni kuşlar
Kediler
Çiçekler
Dağlar sevsin seni
Annen baban kardeşlerin
Mahallendeki delin sevsin
Uğruna can versin milyonlarca kişi
Güzelliğin dillerden dillere geçsin
Namın nesillerden nesillere
Sevdam ahire gitsin
Bilmesin hiç kimse
Dostun, dostum
Arkadaşın, arkadaşım
Bilmesin pelüş oyuncağın
Sen bilme
Kalbin bilmesin
Beynin silip atsın beni
Gözlerin bilmesin
Görmesin rüyalarda
Hayal bile etmesin
Benzetmesin kimseyi bana
Kulakların işitmesin beni
Duymasın sesimi
Şiirlerimi duymasın
Kimse adımı fısıldamasın
Benli şarkıları dinleme
Kaldıramazsın
Sevdam ağır gelir sana
Ağlayamazsın
Gülemezsin
Bir daha asla sevemezsin
Bırak
Bırak beni kendi halime
Beni başka türlü öldüremezsin.
Sonra birkaç damla yaş oluverir
Akar giderim gözünden
Bir çırpıda kalbinden silemezsin belki ama
Bir çırpıda gözünden silinirim
Gözyaşın, yaşım
ihtiyar etti ağlamaların
Bak yine süzülüyorum
Sil hadi, sil hadi durma
Daha fazla vurma sırtıma hançeri
Hadi bir kerede sil yaşını
Bir kerede vur
Bir kerede öldür
Bir kerede
Yaşatma beni
Yaşatırsan paylaşırsın acımı,
Bak bir damla dudaklarına süzülmüş
Söyle sevdiğim
Sevdiği uğruna dökülen yaşın tadı acımı.?
Varsın varsın sevdalarda bana kalsın
Ve dertleri, kederleri
Bir tren vagonlarıyla sırtıma çıksın
Hamalı olayım ızdırapların
Kefem yüklü olsun lanetlerle
Beddualar kamburum olsun
Ama sev deme bana
Sevmelerim ağırdır benim kaldıramazsın
Kaldırırım diyerek beni kandıramazsın
Sevmelerim ağırdır benim ağır
Taşıyamaz yüreğin bedenin halsiz kalır
Kalırsa benden geriye
Kimseye yüklemediğim
Sana kıyamadığım sevdam kalır...
Sevmelerim sancılıdır
Acı verir
Ağlamak istersin ağlayamazsın
Gülmek zaten haddine değil
Aheste kürek çekersin boşa
Bir kıyıya varamazsın
Sevmelerim ağırdır benim
Sevdiğim sen kaldıramazsın...
ilgili ayette değinildiği gibi habersiz kalmasın kimse diye vuku bulmuş bir olayın kur'an-ı kerim'de yer almasıdır.
--spoiler--
Kur'an-ı kerim ; Yunus suresi 92.ayet ; Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağız. Çünkü insanlardan birçoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir.
--spoiler-- http://www.diyanet.gov.tr...yet_no=92&Arama=Tamam
Bu ayette Firavunun cesedinin deniz kenarında bir köşede korunacağını, elbisesiz, tam ve noksansız olarak bozulmamış bir halde gelecekte bulunacağı belirtiliyordu. Gerçekten Firavunun bu cesedi , mumyalanmamış olduğu halde, bir ingiliz araştırma ekibi tarafından kızgın kumlar içinde bulunmuş ve ingiltereye götürülerek incelenmiştir.Karbon 14 metodu ile cesedin,3000 yıllık olduğu saptanmıştır. Cesedin bulunduğu yerde son derece ilginçtir, çünkü cesed, olayın binlerce yıl önce gerçekleştiği yerde, Kızıldenizin kenarınd aki Cebelein bölgesinde bulunmuştur. Ayette, cesed, bozulmamış,tam ve mumyalanmış olarak bulunacağı belirtilmektedir ve aynen böylece bulunmuştur ve halen ingiltere'deki Bristish Museum'dadır. Sarı saçları, kurumuş haldeki etleri v.b. ile tam bir beden halindedir.
emre aköz'ün paul auster ın 100 sayısına olan takıntısını irdelediği yazısının başlığı olan ifadedir.
--spoiler--
Geçen gün Paul Auster olayını yorumlarken 'israil lobisinden' söz etmiştim. Her zamanki gibi bağlantıları görmeyenler ya da örtbas etmek isteyenler oldu.
Başbakan Erdoğan, dün yine Auster'a değindiği için konu hâlâ gündemde...
O halde şu meseleyi biraz açayım. Önce hızlı bir özet: Yahudiler yüzyıllar boyu çeşitli ülkelere dağılmış biçimde yaşadı. 19'uncu yüzyıla gelindiğinde,
"Bizim de bir devletimiz olsun" fikri gelişmeye başladı.
Yahudi soykırımı (Holokost)...
Yani Hitler'in kadın, çocuk, yaşlı demeden, 6 milyon Yahudi'yi gaz odalarında öldürmesi kavmin sosyal psikolojisinden korkunç bir travma yarattı.
israil devleti 1948'de kuruldu. Ölüm-kalım gerilimi, israil yöneticilerini Holokost'u bir devlet ideolojisine dönüştürmelerine yol açtı.
Hem silahlandılar, hem de israil'in esenliği için, bilhassa ABD'de yaşayan Yahudileri devreye soktular. Sonuçta israil devletini eleştiren herkesi, "Yahudi düşmanı" ilan ettiler.
Ortadoğu'da yalnız kaldığından, dosta ihtiyacı vardı israil'in... ABD'nin etkisiyle, Türkiye'nin israil'i tanıyan ilk Müslüman ülke olması çok önemliydi.
Laiklik bahanesiyle Sünnileri kitleleri baskı altında tutan Kemalistlerle ittifak kurdular. Bu işbirliğinin en ilginç meyvesi, 28 Şubat (1997) postmodern darbesi oldu.
***
Kasım 2002'den itibaren israil yöneticileri ve dolayısıyla israil lobisi yine strese girdi... Çünkü artık iktidarda, parti kapatma ve darbe girişimlerinden sıyrılacak olan, yüzde 50 oy gücüne sahip, Sünni eğilimli AK Parti Hükümeti vardı.
Askerin müdahalede başarısızlığı, seçim yenilgileri, Ergenekon ve Balyoz davaları... AKP Hükümetinden kurtulmak isteyen çevreleri, yurtdışından destek aramaya itti... Mesela ABD yönetimini ikna etmeye çalıştılar.
israil lobisi ise yardıma dünden hazırdı. Nedeni apaçık: Çünkü Erdoğan Hükümeti, israil'in çıkarına uymuyordu.
Bu sebeple, en küçük bir fırsat bile Hükümeti zorda bırakmak için kullanmaya başladılar.
***
Peki, mekanizma nasıl çalışıyor?
2008-2010 döneminde New York'tan getirilen Andrew Arato adlı siyaset bilimci güzel bir örnektir. Türkiye hakkında bir tane dahi makalesi ya da kitabı olmayan bu adamı üniversitelerde konuşturdular...
Gazetelerde tam sayfa söyleşiler yaptılar. Köşe yazılarında göklere çıkardılar. (Madem o kadar önemliydi, şimdi nerede?) Paul Auster'ın durumu elbette Arato'dan daha farklı. "Tutuklu gazeteci sayısı 100'ü geçtiği için Türkiye'ye gitmiyorum" diyor.
Hangi yayında? Tabii ki Hürriyet gazetesinde!
Kime diyor? internet sitesi Atatürk ile açılan, fotoğraf meraklısı bir gezgin hanıma...
Peki, bu 100 sayısı nereden çıktı? (Söyleşiyi yapan hanımdan bunu sormasını beklemiyoruz elbette.) Ancak Paul Bey, Türkiye ile çok ilgili olduğunu söylüyor... Madem öyle niye 'Committee to Protect Journalists'in (CPJ: Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi) sitesine göz atma zahmetini göstermiyor?
Çünkü oraya baktığında 100'değil "8", evet "sekiz" gazetecinin, Türkiye'de "mesleğini ifade etmekten" tutuklandığını, isimleriyle birlikte görecek.
Paul Auster yalana dayalı önyargılı laflar ediyor... "Saçmalama birader" diyen yok. internet siteleri destek mesajlarıyla dolu... "israil lobisinin etkisi" işte bu... Anlatabildim mi?